89. Sayı: "Gençliğin Peygamber Efendimize (sav) Olan İlgisi Muhteşem"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiGençliğin Peygamber Efendimize (sav) Olan İlgisi Muhteşem
İbadetMülakatlar

Mülakat: Ömer DÖNGELOĞLUMülakatı Yapan: Metin UÇAR Muhterem Hocam, siteden öğrendik ama bir de sizden kısaca Ömer Döngeloğlu’nu tanıyabilir miyiz? Eyvallah. Bismillahirrahmanirrahim. Esselamu Aleykum. Vasıtanızla şu anda bizi okuyan, dinleyen tüm kardeşlerimizi sevgiyle, hürmetle, muhabbetle selamlıyorum. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun. Hayırlı yayınlar diliyorum. Ömer Döngeloğlu. 1968 Tokat Zile doğumluyum. İlkokulu memleketimizde Zile’de, ortaokulu ve liseyi İmam Hatip lisesi olarak, o zaman ortaokulla birlikteydi, Zile İmam Hatip Lisesini bitirdim. Daha sonra Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni okudum. Ama İlahiyatı çok sonra okudum. Bir on yıl imamlık yaptım Diyanet’te, memleketimde Tokat’ta. 1996 yılının başlarında İstanbul’a geldim. Büyükşehir Belediyesi’nde ve çeşitli kamu kurumlarında idari görevlerde bulundum. Son 8 yıldır Ramazan sahurlarında, Kanal 7 ekranlarında, sahur vakti programını hazırlayıp sunduk. Sohbetlerimiz daha çok Siyer-i Nebi üzerinedir. Peygamberler tarihi üzerinedir. Evli ve beş çocuk babasıyım. Halen İstanbul’da yaşıyorum. Elhamdülillah. Yoğun bir konferans, sohbet, seminer trafiği devam ediyor. Araştırma, inceleme, çeşitli gezilerde bulundum bu dini hizmetler esnasında, daha çok Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere olmak üzere. Basılmış altı adet eserimiz var. Bunlar: Yeryüzünün Yıldızları, Allah’a Adanmış Hayatlar, Peygamberimizin Dostları, Peygamberin İzinde, Mus’ab Bin Umeyr, Sözün Miracı Dua. Az önce siz de bahsettiniz, altı tane basılmış kitabınız var ve bunların çoğu Peygamber Aleyhissalatü Vesselam ve Sahabe-i Kiram hakkında. Siz uzun zamandır, 8 yıl dediniz galiba, paylaşıyorsunuz insanlarla bunları. Nasıl oldu bu tarafa kaymanız? Babam rahmetli Osmanlı’dan gelen bir nesil; 1320 doğumlu, 1904 yani. 19 yıl Osmanlı kimliği taşımış rahmetli. Dolayısıyla bizim aileden bir hoca, bir alim, bir din hizmetkarı çıksın istiyordu. Hafız olmamı yahut da imam hatip okuyup hoca olmamı isterdi. Hafız olamadık. Ama İmam Hatip ve ilahiyat üzerinden bir on yıl imam hatiplik yaptım. O esnada, tabi dinlediğimiz etkilendiğimiz hoca efendiler vardı. Mesela rahmetli Timur Taş Hoca Efendi vardı. Mesela Ahmed Vanlıoğlu Hocam vardı. Nur içinde yatsın. Mesela beni en çok etkileyenlerden birisi Ali Ulvi Kurucu Hoca Efendidir. Rahmetli Ali Ulvi Kurucu’ya ben televizyonda bir defa rastladım. İmamdım. Öyle hisli, öyle saygılı, öyle, böyle kısık bir sesle, samimi, içten bir eda ile Efendimiz Aleyhisselamı ve Sahabeyi anlatıyordu. Dedim ki; bu adam sanki Resülullah’ın yanındaymış gibi anlatıyor. Öyle bir saygı var. Bir de çok nurani, o Medine-i Münevvere’de yıllarca günahtan uzak, haramdan uzak yaşamış. Yüzüne Medine kokusu dolmuş o mübareği görünce, genç bir imamdım ben de, dedim ki, ya ben de Peygamberimizi anlatsam. Çünkü derinlemesine bir Arapça ilmim yok. Derinlemesine bir fıkıh dersi, hadis dersi çalışacak bu saatten sonra bu dalda alim olacak zamanım da yok, imkanım da yok. İşte normal, Türkiye şartlarında ilahiyat mezunu seviyesinde bir insanım, bilgi olarak. Kendime yetecek kadar ilmihalimi bilirim veya araştırırım, okurum. Kendimi yüzdürürüm sadece, başkalarının vebaline girmeyeyim o konularda boşu boşuna; ehli insanlar varken bana düşmez o iş dedim. Ama siyer anlatmak çok tatlı, çok güzel… İmamlıkta da bu hemen öne çıktı bende. Çünkü bir kürsü var sizde. Bir köydesiniz, kasabada. Almus’un Ormandibi Kasabası’nda on yıl çalıştım. Vaazlarımızla, sohbetlerimizle öne çıktık biraz. Yani hissetti halk. Toplandı, teveccüh gösterdi. Ne yapalım? Sabah namazlarında Riyazü’s-Salihin dersleri yapmaya başladım. O bile çok büyük bereket oldu. Böylece kendimize güvenimiz geldi. Ali Ulvi Hoca Efendiyi televizyonda Siyer anlattığını görünce, dedim ki, bu çok güzel bir alan, tatlı da bir şey, kürsüye de yakışan bir şey. Peygamberimizin hayatı, Sahabe Efendilerimizin, Peygamberlerin… Okumayı imam hatip yıllarından itibaren hiç aksatmadım. Günlük birkaç saat okumazsanız kendinizi yenileyemiyorsunuz. Yeni şeyler tahmin edemiyorsunuz. Bildiğiniz bir konuyu bile bir daha okuyorsunuz. Farklı bir yazar bir eser çıkarmış bir daha okuyorsunuz işte onu. Böylece Siyer üzerine çalıştım. Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam, övülecekse bir insan o övülmeli, dolayısıyla insan-ı kâmil O’dur, Hazret-i İnsan O’dur Sallallahu âleyhisellam. Ve Efendimizin ashabını, halkta da çok teveccüh gördü, yani televizyon filan da olmadan, bizim sohbetlerimiz vardı böyle mutad çok etkili, halkta karşılığı olan, memlekette de İstanbul’da da. Dolayısıyla, bu ev sohbetleriyle, salon sohbetleriyle, düğün sohbetleriyle, cenaze merasimlerindeki konuşmalarla çok yoğun bir şey oldu. İstanbul’da da Emrullah Hatipoğlu Hocam olsun, Emin Saraç hocam olsun, böyle etkilendiğimiz, sevdiğimiz büyüklerimiz, onlarla da zaman zaman fikir sordum, hocam nasıl olur bunu konuşalım mı, televizyona çıkalım mı? Hayırlı nasihatlerini aldık büyüklerimizin. Zaten televizyon işin içine girince, işe bir de hani Hazret-i Üstad’ın ifadesiyle şöhret-i kazibe de karışınca alan çok genişledi. Ve sizi çok büyük bir alim gözüyle gören insanlar çoğaldı bu sefer. Ama ben haddimi biliyorum. Ben, Siyer-i Nebi üzerine okuyorum, anlatıyorum. Bir söz var, “Muhammed’den muhabbet oldu hasıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl?” Tamam, insanlar teveccüh ediyorlar. Peygamber Aleyhissalatu Vesselamı konuşmak herkesin kalbinde yer ediyor. Fakat bununla beraber, hakikaten bu konuşmalardan, sizin gördüğünüz kadarıyla, insanlarda Sünnet-i Seniyye’nin, Asr-ı Saadet’in yansıması oluyor mu? Şimdi tabi biz, hani Allah şefaatinden ayırmasın, Hazret-i Üstad’ın dediği gibi, “Kışta geldik” demiş ya, gerçekten kışta gelmişiz. Ben kendim için de şimdi öyle görüyorum. İnternet, televizyon, haram ve günahlara bakarak, ifade etmiş zaten Üstad da, ben de şahsen acizane bütün yüreğimle katılıyorum ki hakikaten kışta gelmişiz. İnşallah baharı görür İslam ümmeti, ama haramlar o kadar kolaylaştı, din-i Mübin-i İslam’dan koparan ilahiyatçılar o kadar çoğaldı ki. Böyle haram ve günahların çok olduğu dünyada Efendimiz Aleyhisselamı ülkemizde anlatınca, insanlara baktığımızda, çok olumlu tesirlerini de gördük. Çok günahkar insanların haramlardan vazgeçtiğini, çok böyle dinden uzak yaşayan hanımların kapandığını, namaza başladığını, çok şahit olduk. Salonların eskiden bir kapalı spor salonunu biz çocukluğumuzda şarkıcılar türkücüler doldururdu; şimdi dini programlar, sohbet programları. Öyle bir evde 20-30 kişi değil, bir salonda 5-6 bin kişi toplanıyor. Kutlu Doğum’da Diyarbakır’da 100 bini geçkindi mesela. Batman’da 80 bin, 90 bin kişiydi. İşte, Erzurum’da öyle, Konya’da öyle, Edirne’ye gittim öyle. Her gittiğimiz vilayette de gördüklerim muhteşem. Peygamber Efendimize sevgi ve muhabbet var. İnsanlar dizi de seyrediyorlar, maç da seyrediyorlar. Kulağında küpeli, saçı uzun adamlar, ama Resülullah’ı dinlerken gözyaşı döküyorlar, kalpleri yumuşuyor, çok samimi bir şekilde. Dolayısıyla, en azından insanların gündemine bir günlük de olsa, bir haftalık da olsa, Efendimizin adı giriyor. Ve Aleyhissalatü Vesselam’a bir ilişki olarak görüyor o sohbetleri, o bağlantıyı. Dindarlığıyla ilgili bir delil olarak tutuyor hayatında. Dolayısıyla bunların çok tesirlerini gördüm insanlar üzerinde. Bizi de bu yolda halen ısrarla yürüten belki budur. Çünkü çok eleştiriler de alıyoruz. İşte, hikayecilik yapıyorsunuz, milleti uyutuyorsunuz, sen Kur’an’dan bahset filan diyerek eleştirenler oluyor. Doğru, Kur’an’dan bahsetmeliyiz ama ondan da bahseden hocalarımız olsun işinin ehli olan. Öyle bir program yapsın ki bir tefsir hocası, adam diziyi bırakıp seni seyretsin. Mesela biz Siyer’de bunu kısmen başardık. Yani aynı saatte film var, binlerce insandan işittim, hocam  biz Mustafa Karataş hocamı, Nihat hocamı, Necmeddin hocamı, Cevat hocamı, sizi diyerek, film var ama biz bunu açıyoruz, sizi açıyoruz diyerek, demek ki cazip hale, Efendimiz Aleyhisselam’ı bu insanların dinleyeceği bir tatta sunabilmek. Usûl vusulü bozar kabilinden. Usûl olarak bunu yapmak, yeni gençliğin bilhassa, bu kışa gelmiş, haram ve günahlar kolaylaşmış, gençliğin Peygamberimizle irtibatı, İslam’la irtibatı kopmasın diye, bu heyecan, bu düşünceyle halen yollarda hizmetler devam ediyor. Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamın da hakikaten övülmesi, onun güzel yönlerinin, insani yönlerinin, risalet vazifesiyle birlikte insan olarak, baba olarak, komşu olarak, tüccar olarak, komutan olarak Efendimiz Aleyhisselam’ın belli özelliklerini anlatınca, insan hayattan kendine de ders çıkarıyor. Elhamdülillah bu bize güç oluyor. Ümit bağlıyoruz. Olumlu tesirlerini toplumda görüyoruz yani. Bu Elhamdülillah hakikaten güzel bir nokta. Peki, ne yapılmalı ki insanlar sizin yapmış olduğunuz o faaliyetlerin arkasından Sünnet-i Seniyye’yi anlasınlar ve istifade etsinler. Hayatlarına daha çok kazandırsınlar. Bizim yaptığımız hizmet, popüler bir şekilde binlerce insanı toplarız, fakat daha nitelikli, o an insanın içini imanla dolduracak, imanının delilleriyle hakikatleriyle, fıkhın, ilmihalin, helalin haramın bilgisiyle dolduracak hoca efendiler bizim bu çektiğimiz insanları muhatap alabilseler ve bunlarla küçük, 20 kişi, 30 kişi herkes mahallesinde bir hizmeti yapabilse daha iyi olacaktır. Yani bundan sonra asıl uzman hocaların işi. Asıl uzman hocaların, alanında yetkin insanların işi daha sonra bu işi ilerletmek, daha nitelikli hale getirmek. Burada bütün Müslümanlara vazife düşüyor. Fakat kopuk çalışıyoruz, planlı ve koordineli değiliz maalesef ülkemizde. Hani buradan sonrasını alıp götürecek bir kadro, bilinçli bir şekilde. Bu ev sohbetleriyle de olabilir. Müessis bir halde de olabilir. Ama henüz ülkemizde onu görmüş değiliz. Vatandaş kendi gönlüne kalmış. Eğer bulursa bir mahallesinde, çevresinde, arkadaş grubunda böyle bir sohbet halkası filan, gidiyor; oradan kendini geliştirmeye çalışıyor. İnşallah daha düzenli, daha disiplinli, daha planlı, birimizin öbürünü tamamladığı bir yapıya taşınırız. Siyer çekim noktası olabilir. Yani ilk başlangıç siyer olabilir. Siyer ile bir insanı, sokaktaki adamı buraya baktırabilirsiniz. Ama buranın içinde başka mücevherlerin de olduğunu, başka madenlerin başka kıymetli taşların da olduğunu, içeri girdikten sonra, içeridekilerin görevi artık. Sizin sohbetlerde gördüğünüz kadarıyla genç insanların Sünnet-i Seniyye’ye bakışı nasıl? Bu milletin özü temiz. Halen o ecdadımızın, Osmanlı’dan gelen o güzel, imanlı bir yapının tesirleri tam bozulmamış. Günahlar filan var ama, Peygamberimize olan gençliğin ilgisi muhteşem. Bizim programlarımıza yaşlı insanlar katılıyor ama, seyrettiğimiz salonların büyük çoğunluğu otuz yaşın altındaki insanlar. Bu da gençlerin Peygamberimize ve İslam’a olan açlıkları olabilir, ihtiyaçları olabilir. Sevgileridir. Bunu görebiliyoruz. Gençlik, Peygamberimizi seviyor yani. Fakat sevginin itaate dönüşmesi için, sevginin ibadete dönüşmesi için onun içini doldurmak gerekiyor. Bunu sadece anlatıcı hocalar yapmaz. Bunu az önce de söylediğim gibi, ailede olur bunun bir parçası, bir parçası diğer hoca efendide ve sair diğer dini gruplar kendilerine birer görev alsalar. Peki, şöyle bir şey var mı? Yani insanların siyasi görüşü ne olursa olsun, düşüncesi, kafasındaki ideali ne olursa olsun, herkes kendi evladını çocuğunun ahlaklı, disiplinli, iyi birisi olmasını ister. Biz biliyoruz ki bunun yolu Sünnet-i Seniyye’de. Bunu fark etse insanlar, bir kısmı bunlar kendisi belki kalben çok yönelmiş olmasa bile veya bir kısım meselelerden dolayı kendisi yapabiliyor olmasa bile çocuklarını bu tarafa yönlendirmekte çok sıkıntı görmüyorlar, ne dersiniz? Evet, çok doğru. Yani, Peygamber Efendimizin hem güzel ahlakı hem Sünnet-i Seniyye’sinin sonuçlarının toplumda bir karşılığı var. Yani sokağa taşan bir yönü var, çocuğun davranışını etkileyen. Saygılı, temiz, dikkatli. Dolayısıyla aile, Peygamberimizin sünnetini yaşayan bir çocuktan memnun olur. Toplum da memnun olur. Bu, bütün memleketin huzuru için çok önemlidir. Yani bizim ayrıldığımız noktaları bize bağlayacak şey, Kürt’ün kendine göre bir siyasi görüşü vardır, Türk’ün bir bakışı vardır bir olaya, işte etnik grubun ayrılığı bir şey. Fenerbahçeli bir çocuğun bakışı vardır, Galatasaraylı bir çocuğun bir bakışı vardır. Bütün bu tür ayrılıkları çoğaltabiliriz. Farklı düşündüğümüz yerlerde, ama Fenerbahçelinin de peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa, Galatasaraylının da. Kürt’ün de, Türk’ün de, Laz’ın da dediğin zaman, Efendimiz birleştiren, kimsenin itiraz etmediği bir resim, bir model, bir yol oluyor. Allah razı olsun. Kutlu Doğum münasebetiyle böyle bir mülakatı gerçekleştirmiş olduk. Okuyucularımıza Sünnet-i Se­niy­ye’nin yaşanması, Peygamber Aleyhissalatü Vesselama yönelmeleri, Sahabelerini anlamaları noktasında ne tavsiye ediyorsunuz? Ne yapsınlar? Efendim, Peygamber Efendimiz, onu sevmek imanın bir parçasıdır. İman edebilmek için tanımak lazım, sevmek lazım. Ben buradan okuyucularımızdan şunu rica ediyorum, mutlaka peygamberimizin hayatını bir eserden baştan sona ailemizle okuyalım ders olarak. 30 yıl geçer, 40 yıl geçer biz ölür gideriz, ama çocuklarımızda kalır o izler. Annem babam otururdu, biz Peygamberimizin hayatını okurduk. Televizyon kapatılırdı. Varsa eğer internet şu bu kapatılır, yarım saat de olsa. Sonra, mutlaka Müslümanların günde Peygamberimizin hadis-i şeriflerinde günde on defa diyen hadisler okudum ben, salavat-ı şerife, on defa olabilir. Çok zor değil, çok kolay. Yani bir Müslüman çoluğuyla çocuğuyla yemeği yedik, o arada birkaç dakikalık vakitte, haydi elhamdülillah da dedik, Peygamberimize on salat-ü selam okuyalım. Bir gün geçmesin ki Resülullah’a bizim ağzımızdan, bedenimizden on kere selamlaşma, on kere ona dua göndermiş olmasın. Mutlaka her günümüzde olsun. On çok az bir rakamdır ve bir dakika bile sürmez. Bunu yüz yaparsa Müslüman, her birinin sevabı farklıdır. Bunu işte daha çoğaltırsa, rakamın bir önemi yoktur yani aslında burada. Dolayısıyla, bizim Efendimizin sünnetlerini de çocuklarımıza ailemize yayan bir çalışmamız olur inşallah diyorum. Yayın hayatınızda da başarılar diliyorum. Sizleri ve tüm okuyucularımızı hürmetle, muhabbetle Allah’ın selamıyla selamlıyorum. Aleyküm Selam. Allah razı olsun.

