92. Sayı: "Fütuhât-ı RAMAZAN"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiFütuhât-ı Ramazan
İnsan

Fütûhât-ı Ramazan-1: Orucun Benzersizliği: Kendi’nden Geeçrek Kendi’ne Gelmek Oruç, diğer ibadetlerden pek çok bakımdan ayrılan benzersiz bir ibadettir. Orucun benzersizliği, öyle kolayca geçiştirilecek türden bir özellik değildir. Orucun benzersiz olması ile Allah'ın benzersiz (misilsiz) olması arasında yakîn, derûnî bir irtibat vardır. Şûrâ sûresinin 11. âyet-i celîlesinde Rabbimizin benzersizliği, "O'nun benzeri / misli bir şey yoktur" (Leyse kemislihî şey'un) ifadesiyle dile getirilir. Allah'ın eşi, ortağı, benzeri yoktur. Ramazan orucunun benzersizliği ile Allah'ın benzersizliği arasındaki bu hayatî irtibat, hem "Ramazan" kelimesinde, hem de "oruç / savm, sıyam" kelimesinde kendini gösterir. "Ramazan", Allah'ın (cc) esmasından biridir. Ve Allah'ın "Es-Samed" ism-i şerifiyle aynı anlama gelir: Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah, beslenmekten münezzehtir. Oruç, tek kelimeyle, "tutmak" demektir. Biraz daha deşmek gerekirse, oruç, kişinin kendisini yeme, içme, cinsî münasebet gibi bütün beşerî eylemlerden uzak tutması, tenzih etmesi, dolayısıyla ilâhî mertebelere ulaşması, yakınlaşması anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, oruç, beşerî özellikleri terk etmek, böylelikle ilâhî özelliklerle donanarak Allah'a yaklaşmak ve yükselmek demektir. Nitekim, oruç âyetinin (Bakara-185) hemen ardından gelen 186. âyette Rabbimiz, oruç ibadetiyle birlikte, oruçlunun Rabbine nasıl yakınlaştığını, bu "yakınlık, yakınlaşma" meselesini şöyle izah eder: Kim beni hatırlarsa (anarsa, zikrederse, çağırırsa), beni hatırlayanın hatırlamasını ânında işitir, ona icabet ederim. Meallerin handiyse hepsinin, bu anma, zikir, hatırlama ve çağırma fiillerini, "dua" kelimesiyle karşılayarak, âyetin anlamını tersyüz ettiklerini müşahede ettim. Ayette "dua" sözcüğü kullanılmıyor oysa. Dua sözcüğünden türeyen anma, zikir, hatırlama ve çağrı anlamlarına gelen "da'vet" ve "dâî" sözcükleri kullanılıyor. Burada zikir ve şükür sözcüklerinin anlamları çerçevesinde Allahu Teâlâ, kullarıyla ilişkisine ilişkin bir izahatta bulunuyor: "Kullarımdan sana beni sordukları vakit, (onlara) de ki, ben, kesinlikle onlara yakınım. Beni ananın anmasını (veya zikredenin zikretmesini, ya da "çağıranın çağırmasını") anında işitir ve icabet ederim. O hâlde benim davetime uysunlar ve bana inansınlar; umulur ki 'doğru yolu bulurlar' (yürşidûn)". Burada kastedilen anlam, dua değil, Allah'ın davetine icabet anlamında zikirdir ve zikrinde üç türünden sözedilebilir: Lisanî zikir, kalbî zikir ve bedenî zikir. İşte oruç'ta bu üç zikir de aynı ânda sözkonusudur: Bu durum, hem orucun benzersizliğini, hem de oruçlunun Allah'a, Allah'ın da oruçluya nasıl yaklaştığını ve yakınlaştığını gözler önüne serer. Orucun benzersizliği, çok iyi bilinen ama ne anlama geldiği konusunda pek fazla imal-i fikir edilmeyen şu hadîs-i kudsî'de de açıkça dile getirilir: "Oruç, bana aittir ve orucun mükâfâtını ben vereceğim." "Orucun Allah'a ait olması" ne demek peki? Oruçlunun yeme, içme vesaire gibi beşerî eylemleri terk etmesi, beşerî eylemleri terk etmesi ölçüsünde de ilâhî özelliklere yak/ın/laşması demektir bu. Başka bir ifadeyle, kişinin nefsiyle, beniyle, arzularıyla, hırslarıyla yüzleşmesi, hesaplaşması, beşerüstü bir düzleme yükselmesi; kendinden geçerek kendine gelmesidir. Kişinin kendinden geçmesi; nefsini, nefsânî özelliklerini terk etmesi... açlığı tecrübe ederek, beşerî özelliklerini terk etme ameliyesini tecrübe ederek kendisiyle, eşyayla, diğer insanlarla, varlıklarla yakînen, yani ayne'l-yakîn irtibata geçerek ilme'l-yakîn ve hakka'l-yakîn mertebelerine yalnızca bilfiil değil, bilhal vâsıl olmasıdır; böylelikle nefsini terbiye ve tezkiye ederek, arınmış, aşkınlaşmış, eşyayla, bin bir türlü hallere dûçâr olan insanların hâlleriyle bütünleşmiş olarak kendine gelmesi, kemale ermesidir. Sonuçta, oruçlu kişi, hele de bihakkın oruç tutan kişi, vücudun / varlığın bütün hâllerini, vicdanı ve vecdi aynı ânda tecrübe eder, bizzat yaşar ve aşkın özelliklerle donanarak adeta yeniden doğar hayata. Hasılı kelâm, oruç, kişinin kendine gelebilmesi için, öncelikli olarak kendinden geçmesi gerektiğini öğreten benzersiz bir diriliş ve varoluş yolculuğudur. Bu yolculuğu bihakkın yerine getirme cehdi gösterenlere ne mutlu! Fütûhât-ı Ramazan-2: Ramazan Ok’u Kutlu Kitabımızda "ramazan" ya da "ramazan orucu" gibi isimlendirmeler yapılmaz. Oruç âyetinde doğrudan "Ramazan ayı / şehr-i Ramazan" nitelemesi yapılır. Ramazan ayı, benzersizliğini ve bu benzersizliğinden kaynaklanan "gücünü" sadece oruç tutanlara değil, oruç tutmayanlara da hissettiren, gösteren çok katmanlı bir varoluş iklimidir. Bu açıdan Ramazan ayının bahşettiği iklimi ve havayı, oruç tutan-tutmayan, inanan-inanmayan herkes farklı ölçülerde de olsa bizatihî solur, yaşar, tecrübe eder. Bu ayın gelişi de, gidişi de, etkisini belirgin bir şekilde herkese hissettirir. Bu iklimin tıpkı her iklim gibi bir başı ve sonu var; bu iklimde yapılan oruç tutma amelinin de bir başı ve sonu var. Ama bu kutlu ayda görünüş itibariyle bir başı, başlangıcı olsa da, gerçekte sonu olmayan bambaşka bir fenomenle karşı karşıyayız: Bu fenomen, bu kutlu ayın kanatlandırıcı bir yolculuk ayı, bir keşf, bir varoluş, bir diriliş, kısacası, bir mükâşefe yolculuğu mevsimi olmasıdır: İnsanoğlunun dünyadaki ömrü boyunca süren, hatta öldükten sonra da başka merhaleler kazanarak devam eden, Ramazan ayını benzersiz kılan belki de en önemli özelliklerinden biri işte bu çok katmanlı, çok boyutlu, çok sonuçlu yolculuk: Bu dünya hayatı boyunca bitmeyen, sonraki hayatımızda da sürgit devam eden bir yolculuk... İnsan, Ramazan ayının başlamasıyla birlikte adeta bir beyaz ata biner ve bu beyaz atla tarifsiz haritalar çizer, tarifi imkânsız varoluş ve diriliş coğrafyalarında, varediş ve varkılış kıtalarında, varlığın, hakikatin ve varoluşun mânâ sırlarında ve sınırlarında dolaşır, derûnî bir keşf ve mükâşefe yolculuğuna çıkar. Ramazan orucuyla birlikte beyaz atlar kişner; beyaz atlı akıncı, benini, bedenini, bencilliğini ayaklar altına alarak atlar atına; arınmış, kendini aşmış, hayali sınır tanımayan ufuklara kadar uzanan bir cihada koyulur: Nefsiyle mücahedeye, mücadeleye... Büyük cihada doğru kanat çırpar: Yayını hazırlar, okunu kuşanır. Nefes nefese mücadele eder nefsiyle. Nefes nefese hazırlanır okunu atmaya. Ramazan, ok atma mevsimidir aslında. Kişinin at sırtında, heyecanından kişneyen, oraya buraya koşturan, şaha kalkan beyaz atıyla, nefs putunu ve nefsinin putlaştırdıklarını okunun hedefine yerleştirdiği, bu putları birer birer devirdiği bir nefsiyle yarış mevsimi ve şölenidir Ramazan. Ramazan ayı, ok yarışları talimi ve temrini yaptıran bir aydır adeta. Ramazan'da yalnızca talim veya temrin yapılmaz. Bunların meyveleri de devşirilir. Ramazan'da oklar rengarenk ve çeşit çeşittir. Herkesin oku, aynı hedeflere ulaşamaz elbette ki. Herkesin oku da, yayı da, kendine göredir... Sözgelişi, avamın oku, sadece görünür yerlere düşer. Çünkü avamın orucu yalnızca görünür, geçici zevklerin, hazların izini sürer. Ve avam orucu tutan, sadece beden orucu tutar. Yeme, içme ve cinsel münasebetten uzak durmakla yetinir yalnızca. Burada avam orucu derken, oruca hakettiği değeri, önemi ve yeri vermeyen kişilerin oruçlarından sözediyorum. İnsanı oldurmaya, nefsiyle mücadelesinde belli bir mesafe aldırmaya çalışır bu oruç ve oku. İkinci oruç güzergâhı, havas orucu yolculuğudur: Dil'ini tutarak tutar orucunu havas. Havas orucu tutanın oku, fizik sınırları aşar, semada bir kavis çizerek hedefine ulaşır. Havas orucunun oku, insanı olgunlaştıracak hedefleri vurur. Üçüncü oruç, havassü'l-havass'ın kalp orucudur: Gözün göremediği coğrafyalara ulaşır havass'ül-havass'ın kalp orucunun tastamam mükaşefeye / çift yönlü keşfe dönüşen oku. Bu ok, hedefi döven bir ok değildir aslında; hedefi okutan bir oktur: Kalp orucunun oku, ilâhî olan'la buluşturacak derûnî bir semâvî yolculuğa çıkartır kişiyi. Herkesin nefesince, nefesi yettiğince gerilir yay ve zamanın ufkunu aşması hedeflenen bir derin nefesle atılır ok. Ayette, "attığın zaman sen atmadın, Allah attı" hükmü ilâhisinin türlü şekillerde tecellisi sanki bu Ramazan okunun atılmasıyla gerçeğe dönüşür. Fütûhât-ı Ramazan-3: Kabuktan Öze Hicret Cins Fransız düşünürü Michel Foucault, Fransız olmanın nasıl bir şey olduğunu, Fransa'yı hakkıyla sevebilmenin nasıl mümkün olabileceğini bize fena hâlde ters gelebilecek, her şeyi ters yüz eden ters bir işlemle test eder: Bir işe "Fransa'dan, Fransız olmaktan nefret ederek" başlamak... Müslüman bir mütefekkir, bu cümleyi daha bilgece kurar. Ama her ne sûretle olursa olsun, Foucault, burada biraz şiddet yüklü bir dille de olsa insanın varoluş meselesini ve varoluş serüvenini idrak edebilme sürecinde hayatî bir meseleye dikkat çeker: Mesafe ile meselesizlik meselesine. Mesafesizlik, meselesizliğin göstergesidir. Mesele sahibi olan insanlar, ontolojik mesafe fikrini her zaman özenle korurlar. Peki, böylesine tedirgin edici bir şeye neden ihtiyaç duymuş olabilir Foucault? Elbette ki, Fransa'yı ve Fransız olmayı çok sevebilmek, özümseyebilmek, içselleştirebilmek için. Dolayısıyla Fransa'yı ve Fransız olmayı daha iyi anlayabilmek gâyesiyle Fransa'ya ve Fransız olmaya Fransızlaşmak / uzak durmak gerektiğini fark ettiği için. Bir şeyi tam olarak anlayabilmek için, o şeye uzak durmak, mesafe koymak, dolayısıyla o şeyi bambaşka "yerlerden", bambaşka açılardan, bambaşka duyargalardan görebilecek, hissedebilecek, duyumsayabilecek bir yere çekilerek o şeyi görmek, tecrübe etmek veya yaşamak gerekiyor. Bir şeyi anlayabilmek için araya mesafenin konulmasının nedeni, son kertede mesafenin yok edilmesi, ortadan kaldırılması, o şeyle doğrudan, dolaysız irtibata, ilişkiye geçebilmenin sağlanabilmesi içindir. Araya mesafenin konulması, bizatihî mesafenin tecrübe edilmesi yoluyla mesafenin kendisinin aradan çekilebilmesini, ortadan kaldırılmasını amaçlar. Mesafe, ayna tutar bize, kendimize ve hayata. O aynaya baktığımız zaman, ben'imizi, kendimizi, hayatı daha belirgin olarak okuyabiliriz. İşte ramazan, ben'imizin önüne büyük bir irade duvarı örerek benimizden uzaklaştırır ve benimizden uzaklaştırarak benliğimize, hayatın gerçek yüzüne daha derinden yaklaştırır bizi. Bizi, yeme, içme gibi her gün olağan bir şekilde yaptığımız şeylerden uzaklaştırarak, bizi hem kendimize, hem yeme içmenin doğasına, hem de yiyip içenlerin ve yoksulların hâllerine, kısacası varlığa ve hakikate yakınlaştırır. Ne muazzam bir eğitim mevsimi bu böyle! İnsanı kendinden uzaklaştırarak kendine ve başkalarının