Mülakatlar * 01 Nisan
Konu resmiRahmet İklimine Girerken…
İnsan

Rahmet İklimine Girerken… O’nun (sav) yüzü suyu hürmetine var oldu âlem; O’nun (sav) duası bereketine devamla birlikte ahiret yurdunun var olmasına da sebep... Ve bütün varlığın sahibi ve var edicisi olan Rabbimiz, kullarına hitapla, “Beni sevdiğinizi iddia ediyorsanız, benim sevdiğime ittiba ediniz” diyerek, Efendimiz (sav)’i adres gösterdi. Evet, sevgili dostlar! Kutlu bir mevsime daha girdik. Kâinatın on dört asır önce vücuda gelmesine şahit olduğu ve on iki önemli hadise ile dünyaya gelişini istikbal ettiği Hazret-i Muhammed Mustafa (sav)’in doğumunu bir kez daha idrak ediyoruz, elhamdülillah. Peki, insanlığın cehalette ve sosyal hayata zarar vermekte sınır tanımadığı cahiliye devrinin bütün zulmetlerini kaldırıp atan ve getirdiği nur ile asrını asr-ı saadete inkılab ettiren Efendimiz (sav)’e bugün dünden daha fazla muhtaç değil mi dünya? Asırlar değişse de yaratılış gereği olarak karanlık ve aydınlık, zulmet ve nur, iyi ve kötü beraber devam ediyor. Burası mihnet yurdu. Burası dünya. Burası meydan-ı imtihan… En büyük keramet istikamettir, demiş kamil insanlar. İstikamet tanımına ise, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, insanda sınır konulmayan akıl, gadap ve şehvet kuvvelerini vasat noktada kullanmak olarak tarif etmiş. Yani insaniyet-i kübra olan İslamiyet’e sarılmak. Yani yaşayan Kur’an olan Efendimiz (sav)’in ahlakı ile ahlaklanmak. Yani hayatımıza rol-model olarak Peygamber Efendimizi yerleştirmek. Derdin olduğu yerde her zaman derman var. İlla akıl lazım, ki dermanla dertlenebilsin. Evet, kıymetli mekteb-i irfan müdavimleri! Maddi-manevi baharların kaynağı bu ayda, İrfan Mektebi ailesi olarak bizler de, merhamet denizinden lütf-u İlahi ile beslenen bu yağmurda ıslanmak, Efendimizi idrak ve hayatımıza dâhil etmekle kulluğumuzu ve sevgimizi tazelemeyi niyet ettik. Bu meyanda muhterem Ömer Döngeloğlu ve Medine’de ikamet eden muhterem bir hocamızla Efendimiz (sav)’i ve Medine’yi konuştuk. Gençlerin ve insanların o Rahmete ne kadar muhtaç olduklarını bir kez de meydanların sesine kulak vererek hocalarımızın ağzından sizlere taşıyoruz. Ve şair, alim, âbid merhum Muhammed Cavid Saraçoğlu’nun ifadesiyle “Sünnet yolu tek çâre, diğerleri ayartır” diyoruz. Nisan ayı dergisinin diğer sayfalarında gezinirken, kirlerimizin ve kirlerimizden arınmanın O’nun açtığı yolla nasıl olacağının izini sürüyoruz. Günahlar sadece fiili mi? Kalbi günahlarımızı nasıl tespit edeceğiz; dahası nasıl kurtulacağız? Merakı nasıl harekete geçireceğiz ki ilmin kapısını aralayalım? Hasedi nereye koyacağız ki mutluluğun kapısını açalım? Ya da “İlmin fayda vermesi için mutlaka günahlardan sakınmalıdır” diyen Katip Çelebi’nin şu sözünün dünyamızda var olup olmadığını sorgularken, eksik kalan şeylerin bizim eksikliğimizden olduğunu idrakle beraber, şu bahar ikliminde açacak çiçeklerin, boy verecek fidanların asıl ihtiyacını fark etmenin yolunu keşfe çıkalım. Sevgili dostlar! Bahar iklimine girerken gelin hep beraber o rahmet rüzgârını soluklayalım. Unutmayın ki, bazen sadece o tarafa dönüp nefes almak yeter. Kalın sağlıcakla.

Metin UÇAR 01 Nisan
Konu resmiKâtip Çelebi ve İlim-2
Kültür ve Medeniyet

İlmin Engelleri Her hayırlı şeyin engeli olduğu gibi, büyük bir hayır olan ilmin de engelleri vardır. Bu engeller şunlardır: - Geleceğe güvenmektir. Bu akıllı kişinin işi değildir. Çünkü her gün kendisine ait meşguliyetler ile beraber gelir. Dolayısıyla bir sonraki güne güvenerek bugünün çalışmasını yarına bırakmamalıdır. - Zekâya güvenmektir. Bu ise ahmaklıktır. Bundan ötürü zeki kişilerin birçoğu ilme ulaşamamıştır. - İlki sağlamlaşmadan bir ilimden diğerine geçmek hepsinden mahrum olmaya sebep olur, bu caiz değildir. Bir kitaptan diğerine geçmek de böyledir. - Başka bir şeyin peşinden giderek ilme çok nadir ulaşılır. Mal mevki istemek ve hayvanî zevklere meyletmek ilimden başka istek duyulan şeylerdendir. Bundan dolayı makam isteğinin, insanların çoğunu önemsenecek miktarda yeterli ilme ulaşmaktan alıkoyduğunu görürsün. - Can sıkıntısı ve ilimle uğraşırken yardımın olmaması en büyük ve şiddetli engellerdendir. Çünkü bu halde olan kişi üzüntülüdür ve kalbi daima meşguldür. - Dünyaya yönelmenin ve bir işi olduğu gibi taklit etmenin, insanı öğrenmede ve ilimde ilerlemede geri bırakacağına şüphe yoktur. - İlimler hakkında yazılmış kitapların çokluğu ve terimlerin farklılığı da ilim öğrenmeyi engelleyen şeylerdendir. Çünkü talebe tek bir sanat hakkında yazılanları okumaya kalksa ömrü buna yetmez. - İlim öğrenmekte sadece ezber metoduyla ilerlemek mümkün değildir. Yetenek elde etmek için çalışmaktan daha çok, ezber yapmak için uğraşan kişi, ilmi kullanma yeteneğinden doğan gücü elde edemez. Bundan dolayı sadece ezber yapan kişinin ilmin hiçbir şeyini güzel yapamadığını görürsün; tartışırsa ilimde yeteneğini noksan bulursun. İlim yeteneğinden amacın ezber olduğunu zanneden kişi mutlaka yanılmıştır. Amaç bilgiyi elde etme, delâlet edenden delâlet edilene, lâzımdan melzûma hızla geçebilme yeteneğidir, bir de buna hafızaya alma da eklenirse, bu ne güzel usuldür! Ancak bu sadece ezberlemeyle tamamlanmaz, belki ezberleme hafızaya almanın yollarından biridir. Bu, ezberleme gücünün kuvveti ve zayıflığı ile ilgilidir. Bu her ne kadar tedavi edilebilirse de, bünyenin yaratılıştan gelen durumlarındandır. İlim Öğrenmenin Şartları Hak yolunda olan biri, ilim tahsili etse dahi şeriatın hükümlerine ve tarikatın adabına uymadıkça, öğrendiği ilmin ve tahsilin nuru ve devamlılığı olmaz. İlim öğrenmenin şartları çoktur, ancak özetle şu şekilde zikredilebilir: - Kötü huylardan uzak olmalıdır. Zira kötü huyların işgal ettiği kalp, ilmin nurunu alamaz. - Herhangi bir çıkar peşinde olmamalı, sadece cehaleti kaldırmak ve amel etmek için öğrenmelidir. - İlim öğrenmekten kendisini alıkoyabilecek (eş, akraba gibi) engelleri azaltmalıdır. Zira Allah insanın içinde iki kalb yaratmamıştır. Fikir dağıldıkça, insan, ilmi kavramakta güçsüz düşer. - Geceleri uyanık kalmalı ve tembelliği bırakmalıdır. Tembelliğin nedenlerinden biri, ölümden çok korkmaktır; çünkü ölümü sürekli düşünmek, hayat enerjisini söndürür ve çalışma isteğini bitirir. Halbuki ölüme hazırlanmak için en iyi davranış yine ilimdir; tabi yalnız öğrenmek değil, aynı zamanda amel etmek şartıyla. Peygamber Efendimizin “Lezzetleri yok eden ölümü çok hatırlayınız” sözü, ölümlü lezzetleri işaret eder ki, ilim öğrenmek bu sınıfta yer almaz. - Bütün hayatı boyunca ilimle uğraşmayı ana gaye edinmelidir. Çünkü her bilginin üstünde daha bilgili biri vardır. Eğer çok ilimle uğraşmak sıkıntı verirse başka bir ilme yönelip bu problem aşılabilir. - İlim öğretecek hocayı iyi seçmeli, gerekirse bütün dünyayı dolaşmalıdır. Bu hocaya çok saygı göstermeli ve hakkını büyük bilmelidir. Zira bir insandan söz edilirken önce hocası zikredilir. - Okuduğu dersleri sonuna kadar tetkik etmeli ve kavramalıdır. Hiçbir zaman ilminin kâfi derecede olduğuna kanaat getirmemelidir. - İlimlerin sıralamasına riayet etmelidir. Bazı ilimler vardır ki, sonrakine ulaşmak için vasıtadır. Ayrıca her ilmin kendi sınırı içinde kalmalı, amaçla aracı karıştırmamalıdır. - Bir dersi tam anlamadan diğerine geçmemelidir. Eğer bir bilim dalına yatkınlık varsa onu öğrenmeli, aynı anda birden fazla ilimle uğraşmamalıdır. Talebe böyle yaparsa hiçbir ilmi tam öğrenmiş olmaz ve hepsinden yoksun kalır. Ancak görmediği ilimlere de asla düşman kesilmemelidir. - İlmî meseleleri kendi akranı olan sağduyulu kimselerle münazara etmelidir. Zira bir müşkil konuyu ilim meclisinde tartışmak, kendi kendine bir ay tekrar etmekten iyidir. - İlim konusunda ciddi ve gayretli olmalı, bir günün işini sonraya sarkıtmamalıdır. - Yanında sürekli kalem taşımalıdır ki, yararlı bir şey işitildiğinde onu not alabilsin. Deftere yazmaktan amaç, unutkanlık esnasında bakmak içindir, yoksa yazılı olana güvenmemelidir. - Amaç ve araç olan ilimlere gerektiği kadar ilgi göstermelidir. Arapça ve mantık gibi alet ilimleri şeriat ilmi için bir vasıta olup kendi başlarına amaç olmamalı, yani çok fazla vakit ayırmamalıdır. Ömür boyunca alet ilimleri ile uğraşıldığı takdirde ne zaman asıl maksat olan ilimlere geçilebilir? İlim öğretmenin şartları İlim sahibinde bulunması gereken en gerekli şeyler; öğüt, şefkat, tahammül, sabır, yumuşak huyluluk, alçak gönüllülük, insanların mallarından uzak olmak, kitapları incelemeye devam etmek, hiç kimseyle kavga etmemek, düşman olmamaktır. Bir de ilmi anlatma ve yaymada bazı şartlar vardır ki, bunlar şunlardır: - Anlatma ibadetlerin en üstünlerindendir, ancak mutlaka yüce Allah'ın rızasını ve kulları aydınlatmayı istemek niyetiyle olursa bu böyledir. İlim öğreterek makam ve saygının artmasını beklememelidir. Yaptığı işten de bir ücret istememelidir. - İlmin fayda vermesi için mutlaka günahlardan sakınmalıdır. - Öğrenciye şefkatli ve öğüt verici olmalıdır. Onu ilimlerin amacı hakkında uyarmalı, kötü ahlaktan men etmelidir. Hak ettiğinin üstünde bir derece vermemeli, gücü üstünde bir işe de yöneltmemelidir. - İlim öğretirken öğrencinin mizacına uygun olanını belirlemeli, hazırlık seviyesini en güzel şekilde düzenlemelidir. Sadece ilimde olgunluğa erişebilen kimseye ilimlerin gerçekleri açıklanmalıdır. Cahillere ilim veren kişi onu telef etmiş olur, hak edenlere yasaklayan kişi de zulmetmiş olur. - Muallimin sözü işine aykırı olmamalıdır. Çünkü eğer sözü halini yalanlarsa insanlar ondan ve onunla doğru yolu bulmaktan nefret eder. Taklitçilerin çoğu söyleyenin haline bakar, söyleyenin haline bakmayan ise seyrek bulunur. Öyleyse işlerini düzeltmeye verdiğin önem, ilmini güzelleştirmeye verdiğin önemden daha çok olsun. - Ders sırasında öfkesini yutmalı, şaka da karıştırmamalıdır. O zaman kalbi katılaşır. Öğretim sırasında gülmemeli, oynamamalıdır. Gerektiği zaman öğrencinin anlayışını denemede sakınca yoktur. - Gerçek ilim hakkında tartışmamak ve münakaşa etmemek gerekir, çünkü bu sapıklık kapısını açar. - Ne öğretimde ne de tartışmada bir ilmin içine başka bir ilmi sokmamalıdır, çünkü bu karışıklıktır. - Küçükleri öğrenmeye, bilhassa ezbere teşvik etmelidir. Onlara anlayışlarının taşıyabileceği şeyleri anlatmalıdır. Öğrencinin durumuna bakmalıdır, zorlukları halledecek şekilde anlayışlı ise ona ilim öğretmek için en büyük özeni göstermeli, böyle değilse bilebildiği kadar farzları, sünnetleri ve nafile ibadetleri öğretmelidir. - Sorulara incitici şekilde cevap vermemeli, yanıltıcı sözler söylememelidir. Eğer şüphe ettiği bir şey sorulursa “bilmiyorum” demelidir, çünkü “bilmiyorum” sözü ilmin yarısıdır. Kaynakça: Banarlı, Nihad Sami, “Katip Çelebi”, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, c.1, İstanbul 1998, s.682-688.Gökyay, Orhan Şaik, Katip Çelebi, Yaşamı, Kişiliği ve Yapıtlarından Seçmeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1982.Gökyay, Orhan Şaik, Katip Çelebi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1986.Katip Çelebi, Cihannüma, Hazırlayanlar: Bekir Karlığa, Said Öztürk, c.1, Mahya Yayıncılık, İstanbul 2013.Dürer-i Müntesire ve Gurer-i Münteşire, Süleymaniye Ktp. Nuruosmaniye, nu. 4949.Keşfü'z-Zunûn, c.1, Çeviren: Rüştü Balcı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2014.Tuhfetü'l-Ahyâr fi'l-Hikem ve'l-Emsâl ve'l-Eş'âr, Süleymaniye Ktp. Esad Efendi, nu. 2539.Öztürk, Said, Doğumunun 400. Yıl Dönümünde Katip Çelebi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2009.