kendilerine yaklaştırıyor ve yakınlaştırıyor. Hicret bu işte! Asıl hicret bu: Görünüş'ten gerçek'e, sûret'ten hakikat'e, lafız'dan mânâ'ya, sahte'den sahici'ye... İnsanı zulumâta (karanlıklara, kötülüklere) sürükleyen şeytan'dan, insanı nur'a / aydınlığa, apaydınlığa çağıran Alemlerin Rabbi'ne yöneliş. Kişinin benliğinden özüne, bencilliğinden ruhuna yürüyüşü... Dış dünyadan iç dünyaya hicreti... Zâhir'den bâtın'a, kabuk'tan öz'e, kenardan merkeze yolculuğu... Ramazan ayında bu hicret / keşfedilmemiş kıtaları keşif yolcuğu, letafeti, lezazeti, nefaseti bakımından farklı görünümler arzeder. Yalnızca bütün bir ramazan ayına değil, sadece bir günlük oruca yakından baktığımız zaman da idrak edebiliriz bunu. Oruca niyetlendiği andan itibaren benini, bencilliğini, bütün zaaflarını, şeytanın emirlerini, iğvalarını kontrol altına almaya başlar oruçlu: Orucun her ânı hayatın daha önce görmediği bir boyutunu, rengini, kokusunu tecrübe ettirir insana: İnsan hayatın bütün renklerini ve derinliklerini, sırlarını ve sınırlarını, kendi imkânlarını ve ufuklarını ilk kez oruçluyken fark eder, idrak eder bihakkın. İnsan, nefsini gemler, kontrol altına alır oruçluyken; nefsinin esaretinden kurtulur... Oruç tutmadan önce nefsi kendisine emreden insan, oruçla birlikte bizzat nefsine emretmeye, nefsinin ötesinde uzanan dünyaları tecrübe etmeye, bilinmeyen, keşfedilmemiş kıtaları keşfe koyulur... Önce, vücud / varlık, sonra vicdan aşamasına, sonra da vecd aşamasına ulaşmaya çalışır. Yalnızca hakikati bütün derinliğiyle, renkleriyle ve boyutlarıyla keşfe koyulacak insanın inşasının değil, aynı zamanda, o insanın yansıması olan site'nin / medine'nin ve medeniyetin inşasının da varoluş aşamalarını oluşturur bu vücud, vicdan ve vecd hâlleri. İşte Ramazan ayı, aynı ânda hem insana, hem de "site"ye bu üç hâli armağan eden, böylelikle insanın dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya doğru gerçekleştirdiği keşfedilmemiş kıtaların keşfini mümkün kılan yüce ve benzersiz bir hakikate hicret ayıdır. Fütûhât-ı  Ramazan- 4: "Kur'ân" Olarak Ramazan Ramazan ayını da, orucu da benzersiz kılan en önemli fenomen, "Kur'ân'ın bu ayda vahyedilmiş ve Kur'ân ayı" olmasıdır. Parantez içine aldığım yancümlenin "tamcümle"ye dönüştürülemeye ihtiyacı var: Ramazan'ın önemli olması, Kur'ân'ın Ramazan ayında nazil edilmesinden çok, Kur'ân'ın bu ayda hayata geçiriliyor olmasıdır. Hatta Ramazan'ın önemi, "Kur'ân" olmasıdır. Peki ne demek Ramazan'ın Kur'ân olması? * * * Ülkemizde de, diğer müslüman coğrafyalarda da, Ramazan ayının Kur'ân ayı olduğu özellikle vurgulanır. Ama Kur'ân ayı'nın da, Kur'ân'ın da ne demek olduğu, en önemlisi de Kur'ân'ın neden münhasıran bu ayda nâzil olduğu pek konuşulmaz. Önümüzde çok esaslı ve hayatî bir mesele var: Ramazan ayına da, oruca da, Kur'ân'a da, bizzat Kur'ân'ın kendi diliyle yani tefekkür ederek, tefakkuh ederek, taakkul ederek, tedebbür ederek ve tezekkür ederek yaklaşmayı bütünüyle terketmiş, bu meseleleri avama ya da özellikle televizyonlardaki reyting canavarına dönüştürülen tele-teologların avamî, sığ dillerinin insafına bırakmış durumdayız. O yüzden olsa gerek, Ramazan ayının önemi, Kur'ân'ın indirildiği bir ay olmasında gizlidir, deniyor. Önüne gelen böyle kuruyor cümleyi ama acaba öyle mi? Meseleye böyle baktığımız içindir ki, Ramazan'ın hakîkî mahiyetini ve değerini de, Kur'ân'ın anlamını, hayatımızdaki olması ve alması gereken merkezî yeri de hakkıyla idrak edemiyoruz. Ramazan ayının önemi, Kur'ân'ın sadece ve sadece Ramazan'da indirilebileceği, Ramazan'da indirildiği zaman, anlamlı olabileceği gerçeğidir. Yani Ramazan, önemini, Kur'ân'ın Ramazan'da nazil olmasından ziyade, Kur'ân'ın nasıl hayata geçirileceğini bizzat ortaya koyan bir vasat ve vasıta olmasından ve sunmasından alıyor. O yüzden, Ramazan anlaşılmadan Kur'ân anlaşılamaz, diyorum. Çünkü Ramazan usuldür; Kur'ân ise asıl. Usûl olmadan, asıl anlaşılamaz. Ramazan'ın önemi, asıl'ın nasıl hayata geçirileceğinin usûl'ünü bizzat gözler önüne seriyor olmasında gizlidir. İyi de görebiliyor muyuz bunu? Maalesef hayır. Eğer Kur'ân'ı anlamakta zorlanıyorsak, bunun nedeni, Ramazan'ı anlayamayışımız, Ramazan üzerinde bihakkın kafa yormayışımızdır. Çok esaslı bir noktaya dikkat çekiyorum: Meselemiz elbette Kur'ân'ın anlaşılması, hayatımıza aktarılması ve Sünnet'e gidebilmektir. İyi de nasıl? Cevabını veremediğimiz soru bu, birkaç yüzyıldır. Benim cevabım: "Ümmileşerek"... Çağın en dibinden en dışına, ötesine, çağlar ötesine uzanarak: Yani Ramazan ayıyla buluşarak ve Ramazan orucuyla kuşanarak. Kur'ân'ın Ramazan ayında vahyedilmiş olması elbette ki, Ramazan'a bambaşka bir önem kazandırıyor. Ama bundan daha önemli olan şey, Ramazan'ın Kur'ân'ın anlaşılması ve uygulanmasına kattığı benzersiz imkân, derinlik, oluş, varoluş ve varkılış hâli. Ramazan'da insan, oruç vasıtasıyla dünyadan, dünyevî olan'dan kendine, kendi benine, bedenine ve ruhuna açılıyor; orada ilâhî güçle buluşuyor; diriliyor; kendine geliyor: İnsan oluyor; nefsine teslim olmak yerine nefsini teslim almayı başarıyor. Kur'ân, toplanan / toplayan, bir aya gelen / getiren, demek. Kur'ân, aynı zamanda "okumak"la da irtibatlı bir kelime. "Okumak", anlamanın, idrak etmenin, yani parçaları, birbiriyle ilgisiz olguları, durumları bir araya getirmenin bir başka adı. Burada Kur'ân'ın iki anlamına ulaşıyoruz: (Okuyarak) Anlamak ve Topla/n/mak. İşte Ramazan ayı, hakikatin (eşyanın hakikatinin, Tanrı'nın hakikatinin, tabiatın renklerinin, kokularının hakikatinin, açlığın, yoksulluğun, zenginliğin hakikatinin) anlaşılması için, bizzat bu hakikatlerin tabiatlarıyla buluşulduğu, kendileriyle hemhal olunduğu, kendilerinin tecrübe edildiği, kısacası, ilâhî olan'la beşerî olan'ın buluştuğu, Yaratıcı'nın bu varoluş, varediş, varkılış diliyle bize kendimizin ve eşyanın tabiatını öğrettiği, sonuçta, insanın ilâhî olan'a ulaştığı, ilâhî olan'ın kendi sözünün / Kur'ân'ın da bizzat insana lutfedildiği, ihsan edildiği; o vahyedilen kitapta anlatılanın bizzat tecrübe edilerek fark ve idrak edilip hayat haline getirildiği benzersiz bir ve "okuma" ve idrak, toplanma ve toparlanma zamanı ve mekânı sunuyor hepimize. Fütûhât-ı Ramazan-5: Ramazan Medeniyeti Şiiri Ramazan, hangi dinden, inançtan, felsefeden veya dünyadan olursa olsun insanlar başta olmak üzere, bütün varlıkların kendilerini bulabildikleri, kendileri olabildikleri, kendilerini sunabildikleri, birbirleriyle buluşup engin konuşmalara dalabildikleri eşsiz bir mevsim. Ramazan, bu özelliğini, İslâm'ın özü ve özeti bir mevsim olmasına borçlu. Ramazan'da İslâm'ın Müslümanlardan talep ettiği bütün ilkeler hayat buluyor. Dolayısıyla Ramazan'da İslâm'ın özetlenmesi, olağan bir iş'le, olağanüstü bir işlem'e dönüşüyor. Bu, özetlerken özü özümsemenin kazandırdığı bir özellik. Fenomenolojinin izah edebileceği olağanüstü bir durum: Yaşanan tecrübeyi olağanüstü kılan fenomen, doğrundan oruç üzerinde yoğunlaşılıyor olmasıdır: Bir ibadet üzerinden İslâm'ın insandan talep ettiği bütün emirler, ilkeler, tasavvurlar, tahayyüller eş zamanlı olarak harekete ve hayata geçiriliyor. Oruç tutmakla sadece oruç tutmuş olmuyoruz; orucun bizi tutmasına, tutup kaldırmasına, başka bir düzleme taşımasına da tanıklık etmiş oluyoruz: Böylelikle varlığa, topluma, tabiata ve hakikate dâir bütün bir anlam haritasını ve anlamlandırma pratiklerini de aynı ânda hayata ve harekete geçirmiş oluyoruz. Ramazan'ın en önemli özelliği, insanı bütün tabiatlarla ve bütün hakikatlerle buluşturuyor olmasıdır. Yine fenomenolojinin izah edebileceği bir harikulâdelik de burada gizli. İnsan, Ramazan'da oruç tutarken hem bizzat tabiatı tecrübe ederek keşfediyor; hava'nın, su'yun, gece'nin gündüz'ün rengini, kokusunu, dokusunu bilfiil soluyor. Ramazan orucu, bir ay boyunca tabiatla kurduğumuz ilişkiyi altüst ediyor ve tabiatla doğrudan, yaşayarak, organik bir ilişki kurmamıza imkân tanıyor. Böylelikle hem tabiatın keşfedilmemiş kıtalarını, bizzat hava'yı, eşyayı bambaşka bir hâlet-i ruhiye ile soluyarak keşfedebilme imkânına kavuşuyoruz; hem de eşyanın hakîkatini ve insanın kendi hakîkatini -zaaflarını ve erdemlerini- keşfetmesi sürecini bilfiil yaşıyoruz. Özetle aç kalmak gibi olağan, sıradan, alelade bir iş'le; tabiatla, kâinât'la, Yaratıcı ile, diğer varlıklarla ve bizzat eşyanın kendisiyle topyekûn olağanüstü, fevkalade bir ilişki kuruyoruz. Ramazanda insan, insan olarak kendisini keşfediyor, dolayısıyla kâinât'la, Yaratıcı'yla, diğer varlıklarla, tabiatla bütünleşerek kendisini aşabilmenin yollarını da fethediyor bizzat. Fethin, bir açılma eylemi, kapıların, gönüllerin ve zihinlerin açılması fiili olduğunu düşünecek olursak, insan, Ramazan'da her şeyden önce bizzat kendisini tecrübe ediyor, varoluşunu yaşıyor adım adım, an be ân, aç durarak pür dikkat tabiatın sesine kulak kesilerek: Tabiatı dinliyor... havasını suyunu, rengini, kokusunu, dokusunu başka türlü soluyarak, yaşayarak, tecrübe ederek bütün yönleriyle tabiatı. Sonuç itibariyle, ramazan bir varoluş mevsimidir; insanın varlığın, hakîkatin, tabiatın ve Tanrı'nın varlığını bizzat tecrübe ederek hissettiği bir varoluş mevsimi. Varoluş, dinin insanla birlikte varolması sürecidir: Bu, mekke sürecine denk gelir: Bütün varlıkların ve hakîkatin şuuruna erme sürecine gir/diril/en insan tipi inşa edilir bu süreçte. Bu süreçte, insana müdahâle eden ve insanın özümsediği şuur, İlâhî Şuur'dur. Ramazan aynı zamanda bir varediş mevsimidir. Varediş mevsimi, medîne süreci'ne denk gelir: Medine sürecini hayata geçiren şuur, Peygamberî Şuur'dur. Peygamberî Şuur'la, önceden kendilerine her türlü işkence ve hakareti reva gören müşrik, Yahudi ve Hıristiyan topluluklarla her şeye silbaştan başlanıldığını haber veren bir Sözleşme yapılır: Mekke süreci nasıl varlığı harekete geçirmişse, Medîne süreci de vicdan'ı harekete geçirir. Ve nihâyet Ramazan, bir varkılış mevsimidir. Varkılış mevsimi, Medeniyet Süreci'ne denk gelir: Medeniyet sürecini hayata geçiren şuur, İlâhî Şuur'la Donanmış, Peygamberî Şuur'la yoğrulmuş Beşerî Şuur'dur. İnsan, Hayat ve Tabiat işte bundan sonra vecd'e gelir, coşar, taşar ve kendini aşar. İşte şiir budur; ilâhî olan'a kadar açılabilme imkânı sunan şuurun kazandırdığı bir fevkalade söz. Özün sözü'nün, söz'ün özünü özümsediği bir üst-şuur hâli. Şiarın şuura, şuurun şiire dönüştüğü varoluş, varediş ve varkılış tecrübelerini aynı ânda yaşadığımız; barışı, huzuru, keşfi, fethi, dayanışmayı, kardeşliği ve eşyanın bütün hâllerini idrak ve bu hallere iştirak edebildiğimiz; insanın kendisini, vicdanı, vecd'i keşfettiği ve fethettiği tek mevsim olan Ramazan medeniyeti mevsimini bihakkın idrak edenlere ve ona iştirak edenlere selâm olsun.

Yusuf KAPLAN 01 Temmuz
Konu resmiNüzulünden Osmanlı'ya Kur'an Nüshaları
Tarih

Bilindiği gibi Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimize 610 yılında Kadir Gecesi indirilmeye başlanmıştır. Hz. Peygamber, 23 sene zarfında inzal buyrulan âyetleri vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Peygamber Efendimiz ahirete intikal ettiklerinde, Kur’ân-ı Kerîm yazılı metin halinde bulunmaktaydı. Bilindiği gibi, Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminde Zeyd b. Sâbit başkanlığında Sahâbî Efendilerimizden müteşekkil bir heyet tarafından, dağınık halde bulunan sahifeler, titiz bir çalışmayla “Mushaf” haline getirilmiştir. Bu ana nüsha, daima halife yanında muhafaza edilmiştir. Hz. Osman zamanında genişleyen İslâm coğrafyasının önemli şehirlerine gönderilmek üzere bu ana Mushaf’tan -bir rivayete göre- altı adet çoğaltılarak yollanmıştır. Bu Mushaflarda yazı estetiğinden ziyade, metnin olabildiğince doğru tespitinin amaçlandığı görülür. Filhakika o zamanlar Arap yazısı imlâ olarak da yeni yeni gelişmekte idi. İslâm yazısında estetik çalışmaların Abbasiler döneminde başladığı bilinmektedir. Hattat İbn Mukle peşinden İbn Bevvab ve XIII. asırda Yakut el-Mustasımî elinde yazı mükemmel bir hale gelmiştir. Abbasiler döneminde, özellikle Hattat Yâkut el-Mustasımî elinde, Kur'ân yazımında farklı bir tasarım karşımıza çıkmaktadır. İslam yazısının farklı çeşitleri aynı sahifede kullanıldığını görmekteyiz.  Aynı sahifede Muhakkak, Reyhanî ve Nesih hatla yazılmış Kur’ân nüshaları, bu dönem özelliğini göstermektedir. Özellikle Safeviler döneminde Mushaflar çok güzel tezyin edilmişlerdir. Bu dönemde bazı Mushafların yazımında mübalağa derecesinde özen gösterildiği görülmektedir. Bütün Mushaf’ın zerendud olarak yazıldığı örnekler, bu dönemde az değildir. Zerendud olarak yazılan Mushafların kiminde, harflerin etrafının siyahla tahrir edildiği de olmuştur. Mushaf yazımında önemli bir merhale Osmanlı dönemidir. İslam yazısı, Osmanlı döneminde yeni bir merhaleye girdiği gibi, Mushaf yazımında da yeni bir dönem başlamıştır. Sultan II. Bâyezid döneminde, Sultanın da desteği ile Hattat Şeyh Hamdullah Aklâm-ı Sitte’ye yeni bir üslup kazandırmış;  Sülüs ve Nesih yazı tatlı bir şiveye bürünmüştür. Daha önceleri Muhakkak ve Reyhâni yazı ile yazılan Mushaflarda artık nesih yazı kullanılır olmuştur. Sahifelerde farklı hatların kullanılması da terk edilmiştir. Hattat Şeyh Hamdullah’tan sonra Osmanlı yazı sanatında ikinci merhale Hâfız Osman Efendi’dir. Hâfız Osman Efendi de, Şeyh’in bir mütemmimi olarak ortaya çıkmıştır. Yazmış olduğu Mushaflarla yaşadığı asırdan ziyade, 20. asırda daha çok şöhret kazanmıştır. Osmanlı’da özellikle XIX. asırda gelişen hat sanatına müvazi olarak Mushaf yazımında da büyük gelişmenin olduğu görülür. Özellikle hâfızlar için ezberlemede büyük kolaylık sağlayan âyet berkenar mushafların yazımı bu asırda başlamıştır. Kayışzâde Hafız Osman Efendi ile başlayan âyet berkenar Mushaf yazımı daha sonra gelişmiştir. Bu dönemde Kazasker Mustafa İzzet, Mehmed Şefik Bey, Mehmed Şevki Efendi, Galatalı Mehmed Nâili Efendi’nin yazdığı Mushaflar, Mushaf yazımının güzel örnekleridir. Ayet berkenar Mushaflardan yola çıkarak Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yazıdan öte bir özelliğin yani Tevafukun ortaya çıkması için yazdırdığı Kur'ân da bu asrın en önemli faaliyetidir. Yazı olarak, okunuşu en kolay hat, fakat Allah lafızlarının bütün Kur'ân’da birbirine denk gelmesi gibi harika bir özellik de Kur'ân’ın mucize oluşuna önemli bir nazar kazandırmıştır. Bu da Ahmed Husrev Altınbaşak Hazretlerine nasip olmuştur.

Mustafa YILMAZ 01 Temmuz
Konu resmiHoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan
SağlıkKültür ve Medeniyet

Kıymetli Mekteb-i İrfan sakinleri! Öyle bir aya dâhil olduk ki, içerisinde bin aydan daha hayırlı bir gecenin ve bizim için bin ay kadar uhrevi netice verecek bir zaman diliminin bulunduğunu, Rabbimiz Kur'ân’da “Kadir Gecesi, bin aydan daha hayırlıdır” beyanıyla haber vermektedir. Peygamber Efendimiz (sav) de, “Ramazan ayına yetiştiği halde -değerini bilmeden- Ramazan ayını çıkaran ve mağfiret olunmayan kişinin iki yakası bir araya gelmesin (burnu üzerinde sürünsün). (Buhari, Birru'l-Valideyn) buyurarak nasıl bir nimete vasıl olduğumuzun altını çizmektedir. Bir başka müjdelerinde ise Efendimiz (sav), “Ramazan ayı girince Cennet kapıları açılır, Cehennemin kapıları kapanır ve merede-i şeyâtîn zincire vurulur.” (Buhari, Savm, 5) buyurmaktadır. Bütün bu kudsi beyanlar, bizlere, içerisinde bulunduğumuz nimetin farkında olarak azami derecede istifade etmemiz gereğinin altını çiziyor ve “Haydi çalışınız!” diyor. Rabbimiz, hepimizi bu güzel zamanlardan istifade edenlerden eylesin. Âmin. Dünyaya bir daha mı geleceğiz? Gözü sadece dünyayı görenlerin bize de fayda sağlayacak bir ifadesi var: “Dünyaya bir daha mı geleceksin!” Dönüşü ve sonrası olmayan bir yolculuk anlayışının ürünü olan bu sözü, biz Allah’a ve ahirete inanalar kendimize soralım: “Dünyaya bir daha mı geleceksin!” Hayır! Öldükten sonra dünyaya dönüş yok. Fakat hesap var. Mizan var. Cennet, Cehennem var. Ahiret var. Allah var. Madem dünyaya geri gelmeyeceğiz. Madem yaptıklarımızın hesabı sorulacak. O zaman, içinde bulunduğumuz ve dünyevi-uhrevi kazanç için önemli olan şu zamanların kıymetini bilmeliyiz. Ehl-i dünyanın felsefeleri bakış açısıyla netice olarak “O zaman yiyip içmene, eğlenmene bak” sözlerine karşılık bizler nefsimize; “Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a‘mâl (amellerin sevabı) bire bindir. Kur’ân-ı Hakim’in nass-ı hadis (hadisin hükmü) ile her bir harfinin on sevabı var, on hasene (sevab) sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte her bir harfin, on değil bin, (...) Leyle-i Kadir’de otuz bin hasene sayılır. Evet her bir harfi otuz bin baki (ölümsüz) meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm öyle bir nurani şecere-i Tuba (Tuba ağacı) hükmüne geçiyor ki milyonlarla o baki meyveleri Ramazan-ı Şerifte müminlere kazandırır. İşte gel bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki; bu hurufatın (harflerin) kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette (zararda) olduğunu anla. (...) Evet, bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını (meyvelerini) kazandırabilir.” (Mektûbât, 29. Mektûb, 251-252) farkında mısın, demeliyiz. Madem ömür bir sermayedir ve her gün tükenip gitmektedir; o zaman geliniz, şu mübarek günleri bu aya mahsus ibadetlerle geçirelim. Hepimiz, hepimize dualarımızla yardım edelim. Şunu bilelim ki istemesini bilene “Allah’ın yardımı yakındır”. Kıymetli okuyucularımız! İrfan Mektebi ailesi olarak sizler için hazırladığımız çalışmalardan istifadenizi diler, Ramazan-ı Şerifinizi en kalbi duygularımızla tebrik ederiz. Rabbim dualarınızI makbul, sayinizi meşkûr eylesin.AC