Halit ATLI 01 Nisan
Konu resmiDünya Mescidinin Minberi: MEDİNE
İbadet

Tarih Boyunca Medine Medine-i Münevvere şehri, Arab yarımadasının batısında, Kızıldeniz sahiline yaklaşık 130 km uzaklıkta ve Mekke’nin 350 km kadar kuzeyinde yer almaktadır. Havası güzel, toprağı ziraata elverişli ve hurmalıkları boldur. Şehir su kaynakları bakımından zengindir. Ancak şehir merkezindeki kuyu sularının çoğunlukla acı olması sebebiyle, içme suyu daha güneydeki kuyulardan temin edilmiştir. Yağışın fazla olduğu zamanlarda sel baskınları da yaşanmaktadır. İslâmiyet’ten önceki ismi Yesrib olan Medine’nin bu ismini, şehre ilk yerleşen Yesrib bin Vâil’den aldığı rivayet edilmektedir. Şehre ilk olarak Amâlikalılar, Romalıların Filistin topraklarını ele geçirmesi üzerine Kudüs’ten kaçan Yahudiler ve Arim Seli sebebiyle Yemen’den ayrılan Arab kabileleri yerleşmişlerdir. Arab kabilelerinin başını Evs ve Hazrec kabileleri çekmekteydi. Yahudiler ise Beni Kurayza, Beni Kaynuka ve Beni Nadîr kabilelerinden meydana gelmekteydi. İlk zamanlar Arab kabileleri ile Yahudiler iyi geçinmişlerse de, zamanla aralarında sıkıntılar çıkmıştır. Yahudiler, her devirde ve her mekânda yaptıkları fitne ve fesat çıkarma işine burada da devam etmişlerdir. Ancak, Arablar Yahudileri yenerek Medine’nin hâkimiyetini ele geçirmişlerdir. Fakat Yahudiler burada durmamış, bu sefer de Evs ve Hazrec kabilelerini çeşitli desiselerle birbirlerine düşürmeyi başarmışlardır. Yaklaşık 120 sene boyunca Medine’de Evs ve Hazrec kabileleri arasında birçok harpler ve sürtüşmeler meydana gelmiş, iki taraf da büyük kayıplar vermiştir. Bu harplerin sonuncusu, Hicret’ten 5 sene önce meydana gelen Buâs Harbidir.(1) Peygamber Efendimizin (sav) Medine’ye hicret ederek yerleşmesine kadar devam bu mücadeleler, Hicret’le birlikte yerini huzura ve sükûnete bırakmıştır. Bu husus Âl-i İmrân Suresi 103. ayette şu şekilde ifade edilmiştir: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın ki, bir zamanlar (birbirinize) düşmanlar idiniz de (Allah) kalblerinizin arasını (İslâm ile) birleştirdi; böylece onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Ateşten bir çukurun kenarında (küfür içinde) idiniz de sizi oradan kurtardı. Allah, size ayetlerini böyle açıklar, ta ki hidayete eresiniz.”(2) İslâmiyet’ten önce birbirleriyle harb edip, birbirlerinin kanını dökecek kadar düşman olan iki kabile, İslâmiyet’le birlikte dünya tarihinde görülmemiş bir kardeşlik irtibatı teşkil etmişlerdir. Ki buna îsâr hasleti denilmektedir. Bu haslet, son nefesinde dahi kardeşini kendi nefsine tercih eden bir anlayıştır. Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki sürtüşmeler yüzünden, Medine’de iktisadi hayat daha ziyade Yahudilerin eline geçmiştir. Yahudiler, 5000 senedir oynamakta oldukları oyunların bir numunesini de Medine’de oynamışlardır. Ancak Peygamber Efendimizin (sav) Medine’ye gelmesiyle birlikte bu oyunları bozulmuştur. Yahudiler, yine de fitneden vazgeçmemişler, Kureyş kabilesini ve Medine’deki münafıkları Müslümanların aleyhinde kışkırtmaya başlamışlardır. Peygamber Efendimiz (sav) bunun üzerine, her bir Yahudi kabilesiyle ayrı ayrı anlaşmalar yapmış ve onlarla bir vatandaşlık muahedesi de imzalamıştır. Bu anlaşmalar aynı zamanda tarihte kurulan ilk İslâm Devleti’nin anayasasını oluşturmaktadırlar. Peygamber Efendimizin (sav) Medine’ye hicretiyle birlikte Medine İslâm Devleti de kurulmuş oluyordu. Medine, Hz. Ali’nin (ra) halifeliği devrine kadar İslâm Devleti’nin başşehriydi. Yesrib, Medîne-i Münevvere Oluyor Hz. Ebu Hureyre’den (ra) rivayetle, Resûlüllah (sav) buyurmuşlardır ki: “Ben karyeleri yiyen karye(ye hicret)le emr olundum. Buraya Yesrib diyorlar. Burası Medine’dir. Medine, demirci körüğünün demirin kirini ayırması gibi insanları(n kötüsünü) def’ edip ayırır.”(3) Bu Hadis’ten ve bu hadisi destekleyen başka rivayetlerden de anlamaktayız ki, Medine şehrinin ismini bizzat Peygamber Efendimiz (sav) değiştirmiştir. Bu hadiste ifade edilen Medine’nin başka şehirleri yemesi ifadesi de bir kısım muhaddisler tarafından, Medine’nin başşehir olduğu sıralarda birçok şehrin Müslümanlar tarafından fethedileceğinin önceden Resûlüllah (sav) tarafından haber verilmesi şeklinde yorumlanmıştır. Ayrıca Medine’nin, demirci körüğünün demirin kirini ayırması gibi, insanların iyisiyle kötüsünü ayırdığı ifade edilmektedir. Zira, Resûlüllah (sav), Medine’nin havası sebebiyle hastalandığı için uğursuzluk verdiği kanaatiyle yaptığı batı bozmak üzere gelen bedevî vesilesiyle de: “Medine körük gibidir. İnsanların kötüsünü atar (ve sinesinde barındırmaz), iyisini tutar.” buyurmuşlardır. Kur’an-ı Kerîm’de Medine Kur’an’da birçok yerde Medine ile alâkalı bahisler vardır. Bunlara birkaç misal verecek olursak şunları sıralayabiliriz: Enfâl Suresi 26. ayet: “Hatırlayın ki, (bir zamanlar) siz az idiniz, yeryüzünde (Mekke’de) güçsüz bırakılmış (horlanmış) kimselerdiniz, insanların (her an) sizi yakalayıvermesinden korkuyordunuz; fakat (Allah) sizi (Medine’de) barındırdı, sizi yardımıyla kuvvetlendirdi ve size temiz şeylerden rızık verdi ki şükredesiniz.” Ahzâb Suresi 60. ayet: “Celâlim hakkı için, eğer münafıklar ve kalblerinde bir hastalık bulunanlar ve Medîne’de yalan haber yayanlar (Yahudiler, bu yaptıklarından) vazgeçmezlerse, seni onlara mutlaka musallat ederiz; sonra orada (Medine’de) ancak pek az (bir süre) sana komşu kalabilirler!” Medine’nin Harem (dokunulmaz) Kılınması Sahîheyn’de şöyle bir rivayet yer almaktadır: “Resûlüllah (sav) bir gün Medine’nin dışına doğru yürüdü. Önünde Uhud görünmüştü. ‘Bu dağ var ya, o bizi çok seviyor, biz de onu seviyoruz.’ buyurdular. Medine’ye yönelince de: ‘Ey Allah’ım! İbrahim (as) Mekke’yi harem (dokunulmaz) kıldığı gibi, ben de (Medine’yi) iki dağı arasıyla harem (dokunulmaz) kılıyorum. Allah’ım, (Medine halkını) müdd ve sa’larıyla mübarek (bereketli) kıl.’ buyurdular.”(4) Peygamber Efendimiz ’in (sav) iki dağın arası diye tasvir ettiği yer, Medine’nin harem mahalli olan Ayr ve Sevr Dağları arasıdır. Aynı Mekke’nin harem mahallerinde olduğu gibi, Medine’nin bu harem mahallinde de; ağaçların kesilmesi, hayvanların öldürülmesi ve canlılara zarar verilmesi yasaklanmıştır. Ancak bu mahallerde isteyen devesini otlatabilir. Bir canlıyı öldürmek maksadıyla silah taşınması da câiz değildir. Bu harem mahallerinde Kur’an’a ve sünnete aykırı iş yapan bid’atçıları himâye edenlere Resûlüllah (sav) beddua etmektedir. “Dünya Bir Mescid, Mekke Bir Mihrâb, Medine Bir Minber…” Cenâb-ı Hakk, ümmet-i Muhammed için dünyayı bir mescid kılmıştır. Bu mescidin mihrâbı da elbette ki Mekke-i Mükerreme şehri olacak, minberi de Medine-i Münevvere şehri olacaktır. Mekke’yi mihrâb yapan Mescid-i Haram ve Ka’be-i Muazzama olduğu gibi, Medine’yi minber yapan da Mescid-i Nebevî ve Ravza-i Mutahhara’dır. Mekke’de ve Medine’de nazil olan ayetlere baktığımız zaman, bu hakikat daha da belirginleşiyor. Asây-ı Mûsâ Mecmuasının 10. Meselesinde ve 25. Söz’de izah edildiği gibi, Mekke’de nazil olan ayetler daha ziyade imanın temel esaslarını ifade ederken, Medine’de nazil olan ayetler daha ziyade şer’i hükümleri ifade etmektedir. Nasıl mihrâbda namaz kıldırılıp Kur’an okunuyorsa, minberde de ayetlerin tefsirleri okunmaktadır. Bu mevzu ile alâkalı bunun gibi daha birçok misalleri sıralanabilir.    Medine-i Münevvere’deki Başlıca Ziyaret Mekânları 1.Mescid-i Nebevî: Mescid-i Nebevî’nin inşasına, Peygamber Efendimizin (sav) Medine’ye hicretiyle birlikte başlanmış ve kısa müddette bitirilmiştir. İnşasında Resûlüllah (sav) bizzat bir işçi gibi çalışmıştır. Temeli taştan, duvarları kerpiçten, direkleri hurma ağacından yapılmıştır. Üzeri hurma dallarıyla örtülü, zemini ise topraktı. Kıblesi Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya doğruydu. Biri mihrâbın karşısındaki ana kapı, biri Resûlüllah’ın (sav) evine açılan kapı ve biri de Bâb-ı Rahmet diye isimlendirilen üç kapısı mevcuttu. Kıblenin Mescid-i Haram olarak değiştirilmesinden sonra, ana kapı ile mihrâbın yerleri değiştirilmiştir.(5) Peygamber Efendimiz (sav), vefatından sonra Mescide bitişik olan Hz. Âişe’nin (ra) evine defnedilmiştir. Sırasıyla Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) de bu hücre-i saadete defnedilmişlerdir. Mescid-i Nebevî bir çok devirde yapılan eklentilerle bugünkü hâlini almıştır. Evliyâ Çelebi, Osmanlı zamanındaki (1600’lü yıllar) Mescid-i Nebevî’yi ziyaret ettiğinde hayranlığını şu cümlelerle ifade etmektedir: “Câmiin içinde ve hareminde irili ufaklı 300 sütun ve bunlar üzerinde 300 kemer vardır. Bu kemerlerin içi rengârenk ve çok değerli nakışlarla süslüdür. Bu kubbelerin dört tarafında renkli camlar güneş vurunca içeriyi nurlandırırlar. Harem öyle kıymetli taşlarla döşenmiştir ki; kimi yeşim arkani ve asfar yerkani ve balgami ve somaki çeşitli taşlarla süslenmiştir. Resûl-ü Ekrem’in (sav) câmii, padişah ve vezirlerin hayratı olan fevkalâde kıymetli halılarla döşenmiştir. Eğer dünyaya düşüp seyahate düşkün olmasam bu câmi içinden bir adım ayrılmazdım…”(6) 2.Cennetü’l-Bakî Kabristanı:­ Başta Hz. Osman (ra), Hz. Âişe ve Peygamber Efendimizin (sav) zevceleri, kızları ve amcası Hz. Abbas (r.a.ecmain) olmak üzere, bir rivayete göre, yaklaşık 10000’e yakın sahabenin yattığı Bakî Kabristanı da Medine’de bulunmaktadır. 3.Mescid-i Kubâ: İslâmiyet’te inşa edilen ilk mesciddir. Tevbe Suresi 108. ayette “…İlk günden beri takva üzere kurulan mescid…” diye tavsif edilen Kubâ Mescidi’ni Peygamber Efendimizin (sav) cumartesi günleri ziyaret ettiği bilinmektedir. 4.Mescid-i Kıbleteyn: Hicretten sonra kıble Mescid-i Aksâ olarak değiştirilmişti. Ancak, bir namaz esnasında vahiy gelmesi üzerine kıble tekrar Mescid-i Haram olarak değiştirilmişti. İşte bu vahyin geldiği ve bu iki kıbleli namazın kılındığı yerde inşa edilen mescide Mescid-i Kıbleteyn denilmektedir. 5.Uhud Dağı ve Uhud Şehidliği: Uhud Harbinin cereyan ettiği yer, Uhud Dağı ve başta Hz. Hamza (ra) olmak üzere 70 Uhud şehidinin medfûn olduğu Uhud şehidliği de Medine’dedir. 6.Hendek Harbinin Cereyan Ettiği Yer: Hz. Selman-ı Farisî’nin (ra) teklifi üzerine Medine’nin etrafına hendek kazılmış ve Asr-ı Saadetin son müdafaa harbi bu hendeğin etrafında meydana gelmiştir.  *Ayet-i Kerîme mealleri, Hayrât Neşriyat Muhtasar Mealinden alınmıştır. Hâşiyeler: www.sonpeygamber.info Bu ayetin tefsiri için bakınız: Mektûbât 22. Mektûb s. 90, Lem’alar 20. Lem’a s. 155. Buhari, Fezâilü’l-Medîne 2, Müslim, Hacc 488. Buharî Fezâilü’l-Medîne 6, Müslim, Hacc 462, 463, 464. Târih-i Dîn-i İslâm, c. 3, s. 21-26. Seyahatname, Evliya Çelebi, s. 604.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiKalbî Günahlardan Tevbe
İbadet

Tevbe ve istiğfar deyince çoğunlukla aklımıza bedenen ve fiilen işlenen günahlar gelir de kalben işlediğimiz günahları hiç hatırlamayız bile. Büyük bir gaflettir bu aslında… Bu gaflet sebebiyle, büyük günahlara uzak duran ehl-i imanın dahi büyük bir manevî tehlikeyle karşı karşıya kalmaları mümkündür. O tehlike ise, samimi ve içten gelen bir pişmanlık duygusuyla hakiki bir tevbe ve istiğfar edebilmekten mahrum kalmaktır. Zira içki, kumar, zina, hırsızlık gibi büyük günahlardan uzak yaşayan, belki hayatında hiç bulaşmayan bazı kimseler, Allah huzurunda kendilerini büyük kabahatleri olan bir kimse gibi tam olarak göremeyip gerçek bir pişmanlık duygusu hissedemeyebilirler. Hâlbuki tevbenin aslı ve özü, işlenen suçu itiraf ve ondan pişman olmaktır. Hâlbuki Rabbimiz, “Ey iman edenler! (samimi bir tevbe olan) NasûhTevbesi ile Allah’a tevbe edin!”(1) ve “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin!”(2) buyurarak bizlerden samimi bir tevbe ve içten gelen yakarışlar beklemektedir. Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazali Hazretleri, meşhur “İhyâ-u Ulûmi’d-Din” adlı eserinde, bazı kalbî günahların büyük tehlikesine ve insanların ondan olan gafletine şu ifadelerle dikkat çekmiştir: “Rubûbiyet (Rablık) sıfatlarına varmak arzusunu veren şey; kibir, gurur, ceberut, övülmeyi sevmek, (büyüklenmek için) izzet ve zenginliği istemek, (dünyada) bekanın devamlılığını arzulamak, herkesten daha yüce olmayı istemek gibidir. Hatta sanki bu insan (Kur’an’da geçtiği üzere) Firavun gibi: ‘Ben sizin en yüce rabbinizim’ demeyi kasteder. İşte bu durumdan en büyük günahlardan bir grup meydana gelir. Fakat halk onlardan gafil ve onları günah bile saymamaktadır. Oysa onlar korkunç helâk edicilerdir. Öyle helâk ediciler ki birçok günahın kaynaklarıdırlar.”(3)   Kalbî günahlardan kurtulmanın yolu, insanın kalbin manevî hastalıklarının dünya ve ahiret noktasından dehşetli tehlikesini fark etmesi ve onları bulup tedavi etmek için ciddî bir arayış içerisine girmesidir. Bu da nefsine taraftar olmayı terk edip inceden inceye onun kusurlarını araştırmakla mümkündür. Bediüzzaman Hazretleri, “Nefsinizi kusurlardan beri görmeyiniz” anlamındaki فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ (4) ayetinin, -insanı manevî kemalâta götürecek- “Kur’an’daki en kısa yolun birinci adımı” olduğunu söyler. İnsanın önce nefsini kusursuz görmek körlüğünü terk etmesi lazımdır ki hatalarını görebilsin. Çünkü insanın daima nefsine taraftar olmak ve avukat gibi kendini savunmak ve kusurlarını görmekten rahatsız olmak ve eğer görürse yüz te’vil ile kendini mazur görmek gibi acip bir hâli vardır. İşte kalbî hastalık ve günahlarımızı teşhis etmenin ilk şartı, nefsin bu âdetinin önce farkına varmak, (insanların çoğu bu hâlin farkında dahi değillerdir!) sonra da o âdeti terk etmektir. Yani nefsinin kusursuz olmadığını, her türlü kusuru işleyebileceğini peşinen kabul etmektir. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Nefsine rıza nazarıyla ile (razı olarak ve muhabbetle) baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez (Allah’a sığınmaz); şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlîşân, اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّوٓءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ي (Ben nefsimi kusurlardan uzak görmem. Nefis muhakkak kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin merhamet edip de koruduğu müstesnâ!) dediği halde, nasıl nefse itimat edilebilir? Nefsini ithâm eden (suçlayan), kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder (Allah’a sığınır). İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, affa müstahak olur.”(5) Yine Bediüzzaman Hazretleri, kalbimizdeki manevî hastalıkların ne kadar tehlikeli olduğuna şu satırlarla işaret eder: “Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm’ın zahirî (dıştaki) yara­larının ve hastalıklarının mukabili, bizim bâtıni (içe ait) ve ruhi ve kalbî hastalıklarımız var. İçimiz dışımıza, dışımız içimize bir çevrilse, Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı olduğumuz görünecek. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şübhe kalb ve ruhumuza mütemadiyen (devamlı) yaralar açıyor. Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık dünya hayatını tehdid ediyordu. Bizim manevi yaralarımız ise, pek uzun olan ebedî hayatımızı tehdid ediyor (…) Nasıl ki o hazretin yaralarından neşet eden (çıkan) kurtlar, kalb ve lisanına (diline) ilişmişler, öyle de; bizlerin günahlarımızdan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler ve şübheler, neuzübillah (Allah’a sığınırız) mahall-i iman (imanın yeri) olan bâtın-ı kalbimize (manevî kalbimize) ilişip imanımızı zedeliyorlar.”(6) Kalbî Günahlara Bazı Numuneler Şimdi o günahların bazı mühimlerine dikkat edelim. Mesela kalben işlenen günahların en büyüğü olan kibir hakkında Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm), “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez” buyurmuştur. Şirkten sonra belki başka hiçbir günah hakkında bu kadar şiddetli bir ikaz yapılmış değildir. Bu meşhur hadis-i şerifi pek çok ehl-i iman gibi işittiğimiz halde, “Acaba kalbimizde kibirden bir zerre var mı?” endişesini yeterince taşıyor muyuz? Değil bir zerrecik, esaslı bir şekilde kök salmış olmasın sakın? Bizim hissetmememiz acaba olmadığının delili midir? Zaten hangi kötü insanı dinleseniz, onların da “Benim kalbim temiz” dediğini duyarsınız. İnsanın devamlı içinde yaşadığı bir hâl ve ahlakın farkında olmamasından daha normal ne olabilir? Balıkların içinde yaşadıkları suyun, bizim de içinde yaşadığımız havanın -dikkat etmedikçe- farkında olmadığımız gibi! Kibirden, yani kendini başkalarından büyük görüp insanları kendinden aşağı görmekten başka, kendinde gördüğü bazı sıfatlarla gururlanmak da kalbin bir günahıdır. Ne zaman güzel bir şey yapsa –Allah’tan bilip ona şükretmeye ve ihsanından dolayı sevinmeye bedel- o nimeti kendinden bilip kendini beğenmek ve gururlanmak en mühim kalbî bir marazdır. Riyakârlık ve gösterişle sürekli kendini insanlara beğendirmek arzusuyla yaşamak, salih amel ve ibadetleri iptal eden kalpteki en büyük manevî bir hastalıktır. İnsanları kıskanmak ve Allah’ın ihsanı olan ellerindeki nimetleri çekememek, Allah’ın rahmetine bir itirazdır ve büyük bir hastalıktır. Küçük kusurları sebebiyle mümin kardeşine karşı kalbinde kin ve düşmanlık beslemek, zarara düşmesini istemek, onun Kâbe hürmetinde olan iman sıfatını hafife almak olup bu noktadan büyük bir günahtır. İnsanlara ve canlılara karşı katı kalpli ve merhametsiz olmak büyük bir günahtır. Hadis-i şerifte “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” buyrulması bunun ne kadar büyük olduğunu anlatmak için yeterlidir. Aşırı bencillik ve hodgâmlık da insanın değerini ayaklar altına düşürecek bir fenalıktır. Bencillikle doğrudan alakalı olan cimrilik sıfatı hakkında hadiste, “Cimri cennete giremez!” buyrularak kötülüğünün derecesine dikkat çekilmiştir. İnsanların hatta hayvanların ve diğer mahlûkatın hak ve hukukunu önemsememek gibi adaletsizlik duyguları da büyük kalbî hastalıklardandır. Allah’ın düşman olduğu kimselere dost olmak, dost olduklarına düşman olmak da insanı yoldan çıkaracak en büyük tehlikelerdendir. Resûl-ü Ekrem (asm)’ın ölüm döşeğinde yatmakta olan münafıkların reisi Abdullah bin Übey’e söylediği son sözleri, “Yahudilere olan sevgin seni helâk etti” olmuştur. İbn-i Übey’in, Allah’a, onun dinine ve resûlüne karşı son derece düşmanlık besleyen Medine Yahudilerine olan sevgisi ve onlarla olan diyaloğu o meşhur münafığın nifaka girmesinin ve ebedî helakinin en büyük sebebi olduğu bu hadisten anlaşılmaktadır. Bunlar gibi başka pek çok kalbî günahlar mevcuttur ve İmam-ı Gazali’nin dediği gibi, bunlar diğer günahlara da kaynaklık teşkil etmektedirler. Teşbihte hata olmasın, diğer günahlar bataklıktan türeyen sivrisinekler ise, kalbî günahlar bataklık hükmündedirler. O bataklıkla mücadele edilmedikçe, diğer amelî-bedenî günahlardan kurtulmak da mümkün olmayacaktır. Madem kalbî günahlar bu kadar tehlikelidir ve kalbimize kök saldıkları halde hiç fark edememiş olmamız mümkündür; öyleyse bunları fark etmek için ne yapmak gerekir? Kalbî Hastalıklar Nasıl Teşhis Edilir? Büyük bir İslâm âlimi, büyük bir mutasavvıf ve kalb hastalıkları mütehassısı olan İmam Gazali Hazretleri, Kimya-yı Saadet kitabında insanın kendindeki göremediği kusurlarını dört yol ile keşfedebileceğini söyler. 1-Kâmil mürşidlerin irşadıyla 2-Müşfik dostlarının ikazıyla 3-Düşmanlarının kendi hakkındaki ithamlarıyla (çünkü düşmanın gözü kusurları çabuk görür) 4-Başka insanların ayıp ve kusurlarına gördükten sonra “Acaba bende de o kusur bulunmasın!” diye kendini araştırarak daha önce fark edilmeyen kusurların ve kalbî hastalıkların fark edilmesi mümkündür.(7) Öyleyse mümin kimseler olarak dualarımızda, tevbe ve istiğfarlarımızda amelî günahlarımızla birlikte kalbî günah ve kusurlarımızın da affını niyet etmeli ve ıslahı için Rabbimize yalvara yalvara ve için için dua etmeliyiz. Üstad Bediüzzaman’ın Lem’alar’da tavsiye ettiği gibi, Hazret-i  Eyyûb Aleyhisselâmın maddî yaraları için yaptığı “Rabbim zarar bana dokundu, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin” anlamındaki “رَبِّ اِنّ۪ي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ين” duasını kalbî hastalıklarımızı niyet ederek devamlı okuduğumuz bir vird edinmeliyiz. Kur’an’da, “O gün ne bir mal ve ne de evlat fayda verir. Ancak Allah’a selîm (arınmış) bir kalb ile gelenler (müstesnâ).”(8) buyuruyor. Habîb-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz de, “Allah bir topluluğun hayrını murad ederse onlara nefislerinin ayıplarını gösterir.” diye haber veriyor. Rabbimizden niyazımız odur ki, Allah’ın kendilerine nefislerinin ayıplarını daha dünyada iken gösterip o helak edici kirlerden arınmayı ihsan ettiği bahtiyar kullardan olalım ve cümle mümin kardeşlerimizle birlikte hesap gününde O’nun huzuruna selîm bir kalple varalım inşallah! Âmin. Kaynaklar: Tahrim Sûresi, 8. Âyet.Âraf Sûresi, 55. Âyet.İhyâu Ulumi’d-Dîn, 5. Cild, Tevbe, Kulun Sıfatlarına Nisbetle Günahların Kısımları bölümüNecm Sûresi, 32. Âyet.Lem’alar, 13. Lem’a, 2. NoktaLem’alar, 2. Lem’a, 1. NükteKimyâyı Saadet, 2. Cild, 1. Asıl, Nefsin Ayıpları ve Tedavisi BahsiŞuarâ Sûresi, 89. Âyet.

Cemal ERŞEN 01 Nisan
Konu resmiYeni Nesillerde Merakı Nasıl Oluşturabiliriz?
Aile ve Çocuk

Bugün eğitim dünyamızda, “merak ilmin hocası ve ihtiyaç terakkinin üstadı” hakikati maalesef henüz anlaşılamadığından, dehalar uyanmamakta, mucitler  ve düşünceler de kendini gösterememektedir. Teknolojide ve metodolojide, hatta Batıya ve dışarıya olan bağımlılıktan, terör problemine kadar büyük problemlerin çözümünde yetkililerin genellikle acz içinde kalmaları ve teslimiyetçi yapı göstermelerinin sebebi budur. Talep oluşturmayan, seçme ve inisiyatif vermeyen eğitim yapısı, yüksek karakterli ve hür iradeli kişilikler oluşturamamaktadır.  Akla kapı açmak ve iradeyi elden almamaktan söz eder, Bediüzzaman Hazretleri. Bu ifadeye destek olarak “merak ilmin hocası” ve “ ihtiyaç terakkinin üstadıdır” der. Çok doğru ve yerinde bir söz. Merakınız yoksa bir şey öğrenemezsiniz. Öğrendiklerimize dikkat edelim: Hemen hepsi bir meraktan sonra elde edilen bilgi ve beceriler değil midir? Bu sözler, günümüz eğitim sisteminde ve günlük hayatımızda bir kurtuluş reçetesidir ve her okulun bir kaç yerine asılması gereken altın sözlerdir. Bu gün eğitimde görülemeyen asıl eksik yön, akla kapı açmayarak, düşünmeye-araştırmaya fırsat vermeyerektir. Bunun diğer manası, insanın hür iradesinin elinden alınmasıdır. Çünkü ülkemizde uygulanan eğitim, adeta “Bu böyledir, böyle olduğu için öğrenmeniz gerekir, niye öğrendiğinizi sormayın!” anlayışı ve yaklaşımı ile sürdürülmektedir. Çünkü her şeyin cevabının öğretildiği bu eğitim sisteminde size neyi, nasıl ve ne zaman yapacağınız “aşılanmakta” ya da “dayatılmaktadır”. O zaman da “deha” kendini göstermemektedir. Deha, alışılmışın dışında yeni bir tarz geliştiren ve yeni bir görüş üreten yetenek demektir. Onun içindir ki, bütün yenilikleri ve buluşları dâhilere borçluyuz. Merak duygularımızı ölçebilecek bir cihazın olup olmadığını bilmiyoruz; ancak hayalî bir senaryo ile merak duygumuzun ne durumda olduğunu öğrenebiliriz. İşte senaryomuz: Okulumuzda çalışan iki öğretmen var. Öğrencileri de her açıdan birbirine benziyor. Zamanla takip ettiğimizde bir öğretmenin öğrencileri merakla sorular sorarken, diğer öğretmenin öğrencileri öğrenme meraklarını kaybediyor. Bu iki öğretmen neyi farklı yapıyor ki öğrencilerinin merakları farklı düzeyde? Konuyu teyid eden Özgür Bolat'a ait bir araştırma yazısını okuduğumda şu güzel tesbitleri gördüm. Konuyla bütünlük arz ettiği için burada paylaşmak istiyorum. Carnegie Mellon Üniversitesi’nden Prof. George Loewenstein, bir grup üniversite öğrencisine fMRI makinesinin içinde sorular soruyor ve daha sonra cevaplarını veriyor. İkinci gruba aynı soruları soruyor ama bir farkla. Cevaplarını vermeden önce, öğrencilerden cevapları tahmin etmesini istiyor. Bu sırada öğrencilerin beyin aktivasyonlarına bakılıyor. Ortaya büyük bir fark çıkıyor. Merak Etmek İnsana Zevk     Verir Birinci grup soruların cevaplarını öğrendiği an, beyinlerin “striatal” bölgesinde çok hareketlilik olmazken, ikinci grupta büyük bir hareketlilik oluyor. Yani cevapları öğrenmek birinci gruba keyif vermezken, ikinci gruba inanılmaz keyif veriyor. Peki, neden? Bunun merakla ilgisi olabilir mi? Peki, Merak Ne Demektir? Merak, bir bilgiye açlık duymak demektir. Kişinin kafasında bir bilgi boşluğu oluştuğunda, kişi o boşluğu dolduracak bilgiye açlık duyar. Boşluk oluşturulmazsa, kişi yeni bilgiye ihtiyaç duymayacaktır. Dolayısıyla merak da oluşmayacaktır. Bu yüzdendir ki bir hoca, ilk önce kişinin kafasında bir “bilgi boşluğu” oluşturmalı. Ama nasıl? Merak Nasıl Oluşur? İnsanlar deneyimlerini “bir bütün olarak” bir çerçeveye, yani bir şemaya oturtur. Şemalar yoluyla hayatı anlamlandırır. Her yeni deneyim bir şemaya eklenir ya da yeni bir şema oluşur. Buraya kadar sorun yok. Ama öğretici, kişinin kafasında şema (bütünsellik) oluşturmazsa ne olacak? Muhatap, hangi çerçevede “ne bildiğini” ve “ne bilmesi gerektiğini” bilemeyecek. Yani, bütünlük yoksa boşluk da oluşmayacak. Bu durumda yeni bilgiye ihtiyaç duymayacak ve merak da etmeyecek. Mesela, size 10 farklı yapboz oyunundan onar parça versem, elinizde birbiriyle alakası olmayan 100 parça olur. Hangi parçalar eksik merak etmezsiniz. Ama yüz parçalık bir yapboz için 90 parça versem, hangi 10 parça eksik merak edersiniz. Eksik olanları talep edersiniz. Kısacası, merakın oluşması için ilk önce bir bütünlük (şema) oluşmalı, sonra da şahıs eksik kalan yerlerin farkında olup, bunu tamamlama sürecine girmelidir. Kişileri Tahmin Etmeye Sevk Etmek Merak Uyandırır İşte araştırmacılar bu deneyde öğrencilere tahmin ettirerek, tam olarak bunu yapmıştır. Öğrenciler ilk önce tahmin ederek kafalarında bir fikir oluşturmuşlardır. Yani var olan bir şemayı etkin hale getirmişlerdir. Cevaplar, bu şemayı tamamlayacak mı tamamlamayacak mı merak etmişlerdir. Ama diğer grupta herhangi bir şema aktif hale getirilmemiştir. Dolayısıyla “şema boşluğunu” tamamlama ihtiyacı doğmamıştır. Onun için o bilgiyi öğrenmek çok da keyif vermemiştir. Peki, bu süreç neden keyiflidir? Eğer, bu süreç keyifli olmasaydı, medeniyet terakki etmez, gelişmezdi. Beyin, Allah’ın koyduğu bir kanunla, insanları keşfetmeye ve öğrenmeye özendirmek için bu etkinliğe zevk yüklüyor. Farklı Pedagoji Merakın ilk adımı bütünlük (şema) oluşturmaktır, peki bu bütünlük nasıl oluşturulur? İşte iki öğretmen arasındaki fark, tam olarak da budur. Öğretmen veya hocanın bir tanesi “Bugünkü konumuz bu” diyerek derse başlıyor. Bütünsellikten uzak bilgileri anlatıyor. Çocuklar sıkılıyor. Fakat diğer öğretmen veya hoca, sınıfında tartışma ve aktif öğrenme ortamı hazırlıyor. Mesela, çocuklar matematik sorularını çözmüyor. Onlar formülleri “açıklıyor”. Bütünsel bir çerçeveye oturtmadığımız bir şeyi açıklayamayacağımız için, çocuklar “açıklama” yaparken kafalarında şemalar oluşturuyor. Hür İradeli ve Kimlik Sahibi İnsan Yetiştirmenin Yolu Tekrar merak ilmin hocası ve ihtiyaç terakkinin üstadı tespitlerine dönelim. Öğrenmenin başında öğrenmeye olan talebin ve ihtiyacın oluşturulması; yani “Neden öğreneyim ki?” sorusuna imkan ve fırsat verilmesi meselesine. Öğrenci öğrenmek istemiyorsa, belki öğrenmek istememesini saygı ile karşılamak ve öğrenmeye kapalılığının ardındaki nedenleri bir bir araştırıp ortaya çıkarmak gerekir. Bu hassas nokta, eğitim dünyamızda dikkate alınmadığından, eğitim bir bilim ziyafeti olmaktan çıkmakta (halbuki insan aklı için bilim enfes bir ziyafettir), iştahı olmayan bir hastaya zorla yemek yedirmek halini almaktadır. “Merak katalizörü” devreye girmeyince “öğrenme reaksiyonu” ve “bilim ürünleri” elde edilememektedir.  Hulasa olarak bir insan merak etmeli ve demeli: “Ben neyim, nereden geliyorum, bu âlem neyin nesi? Buradan nereye gideceğiz...” Bu dünyada yemek, içmek, uyumak vb. çoğu canlı ile ortak özelliklerimizdir. Bizi insan kategorisine dahil eden, tüm canlılar üzerinde tasarruf yetkisi veren, onları kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda kullanmamızı sağlayan sadece akıldır. İnsan bu akıl ile merak etmeli ve bulunduğu eşsiz konumu anlamaya çalışmalıdır. Yoksa aklımızın dışındaki diğer ortak özelliklerimizle maalesef diğer canlılardan bir farkımız olmayacaktır.

Hasan Hüseyin YILDIRIM 01 Nisan
Konu resmiHased Eden Mesud Olmaz
Kültür ve Medeniyet