Metin UÇAR 01 Temmuz
Konu resmiÜstâd Bediüzzaman'ın Risaleleri Sadeleştirmeye İzni Var mı?
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri’nin Ka­s­­­­­tamonu Lahikasındaki bir mek­­tubunda yer alan; “Yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe’nin farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimât-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risâle-i Nûr yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshîlât olmak için bazı ta’birâtı değiştirirseniz, iyi olur.”(1) ifadeleri, ilk okunuşta sanki Risale-i Nur Külliyatı’nın sadeleştirilmesi için Hazret-i Üstâd izin vermiş gibi anlaşılabilmektedir. Fakat işin aslı göründüğü gibi değildir. Çünkü evvelâ, mektubda bahsedilen  işlem ge­nel anlamda bir sadeleştirme değildir. Ve birkaç yönden hususi bir uygulamadır. Şöyle ki: Sadeleştirme, bir kitabın dilinin ve üslubunun ağırlığı sebebiyle yeniden ele alınarak bütün cümlelerinin ve kelimelerinin yeniden yapılandırılmasıdır. Yani kitap baştan sona elden geçmekte ve günümüz ifadeleriyle, cümle ve kelime yapılarıyla yeni bir görünüme kavuşmaktadır. Bu yönden sadeleştirme işleminde, adeta hiçbir sınır yoktur. Lafızlar bir yana, manaların dahi çok değişikliklere uğraması kaçınılmazdır. Peki, Hazret-i Üstâd’ın yukarıdaki ifadelerinde böyle bir sadeleştirmeden mi bahsedilmektedir? Elbette hayır! Çünkü yapılacak işlem için açık bir sınır çizilmiş ve asgarî bir tasarruftan bahsedilmiştir. O da “Bazı kelimât-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz.” ifadesiyle anlatılmıştır. Yani cümlelere dokunulmayacak yalnızca gençlerin anlamakta zorlanacağı bazı Arabî kelimelerin yerlerine Türkçe karşılıkları yazılacaktır. Dolayısıyla metnin ana yapısı korunacak olan bir iş söz konusudur. Burada ikinci bir sual daha önem kazanmaktadır. Peki, bütün Nur Külliyatı’nda geçen Arabî kelimelerin bu şekilde değiştirilmesine Üstâd’ın bu ifadelerinden bir izin çıkar mı? Buna da verilecek cevap hayırdır. Çünkü Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin buradaki müsaadesi birkaç cihetle hususidir. Birincisi: Sadece o mektubda isimleri sayılan beş risale içindir. Ki o risaleler Asa-yı Musa Mecmuası’ndaki hüccet-i imaniyelerden ilk beşidir. (Âyetü’l-Kübrâ, Lâ Şerike leh bahsi, Tabiat Risalesi, Adl İsmi ve Hakem İsmi…) İkincisi: Lise talebeleri için hazırlanmış hususi bir çalışmaya münhasırdır. Üçüncüsü: Latinceye ilk defa yapılan cüz’î bir çeviri içindir. Yani aslı Kur’ân harfleriyle –diğer bir tabirle Osmanlıca olarak- yazılmış olan Risale-i Nur Külliyatı’nda değil, Latin Harfleri’yle hem de daktilo ile yazılan ve matbaada basılmayacak olan yalnız birkaç risale içindir. Aynı mevzuyla alakadar diğer bir mektubda geçen şu ifadeler bunu açıkça gösteriyor: “Matbaacılara lüzum yok. Hem mesleğimize muhâlif (zıt) yeni hurûfa (yeni harflere), Risale-i Nûr’un bir nevi müsaadesi hükmüne geçtiği için, lâzım değil. Sizler, el makinesiyle (daktiloyla) yazdığınız miktar yeter.”(2) Dördüncüsü: Bizzat eserin müellifi Üstâd Bediüzzaman tarafından yapılan ve o gün için müsaade ettiği bir çalışmayla sınırlıdır. Görüldüğü gibi; yapılan işlem bir sadeleştirme değil ki sadeleştirilmeye bir fetva olsun! Hem umumî değil ki umum Nur Külliyatı’na tatbik edilebilsin! Bununla birlikte Bediüzzaman Hazretleri’nin, Risale-i Nur üzerinde şerh ve izah dışında hiçbir tasarrufa rızası olmadığına dair pek çok beyanları sâdır olmuştur. Hayatta iken, kendisine yapılan sadeleştirme tekliflerini kabul etmemiştir. Çünkü Risale-i Nur sıradan bir roman, hikâye, ya da basit bir ilmî çalışma değildir. Kur’ân’ın bu güne kadar yazılan en harika mânevî bir tefsiridir. Kelâm ilminde asırlardır beklenen tecdidi/yenilenmeyi gerçekleştirmiş bir akaid ve kelâm ilmidir. En yüksek bir marifetullah dersidir. Üstelik ilhâmen yazılmış bir şaheserdir. Müellifi olan Üstâd Bediüzzaman Hazretleri dahi, “Ben dahi böyle bir eseri kendi fikir ve ilmimle yapamam”(3) diye itiraf etmektedir. Böyle ilhamî bir şaheserin sadeleştirme adı altında dönüştürülmesine nasıl izin verilebilir? Hususan, kasden fakirleştirilmiş günümüz Türkçesi’yle yapılacak bir sadeleştirmenin, Risale-i Nur gibi bir şahesere büyük zararlar vereceği muhakkaktır. Pek çok kıymetli manalar uçar, yanlışlar girer, edebi zenginliği söner; müellifin üsluba yansıyan ihlâsı ve orijinalinden gelen kuvvetli tesir zedelenir. Yukarıda geçtiği gibi, Üstâd Hazretleri risalelerin şerh ve izah edilmesine izin verirken, bunun dışında bir şeye rızası olmadığına 29. Mektubun 6. Kısmında şöyle işaret etmiştir: “Bu dürûs-u Kur’âniyenin (Kur’ân derslerinin) dairesi içinde olanlar, allâme (büyük âlim) ve müctehidler de olsalar, vazifeleri ulûm-u imaniye (iman ilimleri) cihetinde yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.”(4) Şerhin manası ise, ilmî bir kitabın cümlelerinin birer birer ele alınıp izah edilmesidir. Cümle aynen yazılacak ve altına ne manaya geldiğinin açıklaması yapılacaktır. Bu ise hiçbir zaman o risalenin yerine geçmeyeceği ve -doğrusuyla yanlışıyla- yalnız şerh edeni bağlayacağı ve orijinal cümle de orada yer alacağı için eserin aslına zarar veremeyeceği açıktır. Şerh yolu her zaman mümkün, hem en zararsız, hem de insanların asıl muhtaç olduğu çalışma şekli iken “sadeleştirme” üzerinde ısrar etmeyi iyi niyetle izah etmek zordur. Böylelerin yaklaşımları, aynen İmam-ı Azam Ebû Hanife Hazretleri’nin “Fâtiha’nın aslını bilmeyenlerin ve İslâm diyarına uzakta yaşayanların Farsçasını okuyabileceklerine” dair fetvasını namaz, ezan ve her türlü ibadetin Türkçe olarak yapılabileceği manasına çekenlerin yaptığına benzemektedir. Bu saptırma kıyas yoluyla, Türkiye’de ezan ve kamet -1932’den 50’ye kadar 18 sene boyunca- Türkçe olarak okutulmuş ve insanlar günde beş defa ezanın ruhları doyuran mübarek kelimatını işitmekten mahrum edilmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri’nin 29. Mektub’un 7. Kısmı’nda beş yönden hususi olduğunu ve Türkçe’ye ve başka dillere genişletilemeyeceğini ispat ettiği İmam-ı Azam’ın fetvasını o gün hususilikten çıkarmaya çalışanlar gibi, bu gün de birkaç Risale için verilen hususi bir tasarrufu sadeleştirme manasına çekip umum külliyata tatbik edilebileceğini düşünenler, benzer bir kıyas hatasını yapmaktadırlar. Son olarak: Risale-i Nur, bu milletin yalnız imanını değil, yıkılmaya çalışılan bütün değerlerini korumaktadır. Dinini, imanını koruduğu gibi, yazısını da, hatta konuştuğu dilini de korumaktadır. Risale-i Nur’un sahip olduğu çok zengin Türkçeden istifade etmek ve dilimizi zenginleştirmek imkânı varken tersine bir yol açmaya çalışmak, yani sadeleştirme adı altında Risale-i Nur’un dilini fakirleştirmek çok çok büyük bir hata olur. Bu gün risaleler sayesinde, milyonlarca insanın, Risale-i Nur’u ve “Osmanlıca” denilen edebî zengin Türkçemizi anlar ve kullanabilir bir durumda olması da, aslının korunmasının ne kadar mühim olduğunu göstermektedir. Kaynaklar: (1) Kastamonu Lâhikası, s. 192(2) Kastamonu Lâhikası, s. 290(3) Bkz. Kastamonu Lâhikası, s. 210(4) Mektubât, s. 312

Cemal ERŞEN 01 Temmuz
Konu resmiOruç Serinliği
İbadet

Dört elif miktarı kadar duyurabilsem sesimi, coşturabilsem içimdekini, hissettiklerimi ve bildiklerimi. Yüreğimde fazla olan ne varsa hepsini de haykırabilsem, eksik yanlış hepsini de gökyüzüne serebilsem. Paramparça dağılan kalbimin merhemi olan derin bir muhabbetle şereflendirilebilsem. Ah keşke bir ezan sonrası toprağa çarpa çarpa yükselen rahmetin gözyaşlarıyla yıkanabilsem, serinleyebilsem… Küçük bir çocuğun, parmak uçlarında toplanan duaların sevincinden kendime bir suret koparabilsem ve ben de bir surete sığabilsem. Gönlümün sönmüş kandillerini, ipekten yazılmış Kur'ân harfleriyle yakabilsem. İman dolu kalplerdeki huzurun taklidine, ruhumu ezber kılabilsem. Bir vav kadar hürmetimi koruyabilsem. Yere serebilsem kendimi ve kalbimi. İçimdeki nefsin şehvetini eğebilsem. Yar ile arama giren şeytan zincirini, kalbimin çatı katında meleklerin nefesiyle kırabilsem ve sonra bir vav olup secdeye eğebilsem kendimi ve en sevdiğimi. Eğildikçe yükselsem takvanın bağrına, yükseldikçe eğsem nefsimi ve takvanın kalbinde alabilsem nefesimi. Sonra bütün bir ömrü sığdırabilsem dört harfe “ORUÇ’’ diye. Ve başlasam anlatmaya gökten nazlı nazlı süzülen duaların manasına, arşın manasını katan oruç serinliğini.  “Bismillahirrahmanirrahim’’ Oruç; semada yükselen duaların gülen gözleridir. Özlemidir semaya, dua dolusu gözlerle bakan ruhu tok karnı aç rengarenk çocukların. Sevincidir, gecenin kalbine düşen yıldızların. Bir nota miktarınca arşa sığabilen kalplerin, kesafetten ve kirden arınmasıdır. Kainatın bağrında tohumu ekilen harflerin, bu mübarek ayda filizlenip dallarında dua dolusu sözcükler vermesidir. Konuşmaktır, en güzel sözcüklerin renginde. Sevginin gölgesinde; öfkenin ve nefretin olmadığı bir dille. Nemli gözlerle arşa bakan insanların, sevinci yüreklerinde hissettikleri bir vakitte, bir kış güneşinin güzelliği gibi yüreklere cemre düşürmesidir. İşte oruç sevinçten, huzurdan, mutluluktan ve daha nice güzel hallerin verdiği şereften dolayı ağlamaktır. Hem de yürekten gelircesine, kainatın sesine ses verircesine. Tövbeye duran kalplerin, ağlamaklı oldukları anları yürekten hissedercesine. Ardından yaşlı gözlerle kocaman kainatı, göz bebeklerine sığdırıp “Yarabbi bu günleri bizlere nasip ettiğin için sana binlerce kez şükürler olsun…’’ diyebilmektir. Gecenin bir yarısında uykusundan uyanıp, bütün bir ailenin olduğu neşe dolu sahur sofrasına oturmaktır. Bu sahurla birlikte, insanın kendisiyle zorlu bir mücadelesi başlar. Gün içerisinde yemek yemekten ve su içmekten uzak durur. Çünkü hissetmesi gereken bir açlık ve şükretmesi gereken bir yaradanı olduğunu bilmelidir. Sonra daha çok acıkmalı, hatta karnına sancılar girmeli, karnına sancılar girmeli ki anlasın ki aç susuz insanların neler çektiğini. Güneş gün ortasında en kavurucu şekilde çıksın ortaya, hatta meydan okusun buluta yağmura ve terletsin insanları, hatta onlara bir damla suyun ne denli kıymetli olduğunu öğretsin; belki o zaman anlar insan, bir damla suda ne denli rahmetler olduğunu. Karnı aç, kendisi susuz, bedeni yorgun düşecek ve yavaş yavaş anlayacak ki karnı acıkırken ruhunu doyurduğunu, kendisi susuzluktan kavuruyorken kalbinin damla damla serinlediğini ve bedeni yorgunken bütün düşüncelerinin gün içerisinde arıtıldığını ve dinlendiğini hissedecek. Ve yavaş yavaş iftar yaklaşacak… Ocaklar tütecek, anneler ocak başında bekleyecek ve iftar sofrası için en güzel yemekler pişirilecek. Çocuklar ocağın önünde, annelerinin pişirdiği yemeğin kokusunu içlerine çekecekler, “Ah bir ezan okunsa da bütün bu yemekleri bitirsek’’ diyecekler. İftara saatler kala baba işten gelecek ve çocukları hep birden babalarına kapıyı açmak isteyecekler. Baba eve gelecek, ellerinde bir sürü poşet. Türlü türlü meyveler, içecekler ve yemekler. Evde iki de bir saate bakılacak. Çocuk annesine sofrayı ne zaman kurması gerektiğini haber vermek için tetikte bekleyecek. Kimisi güneşin batışını izleyecek, kimisi de alacak eline Kur'ân’ını, gün bitmek üzere biraz daha okuyayım, diyecek. İftara dakikalar kalacak, anne ve kızı ise neşe dolu bir sofra hazırlığı yapacaklar. Sonra baba, anne ve çocuklar huzur eşliğinde hep beraber aynı sofraya oturacaklar. Ezanın okunmasına birkaç dakika kala evin büyüğü açacak elini ve başlayacak bugünün duasını okumaya.  “Ya rabbi, bu huzur dolu masada saygı ve sevginin bağrından, aşkın ve mutluluğun kalbinden en güzel duaları dilimizde biriktirdiğin için sana sonsuz şükürler olsun. Bu hayırlı ayda, bu güzel günü bizlere nasip ettin. Bütün insanlığa nasip et Ya Rabbi! Kalbimizin sevinçten göklere yükseldiği bu saatlerde, bütün insanlığın bizim gibi huzur dolu bir sofrada, huzur dolu bir eda ile oturmalarını nasip eyle Ya Rabbi. Kainatın sırrına eşlik eden bu dakikaların, gözlerimize ve kalbimize bitmez tükenmez nurunu nasip eyle. Bütün bir insanlığın sesine ses verecek bu son saniyelerde günahlarımızı, hatalarımızı, kusurlarımızı, yanlışlarımızı affeyle Ya Rabbi. Ya Rabbi, kırdığımız kalplerin rızasını almadan ölmeyi nasip etme. Hakkına girdiğimiz canlıların helalini almadan bu diyardan göçmeyi bizlere nasip etme. Ya Rabbi, şu mübarek ayda, senin için dolu dolu dualar besleyen insanlığın ‘amin’ sesine ‘kabul ettim’ ile ses ver. Sen dualarımızı, peygamber duası olarak kabul eyle ve ölmüşlerimize sonsuz rahmetlerini bahşeyle. Sen Peygamber Efendimizin komşusu olmayı ve cennette onun selamıyla şereflenmeyi nasip ve eyle.’’  Oruç; Cennet ırmağından içimize akan serinliktir. Kana kana içmeyi nasip eyle Ya Rabbi!

Cihan BUĞDAYCI 01 Temmuz
Konu resmiSağlıklı Bir Yeme Düzenini Oruçla Elde Edebilir miyiz?
Sağlık

Obezite (şişmanlık) ve kilo fazlalığı tıbbi ve sosyal birçok problemlere neden olan günümüzün önemli sağlık problemlerindendir. Hareketsiz hayat tarzının yanında yeme alışkanlıkları önemli sebeplerindendir. Kalori sınırlamasının kronik (müzmin) hastalıkların oluşumunu azalttığı ve hayat süresini uzattığı deney hayvanlarında gösterilmiştir. Buna ek olarak kanser sıklığı azalmış, insülin hassasiyeti düzelmiş, aterosklerotik hastalıklar (damar sertliği) azalmış ve diğer çeşitli müsbet etkiler gözlenmiştir. İnsülin temelde kan şekerinin ve bunun yanında yağ metabolizmasının düzenlenmesinde çalışan en önemli hormonlarımızdandır. İnsülin hassasiyetinin azalması insülin direnci olarak isimlendirilmektedir. İnsülin direncinin temel sebepleri diabet (şeker hastalığı) ve kilo fazlalığıdır.  Son zamanlarda kalori sınırlama (KS) diyetlerine alternatif olarak farklı bir diyet programı uygulamaya girmiştir. Aralıklı beslenme rejimleri diye adlandırabileceğimiz bu yöntem günaşırı açlık (GAA) (alternate day fasting) protokollerini içermektedir. GAA protokolleri temelde iki çeşittir. Birinci tipinde bir gün serbest beslenme, ikinci gün açlık (gece 2`ye kadar müsade edilip akşam yiyecek şekilde) ikinci tipinde açlık günü temel enerji ihtiyacının %25-50`si olacak şekilde beslenme uygulanır. KS diyetinde esas nokta kiloda ve yağ doku kitlesinde azalmayken GAA diyetinde bu azalmanın olması şart değildir. Yağ yüklü adipositler (yağ hücreleri) sağlığın kötü gidişi ile paralellik göstermektedir. Yağ kitlesinden ziyade büyük adipositler daha zararlı görünmektedir. Adiposit yapısı üzerine diyet etkilerini inceleyen çalışmalarda hem KS hem de GAA diyetlerinin yağ hücrelerinin büyüklüğünü azalttığı gösterilmiştir. Hatta GAA uygulamasının rakamsal olarak daha etkin olduğu görülmektedir. 1995`ten sonra yağ dokusunun aktif bir endokrin (hormonal) organ olarak çalıştığı tespit edilmiş ve şu ana kadar 25`in üzerinde yağ hücre menşeli hormon tanımlanmıştır. Bunlardan adiponektin kilo kaybı ile birlikte artar. Obez, dislipidemik (yağ denge bozukluğu), insulin dirençli, diabetik hastalarda seviyesi düşer. Anti-aterojenik (damar sertliğini önleyici) ve insulin hassaslaştırıcı özelliğe sahiptir. Leptin, resistin, anti-TNF gibi moleküller obezite ile birlikte hastalıklara neden olacak biçimde değişiklikler göstermektedir. GAA ve KS kilo azalmasına neden olmakla beraber bahsedilen yağ kaynaklı hormonlarda da kısmen iyileşme sağlamakta ve bu anlamda GAA biraz daha iyi görünmektedir. Hücrelerin çoğalma hızının kanser gelişimi ile ilişkisi mevcuttur. GAA'nın çeşitli dokularda (cilt, prostat, karaciğer, dalak) hücre proliferasyonunu (çoğalmasını) azalttığı gösterilmiştir. GAA ile birlikte yağ kısıtlaması yapıldığında yiyeceğin serbest bırakıldığı günde yeme isteğinde artış olmaktadır ve bu istenen bir değişiklik değildir. Dolayısıyla bu gözleme göre GAA uygulandığında diyet içeriğinde de çok belirgin değişiklik yapmaya ihtiyaç yok gibidir. Diyetteki yağ kısa dönem için tokluk hissini uyarmaktadır ve mide boşalmasını geciktirmektedir. Hücre çoğalma oranındaki azalma açlığın süresi uzadıkça daha da belirginleşmektedir. GAA'nın günlük hayata müsbet yansımaları vardır; iki haftalık uygulama sonrası açlık günlerinde acıkma hissi azalmaktadır ve günlük fiziksel aktivite korunmaktadır, yani erken yorulma, halsizlik gibi şikayetlere de neden olmamaktadır. İbn-i Sina tıp noktasında “Yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz!” ayetini şöyle tefsir etmiş. Demiş: “İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra 4-5 saat kadar yeme. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal taam üstüne taam yemektir”. İbn-i Sina öğünler arasında 4-5 saat önermekte ancak bu önerisine yemek yenildiğinde midenin tam doldurulmamasına işaret etmektedir. Bugün için genelde hem 3 öğün yemekteyiz hem de karışık ve doyasıya yemekteyiz. Dolayısıyla eğer bir öğünde fazla yemişsek (yani tokluk hissetmemize rağmen devam etmişsek) bir sonraki öğünü geciktirmek doğru olanıdır. Tüm bu teknik izahları orucun insanın yeme davranışı, sağlığı ve iradesi üzerine etkilerini gösterebilmek için yazdık. Dikkat edilirse GAA diyet uygulaması oruç yeme düzenine çok benzemektedir. Bizzat tecrübe edenler bu yazılarımızı yaşadıklarıyla tasdik edeceklerdir. Aslında bir aylık Ramazan orucu, ruhumuzu ve bedenimizi, daha düzenli bir yeme davranışının sürdürülebilmesi için hazır hale getiriyor. Ancak bu terbiye halinin devamı için, Peygamber Efendimiz'in ifadesiyle, nafile oruçların en güzeli olan Hz. Davut (as) orucunu (günaşırı oruç) ya da Efendimiz'in tavsiyesi olan, haftada iki gün (Pazartesi-Perşembe) orucunu tutmaya gayret göstermeliyiz. Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerine kulak vermek çok isabetli olacak ve bir kısmını ifade edebildiğimiz tıbbi tespitlerin ne derece Risale-i Nur’daki hakikatlerle örtüştüğünü görüp gayrete geleceğimizi ümit ediyorum. Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: “İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve manevi bir perhizdir ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfemâyeşa (nasıl isterse o şekilde) hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta manevi hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner. Ramazan-ı Şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır; riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare zaîf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celb etmez (çekmez). Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeğe kabiliyet peyda eder. Hayat-ı maneviyeyi bozmamağa çalışır. Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.” Buradaki ifadelerde bir hekim olarak en çok dikkatimi çeken ve önemsediğim husus, davranış eğitimi veya ıslahî yaklaşımıdır. Bununla birlikte sosyal bazı düzenlemeleri de ihmal etmemeliyiz. İkramlarda aşırıya kaçmamak, âdet haline gelmiş olan artırmış olduğumuz öğün sayılarını azaltmak gibi içtimai düzenlemeleri de hayatımızda tatbik etmeli, birbirimizi bu yönde teşvik etmeliyiz.