Hased, Âlimler ve İdareciler Hased toplumlarda fitnenin, tefrikanın membaı olarak en çirkin, en tehlikeli bir haslettir. Bilhassa bu haslet âlimlerde ve idarecilerde olduğu zaman, daha tehlikeli bir durum arz eder. Çünkü onlar toplumu her yönüyle etkileyen bir konumdadırlar. Bu yüzden peygamberimiz “Ümmetimden iki sınıf iyi olursa insanlar iyi, kötü olurlarsa insanlar da kötü olurlar. Onlar, idareciler ve âlimlerdir” buyurmuştur. Kur’an’da hased yüzünden ehl-i kitap âlimlerin ihtilafa düştüğü şöyle zikredilir: “Kendilerine kitap verilenler (Yahudiler ve Hristiyanlar), ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki azgınlıktan (hasedten) dolayı ihtilafa düştüler.” (Al-i İmran, 19)(1) Bu ayetler, ümmet-i Muhammed arasında çıkacak tefrika ve ihtilafın da ‘hased’den olacağına işaret ederek, bizleri ikaz eder. Eğer bir âlim ilmiyle Allah’ın rızasını değil de, insanların muhabbetini kazanmayı istiyorsa, kendini geçen kimselere hased eder; onların sevilmesinden rahatsız olur. Oları insanların nazarından düşürmek için, daima kusurlarını hatalarını bulmaya çalışır. Rakibine su-i zan eder, onun gıybetini yapar, günahlara girer. Toplumda birleştirici, yapıcı bir rol oynaması gerekirken, bir fesat unsuru olur. İlmi onun cennete girmesine vesile olacakken, cehennemlik olmasına sebep olur. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde altı zümrenin hesaba çekilmeden cehenneme atılacağını, hased eden âlimlerin de bu altı zümreden biri olduğunu söyler. Sahabelerden İbn Ömer şöyle demiştir: “Kendinden üstün olana hased etmeyi terk etmedikçe, kendinden küçüğü tahkir etmeyi bırakmadıkça, ilmiyle para kazanmayı arzu etmeyi bırakmadıkça bir kimse (gerçek) âlim olamaz.” (Darimi) Makam hırsı olan idarecilerin de âlimlerden farkı yoktur. Hatta idareciler arasında hased daha çoktur ve diğer insanlar için daha tehlikelidir. Abbasi halifelerinden Me’mun “Biz hükümdarlar zümresinde müthiş bir hased, sahiplenme ve zorbalık eğilimi vardır” der. Tarih boyunca milletlerin bünyesinde meydana gelen çoğu fitneler, taht, iktidar kavgasından olmuştur. Hasud insanlar kendi iktidar hırsları yüzünden pek çok insanın dünyevi, uhrevi felaketlerini hazırlamışlardır. Emevî hanedanından biri, devletlerinin çökmesine sebep olan en büyük unsurun, prens gibi birbirine emsal olanlar arasındaki kıskançlık olduğunu söyler. Bir makamı arzu eden insanlar, onu ele geçiremeyince, o makama çıkan insana hased ederler. Onun o makamı kaybetmesi ve o makama kendileri geçmek için ellerinden geleni yaparlar. Bununla beraber hased yalnızca bir makamı ele geçiremeyenlerce yapılmaz. O makama çıkmış insanlar da hased yaparlar. Bir kısım liderler, kabiliyetli astların sivrilerek daha çok sevilmelerinden ve onların kendilerini geçerek makamlarını almalarından korkar ve rahatsız olurlar. Bu yüzden çeşitli vesilelerle onların önlerini tıkar veya onları harcarlar. Bu liderler, liderlik ettikleri insanlara ve kendi davalarına ihanet etmiş olurlar. Çünkü onlar kendi makamlarını her şeyin üstünde tutmuşlardır. Bir lider çok iyi bir kabiliyet avcısı olmalıdır. Lider kendi astlarındaki kabiliyetleri aramalı, tespit etmeli, (onları harcamamalı) sahip çıkmalı, onları öne geçirmelidir. Başında bulunduğu davanın veya kurumun ileri gitmesi ancak bununla mümkündür. (İmam Rabbani’nin hocası Baki Billah, İmam Rabbani’yi yetiştirmiş ona icazet vermiş, daha sonra da ona bağlanmıştır. Osmanlı sultanlarından 2. Murad tahtını oğlu Fatih’e kendi gönlüyle bırakmıştır.) Hased Eden Mesud Olmaz “Hased eden, mesud olmaz” denilmiştir. Ömer b. Abdülaziz “Hasedciden daha fazla mazluma benzeyen bir zalim görmedim” demiştir. Hased eden kimse, hased edilen şahıs hiçbir şey yapmadığı halde, ıstırap içindedir. Fakat kendisi mazlum değil, zalimdir. O kendi kendine zulüm etmektedir. Üstad Bediüzzaman şöyle der: “Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mümin kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azabı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eğer adavet hasedten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü hased evvelâ hased edeni ezer, mahveder, yandırır. Hased edilen hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdeta kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (22. Mektup) Âlimlerden biri şöyle der: 120 yaşında bir bedevi gördüm. “Ne kadar da uzun yaşamışsın” dedim. Bedevi bana “Hasedi terk ettim, yaşadım” dedi. Hülasa; rahat etmek isteyen adam, hasedi bırakmalı. Hasedin Çaresi Üstad Bediüzzaman şöyle der: “Dini ve uhrevi konularda rekabet, gıpta, hased ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hasedin sebebi: Bir tek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden, müzâhame, münakaşa, müsabaka sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir tek şeye çoklar talip olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması sebebiyle insanın hadsiz arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşerler. Fakat ahirette tek bir adama beş yüz sene mesafelik bir cennet ihsan edilmesi ve yetmiş bin kasır ve huriler verilmesi ve ehl-i Cennetten herkes kendi hissesinden kemâl-i rıza ile memnun olması işaretiyle gösteriliyor ki, ahirette medar-ı rekabet bir şey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyleyse, ahirete ait olan salih amellerde dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyâkârdır; salih amellerle dünyevî neticeleri arıyor. Veyahut sadık cahildir ki, salih amellerin nereye baktığını bilmiyor ve salih amellerin ruhu, esası, ihlâs olduğunu anlamıyor. Rekabet suretiyle evliyaullaha karşı bir nevi düşmanlık taşımakla, Allah’ın geniş olan rahmetini itham ediyor. (20. Lem’a) Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin akıbetini düşünsün. Ta anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut hased ettiği şahsı riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder. (22. Mektup) Sahabelerden Ebû Derda “Kim ölümü zikretmeyi çoğaltırsa o­nun hasedi ve (dünya malıyla) fe­rahlanması azalır” demiştir. Hasan Basri (ra) şöyle demiştir “Ey insanoğlu! Niçin kardeşini çekemiyorsun? Ona verilen onun hakkı ise, Allah-u Teâlâ’nın ikram ettiği kimseye kızmaya ne hakkın var? Şayet hakkı değilse cehenneme girecek adamın nesine çekememezlik edersin?” İbn Sirin de şöyle der: “Dünyalık hususunda kimseye hased etmedim. Zira dünyalık kendisine verilen kimse cennetlik ise, bu dünyalığının cennetin yanında ne kıymeti var. Nesine hased edeyim. Şayet cehennemlik ise, hased edilecek nesi var, dünyalığından ne çıkar?” Başkaları Bize Hased Ediyorsa Ne Yapalım? Allah, kitabında, hasedçinin şerrinden Allah’ın koruyuculuğuna yönelmemizi, Allah’a sığınmamızı emretmektedir. Hased edenler, Allah’ın nimetlerinin düşmanlarıdırlar. Onlardan bizi koruyacak olan da ancak Allah’tır. Şöyle rivayet edilmiştir: Peygamberimiz (sav) “Allah’ın nimetlerine düşman olanlar vardır” buyurdu. Yanında olanlar “Onlar kimlerdir?” diye sordular. O da “Allah’ın lütfundan insanlara verdiği şeylere hased edenlerdir” dedi. Allah’a sığınmakla beraber, elden geldiğince mazhar olduğumuz veya olacağımız nimetleri gizlemek, hasedçilere karşı en güzel tedbirdir. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “İhtiyaçlarınızı temin ederken onu gizlemekle (Allah’tan) yardım isteyiniz. Muhakkak ki her nimet sahibine hased edilir.” (Deylemi ) “İnsan, ihsanın (iyiliğin) kölesidir” denilmiştir. Hasud insanlara güler yüz gösterip, iyilik yaparak, onları utandırıp, hasedlerini izale etmemiz de mümkündür. İnsanın İmanını Zedeleyen, Büyük Günahlardan Olan Hased, Bizde Varsa Ne Yapalım? Kendimizi hesaba çekip, nasihat ederek, nefsimizi ıslah etmeye çalışmalıyız. Yukarıda bir derece hasedi izale edecek konulara değindik. İmam Gazali’nin “İhya” adlı eserinde konu daha tafsilatlı olarak ele alınmıştır. Dileyen oraya müracaat edebilir. Burada konuyla ilgili iki hadisle yetinelim: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Her Âdemoğlu hased eder. Fakat bir kısım insanlar hasedde diğerlerinden fazla hased ederler. Hased eden hased ettiğinde (hased ettiği şahsın aleyhinde) diliyle konuşmadığı veya bir fiil işlemediği müddetçe hasedin ona zararı dokunmaz.” “Üç şey var ki ümmetim onları bırakmaz. Uğursuzluk sayma, hased ve su-i zan.” Bir adam “Ya Resulallah! Kendisinde bunlardan var olan kişi bunları nasıl giderir?” dedi. Peygamberimiz şöyle buyurdu “Hased ettiğin zaman Allah’a istiğfar et (bağışlanmayı iste)! Su-i zan ettiğinde üzerinde durup araştırma! Uğursuzluk hissettiğinde yürü (aldırış etme)!” Konumuzu İmam Şa’rani’nin şu sözleriyle bitirelim: “Kardeşim nefsini denetle, nimetler içinde yüzen Müslüman kardeşlerine karşı hased hislerinden sıyrılıp sıyrılmadığını kontrol et! Bak bakalım Allah’ın sana emrettiği şekilde (insanların hayrını isteyerek) onlara bol bol öğütte mi bulunuyorsun, yoksa aksi bir tavır mı sergiliyorsun? Eğer durumun iç açıcı değilse Allah’a istiğfar et!” Haşiye: 1- Ayette geçen (Aralarındaki az­gınlıktan dolayı) (بغيا بينهم) lafzını tefsir alimleri ekseriyetle “hased”le tefsir etmişlerdir. Ayrıca bkz: Bakara: 213, Casiye: 17

İdris TÜZÜN 01 Nisan
Konu resmiRisale-i Nur Hizmetinde Değerler
Risale-i Nur

Stratejik yönetim yaklaşımında değerlerin belirlenmesi, organizasyondaki insanlara yol gösterici olması bakımından önemlidir. Değerler, insanların herhangi bir faaliyeti yapacakları zaman onlara rehber niteliğinde olması gereklidir, ki bazı yazılı ve yazısız kurallar bütünü olarak ifade edilebilir. Müslüman için değer kavramı, hayatının her safhasında kendini göstermektedir. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde, Müslümanın taşıması gereken değerler ifade edilmiştir. Müslüman ile doğruluğun her daim yan yana olması, zarar edecek olsa bile sadakatten taviz verilmemesi ilk akla gelen değerlerdir. Peygamberimizin Sünnet-i Seniyyesi, tüm bu değerleri içinde barındıran bir olgudur. Bu değerler Müslümanlara yol gösterici, onları bir arada tutan ve birbirine kenetleyen şeylerdir. Risale-i Nur hizmetini bir arada tutan değerler de oldukça önemlidir. Bediüzzaman Hazretleri,  Risale-i Nurların birçok yerinde, iman ve Kur’an hizmeti yaparken dikkat edilmesi gereken değerlere nazarları çekmektedir.  Özellikle ‘vazifemiz’, ‘mesleğimiz’ ve  ‘mesleğimizin esası’ ifadelerinin geçtiği yerlerde bu değerler hakkında önemli bilgiler elde edilmektedir. Elbette Risale-i Nur hizmeti için, tüm değerler burada ele aldıklarımızdır, demek mümkün değildir. Bununla beraber en temel ve öne çıkanlar bu değerlerdir, denilebilir. Hem bu değerler birbirlerini destekleyen ve beraber olması gereken değerlerdir. Bu değerler, Risale-i Nur’da geçen ifadelerle birlikte sıralanacak, her bir değeri ayrı ayrı değerlendirmek epey uzun gideceğinden, yorumlaması okuyucuya bırakılacaktır. Risale-i Nur talebesi olmaya çalışan herkes, elbette bu değerleri bilmeli, uygulamalı ve bildirmelidir.  Üstad Hazretlerinin belirlediği esaslar, Risale-i Nur hizmetini bir arada tutan değerler olduğundan, bu değerler ile hizmet etmek ve bu değerlerden gücünün yettiğince taviz vermemek, onun yolunda gidenlerin boyunlarının borcudur. Şimdi bu değerleri sıralayacağız.  Kur’ân Hizmetini Siyasete ve Hiçbir Şeye Âlet Yapma­mak, Maddi-Manevi Bir Beklenti İçinde Olmaksızın Yalnız Rıza-i İlahiyi Amaç Edinmek Biz Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz.  Kur’ân'ın elmas gibi hakikatlerini, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlere ihanet etmemektir.(1) “...Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi (siyasetten) men ediyor. Çünkü bir gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi (olanlar) her şeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevi harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi alet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniyye ve hizmet-i nuriyye-i kudsiyye kainatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-i İlâhiden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların çarpışmaları hengamında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş.(2) Bu hakaik-i imaniye-i Kur’aniye, başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi’ ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’ânın hakikatleri, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar. (3) Biz Kur’an hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’an hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyor. (4) Biz, dini siyasete âlet değil, belki rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye, hatta dünyaya ve saltanata âlet etmemek bizim esas mesleğimiz olduğundan… (5) Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz itibarıyla cidden kaçıyoruz. (6) Hakikat-ı ihlâs, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni menediyor. (7)  Uhuvvet ve Tesanüd (kardeşlik ve dayanışma) ile Hareket Etmek Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. (8) Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit deyiniz ki: “Biz değil böyle cüz’i hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi, Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibariyle dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir.” deyip nefsinizi susturunuz!(9) Ey kardeşlerim! Kur’an-ı Ha­kîmin hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı; şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip, onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek” olduğundan…(10)  Vazife-i İlahiyeye karışmamak Risale-i Nur’un mesleği ise: Vazifesini yapar, Cenab-ı Hak­k’ın vazifesine karışmaz. Vazifesi, tebliğdir. Kabul ettirmek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. (11) Cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. (12) Vazifemiz ihlâs ile iman ve Kur’ân'a hizmet etmektir. Am­ma bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek ve muarızları kaçırmak ise, o vazife-i ilâhiyedir. Biz buna karışmayacağız.(13)  Bir Şey Almamak ve İstiğna Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense, ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde, kaidesini bozmadı. Eski Said’in senin bu bîçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’î bir istiğna değil, belki dört-beş ciddî esbaba istinad eder. Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîmde, hakkı neşredenler: اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ ٭ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. (14) Hayatta hiçbir maddî mülkiyeti olmayıp, fakir ve kimsesiz ve daimî nefiy ve hapislerle çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşadığı halde kimseden para ve mukabelesiz hediye almadığı, bilmüşahede görülmüştür. Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men etmektedir. (15)  Şefkat Düsturu ile Hareket Etmek Benim ve Risâle-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düsturu olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için bana zulmeden canilere değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hatta en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fasık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde değil maddi (mukabele) belki beddua ile mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zalim gaddarın peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi zarar gelmemek için o dört beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum, bazen de hakkımı helal ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki; idare ve asayişe katiyen ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma o derece tavsiye etmişim. (16) Nur’da şefkat esas olmasından, hanımlar o cihette ileridir ve Nurlara ciddî yapışıyorlar.(17) Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat…(18)  Kavl-i Leyyin (yumuşak söz) İle Hareket Etmek Risale-i Nur’un mesleği, nezihane ve nazikane ve kavl-i leyyindir. (19)  Kemiyete (sayı çokluğuna) Değil, Keyfiyete (yetişmişliğe) Bakmak Hem madem bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hem kemmiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır.(20) Biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir (…) kemiyete değil, keyfiyete bakmak(tır).(21) Nurcular, kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar. (22) İhlâs, Metanet ve Sadakat ile Hareket Etmek Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân'dan ders almışım.(23) Evet, mesleğimizde ihlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki; öyleler, her biri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş.(24)  Azimet ve Takvayı (Allah korkusunu) esas tutmak Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. (25) Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez.(26) Kaynaklar: 1-Şualar, 4212- Emirdağ Lahikası-1, 39 3-Kastamonu Lahikası, 1894-Emirdağ Lahikası-2, 2085-Emirdağ Lahikası-2, 176-Emirdağ Lahikası-1, 195 7-Emirdağ Lahikası-1, 758-Lem’alar, 1709-Kastamonu Lahikası, 27510-Lem’alar, 16711-Kastamonu Lahikası, 33112-Emirdağ Lahikası-2, 24113-Emirdağ Lahikası-2, 5514-Mektubat, 815-Tarihçe-i Hayat, 4716-Şualar, 44217-Emirdağ Lahikası-1, 17918-Şualar, 42119-Lem’alar, 185 20-Kastamonu Lahikası, 11021-Kastamonu Lahikası, 135 22-Emirdağ Lahikası-2, 17023-Emirdağ Lahikası-2, 24224-Kastamonu Lahikası, 32225-Kastamonu Lahikası, 19326-Kastamonu Lahikası, 94 Not: Tarihçe-i Hayat, Hizmet Rehberi, Barla ve Emirdağ Lahikaları isimli eserler için Risale-i Nur Okuma-4 isimli programdaki sayfalar esas alınarak kaynak gösterilmiş, diğer eserler için ise Altınbaşak Yayınlarından çıkan Osmanlıca nüshalar esas alınmıştır.  