Ender SELİN 01 Temmuz
Konu resmiİktisad ve Ramazan
Aile ve Çocuk

İktisad (ekonomi) mikro seviyede ferdin, makro seviyede ise cemiyetin refahının nasıl artırılabileceğinin cevabını arayan; sahip olunan kaynakların en iyi biçimde idare edilmesi yöntemlerini araştıran sosyal bir bilimdir. Bunu yaparken de iktisad bilimi esas itibariyle üretim, tüketim, bölüşüm, değişim ve bunlarla ilgili faaliyetler üzerinde durur. Etimolojik açıdan baktığımızda ise iktisadın Arapça kökenli bir kelime olup, ‘kasd’ mastarından türetildiğini görürüz. Kelime anlamı ölçülü ve orta olan demektir. Günlük kullanımda ise iktisad, israf ve cimriliğin ortasında tutumlu olmayı ifade eder.  Günlük kullanımda yemek-içmek, harcamak-tasarruf etmek gibi konular ile sınırlı bir anlam yüklenmiş olmasına rağmen iktisad, çok şumullü bir kavramdır. İktisad, hayatın her alanında ölçülü, dengeli ve adil olmak; ifrat ve tefrite sapmadan mutedil olmak; hadd-i vasat üzere bulunmak demektir. Her işi yerli yerinde yapmak;  Hâlık-ı Rahîm’in vermiş olduğu nimetleri yerli yerinde kullanmaktır. Bediüzzaman Hz.’leri bu konuda, “Bütün kâinâtın ve bütün mevcûdâtın düstûr-u hareketi olan iktisâd”1  demek suretiyle, iktisadın aslında kâinatı şamil olduğunu belirtmektedir. Aynı zamanda iktisad fıtrata uygun bir davranış olup, zıddı israf ve hısset, abesiyet ve faydasızlıktır. “Sâni‘-i Zülcelâl, ism-i Hakîm’in muktezâsıyla, her şeyde en hafif sûreti, en kısa yolu, en kolay tarzı ve en fâideli şekli ta‘kîb ettiği gösteriyor ki; israf, abes, fâidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakîm’in zıddı olduğu gibi; iktisâd, onun lâzımıdır ve düstûr-u esâsîsidir.”2 İktisada riayet etmemek fıtrata aykırı, “hilâf-ı hakikat”3 bir harekettir. Fıtrata münafi, hilâf-ı hakikat her türlü davranışın neticesi zulümdür. Aynen öyle de iktisadsızlığın neticesi de zulümdür, adaletsizliktir. İnsanlığın mazisi iktisada mugayir davranışların neticesinde vücuda gelmiş sıkıntı, sefalet, zulüm ve musibetlerle doludur. Tarihte sayısız misali olduğu gibi, hâlihazırda da insanlık iktisadsızlıktan neşet eden meselelerle boğuşmaktadır. İktisada riayet etmeyen ferd ya da cemiyetler kanaatsızlık, hırs ve israf nedeniyle hakiki mün’imi unutmakta, daha fazla tüketebilmek için; birbirleriyle savaşmaktadır. ‘Ne kadar çok tüketirsen o kadar çok mutlu olursun’ düşüncesinin ferdleri esir alması nedeniyle tüketim çılgınlığı yaşanmaktadır. Daha fazla tüketebilmek esas gaye olunca, haram ve helal ayırımı kalmamaktadır. Kendi tüketiminin azalacağından endişelenip “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”4 denilmek suretiyle, ihtiyaç sahipleriyle yardımlaşma ortadan kalkmaktadır. Yine “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben ni‘metler ve lezzetler içinde rahat edeyim”5 düşüncesi faiz kurumları ve rantiyer kesimi büyütmekte, üretim yapmak isteyenler azalmaktadır. Sıklıkla tekrarlanan iktisadi krizler ortaya çıkmaktadır. Hem aynı ülke içindeki ferdler arasında hem de ülkeler arasında gelir dağılımı ve tüketim adaletsizliği büyümekte; Bediüzzaman Hz.’lerinin ifadesiyle “havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede”6 uzaklaşmaktadır. Bunun sonucunda “heyet-i ictimaiyenin hayatını koruyan intizam”7 ortadan kalkmaktadır. İktisadsızlık nedeniyle insanlık birçok alanda ifrat ve tefritleri yaşamaktadır. Yaşanan ifrat ve tefritlerle ilgili yalnızca birkaç misal meselenin boyutunu izah etmeye kâfidir: Bu misalleri çoğaltabiliriz. Ancak bu kısacık birkaç misaldeki rakamlar dahi bize şunu ders veriyor: Açlık, sefalet, zulümler, sıkıntılar nimetlerin insanlara kâfi gelmediğinden değildir. Allah’ın insanlara lütfettiği nimetler esasen insanların ihtiyaçlarından fazladır. Mesele insanların iktisadsızlığıdır. İktisadı öğrenip, muktesid olmak elzemdir. İnsanın iktisadı öğrenmesi, iktisadlı davranabilmesi noktasında en mühim bir muallim ise Ramazan-ı Şerif’tir. İnsan, Ramazan orucu ve bu aydaki ibadet iklimi ile hayatın her alanında iktisadsızlığı terk edip, iktisada riayet eden bir hale gelebilir. Yukarıda belirtildiği gibi iktisadsızlığın nedeni israf ve hısset, abesiyet ve faydasızlıktır. Ramazan orucu, işte bu his ve davranışların önünü keserek insanı iktisad etmeye sevk eder. Oruç tutan insan, öncelikle nimetlerden uzak kalmakla, nimetlerin değerini öğrenir. Nimetin değerini idrak eden insan, nimete karşı ihtiram eder, israf edemez. Oruç tutmakla insan, az ile yaşanabileceğini anlar. Az ile yetinmek olan kanaatı öğrenir, tamah ve hırsı terk eder. Oruçla insan, açlık ve fakirliğin ne derece elem olduğunu anlar, ihtiyaç sahiplerine karşı kalbi yumuşar, hısseti bırakır, cömertçe yardım eder. Oruç, insanın iradesini güçlendirerek sabrı artırır. Nefsin peşinden koştuğu abes, malayani, faydasız işleri terk etmesine vesile olur. Oruç, insanın zaaf, acz ve fakr içinde bulunduğunu; hakiki nimet verenin Cenab-ı Hakk olduğunu insana anlatır. İnsan böylece hakiki nimet vereni sever; nimetlere şükreder. Ve nihayet insan Ramazan orucu sayesinde muktesid olup, 8 لَاتُسْرِفُوا وَ اشْرَبُوا وَ كُلُوا      fermanını dinler; hem dünyada hem ukbada hakiki saadete erişebilir, İnşaallah… Kaynaklar: 1) Otuzuncu Lem’a2) Otuzuncu Lem’a3) Otuzuncu Lem’a4) Îşaretü'l-İ'câz5) Îşaretü'l-İ'câz;6) Îşaretü'l-İ'câz7) Îşaretü'l-İ'câz8) Araf Suresi 31. Ayet

Erkam Ertürk ALPTEKİN 01 Temmuz
Konu resmiAllah'a Götüren İmtihanlar
İnsan

Allah’ın yakınlığını idrak etmek için yola giren insan, çevresindeki insanlarca anlaşılmamakla karşı karşıya kalabilir ve kendisini saran dünyanın düşmanlığı ile karşılaşabilir. Üstelikte en yakınındakilerin olumsuz, yanlış hatta zarar verici tavırlarıyla muhatap olabilir. Çünkü kişinin kötülük beklemediği bir insandan kötülük görmesi, nefis için daha ağırdır. Yola giren kişi bilmelidir ki, hem içimize aldığımız hem de dışımızda tuttuğumuz insanlardan nefse hoşnut olmayacağı darbeler gelebilir. Ama unutmamalıyız ki, Allah her an bizimledir ve O, başımıza gelenlerden habersiz değildir. Marifeti arayan bütün insanlar, hangi zamanda yaşamış olurlarsa olsunlar, Allah’ın bu eğitimini tatmışlardır ve her hallerinde nefisleriyle değil, Allah ile olmuşlardır. Marifeti isteyen Hak yolcuları, Hz. Yusuf örneğinde olduğu gibi en  zor sıkıntıları, en yakınlarından gelen vefasızlıkları, ihanetleri, gaflet içindeki bir huzura ve rahatlığa tercih etmişlerdir. Bu böyledir; çünkü imtihanlar, Allah’ın sevdikleri için hazırladığı gelişim ve arınma programının  gereğidir ve Allah’ı sevenler, bu planın maksadını ve hedefini çok iyi anlamışlardır. İbn Ataullah, bu konuya değinerek Hikem’de şöyle demektedir: “Allah insanların sizi incitmesine izin verir ki böylece onlara itimat etmeyesiniz. O’nun isteği kalbinizi kendisinin dışındaki her şeyden temizlemektir, böylece O, sadece O’na tevekkül etmenize yol açar.” İbn Abbad şöyle diyor: “Allah’ın kulu için insanoğlundan gelen kötülük Allah’ın bahşettiği bir lütuftur ve hatta bu kötülük kişinin iyilik ve merhamet veya saygı ve hürmet beklediği kişilerden gelirse, bu daha da büyük bir lütuftur. Bu kötülükten dolayı, Allah’ın kulu, insanlara değil, Allaha güvenir ve dayanır. Böylece kulluğunu mükemmelleştirmek için,  insanlara dayanmayı ve bağlı olmayı bırakır.” Adaletsizlik ne kadar büyükse, bizi kendisine yöneltmek için Allah’ın yardımı o kadar büyük demektir. Bu sayede Allah bizi halktan Hakka çeker, kendisine yakınlaştırır; yaratılanlardan uzaklaştırır. Bunu anlamak, bizi incitenleri affetmemizi sağlar. Bütün peygamberlerin bize öğrettikleri böyledir. Hz. Yusuf, kardeşlerini affetmekle kalmadı, onlara ikramda bulundu, tıpkı Efendimizin Mekke Fethinde kendisine onca kötülük edenlere, “Bugün size kınama yok, hepiniz affedildiniz, hepiniz güvendesiniz” demesi gibi. Bu konuya değinen Ebu’l-Hasan el-Şazeli şöyle diyor: “Bir gün birisi beni incitti ve buna dayanamadım. Uykuya daldığım sırada, rüyamda bir sesin bana şöyle dediğini işittim: Allah’ın sevgili dostlarının en belirgin özelliği, birçok düşmanlarının olması ve bundan şikâyet etmemeleridir.” Bizi kendisi için seçen Allah, bizim gaflet ve yanılgı perdesiyle kendisinden ayrı kalmamızı istemez. Bizim ondan ziyade başkalarıyla güven ve huzur anlaşmaları imzalamamızı istemez. Çünkü o biliyor ki bu anlaşmalarla bizler kaybeden olacağız. Allah, kullarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak ister. Yani O, bizim hayali ve geçici sevgililerle beraber olmamızı istemez. Bu yüzden bizi uyandırmak için, yani O’nun tek ve hakiki sevgili olduğunun  bilincine varmamız için, bizi o olayla sarsmaktadır. Çünkü bizi seviyor ve bizim kesrette/alemde kalıp boğulmamızı istemiyor. Eğer biz direksiyon başında uyuklasaydık, bizi uyandırmak için  bizi sarsan kimseye kızar mıydık? Ya Allah’ın yolunda uyuyakalıyorsak? Bu gerçeği çok iyi anladığı için, Abde’s-Selam İbn Meşiş bir duasında şöyle demektedir: “Allah’ım bazı insanlar senden mahlukatı kendilerine teslim etmeni isterler, sen onlara istediklerini veriyorsun ve onlar memnun oluyorlar. Oysa ben, Ey Allah’ım, beni senin mahlûkatının zulmüne teslim etmeni istiyorum, ki böylece sadece sana sığınabileyim.” Bunun amacı, kalbimizi, insanlara bağlı olmaktan dolayı oluşan esaretten kurtarmak ve sadece yaratanın kulu olmaktır. Çünkü bu, Allah’ın kulları için istediğidir. Bir Hak dostunun duasında dediği gibi, “Ey Rabbim! Senden beni musibet ve zorluklardan uzak kılmanı değil, bu musibet ve zorluklarla karşılaştığımda bana yakınlığını hissettirmeni diliyorum.”  “Ben Allah’a tevekkül ederim. Ona dayanırım. Ve her halimde O’na teveccüh ederim.”  “Dikkat edin. Kalpler Ancak Allah’ı zikretmekle (Onu hatırlamakla, onun huzurunda olmakla, kalbinde O’nu bulmakla)  tatmin olur.”