Mecit Asaf ÇALIK 01 Nisan
Konu resmiBir Değerdir Adâlet!
Kültür ve Medeniyet

Bugün hayatın her alanında adalet duygusuna muhtacız. Kendi şahsi hayatımızdan aile hayatımıza, iş hayatımızdan sosyal hayatın bütün tabakalarına kadar adalet erdemine ihtiyacımız var. Adaletin zıddı olan zulüm eğer hayatta hâkim olursa toplum tabakalarının en küçüğünden en büyüğüne kadar bir çöküş yaşayacağımız âşikâr. Zaten insanlık tarihi de bunun sayısız örnekleriyle doludur. Madem adalet toplumun bütün tabakalarını bir arada tutan bir dinamiktir, o zaman öncelikle adaleti doğru tanımlamalıyız. Adaleti doğru tanımlarsak ve adaletin kainattaki mükemmel yansımalarını görebilirsek, bu adalet anlayışını kendi özel dünyamıza da yansıtabiliriz. Evet, öncelikle adaleti doğru tanımlayarak işe başlamalıyız. Adalet, en genel ifadeyle, hak sahibine hakkını vermek demektir. Ayrıca hukuk özelinde ise doğrulukla, hak üzere hükmederek haksızları cezalandırmak manasına da gelmektedir. Şimdi bu tariflerden yola çıkarak adaletin farklı ama birbirini tamamlayan iki ayrı yönü olduğunu söyleyebiliriz. Ben öncelikle adaletin genel tarifi olan ve bütün kainatta yansımalarını gördüğümüz “hak sahibine hakkını vermek” kısmını açmak istiyorum. Mesela bir kartal düşünün. Kartalın uçması için kanatlara, avını yakalayabilmesi için pençe ve gagaya ihtiyacı vardır. Uzak mesafelerdeki avını görebilmesi için de çok keskin gözleri olmalıdır ki görebilsin. Bir kartala uçması için uyumla çalışan mükemmel kanatlar vermek, adalettir. Yine kilometrelerce öteden avını görebilecek bir görme sistemini o kartalın başına takmak, adaletin güzel bir örneğidir. Zira bunların kartala verilmesi kartalın hakkıdır. Bu gibi hayatta kalmaya dair, olması gereken zaruri ihtiyaçların karşılanmasında kartala ve kartal emsal tüm canlılara kesinlikle haksızlık yapılmamıştır. Hatta kartal gibi vahşi hayvanların sayısının az olması da harika bir adalettir. Bir kartalın hakk-ı hayatını koruyan kainattaki muhteşem adalet, yine kartalların kendi aralarında sayılarını belli bir oranda tutarak avlarının hayat haklarını da koruyor. Yine başka bir misal olarak, zürafaları örnek verebiliriz. Zürafaların boyu 4-6 metre arasında değişmektedir. 6 metrelik bir zürafa 2 katlı bir ev yüksekliğindedir. Bu yükseklikteki bir zürafanın beynine kan gitmesi zürafanın en önemli ihtiyacıdır. Çünkü beyin tüm vücudun komuta merkezidir. Rabbimiz zürafanın yaşayabilmesi, en uzak organlarına kan ulaşabilmesi için, zürafanın göğsüne, zürafanın kafasından daha büyük bir kalp yerleştirmiştir. Erişkin bir zürafanın kalbinin ağırlığı yaklaşık 12 kg, genişliği ise 60 cm kadardır. Bu koca kalp dakikada 170 kere çarpıp, 75lt kanı vücuda hiç aksatmadan bir ömür boyu pompalar. Zürafa kalbinin bu büyüklükte olması ve harika bir performansla çalışması zürafa için hayati bir önemdedir. Vücudun ihtiyaç duyduğu kanın bu şekilde dokulara gönderilmesi adalettir. Şimdi aklımıza şöyle bir soru gelebilir, bu devasa kalp çok uzak yerlere basıncı yüksek kanı pompalarken yakın çevredeki organlar bu basınçtan olumsuz etkilenmeyecek mi? Hayır, bu merhametli adalet tecellisi, zürafanın bile haberi olmadan yakın organların yüksek basınçtan olumsuz etkilenmemesi için tedbirler almıştır. Mesela, kalpten aşağı seviyede kalan bacak ve ayaklar özel bir korumaya muhtaçtırlar. Zürafanın bacak ve ayaklarını saran deri tabakası aynı varis çorapları gibi son derece kalındır. Bu hal bacakları kan basıncının kötü etkilerinden koruyan harika bir mekanizmadır. Ayrıca kalp seviyesinin altındaki damarlarda, şiddetli kan akışını dengelemek için yüksek basıncı kontrol altına alan kapakçıklar yerleştirilmiştir. İşte zürafanın baş bölgesine kan gidebilmesi için koca bir kalbi zürafaya ihsan eden adalet, gövdenin alt tarafındaki organlara zulmetmiyor. Bilakis ayrıca tedbirler alarak vücudun diğer kısımlarının unutulmadığını zürafa üzerinde bizlere gösteriyor. Bu iki örnekten sonra biraz daha daireyi genişletip, göklerdeki düzen ve dengenin adalete bakan yönünü değerlendirelim. Çevremize baktığımızda adaletin her yeri kuşattığını görürüz. En küçükten en büyük âlemlere kadar evrenin her tarafında mükemmel bir adalet tecellisi vardır. Adalet dediğimiz zaman en önemli kelimelerden biri dengedir. Kâinatta bir denge vardır, Kâinatta tam bir ölçü içinde olma vardır. Her şey mükemmel bir dengede yaratılmıştır. Mesela kâinatın en küçük yapı taşı olan atoma bakalım, atomun içinde bir çekirdek, çekirdeğin içi dengeli, etrafındaki elektronlar dengeli, yörüngeler dengeli, eğer bir parça dengesizlik karışsa o mikro âlem karışacak, var olan düzen bozulacak. Atomun içindeki dengenin daha geniş çaptaki bir benzeri uzayda var. Güneşle gezegenler arasında, gezegenler ile güneş arasında, güneşle samanyolu galaksisi arasında, Samanyolu galaksisi ile diğer galaksiler arasında mükemmel bir denge vardır. Bu denge bize gösteriyor ki; bu dengeyi koyan, bu ölçülülüğü var eden, bu harikalığı onların üzerine takan mutlak âdil bir yaratıcı var. En küçük bir atomu bile unutmayan bu yaratıcı güç, koskoca yıldızları, gezegenleri gezdirirken birbiriyle vuruşturmuyor, çarpıştırmıyor. En küçük bir dengesizliğin bile olmaması gösteriyor ki, atoma da galaksilere de adaletle muamele ediliyor. Öyle bir adalet tecellisi var ki, en küçüğü de unutmuyor, lazım gelen adaleti ondan da esirgemiyor. İşte, kâinatı kuşatan bu harika adalet tezahürü bizim için çok önemli bir referans noktasıdır. Çünkü Hz. Ali (ra)’ın deyimiyle “İnsan küçük bir kâinattır. Kâinat da büyük bir insandır.” Madem büyük insan olan kâinatta bu derece bir dikkat ve hassasiyetle adalet kendisini gösteriyorsa, küçük bir kâinat olan insanın da şahsi hayatında, aile hayatında, toplum hayatında bu adaletin yansımalarını göstermesi gerekmez mi? Her yerde büyük çapta adalet tecellilerini gören insan, kendi küçük ölçekteki dünyasına bu harika adaleti modelleyip yansıtmalıdır. Bu insan; evlatsa anne babasına, aile reisiyse ailesine, patronsa çalışanlarına, idareciyse emri altındakilere adaletin güzelliklerini yansıtmalıdır ki ailede, sosyal hayatta, iş dünyasında istenilen ve özlenilen denge ve düzen sağlanmış olsun.

Ayhan Mirza İNAK 01 Nisan
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Nûrun İlk Kapısı Bedîüzzaman Hazretleri, ilgisi olmayan bir isyan sebebiyle 1925 senesinde Burdur’a sürgün edilir. Üstâd Hazretleri, Burdur’da Nûrun İlk Kapısı isimli on üç derslik bir risâle telif etmiştir. Burdur’dan ayrıldıktan sonra Üstâd Hazretlerinin bir daha eline geçmeyen bu risâlesi, yıllar sonra 1950’li yıllarda bir Barla ziyareti esnasında kendisine getirilir. Risaleyi Barlalı Sıddık Süleyman Ağabey bularak, Üstâd Hazretlerine getirmiştir. Üstâd Hazretleri, Nûrun İlk Kapısı’nı görünce çok memnun olmuş, Mesnevî-i Nûriye’nin Nokta Risalesi’nin 3. Kısmı olarak Risâle-i Nûr Külliyatına dahil etmiş, fakat müstakil olarak neşrettirmiştir. Üzerine kuş konmayan bir cami inşa edilebilir mi? Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, Kubbealtı vezirlerinden Şemsî Ahmed Paşa’ya: “Senin külliyeye kuşlar pislemiş” diyerek takılır. Bunun üzerine Şem­sî Paşa: “Gökyüzüne açık olan her mekân kuşlardan nasibini alır” der. Sokullu Mehmed Paşa’nın bu sözü Şemsî Paşa’nın aklından çıkmaz. Daha sonraları Şemsî Paşa bir cami yaptırmayı planladığında Mimar Sinan’a gidip hiç kuşların konmadığı bir yer olup olmadığını sorar. Mimar Sinan da Üsküdar’da kuzey ve batı rüzgârlarının kesiştiği bir derya kıyısı bulunduğunu ama denize doğru kayma riskinden dolayı cami inşasının zorluklarından bahseder. Fakat sonunda Şemsî Paşanın ısrarlarına dayanamaz ve camii inşa etmeyi kabul eder. Mimar Sinan’ın Şemsî Paşa için inşa ettiği bu cami, Kuşkonmaz (Şemsî Paşa) Camii adıyla şöhret bulur. Şemsî Paşa Camii (Kuşkonmaz Camii) Şemsî Ahmed Paşa tarafından 1580 senesinde, Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Caminin yanında cami ile birlikte inşa edilen on iki hücreden meydana gelen bir medrese bulunmaktadır. Bir rivayete göre Şemsî Ahmed Paşa’nın isteği doğrultusunda cami, rüzgârların kesiştiği, yani hem Marmara hem de Karadeniz yönünden gelen rüzgâr akımlarının birleştiği noktada yapılmıştır ki üzerine kuşlar konamasın, yapı kirlenmesin. Başka bir rivayette ise Mimar Sinan camiyi denizle iç içe inşa eder ve inşaatın temelindeki kayaları denizin kenarına kadar oyarak dalgaların bu oyuklara girmesini sağlar. Burada oluşan titreşimlerden doğan akustik sesin gücü ve derinliği camiye konmak isteyen kuşları rahatsız eder. Bu sebepledir ki; Şemsî Paşa Camii, üzerine kuşlar konmadığı için, Kuşkonmaz Camii olarak anılmaktadır. 14 Nisan 1912Galata Köprüsü Hizmete girdi Galata Köprüsü’nün ilk hâli olan Cisr-i Cedîd (Yeni Köprü), 1845 yılında Sultan Abdülmecid’in annesi Valide Sultan tarafından ahşap olarak inşa ettirildi. Kısa sürede eskiyen köprüyü, Kaptan-ı Derya Hasan Ahmed Paşa 1863 yılında yenileyerek, tekrardan hizmete sundu. 19 asrın sonlarına doğru köprüde artan yaya trafiği sebebiyle, çıkan asayiş olaylarını denetim altına almak için köprünün Galata ucunda, eklektik üsluplu ve süslemeli Aziziye Karakolu inşa edildi. Köprü 37 yıl bu şekilde hizmet verdikten sonra, yerine suyun hareketiyle sallanan ağır bir köprü inşa ettirildi ve 14 Nisan 1912 tarihinde hizmete girdi. Ocak 1914’e gelindiğinde ise; elektrikli tramvayların bu köprü üzerinden Eminönü-Karaköy bağlantısı sağlandı. 27 Nisan 1909Tahttan indirilme fetvası, Sultan 2. Abdülhamid’e tebliğ edildi 31 Mart Vakası bahane edilerek Fetva Emini Ali Rıza Efendi’ye tehditle onaylatılan hal’ fetvası Sultan 2. Abdülhamid’e tebliğ edildi. Tebliğ edilen fetva kâğıdı baştan sona iftiralarla doluydu. Sultan 2. Abdülhamid’e hal’ fetvasını tebliğ için gelen heyette Yahudi Emanuel Karasu, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esat Toptani ve Arif Hikmet Paşa bulunuyordu. Sultan 2. Abdülhamid’i tahttan indirilmesinden ziyade, kendisine gönderilen heyetteki kişiler üzmüştü. Devlet-i Aliyye’yi 34 sene idare eden bir Padişah’a başlarında bir Yahudi’nin bulunduğu bir heyetin gönderilmesi, aslında günümüzde hâlâ devam etmekte olan Filistin sorununun habercisi gibiydi. 03 Nisan 1596 Koca Sinan Paşa  Vefat Etti 1520 senesinde dünyaya gelen Koca Sinan Paşa, küçük yaşta Enderun’a alınmıştır. Kanunî Sultan Süleyman döneminde çeşnigir (sofracı) olarak göreve başlamıştır. Kısa zamanda ilerleyerek önce çeşnigirbaşı olmuş, ardından da Malatya Sancakbeyliğine atanmıştır. Osmanlı Devletinin farklı sancaklarında beylik yaptıktan sonra, beylerbeyliği görevine atanmıştır. 1565 senesinde Mısır Beylerbeyi iken Yemen’de çıkan isyanı bastırması için Yemen Serdarlığına atandı. İsyanı bastırdığı için Yemen Fatihi olarak anılmıştır. 1572 senesinde Kubbealtı Veziri oldu. Ertesi sene Tunus’u İspanyolların elinden alarak Tunus Fatihi unvanını kazandı. 1580 ve 1596 seneleri arasında beş defa Sadrazamlık yaptı. 3 Nisan 1596 tarihinde vefat eden Koca Sinan Paşa, Mimar Davud Ağa’ya Divanyolu’nda yaptırdığı külliyesinin içindeki türbede medfundur.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiMedine'de Ölmeye Muktedir Olan Orada Ölsün
Mülakatlar

*Mülakat: Muharrem BEŞLİ Ömrünü Medine’de eğitimle geçirmiş, 40 yıl İslam Üniversitesinde Hadis doktoru olarak çalışmış ve şu anda da dünyanın birçok ülkesinde ders veren muhterem hocamızla "Medine"yi­ konuştuk. بسم الله الرحمن الرحيم Hamd âlemlerin Rabbine, salat ve selam peygamberlerin sonuncusu, âlemlerin Rabbinin sevgilisi Muhammed (sav)’e, onun ehline ve ashabının üzerine olsun… Ben Medine-i Münevvere’nin çocuklarındanım, burada doğdum, burada büyüdüm, mastır ve doktora eğitimimin başlangıcı hariç eğitim hayatımın tümünü burada geçirdim. Allah’tan beni, sizi, bu görüşmeyi okuyanları ve tüm Müslümanlarla beraber gerçek Medine ehlinden kılmasını diliyorum. Müsned-i Ahmed’de geçen bir hadiste zikredildiği gibi “Medine’de ölmeye muktedir olan orada ölsün.” Ve Medine, Allah’ın Nebisinin şehri, onun hicret yeri, o ilk İslam başkenti, nice âlimlerin, mücahitlerin ve davetçilerin içinde yetiştiği 1400 yıldır ilmi gözeten ve hala âlimlerin ilim halkalarının devam ettiği mübarek mescidinin bulunduğu yer… Benim şahitliğim tam makbul olmayabilir, eksik olabilir. Çünkü ben Medine’nin evlatlarındanım. Allahu Teâlâ’dan beni sizinle ve bütün Müslümanlarla beraber Medine’nin gerçek ve sadık ehlinden kılmasını diliyorum. Hicri 1372 (miladi 1953)’de Medine’de doğdum, ilköğrenimimden üniversite eğitimimin bitimine kadarki olan süreyi Medine’de geçirdim. Yüksek lisansımı Mekke’de tamamladıktan sonra doktora eğitimine başladım ama daha sonra doktoramı Medine’deki İslam Üniversitesinde tamamlamak için geri döndüm. Ve uzun bir süre İslam Üniversitesinde hocalık yaptım; ta ki emekliliğime kadar. Bunun için Allah’a hamdolsun, Allah’tan bize ve bütün Müslümanlara güzel hitamlar ihsan etmesini diliyoruz. 100 yıl önce Medine’de Sevgili kardeşlerim, konuşulacak mesele Medine ve onun ehli, adetleri, gelenekleri olduğunda aceleye getirip kısaca özetleyemiyorum. Bazı şeyler var, az da olsa benim yaşadığım, gördüğüm ve diğer geri kalan kısmı da yaşı büyük kimselerden işittiğim şeyler. Bundan yaklaşık 100 yıl önce Medine’de yaşayan insanların işleri ve yaşayışları çok mütevazıydi. Evlerin çoğunda elektrik yoktu. Medine sakinlerinin nüfusu çok azdı. Bu sebeple insanlar birbirlerine çok bağlı, birbirlerine karşı çok merhametli, sevgi doluydular. Yerleşim düzeni, çevrili alan şeklindeydi; her yönden kapalı, sadece bir yerden açık; oradan da giriş ve çıkışlar sağlanıyordu. Bu kapalı sistem insanların birbirlerine daha tutkun olmasına, tanışıklıklarının daha çok olmasına ve ahlaklarında, davranışlarında birbirlerini etkilemelerine sebep oluyordu. Ve bu yarımada Amerika veya Avrupa veya başka bir dış güç tarafından sömürü altına alınmadı, elhamdülillah. Bu sebeple insanlar evlerinde, camilerinde, medreselerinde İslam üzere yetiştiler. Allah’a şükürler olsun, genel eğilim İslam’dan yanaydı ve emniyet hâkimdi. İnsanlarda -yaşantıdaki fakirliğe rağmen- bereket içindeydiler. Resûlüllah (sav)’in haber verdiği üzere Hz. İbrahim’in Mekke için bereket dilediği gibi, Hz. Muhammed (sav) de Medine için Mekke’den iki kat fazla bir bereket için dua etti. İnsan Medine’de gönül rahatlığı ve huzur hissediyordu. Tabi şimdide öyle ama şüphesiz eskiden daha fazlaydı. Toplumsal adetlerin en önemlisi, genel davranış adaplarıydı. Örnek olarak eğer bazı kimseler caddede bakkalın önünde veya ara sokaklarda ve onların yanından da bir binekli geçiyorsa -orada oturanlara hürmeten- o kimse, bineğinden iner ve onları geçinceye kadar da yoluna bineğinin üstünde devam etmezdi. Veya topluluk oturuyor ve yoldan geçen ayakkabılı biri ise, önce -tabi bu umumi yollarda- selam veriyor ve ayakkabılarını çıkarıp eline alıyor; ta ki onları geçinceye kadar. Geçtikten sonra ayakkabıları giyip yoluna devam ediyordu. Medine toplumunda acıma ve merhamet etme hâkimdi Tabii ki o zaman televizyon yok, bilgisayar yok, şu andaki insanları meşgul eden ve vakitlerinin ziyan olmasını sağlayacak eşyalar yok. Bu anlamda biraz dar ve kapalı sayılabilir insanlar ve belkide bundan dolayı asla gecelemek diye de bir kavram yoktu. İnsanlar yatsı namazından hemen sonra uyurlardı ki sabah namazında kalkıp namazlarının hemen sonrasında işlerine gitsinler. Yaşlı teyzeler ayaklarına gümüşten bilezikler takarlardı, üç veya dört tane, ip ile bu bilezikleri bağlarlardı; bir birine temas edip ses çıkarmasın. Bu hanımlar okuma yazma bilmezlerdi, ümmi idiler. Buna rağmen Hucurat suresinin şu ayetine sanki tam mazhar idiler: “O hanımlar ayaklarını yere vurmasınlar, ta ki ziynet eşyaları (bu ayakları yere vurmakla) bilinmesin.” Medine toplumunun bütün evinde bir birine acıma ve merhamet etme hâkimdi. Bir avlunun içerisinde her ev birbirlerine temas eden küçük delikler bulunurdu, bu delikler evleri birbirine bağlardı. O günkü şartlarda ne buzdolabı, ne elektrik, ne mutfak dolabı, nede lokanta bulunurdu. Şayet herhangi bir eve gecede veya gündüzde ansızın bir misafir gelse her bir evde bir ailenin yalnız bir gün yiyeceği miktarda taam bulunurdu. Eğer bir miktar fazla taam varsa kokuşurdu. Ansızın gelen bir misafirde, ev sahibi, önce Allah’tan sonra da komşularından yardım dilerdi. Komşularına bakan küçük delikler yani pencereler vasıtasıyla seslenir ve der ki: “Ey falanca benim yanımda misafirim var eğer yanında fazla bir taam varsa yemektir pilavdır gönder.” Ve bu gelen taamı kendi yanındakine ilave ederdi ve o komşularda diğer komşularına durumu bildirirler ve derler ki: “Falanın misafiri var sizde taam bulunur mu?” Bu gizli delikler vasıtasıyla çeşit çeşit sofra hazırlanır, farklı farklı sınıftaki taamlardan. Ve misafir zannederdi ki ev sahibim zengin. Bilmezdi ki ev sahibi fakirdir; lakin bir avluda yetmiş veya seksen ev bulunur ve hepsi sevinçlerde ve üzüntülerde bir araya gelirlerdi; sanki bütün evler tek bir evmiş gibi. Çarşı ve iş yerlerine girdiğin zaman arıların vızıltısı gibi Kur’an sesleri gelirdi İnsanlar birbirine çok merhametli, muhabbetli ve sevimli idiler. Çünkü fakirlik ve ihtiyaç birbirlerini kucaklamalarına sebep oluyordu. Herkes birbirine muhtaç idi ve bütün insanlar da Hâlıklarının rızası dairesinde yaşarlardı ve Rablerine daima muhtaçlık hissederlerdi. İnsanlar geç vakitlere kalmaz, erkenden uyurlardı. Erkenden kalkıp sabah namazını kılar, sonra Allah’ın rızkını talep ederlerdi. İşlerine erkenden gidip iş yerlerinde Kur’an okurlardı. Çarşı ve iş yerlerine girdiğin zaman arıların vızıltısı gibi Kur’an sesleri gelirdi. Çarşının tümü Kur’an okurdu. Bir müşteri bir dükkândan alış veriş yapsa, sonra ikinci müşteri gelse dükkân sahibi ona derdi ki: “Ben günümü başladım, komşum daha başlamadı, sen git ondan al.” Aralarında sevgi, muhabbet ve yardımlaşma vardı. Bugün çok kazanan yarın az kazanabilir Medine’deki evlerin çoğusunun kuyu suları tuzluydu. Ev ihtiyaçlarında kullanılır, fakat içilmezdi. İnsanlar suyu hiç israf etmezdi. Sucular sopalarına iki kırba takar, evleri dolaşırlardı. Tatlı suları evlere satarlardı. Sular geniş kaplara koyulur ve onlardan elli altmış ev faydalanırdı. Herkes ihtiyacını giderir, sonra başkalara da bırakırdı. Sucular sabahtan akşama kadar çalışır, akşam bir araya gelirler. Bazısı otuz kazanmış, bazısı yirmi, bazısı on, bazısı beş, bazısı hiç bir şey kazanamamış. Akşam bütün paralar toplanır, aralarında eşitlikle bölünürdü. Herkese aynı miktar düşerdi. Aralarındaki sevgi ve muhabbetten dolayı bunu yaparlardı. Ve hiç birisi de karşı çıkmazdı. Çünkü bugün çok kazanan yarın az kazanabilirdi. Bir İslam memleketi ziyaret ettim ve orada kadınların erkekler geçerken yerlerine oturduklarını ve yolu tamamen erkeklere bıraktıklarını gördüm. Medine’ye dönünce İslam üniversitesinin ve hadis fakültesinin müdürü ve aynı zamanda Mescid-i Nebevi’nin büyük âlimlerden birisi olan Ömer Fellate Hocamıza durumu anlattım. O da dedi ki: “Vallahi o gördüğün ahlak Medine ehlinde vardı.” Şimdi insanlarda çok şeyler değişti Seksen sene, yüz sene önceki güzellikler kalkıp gitti. İşler ve durumlar çok değişti. Çünkü dünya nimetleri insanlara bol miktarda açılınca, insanların ahlaklarını da etkiledi, davranışlarına da yansıdı. Bununla birlikte hayır mevcuttur, eskisi kadar olmasa da. Eskiden medreselerde hocalar öğrencilere eğitim amacıyla dayak atardı. Öğrencilerin velileri bu dayağa hiç itiraz etmezdi, bilakis hocaya: “Eti sizin, kemiği bizim” derlerdi. Ne yazık ki şimdiki çocuklar çok yaramazlar. Edep küçüklükte talim ile yapılmalıdır ve çocuklarımıza küçükken “La ilahe illallah” öğretmeliyiz. Belirli yaşa gelince yataklarını ayırmalıyız; ta ki şeytan onlarla uğraşmasın. Yedi yaşında namazı emretmeliyiz. Dinimiz güzel ahlaktan ibarettir. Avrupa’nın ve Amerika’nın ticari (kâra göre değişen) ahlakı olmamalı. Çünkü bizim terbiyemizde kardeşin yüzüne tebessüm sadakadır, güzel söz sadakadır, Efendimiz, “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur. Önceki ağrının ilacıydı, bu ise yaramazlığın ilacıdır Ben bir hatıramı anlatacağım. Küçüktüm, top oynuyordum. Ayağımı top yerine taşa vurdum. Acıdı ve şişti. Mahallemizde yaşlı bir teyze vardı, ona giderdik. Doktor falan yoktu. Mahallemizin doktoru sayılırdı. Nineciğim diye hitap ettim, ayağımı taşa çarptım. Otur, dedi. Sonra ayağımı sıcak su ve zeytinyağıyla ovaladı. O günün ilacı bunlar idi. Rahatladım. Sonra bir sopa getirdi ve beni dövdü. Dedi ki: “Önceki ağrının ilacıydı, bu ise yaramazlığın ilacıdır.” Annem ve babam niçin dövdü diye itiraz etmez, bilakis dua ederlerdi. Toplum ahlak ve muhabbet ve merhamet üzere idi. Sevinçte ve üzüntüde beraber olurlardı. Çünkü dünyanın yüzü onlara açılmamıştı. Üzüntüde zengin-fakir herkes birbirini teselli ederdi. Zengin gayet azdı. Fakat şimdi Allah insanlara nimetleri çok verdi ve imkânlar çok oldu. Hiç bir insan başkasına ihtiyaç hissetmez oldu. Hatta şimdi bu rahatlıktan dolayı akrabalar bile aralarındaki irtibatları kesiyorlar. Ancak nadir ziyaretler veya cep telefonuyla aramalar veya mesajlaşmalar kaldı. Bu da hakikaten çok tehlikeli durumdur. Ve bu toplumun yardımlaşmasını sağlamaz, bilakis insanların ayrışmasını sağlar. Rabbimize niyaz ediyoruz ki hallerimizi ve bütün Müslümanların hallerini ıslah etsin ve güzelleştirsin. Güzel bir şekilde Hakk’a döndürsün. Müslümanların misali bir vücut misalidir Ben bunu bütün Müslümanlar için temenni ediyorum, ama özel olarak ehl-i Medine içindir. Çünkü ehl-i Medine insanlar içinde ben (güzellik ve özellik alameti) gibi olmalılar. Onlar Ensar’dır, dinin yardımcılarıdır, Resûlüllah'a (sav) ve İslam davetine kalplerini açanlardır. İslam davasının ön saflarında bulundular. Onlar hakkında Allahu Teâlâ Kur’an’da şöyle buyurdu: “Onlar ki kendilerine başkaları tercih ederler, ihtiyaç sahipleri onlar (kendileri) olursa bile.” Medine ehli için temenni ederim ki, ecdadları gibi olsunlar. Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi: “Bir birlerine karşı sevgide, merhamette ve acımada Müslümanların misali bir vücut misalidir. Ondan bir aza rahatsız olur, şikâyet ederse; bütün vücut rahatsızlıkla ve uykusuzlukla tepki verir.” Bunlar benim yaşadıklarım ve yaşları benden büyük olanlardan işittiklerim. Umarım ki ümmete bir faidesi olur. Medine’de her şey mübarektir ve her şey Peygamberimize çok sevimliydi. Hazret-i Enes (ra) buyuruyor ki: “Peygamber Efendimiz (sav) Medine’ye teşrif ettiği gün Medine’deki her şey nurlandı, vefat ettiği gün ise her şey karardı.” Medine ehli Peygamberimizin ayrılığına dayanamazlardı, devamlı onu ararlardı. Mescitte midir, evinde midir, çarşıda mıdır, bahçede midir diye devamlı onu ararlardı. Mecnun gibi idiler. Hatta Huneyn gününde onların kalplerini hoş etmek için Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: “İnsanları koyun ve mallarla evlerine dönerken sizin Resûlüllahla evlerinize dönmekle razı olmaz mısınız?” Onlar da: “Vallahi seni almakla razıyız ve bu en büyük nasiptir, Allah’a hamd ve senalar olsun” diye cevap vermişler. Yeryüzünün en büyük üniversitesi Medine Bu Mescid-i Nebevi'den çok büyük âlimler çıkmış (mezun olmuş). Camideki her direğin altında bir âlim ya fıkıh, ya tefsir, ya hadis, ya siyer veya Arapça (nahiv ve sarf) veya belagat ya da akide dersi verirlerdi. Yeryüzünün en büyük üniversitesidir. Bu camii çok büyük âlim yetiştirmiştir. İmam Malik, Şafii, tabiinden Said bin Museyyib gibileri ve saire. Cenab-ı Hakk Medine’nin kadrini ve kıymetini ve Peygamber Efendimize komşuluğun kıymetini bilmeyi, Medine ehline ihsanda bulunmayı nasip etsin. Peygamber komşusu, başkalardan daha edepli olmalı ve komşuluğa daha dikkatli olmalıdır. Davranışlarında ve sesinde daha edepli olmalı ve sünnetlere ve kurallara uymakta daha edepli olmalı. Peygamberimizin mescidinde vefatından sonra sesini yükseltmek caiz değildir Hz. Aişe annemiz Peygamberimizin (sav) vefatından sonra bir kişinin mescitte anahtarı düşürdüğünü gördüğü zaman ona: “Ey falanca, Resûlüllah'a eziyet verdin” diye buyurdu. Çünkü O'nun (sav) hürmeti ölümünden sonra ve ölümünden önce aynıdır. Peygamberimizin mescidinde vefatından sonra sesini yükseltmek bağırıp çağırmak kesinlikle caiz değildir. Hazret-i Ömer, hilafetinde iki adamın mescitte seslerini yükselttiklerini gördü. Onları bana getirin dedi. Sonra nereli olduklarını sordu. Taifli olduklarını söylemişler. “Medineli olsaydınız dayakla canınızı yakardım” dedi. Çünkü Medine ehli bu meselelerde cahil olmamalıdırlar. Bilakis sünnette ve Peygamberimizin kadrini bilmekte daha çok ilim sahibi olmalıdırlar. Her Müslüman böyle olmalı, ama Medine ehli daha fazla. Çünkü onlar Peygamberimizin yanında ve komşularıdır ve sünnetlerini daima yaşıyorlar, çünkü bu topraklar on senedir Cebrail 'in (as) vahiy getirdiği yerdir ve Medineliler bunu bilmeli ve hürmet etmeli. Rabbimiz ruhumuzu iman ve hüsn-ü hatime ile Medine’de alsın. Ve Resûlüne salat ve selam olsun.

Mülakatlar * 01 Nisan
Konu resmiKâbe ve Mescid-i Nebevî Tasvirli Çini Panolar
Kültür ve Medeniyet

Çini sanatı, asıl büyük ve sürekli gelişmesini, Anadolu Türk mimarisinde göstermiştir. Çeşitli tekniklerle zenginleşen bu süsleme sanatı, daima mimariye bağlı kalmış, onun üstünlüğünü ezmemiş, ama renkli bir atmosfer meydana getirerek mekan etkisini arttırmıştır. Türk mimarisinde çini süslemenin kullanımını çok eski tarihlere kadar indirebiliriz. Uygurların, Karahanlıların, Gaznelilerin, Harezmşahların ve özellikle İran’da Büyük Selçukluların mimarisinde çininin kullanıldığı bilinmektedir. Bu sanat dalı, Anadolu Selçukluları ile çok yaygın ve çeşitli tipteki mimari eserler üzerinde büyük bir gelişme göstererek varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Her dönemin çini süslemesi, daha önceki dönemin teknik üstünlüğünü sürdürmekle birlikte yeni teknik buluş ve renklerle bu sanatı zenginleştirdi. Osmanlı çiniciliğinde ve diğer el sanatlarında, Kâbe ve Mescid-i Nebevî tasvirlerine sıkça rastlanır. Ancak XVIII. yüzyıla kadar yapılan tasvirler tamamıyla şematik ve derinliği olmayan sembolik anlamdaki illüstrasyonlardır. İlk defa Tekfur Sarayı imalatı Kâbe tasvirlerinde perspektifli, sınırlı ölçüde de olsa derinlik verilmiş, canlı ve realist bir tasvirle karşılaşılmaktadır. Bu konuda Cezeri Kasım Paşa Camii’nde bulunan pano önemli bir örnek oluşturmaktadır. Yine çeşitli çini atölyelerinde üretilmiş bu türün başarılı örnekleri olarak İstanbul Yenicami’de bulunan Kâbe tasvirli çini pano, İstanbul Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde bulunan Kâbe tasvirli çini pano, Bursa Müzesi’nde bulunan Kâbe tasvirli çini pano, Kütahya Ulucamii’de bulunan Kâbe tasvirli çini pano, Ayasofya’da bulunan Kâbe ve Mescid-i Nebevî tasvirli çini pano, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bulunan Kâbe ve Mescid-i Nebevî tasvirli panolar ile Topkapı Sarayı Harem dairesinde bulunan Kâbe ve Mescid-i Nebevî tasvirli çini panoları da saymamız gerekmektedir. Cezerî Kasım Paşa Cami’ndeki Kâbe tasvirli çini panonun bir diğer önemli özelliği de; üzerinde usta adı, menşei ve tarih ibarelerinin bulunmasıdır. Panonun sol üst köşesine "Sâhibü’l-hayrât ve’l-hasenât Osman b. Mehmed İznikî 1138" şeklinde kaydedilen bu ibare, Osmanlı çiniciliğini canlandırmak için Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın Tekfur Sarayı’nda kurdurduğu atölyelerde üretimi İznikli ustaların gerçekleştirdiğini somutlaştırmakta ve ayrıca kısa süren imalat dönemine ilişkin kesin bir tarihi belgelemektedir. Türk ve İslâm Eserleri Müzesinde 827 numaralı envantere kayıtlı bulunan Kâbe tasvirli çini panoda beyaz zemin üzerine mavi, yeşil ve kırmızı renkler kullanılmıştır. Alınlığın altında siyah renkli hat üç satırlık bir metinde, Ali İmran Suresi: 96-97 ayetleri yazılıdır. Bu ayetler; “Muhakkak ki mübarek ve âlemlere bir hidayet olarak insanlar için kurulan ilk ev (ilk ma'bed), elbette Mekke’deki (Kâbe)dir.” “Orada apaçık alâmetler, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren ise emniyette olur (ona dokunulmaz). Hem ona (oraya gitmek için) bir yola gücü yeten bir kimsenin o evi (Kâbe’yi) haccetmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim de inkâr ederse, artık şübhe yok ki Allah, âlemlerden müstağnidir (hiçbir şeye muhtaç değildir)!” mealindedir. Bu metnin altında, mavi ve yeşil renklerle yapılmış bir dikdörtgenin içinde Mescidü’l-Haram'ın resmi yapılmıştır. Revaklı bir avlu içine çizilerek tanıtılan Mescidü’l-Haram'ın ortasında yer almakta, revakların içinde bulunan tüm bina ve kapılar, makamlar, zemzem kuyularının resimleri çizilerek ve isimleri yazılarak tanıtılmaktadır. İslâm dininin mukaddes yerleri olan Mekke, Medine şehirleri ve bu şehirlerdeki mukaddes makamları, camileri, kitaplarda tanıtmak, bu tanıtımı yaparken de resimlerle bir kez daha vurgulamak, erken İslâm devirlerinden itibaren görülmektedir. Özellikle Eyyûbi döneminde hazırlanmış olan ve müze koleksiyonunda da önemli bir yeri bulunan hac vekâletnamelerinde, bu kutsal mekânların resimleri detaylı olarak yapılmıştır. Dönem halifesinin sancağı ile başlayan bu belgelerde, Arafat dağı, Muzdelife, Mescidü’l-Haram, Medine ve hatta Kudüs'ün de resimlendirildiği bilinmektedir. Osmanlı sanatında benzerleri yapılan hac vekâletnamelerinde de mukaddes yerler resimle tanıtılmıştır. Mekke'deki Mescidü’l-Haram'ın çini üzerine yapılan resimleri XVI. yüzyılın sonlarından itibaren bazı camilerde de görülmektedir. yüzyıl çini sanatının desen açısından henüz etkili gücünü sürdürdüğü Topkapı Sarayı'nın Harem kısmında, Valide Sultan ve Şehzadeler Dairesi’ndeki çini kaplamalar, vazolardan taşan çeşitli çiçekler ve bahar ağaçları ile mekâna bir cennet bahçesi görünümü kazandırır. XVII. yüzyılın bu alandaki bir katkısı Kâbe ve Mescid-i Nebevî tasvirlerinin Türk çini sanatında yer almasıdır. Böyle bir pano, Valide Sultan İbadet Odası’nda da bulunmaktadır. Bu tür panoların kitabeli olmaları, bunlara belge niteliği de kazandırmaktadır. Kâbe ve Mescid-i Nebevî tasvirleri, yapıldıkları devrin özelliğini yansıtan, kaynak ve rehber özelliği taşıyan öğretici belgeler olmalarının yanı sıra her birisi birer sanat şaheseridir. NOT: Cezerî Kasım Paşa Cami’ndeki Kâbe tasvirli çini pano, ne yazık ki 2003 yılında eski eser hırsızları tarafından çalınmıştır.