İsmail ACARKAN 01 Temmuz
Konu resmiÇocuk ve Ramazan
Aile ve Çocuk

Ramazan Ayı geldiğinde manevi bir atmosfer dört bir yanımızı sarar. Oruç, iftar ve sahur telaşı; pide kuyrukları, iftar davetleri ve teravihler derken Ramazan yılın diğer aylarından farklı olarak yaşanır. Bu farklılığı dünyamızın küçük misafirleri çocuklar da hisseder. Bu ayda olup bitenleri içten içe çok merak ederler. Biz yetişkinlerin görevlerinden biri de çocukları Ramazan ayına hazırlamak ve onların da Ramazan Ayı’nın ruhunu hissetmelerini sağlamaktır. Hangi Ay Bu Ay? Çocuklar genelde Ocak, Şubat, Mart gibi miladi ayları bilirler. Bu ayların arasında bir de Ramazan’ı görünce şaşırabilirler. Kendi bildikleri takvim ayları içinde Ramazan yoktur. Ancak Ramazan yaklaştığında herkesin dilinde “Ramazan Ayı yaklaşıyor” cümlesi gezdiğinde biraz şaşırabilirler. Çoğu çocuk için miladi ve hicri takvimi açıklamak kafa karıştırıcıdır. Aylar ve takvim soyut kavramlar olduğu için anlamakta zorlanırlar. Bu nedenle çocuklara 30 gün boyunca oruç tuttuğumuz, bu 30 günlük zaman dilimine Ramazan Ayı da dendiğini söyleyebiliriz. Ramazan Ayı’nın Kavramlarına Hazırlık Ramazan ayı, içinde çocuklar için yabancı olan birçok kavramı barındırır. Oruç, iftar, sahur, teravih, imsak, Kadir Gecesi, arife, bayram namazı ve oruç bozmak gibi kavramlar, çocuklar için yeni kavramlardır. Bu kavramlar, henüz Ramazan gelmeden ya da Ramazan ayı içinde küçük canlandırmalarla çocuğa anlatılabilir. Örneğin küçük bir drama yapılır. Herkes uyumuş numarası yapar. Geceleyin kalkar ve karanlıkta yemek yer. Bu gece yemeği, çocuğa sahur olarak açıklanır. Geri yatılır, kalkılır; güya anne kahvaltı hazırlar, çocuklar çağrılır, ama onlar biz “oruçluyuz” derler ve yemek yemezler. Sonra hava kararır, çocuklar acıkmış gibi yapar, ezan okunur ve yeniden yemek yenir. Bunun da iftar olduğu çocuğa anlatılır. Sonrasında birlikte namaza gidilir, uzun süren bu namazın teravih olduğu aktarılabilir. Bir günü hızlı bir şekilde, oyuncaklarla birlikte oynamak hem çocuğu mutlu eder, hem de onun Ramazan’ı daha iyi anlamasını sağlar.  Ramazan Ayına Hazırlık Ramazan Ayı geldiğinde yetişkinler olarak çeşitli hazırlıklar yaparız. Evler temizlenir, market alışverişi yapılır ve genel olarak daha manevi bir atmosfere gireriz. Kendimiz ve evimiz için yaptığımız bu hazırlığı, çocuklarımız için de yapmamız gerekir. Onların odasını Kâbe, cami, minare, namaz kılan çocuk resimleri ile süslemek; onlara Ramazan ayı geldiği için kokulu tespih, küçük seccade, takke/başörtüsü gibi hediyeler almak, çocuklar için yapılacak hazırlıklardan bir kaçı olabilir. Bir sabah kalktığında anne-babaların oruçlu olduğunu ve Ramazan’ın başladığını öğrenmek, çocukların Ramazan’a hazırlık olmadan girmesi anlamına gelir. Öncesinde yapılan hazırlıklar, bizim Ramazan’ı önemsediğimiz mesajını ona verir; kendisi de gelecekte bunu önemser. Çocuk Orucu ve Haz Öteleme Eğitimi Ramazan Ayı, çocuklara “haz öteleme eğitimi” vermek için büyük bir fırsattır. Günümüz çocuklarının en çok zorlandıkları konu, hazlarını öteleyememesi, isteklerine hemen ulaşmak istemesidir. Halbuki iyi anne-babanın görevlerinden biri de iradesi güçlü çocuklar yetiştirmektir. Bunun için de çocukların bazı isteklerini ötelemek ve zamana yaymak gerekir. Çocuk böylece sabretmeyi, beklemeyi öğrenir. Oruç da, haz öteleme eğitimi için büyük fırsattır. Tabi çocuklardan bu yaz günlerinde tam gün oruç tutması beklenemez. Ancak sabahtan öğlene, öğlenden ikindiye, ya da ikindiden akşama kadar tutacakları oruçla çocuklar hem Ramazan ruhunu yaşar hem de hazlarını ötelemeyi öğrenir. Çocukların aile ile birlikte iftar yapması için tavsiye edilen dilim, çocukların ikindiden akşama kadar oruç tutmasıdır. Çocuklar sabahtan öğlene, ya da öğleden ikindiye kadar oruç tutsa bile orucu ezan ile açmak, onlara bir iftar sofrası gibi özenle sofra hazırlamak güzel olur. Bayram Çocukların Bayramı Ramazan Bayram’ı herkes için bayramdır, ama çocuklar için ayrı özeldir. Bu nedenle “Bayram çocuklara bayram” denir halk dilinde. Hepimizin hatıralarında ise, bayramlar çok önemli yer tutar. Şimdilerin yetişkinleri olarak bir görevimiz de çocuklara hatırlarında yer edecek güzel bayramlar yaşatmaktır. Bayramda gördüğümüz her çocuğa ihtimam göstermek, bayram öncesinde tanıdığımız ve tanımadığımız çocuklar için hediye paketleri içinde küçük hediyeler hazırlamak, kendi arkadaşlarımızı ziyaret ettiğimiz kadar çocuklarımızın da arkadaşlarını ziyaret etmek, çocukların hatıralarında kalmamızı sağlar. Nasıl ki bir zamanlar bizim hatıralarımızda yer eden, bize bayramı farklı kılan kişiler varsa, biz de günümüz çocuklarının hatırlarda iz bırakan yetişkinleri olabiliriz. Özetlemek gerekirse, Ramazan Ayı sadece yetişkinlerin değil, aynı zaman da çocukların da ayıdır. Kendi dünyamızda yaptığımız hazırlıklara ek olarak, çocuklarımız için de hazırlıklar yaptığımızda, çocuklarımızın zihninde çok güzel Ramazan hatıraları bırakabiliriz; ki çocuklara bırakabileceğimiz en güzel miraslardan biri de budur.

Mehmet TEBER 01 Temmuz
Konu resmiGenç Olmak ve Ramazan
Aile ve Çocuk

“Ben hep otuz Ramazan tutuyorum abi” dedi.  “Otuz Ramazan tutuyorsun demek?” dedim.  “Kaç yıldır tutuyorsun, peki?” “Bilmiyorum ama bayağı oldu. Bu sene mecburen hepsini tutacağım. Bu sene daha farklı” diye devam etti. “Bu sene farklı demek… Bu sene niye farklı?” diye sordum. “Artık tutmazsam günah olur” dedi. “Öyle mi? Bu sene tutmazsan günah olur, demek. Peki, bu sana ne hissettiriyor?” “Böyle daha iyi” dedi. Sadece bu kadar; “Böyle daha iyi!” dedi genç arkadaş.  Pek sevmez gençler, hissettiklerine dair konuşmayı.  Belki bunun sebebi, hislerine odaklanmakta yaşadıkları zorluktur, ya da çocukluklarından beri iç dünyalarına dönmeyi ötelediklerindendir. Ramazanı ilk defa -mecbur olduğu için- tutmak iyi hissettirmiş genç arkadaşa. Oysaki bir işi mecburen yapmak gerektiğinde pek de zevk almayız. Hatta en zevkli işler dahi ödeve dönüştüğünde zevki, keyfi kaçıverir. Niçin “Böyle daha iyi!” olsun ki? Pek çok çocuk, üzerine mesuliyet düşmediği halde, oruç tutmayı sever. Hatta bazısı bir ayı eksiksiz tutar. Bilirsiniz, kendi çocukluğunuzdan, ya da etrafınızdaki çocuklardan. Oruçta “meşakkat!” olmasına rağmen, bazı çocuk güle isteye tutar orucu. Belki büyükler gibi davranmaktan zevk alırlar, belki Rahmani bir arzudur bu ve bundan ulvi bir tatmin yaşarlar. Bilemiyorum.  Ama en uzun günlerde bile, oldukça küçük yaşta, oruç tutmayı tercih edebiliyor çocuklar. Çocuk için bu bir tercihtir ve tercih etmek, zorunluluğu yerine getirmekten farklıdır. Bir iş bize zorla yaptırılmıyorsa, teklif ediliyorsa, onu yerine getirmek bizim için daha kolaydır. Bunu biliriz. Ama ibadet, kul için mükellefiyet yaşına gelindiğinde, bir anlamda tercih olmaktan çıkar; görev haline gelir. Bu görevde, insanın yapıp yapmama tercihi vardır. Allah buna müsaade etmiştir. Lakin eğer rızamı kazanmak istiyor, cennetimi talep ediyor ya da cehennemimden korkuyorsanız, emrettiklerimi yapmanız gerekiyor, demiştir bir anlamda. Buralarda yorum yapmak benim haddime değil ama anlamaya çalıştığım şey; genç arkadaş, çocukluktan gençliğe geçerken, bir yönü ile tercihten, zorunluluğa dönüşmüş bir işten, niçin daha büyük bir haz aldığını hissediyor? Ne dersiniz, bunun “Muhakkak ki biz emaneti göklere ve yere ve dağlara arz ettik de (onlar) onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular; insan ise onu yükleniverdi… ” ayetinde işaret edilen emanet teklifini kabul eden tek yaratılmış olmakla derinden bir bağlantısı olabilir mi? İnsan, teklifi kabul etme cesareti gösterebilmiştir. Bu, insan için, kendi varoluşunu hissedebilmek noktasında temel dayanak noktalarındandır. Her ne kadar hayatın pek çok yerinde sıkıntılar çekse de, imtihan olunmayı kendisi tercih etmiştir. İrade sahibi olmak, onun en temel vasfıdır. Dolayısı ile hep tercih edip bunun bedelini ödeme arayışındadır. Tercih edebiliyor olmak, ona bazen çok ağır bedeller ödetir. Ama en derin hazları da, hatta en ulvi hissiyatları da bu vasfı sayesinde yaşar. Teklifi kabul edip tercih hakkını kullanabilmek… İşte insan olmak budur. Sonrasında yaptığının kaydedilmesi, fark edilmesi, takdir edilmesi… Aradığı şey budur insanın. Çocukluktan gençliğe geçmiş arkadaş, otuz Ramazan oruç tutacak, tutmazsa vicdanı yanacak. Tuttukça kayda alınacak, defterine işlenecek. Artık Rabbi için o, imtihan olunma yaşına gelmiştir. Cennet ve Cehennem onun için tercihtir. Sonsuz Rahmet sahibi Rabbi onu Cennetine davet eder. Ama Cehenneme gidebilecek kuvveleri de vardır. Ondan uzak kalabilmek için, gençlik çağında oruç tutar. Bunu, Rabbi için kendi tercih etmiştir. Genç arkadaş, Cehennemi isteyen beşeri zaafları dizginleyebilmek için, taze ve diri bir iradeyle bedenini oruç ile terbiye etmeyi tercih eder. Dünya kirlerine batmadan temiz kalabilme temennisidir bu. Herhalde tam olarak -farkına olmadan da olsa- bu varoluşsal hazdır, bu Ramazanı, çocukluk Ramazanlarından ayıran. Artık orucu Allah katında başka türlü kaydedilmektedir ve bu müthiş bir iltifattır. Varlığının en yüce makam tarafından bir tescilidir. Ne kadar büyük bir kıymettir, sağ ve solda olanlar ile her daim kaydedilmek. Anlıyorum seni genç arkadaş, “Bu Ramazan senin için başka olacak”!

Pedagoji DERNEĞI 01 Temmuz
Konu resmiBelediyelerin Bilgi Evleri STK'lara Tahsis Edilmeli
Mülakatlar

Mülakat: Afyonkarahisar Belediye Başkanı Burhanettin ÇOBANMülakatı Yapan: Mustafa UZUN Afyonkarahisar Belediye Başkanı Burhanettin Çoban ile belediyeler bünyesindeki Bilgi Evlerini ve bunların Sivil Toplum Kuruluşlarına tahsisini konuştuk. Yeni Türkiye’nin inşasında birlikte, omuz omuza olmanın ehemmiyetini ve gerekliliğini, bu röportajdan sonra daha iyi anlayacağımızı ümit ediyoruz. Sayın Başkanım sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 1962 yılında Afyonkarahisar'da doğdum. Sırasıyla Cumhuriyet İlkokulu, İmam Hatip Lisesi Orta Okulu, Meteoroloji Teknik Lisesi, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldum. Parasız yatılı öğrenci olarak Meteoroloji lisesinde okuduğumdan dolayı mezun olduğum 1980 yılında İzmir Çiğli Havaalanına meteoroloji teknisyeni olarak atandım. Memuriyet görevinden Hukuk Fakültesini bitirmiş olduğum 1985 yılı sonunda istifa ederek ayrıldım. 1988 Yılından, Belediye Başkanı seçildiği 2009 yılına kadar Afyonkarahisar Merkezi'nde avukat olarak çalışmıştım. 29 Mart 2009 tarihinde yapılan Mahalli İdareler Seçimlerinin ardından Afyonkarahisar Belediye Başkanlığına seçildim. 2014 yılı mahalli seçimlerde ikinci kez ve Afyonkarahisar’da üst üste ilk kez seçilerek belediye başkanlığı görevimi yürütüyorum. Evli ve üç çocuk babasıyım. Bilgi evlerinin belediyecilik açısından ve özellikle sizin açınızdan önemi nedir? Biz dönemimizde birçok proje yaptık, altyapı, üstyapı, yol, kaldırım dev rekrasyon alanları yaptık; hatta bunlar içinde ödül aldığımız projeler de oldu. Ama bunlar içinde bizi en çok heyecanlandıran ve mutlu eden, dönemimizde Afyonkarahisar’a kazandırdığımız bilgi evleri projesi oldu. Çünkü burada yetişen insanlar hem manevi hem günümüz bilimsel dersleri alıyorlar. Onların burada aldıkları eğitim ve mutluluk, bizim için en önemli kazanç olacak. Onun için bu proje, sadece Belediye Başkanının kazandığı bir proje değil, belediyenin kazandığı bir projedir diye düşünüyorum. Bu projenin hikâyesini kısaca anlatabilir misiniz? 2009 seçimlerine hazırlanırken danışman arkadaşlarımızla oturduk ve Afyonkarahisar’a sosyal, kültürel, belediyecilik anlamında nasıl projeler yapılabilir, diye tartışmasını yaptığımız bir ekibimiz vardı. Bu ekip çalışmasından çıktı bu fikir. Zaten uygulayan birkaç belediye vardı, ama sayısı çok azdı. Bir diğer konu, diğer belediyeler bilgi evlerini kendileri çalıştırıyordu. Biz Afyon’da -ilk defa farklı bir metod olarak- her merkezi bir sivil toplum kuruluşuna verdik. Bu da benim kendi şahsi fikrimdi. Şu an Afyon’da toplam 8 tane faaliyette olan bilgi evi var. 9. bilgi evini yapıyoruz. Afyon Belediyesi bilgi evlerinin diğer illerdeki bilgi evlerinden ortak ve farklı yönleri nelerdir? Diğer illerdeki bilgi evleri sadece SBS ve LYS gibi öğrencilere yönelik kurslar veriyor. Biz sadece öğrenciye hitap etmiyoruz; mahallenin kadınına, erkeğine, gencine her kesimine hitap ediyoruz. En önemli farklılığımız, biz bilgi evlerini yapıyoruz; a’dan z’ye teftişini ediyoruz; elektrik, su, ısınma ve temizlik giderlerini karşılıyoruz ve her bilgi evini bir sivil toplum kuruluşuna tahsis ediyoruz. Bilgi evlerinde ne tür faaliyetler yapılıyor? Öncelikli olarak öğrencilerimiz sınavlara hazırlık kursları ve okula takviye kursları veriyoruz. Aynı zamanda bu kurslarda öğrencilerimizin kullanacağı dokümanları kendilerine ücretsiz olarak veriyoruz. Ayrıca bilgi evimiz mahalle halkına Kur'ân-ı Kerim, İngilizce, Arapça, dikiş-nakış ve daha birçok meslek ve kültürel kurslar ve faaliyetler yapabiliyor. Toplantılar ve seminerler düzenleniyor; yani mahalleli bu tür ihtiyaçlarını bilgi evinde karşılayabiliyor. Bilgi evleri dershanelere bir alternatif olabilir mi? Dershanelere alternatif olamaz, çünkü biz bilgi evine çocuklarını gönderecek ailelerin gelir durumuna bakıyoruz. Eğer ailenin gelir durumu çocuğunu dershaneye gönderecek düzeyde ise biz bu öğrenciyi bilgi evine almıyoruz. Böylelikle dershanelerin pastasından pay almıyoruz. Kaldı ki dershaneler kapanınca bu sorun da çözülmüş olacaktır. Bizim amacımız. dershaneye gidemeyen öğrencilere aynı imkanları sunmak. Bilgi evlerini vakıf ve derneklere tahsis etmenizin sebebi nedir? Bu sistemi ilk kez -daha önce ifade ettiğimiz gibi- biz Afyonkarahisar’da uyguladık. Her bir bilgi evini bir sivil toplum kuruluşumuza verdik. Böylelikle o sivil toplum kuruluşunu, yöneticilerini, üyelerini ve sevenlerini de bu işin içine kattık. Ben şunu iddia ediyorum; biz bilgi evlerimizi yaptıktan sonra kendi personelimiz eliyle bu bilgi evlerini çalıştırmaya başlasaydık ve devam ettirseydik, sivil toplum kuruluşumuzun sağladığı faydanın dört de birini dahi sağlayamazdık. Çünkü sivil toplum kuruluşumuz burada gönüllü olarak hizmet ediyorlar. Bilgi evlerinin temizliğinde, oradaki personelin öğrencilere ilgisi ve velililere olan yaklaşımı hepimizin gözünü yaşartıyor. Pırıl pırıl mekanlarda, gözleri hizmet aşkıyla dolmuş fedakar arkadaşlar içlerindeki hizmet aşkını, şevkini bilgi evimize yansıtıyorlar. Bundan dolayı sivil toplum kuruluşlarıyla çalışmayı benimsedik. Hayrât Vakfı’nın bilgi evleri kapsamında yaptığı çalışmaları nasıl buluyorsunuz? Hayrât Vakfı, sadece ilimizdeki faaliyetleriyle değil, Türkiye’deki Kur'ân-ı Kerim, Osmanlıca öğrenimi konusundaki çok farklı yöntem ve metotlarla çalışma yapan bir sivil toplum kuruluşumuz. Afyonkarahisar’da yaklaşık 2000 kişiye Osmanlıca eğitimi ve sertifikası verildi. Tabii bu kursumuzu veren başka bir teşekkülümüz yok. Ayrıca arkadaşların kullandığı yöntemler insanları çok etkiliyor; hem öğrenciler hem de veliler bundan çok mutlu oluyor. Biz Hayrât Vakfımızla bu tür işbirliği yapmış olmamızdan dolayı duyduğumuz memnuniyet karşılığı, biliyorsunuz bu kuruluşumuza tahsis ettiğimiz bilgi evi baktık ki arkadaşların eğitim faaliyetlerini karşılamada yetersiz kalıyor ve hemen ikincisini ve en büyüğünü inşallah yapmaktayız ve iki ay içerisinde bitireceğiz ve Hayrât Vakfına teslim edeceğiz. Halkın bu projeye tepkisi nasıl oldu? Bazı tip insanlar var kendilerine en güzel yolu, en güzel kaldırımı, en güzel park ve bahçeleri yapsanız bile siyasi görüşünden dolayı bir şey beğendirmeniz mümkün değil. Ama bizim bilgi evi projemizi, bize oy vermeyen halkımız da takdir ediyor. Nitekim diğer Belediye Başkan adayları seçim kampanyalarında da bilgi evi projesine destek vereceklerini açıklama ihtiyacı hissettiler. Bunun da halkı kaybetmeme endişesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Afyonkarahisar da 56 mahalle var ve her mahalle bizden bilgi evi talep ediyor. Diğer illerdeki belediye başkanlarına bu projeyi önerir misiniz? Bu konuda neler söylersiniz? Belediye başkanları toplantısında bu projeyi anlatıyoruz. İl ve ilçelerden belediye başkanları ilimize geliyor; ben çoğuna bizzat kendim bilgi evleri modelini gezdirdim. Hatta yurt dışından Hayrât Vakfı aracılığıyla ziyaretçilerimiz gelmişlerdi, onlara da anlattım. Ben tekrar hem bilgi evleri modelini hem de Afyonkarahisar’daki işleyiş sistemini tüm Belediye Başkanlarının görmesini, gezmesini arzu ediyorum. Bundan kesinlikle sadece Belediye Başkanları kazançlı çıkmayacak; aslında kazan belediye olacak, yani o il veya ilçemiz olacaktır. Sayın Başkanım, bize kıymetli vaktinizi ayırıp önemli bilgiler paylaştığınızdan dolayı teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz. Ben teşekkür ederim ve ben buradan bu röportajımızı okuyan tüm Belediye Başkanlarına sesleniyorum; lütfen gelin, Afyonkarahisar’daki bilgi projesini inceleyin ve bunu kendi ilinizde uygulayın.

Mülakatlar * 01 Temmuz
Konu resmiKüresel Gelişmelere Karşı İlahi Bir Tebliğ: Risale-i Nur'dan Ramazan Risalesi
Risale-i Nur

İslami “Şeairlerinin en büyüklerinden biri olarak gösterilen Ramazan-ı Şerif’teki orucun hikmetlerinin anlatıldığı Ramazan Risalesine, “Hak ve batılın ayrılmasını sağlayan bir Furkan verildiğini” açıklayan ayet (Bakara Suresi: 185) ile başlanılması, hak ve batıl kavramlarına dikkat çekilmesi, sanırım günümüz insanı (gerek Müslüman gerek Müslüman olmayan) açısından daha bir anlamlı olmaktadır. Zira ilgili risalede zikredilen ayetin tefsiri mahiyetinde ortaya konulan esaslar, bir yandan Müslümanlara nasıl bir insan olmaları gerektiğini yeniden tebliğ ederken; İslami dairede olup da bu esaslardan gaflet içinde olan insanlara yeni bir ikaz, Müslüman olmayanlara da aradıkları insani değerler için müracaat etmeleri gereken bilginin İslamiyet içinde