Mustafa YILMAZ 01 Nisan
Konu resmiHeybe
Tarih

Sarayın Silahtar Hazinesi Bölümünde Ehl-i Beyt teşhir salonu restore edilerek açıldı. Ehl-i Beyte ait önemli eşyaların yer aldığı buradaki sergi devamlı gezilebilecek. Çok büyük önem verilen müzedeki kutsal emanetler bir asır aradan sonra ilk defa restore edildi. Hz. Ali'nin kılıcı, Hz. Fatıma'nın hırkası, sanduka örtüsü, sandığı, seccadesi, Hz. Hüseyin'in cübbesi, Kerbela toprağı, Medine-i Münevvere toprağı, Hz. Peygamber'in sakal-ı şeriflerinin teşhir edildiği sergiye vatandaşlar yoğun ilgi gösteriyor. Mısır'ın fethiyle elde edilen kutsal emanetlerle İstanbul'a getirildikten sonra Yavuz Sultan Selim tarafından Ulu­camii'ye hediye edilen yaklaşık 500 yıllık Kâbe kapı örtüsü, 6 ay süren lazerli restorasyonun ardından tarihi camide oluşturulacak iklimlendirmeli özel bir vitrinde sergilenecek.Büyükşehir Belediyesinin kurduğu konservasyon merkezinde bakıma alınan, lazer ışınlarıyla el değmeden restorasyondan geçirilen Kâbe kapı örtüsü, yüzyılların yorgunluğunu üzerinden attı. Restorasyon ve Konservasyon Uzmanı Levent İnan, yaptığı açıklamada, yıllardır Ulucamii'de asılı halde sergilenen örtünün çok fazla yıprandığını anlattı. Yaklaşık 4 metreye 4 metre boyutlarındaki örtüye ilişkin çalışmalarda önemli bulgulara rastladıklarını ifade eden İnan, şöyle konuştu: "Eserin aslında bir Memluk eseri olduğu ve 1517'de hilafet alındığında Kâbe’nin üzerine asılan ilk Osmanlı eseri olduğu anlaşıldı. Bunun birleşik bir kültür eseri olduğunu fark ettik. Bu anlamda hem tarihsel hem de kültürel olarak çok anlamlı bir eser. Lazer ışınıyla eserin üzerindeki yükleri ve korozyonları buharlaştırdık. Böylece minimum müdahaleyle eseri tekrar eski haline getirmek için bir çalışma yaptık. Birçok alan kendini tutacak halde olmadığı için eserin altına destek kumaşlar ekledik. Yaklaşık 6 ayda çalışmayı tamamladık. Şu andan itibaren eserimiz teşhire hazır. Eski ve kritik bir eser olduğundan yüksek teknolojinin kullanıldığı, özel müzecilik teknikleriyle yapılmış bir teşhir tanzim vitrini yapılması çalışmaları sürüyor. Bu çalışmalar tamamlanıp vitrin imalatı bittikten sonra eserimiz sergilenecek inşallah." İpek ve kadife atlas kumaştan, gümüş üzerine altın kaplama işlemeli bordürlerle etrafı süslenmiş örtünün arka kısmı da kırmızı ve yeşil, atlas astarla kaplı. Üzerindeki dört sancakta ise Memluk Devleti'ne ait madalyonlar bulunuyor. Bir yıl Kâbe’de asılı kalan, ardından da Ulucamii'ye getirilen eserin üzerinde Osmanlı Devleti tarafından eklenen kitabe de yer alıyor. Halepli ressam Hadıri, "Altın iplikle süslediği ve bilgisayar tekniği kullanmadan nakış tekniği ile yazdığı Kur'an'ın dünyada bir ilk" olduğunu söyledi. Eserlerini ürettiği ve sergilediği atölyesinde çalışmalarını anlatan Mahir el-Hadıri, altın iplik kullanarak Kur'an-ı Kerim'i tezhip etme tekniği sayesinde, Lübnan’daki tanınmış hattat ve tezhip ustaları arasında yer almaya başladığını ifade etti. Suriye’ye yaptığı ziyaretlerden birinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e kendi eserlerinden Allah'ın güzel isimlerinin (Esmâü'l Hüsnâ) yazılı olduğu bir tablo hediye ettiği için gurur duyduğunu belirten Hadıri, "Altın iplikle süslediği ve bilgisayar tekniği kullanmadan nakış tekniği ile yazdığı Kur'an'ın dünyada bir ilk olduğunu ve Suriye, İran, Katar, Lübnan gibi ülkelerde de sergilendiğini dile getirdi. El sanatları üzerine 35 yıldır çalışan Necati Korkmaz, dünyanın en küçük el yazması Kur'an-ı Kerim'ini yazdı. Kendisini "mütteka, gubari, hat sanatçısı" ve "dünyadaki üç mikro heykeltıraştan biri" olarak tanımlayan Korkmaz, bugüne kadar yalnızca mikroskop altında ya da büyüteçle görülebilecek büyüklükte birçok eser yaptığını ifade etti. Korkmaz, tasavvufa ilgi duyduğu için yaklaşık 1,5 yıl önce dünyanın en küçük Kur'an-ı Kerim'ini yapmaya karar verdiğini dile getirdi. Oldukça zorlu bir süreç sonunda 0,98 santimetreye 1,3 santimetrelik ebatta Kur'an-ı Kerim'i en ince ayrıntısına kadar yazmayı başardığını, eserin yalnızca büyüteçle okunabildiğini anlatan Korkmaz, şunları kaydetti: "Bir ilki gerçekleştirerek, dünyanın en küçük el yazması Kur'an-ı Kerim'ini yazdım. Dünyada bundan daha küçüğü yok. Yaklaşık 1,5 yılsonunda yaptığım bu eser, çok ince işçilikli bir çalışma oldu. En ince ayrıntısına kadar yazdım. Sayfaların etrafında tezhipleri var. Altın varaklarla ayetlerin arasını yaldızladım. Yani; büyük boy bir Kur'an-ı Kerim'de neler varsa hepsini tek tek uyguladım. Eserimi 'aharlı' denilen kâğıda tilki bıyığının tek bir kılıyla yazdım. Kullandığım bu fırçayı kendim geliştirdim. Ayrıca el yapımı 'is mürekkebi' kullandım. İlk cildi tamamladım. Bitmesi için birkaç cilt kaldı. İnşallah yakın zamanda geri kalan ciltlerini de bitireceğim. Eserimin Şeb-i Arus'ta görücüye çıkmasını istedim. Böyle bir eseri Konya'ya getirdiğimiz için çok mutluyum."Korkmaz, eserini görenlerin şaşkınlığını gizleyemediğini vurgulayarak, ''Bana 'nasıl yaptın' diye soruyorlar. Oldukça zorlu bir süreç sonunda tamamladığım bu eser, benim için paha biçilemez. Yeni hedefim; saç kılını oyup içine Allah lafzını yerleştirmek. Yapacağım bu eserin de dünyada bir benzerinin olmadığını düşünüyorum" diye konuştu.

Sena İKBAL 01 Nisan
Konu resmiHz. Muhammed (sav) Bizi Neye Davet Ediyor?
İbadet

Bir yetim olarak dünyaya gelen Hz. Peygamber (sav), amcaoğulları içinde bir fakir olarak büyüdü. Fakat yetimliğin zilletinden ve fakirliğin meskenetinden uzaktı. Arkasında ne kendinin ne de atalarının bir yardımı olacak saltanatı yoktu. Ne bir askeri, ne de bir devleti vardı. Önünde rehberlik edecek bir mürşitten de mahrumdu. Hayatı boyuca bir muallimin önüne diz çöküp ders almadı. Buna rağmen istikametini kaybetmiş olan zamanın bütün batıl inançlarından Allah’ın inayetiyle uzak kaldı. Yüce bir ahlak ve şerefli bir karakter üzere büyüdü. Allah’tan başka elinden tutacak ve ona yardım edecek yoktu. Böyle bir vaziyette iken, tam bir kararlılıkla çok büyük bir işe girişti. Ümmiliğiyle beraber, ümmi bir kavim içinde, öyle bir kitapla, birden meydana çıktı ki; bütün hukema, ulema ve üstatlar yanında küçülüp ona talebe oldu. Öyle bir imanla ortaya atıldı ki, düşünce dünyasına meydan okudu ve bütün fikirlere galip geldi. Ümmeti, her daim onun imanından feyiz aldı. Dönemin bütün çirkin ahlak ve adetlerinden Allah’ın yardımıyla korundu. Yalandan o kadar uzaktı ki herkes onu “el- emin” lakabıyla andı. Bütün ruhlara kendini sevdirdi. Kalplerden vahşet karanlıklarını giderdi ve yerlerine güzel ahlakı yerleştirdi. O, kuvvetli bir zayıf, bilge bir ümmî ve insanların terbiyesinde tam bir mürşitti. İnsanların faydası için nerede ise kendini helak edecekti. Resul-i Ekrem (sav), en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstat ve hâkim eyledi. Hz. Peygamber (sav), insanları barışa davet ediyor Kur’an’ın diliyle insanlara şöyle seslendi: “Ey insanlar! Farklı milletlere, kabilelere, renklere ve dillere ayrılmamız çatışma sebebi değildir. Bilakis tanışmak ve aramızda diyalogu geliştirmek içindir. Üstünlük farklılıklarımızda değil, takvadadır. Bu hikmete zıt hareket etmeyiniz ki farklılıklarımız ilahi bir cezaya dönmesin.” Evet, bizlere düşen zarflara değil, mazrufa bakmaktır. Bundan dolayı olmalı ki Fransız bir araştırmacı şunları söylemektedir: “İslâmiyet yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur.”  Evet, iki cihanın rahat ve selameti sulhtadır. Bu da insanca, mertçe, cömertçe, dostça davranmakla ve insanlarla barış içinde yaşamakla mümkündür. Unutulmamalıdır ki barış herkes içindir. Hz. Peygamber (sav), İlahi azamet önünde zalimlerin nasıl bir zillet içinde olacaklarını ve yardımcılarının ne hale düşeceklerini Kur’an’ın lisanıyla şöyle ifade ediyor: “İzzet Allah’ındır. Dilediğini aziz, dilediğini zelil eder. Mülk Allah’ındır. İstediğine ihsan eder. İstediğinden çeker alır.”  أَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَEy hakka baş eğmeyen zalimler! Firavunların, Nemrudların âkıbetlerine bakın! Allah’ın emriyle ve kuvvetiyle karıncalar Firavunun sarayını başına yıkar, baş aşağı atar; sinek Nemrud’u gebertip cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar. وَلَا تَرْكَنُوا إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسّكُمْ النَّارُ  Yüce Allah bu ilahi fermanla, zulme değil yalnız alet olanı ve taraftar olanı, belki az bir meyledeni dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü zulme rıza da zulümdür. Evet, Muîn-i zalimîn dünyada erbâb-ı denâettir, Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten Resul-i Ekrem (sav), şirk ehlini tevhide davet ediyor “Ey ehl-i kitap! İslamiyet’i kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Geçmiş olan peygamberlere ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (sav) ile Kur’an’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (sav) gelmesini müjdeledikleri gibi, onların ve kitaplarının doğruluğuna olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’an’da ve Hazret-i Muhammed (sav)’de bulunmuştur. Öyleyse, Kur’an, Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (sav) de resulü olduğunu tarik-i evla ile kabul ediniz ve etmelisiniz.” Evet, kelime-i şehadetin iki cümlesi birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini gerektirir, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır, bütün peygamberlerin vârisidir. Elbette Allah’a ulaşacak bütün yolların başındadır. Onun yolundan başka hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler:   “Ey Sadi! Hz. Muhammed’i (sav) örnek almadan bir kimsenin selamet ve safa yolunu bulması imkânsızdır.” Hz. Peygamberi işiten ve davasını bilen insanlar onu tasdik etmezse -ki bir inkârdır- Cenâb-ı Hakkı tanımaz. Onun hakkında yalnız لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ   kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz. Bu Zat-ı Ekrem (sav), yüksek ahlakıyla ve doğru sözlülüğü ile insanların, kulaklarını sözlerine açmasını istedi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın fermanını göstererek bütün halk tabakalarını özellikle okur-yazarları onu anlamaya davet etti. Öyle bir din, öyle bir şeriat, öyle bir kulluk, öyle bir duayla ortaya çıktı ki bütün düşünürleri, rehberleri, fikir adamlarını “Bildiklerimi tecrübe ediniz” diye davet etti. O Zat (sav), sözleriyle, tavırlarıyla ve yaşantısıyla ortaya koyduğu İslamiyet’in, akıllara yol gösterici, kalpleri temizleyici, nefisleri terbiye edici olarak tam bir rehber olduğunu göstermekle maddi-manevi birçok yaraları olan insanları, merhem olacak kudsi kaynağa davet etti. O Zat (sav), bütün ibadetleri en mükemmel şekilde yapması, herkesten fazla takvada bulunması, en kötü şartlar da bile kulluğun en ince sırlarına dikkat etmesi, amelî dindarlıkta şaşıranları, kulluğun istikametli edebine davet etti. Hz. Peygamber, emsali olmayan bir marifetullah ile ortaya çıkarak felsefecileri, eğriliklerini bu sayede doğrultmalarına ve bütün arifleri, yollarını buna göre bulmalarına davet etti. Hz. Peygambere (sav) küçüğü-büyüğüyle -başta kabilesi-, zamanın cihangir devletleri ve büyük dinleri muhalefet ettikleri halde, yılmaz bir iradeyle tam bir kararlılık göstererek sabırla, azimle insanları dine çağırması, hakka daveti vazife bilen insanlara hizmetlerinin temel taşlarını görmeye davet etti.  Evet, Hak geldi batıl zail oldu.

Muhlis KÖRPE 01 Nisan
Konu resmiMekânın Cennet olsun Ömer Ağabey!
İnsan

Risale-i Nurların neşri devam ederken, Bediüzzaman Hazretleri de kendi çilesini çekegeliyor, lakin bütün bunlarla birlikte etrafına da rahmet oluyordu, Rahmet-i Rahmanın izniyle. Ömer Kuş Ağabey de o rahmetten istifade eden pek çoklarından olmakla beraber, Üstadı görenlerden zamanımıza ulaşmış olan birkaç kişiden birisiydi. Ömer Ağabey, geçtiğimiz Şubat ayının 15’inde Rahmet-i Rahmana vasıl oldu. Nazilli’de yaşıyordu. Şimdi ba’sü ba’de’l-mevte kadar kalacağı istirahatgâhında medfun. Allah gani rahmet eylesin. Amin. Ömer Ağabey, Üstad Hazretlerini kader-i İlahinin sevki ve tavzifi ile Afyon’a geldiğinde duymuş, meyletmiş fakat ilk muhataplığı Hafız Mustafa Ağabeyin getirdiği Gençlik Rehberi ve Asa-yı Musa Mecmuası ile olmuştu. Sonra muhakeme için Afyon’a gelen Üstadımızı, mahkeme çıkışı yoğun kalabalığın içerisinde istikbal edenlerden olmuş ve elini öpme şerefine nailiyet kazanmıştı. “Nasıldı, Üstadı gördüğünüzde durum?” diye sual ettiğimizde şöyle cevap vermişti: “10-12 sefer mahkemeye gittiysem hepsinde Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin yanı başında Hüsrev Üstadı devamlı görürdüm. Köyde de bizim bütün mahallede böyle bir akın oldu. Mahkemeye gittiler. Ya gidip Bediüzzaman’ı görmeli, ziyaret etmeli veyahut Hüsrev Üstadı görmeli. Hüsrev Ağabey denirdi o zaman. Yani Hüsrev Üstad ile Bediüzzaman Hazretlerine sevgi aynı şekilde içerimizde. Sadece biz değil de köyün hali böyle oldu yani.” Kuleönülü Hafız Mustafa Ağabey gidip gelmiş köylerine. Risale-i Nurlardan dersler yapmış onlara. Odanın alabildiğince insan ve daha fazlası Risale-i Nurlardan istifade etmişler. Onların dünyasında keramet değil, hakikat esas olmuş, beklenti Risale-i Nur’un hakikatlerinden ders almak üzerine temerküz etmişti. Bir ifadesinde bu durumu Hafız Mustafa Ağabey üzerinden şöyle özetliyordu merhum: “Biz kerameti filan ne edeceğiz? Biz zaten onların hepsini kerametli gibi biliyoruz. Ondan sonra hepsinin dediklerini kabul ediyoruz. Reddettiğimiz bir nokta yoktu. Tabi Risale-i Nur’dan tam ders almışlar, tam ders veriyorlar.” Son ziyaretinde bir gün ile kaçırmıştı Üstadını. Kapıyı açan Tahiri Ağabey, “Ey keçeli, dün bu saatlerde gelecektin” demişti. “Dün bu saatlerde gelecektin. Üstad Urfa’ya gitti.” O da “Hayrola, bir şey mi var?” dese de “Hemen arabayı hazırlayın, sabahleyin Urfa’ya gideceğiz” demişti Hazret-i Üstad. Merhum Ömer Ağabeyin kulağında çınlayan cümle ise, “Dün sabah gelseydin, Üstadı son görüşün olurdu belki…” İki üç gün sonra gazeteden alacaktı haberi, Risale-i Nurların müellifi büyük Üstad vefat etmişti. Rahmetüllahi Aleyh. Bundan sonra hizmetine Ahmed Husrev Altınbaşak Hazretlerinin yanında devam etti. Çünkü “Biz Hüsrev Üstadı ta 48’den, 50’den bu yana, Üstadın 10 sene daha hayatı boyunca onun vekili ve onun hizmetini yapacağını kanaatimiz var yani…” diyordu, diğer orada bulunanlar gibi. On senedir biz buna zaten kaniiz, diyorlardı. Şek ve şüphemiz yoktur, diye de ilave ederek. Evet, o günlerden kalanlar gün geçtikçe azalıyorlar. Kanat vurup ötelere pervaz ediyorlar. O günleri bizim aynamıza aksettiren bu hayatlar azalırken, elhamdülillah yeni Said’ler boy veriyor. Kapanan kapıların ardından yeni dünyalar açılıyor. Evet, insanlar fani, hizmet baki. Yakında vefat eden Ömer Ağabeyimize Allah’tan rahmet diliyoruz. Rabbim Üstadlarımızla beraber şefaatlerine nail eylesin. Onları görenler olarak Risale-i Nurlardan tam istifadeyle beraber, büyüklerimize omuzdaş olmayı Rabbimizden niyaz ediyoruz. Mekânın cennet olsun Ömer Ağabey!

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan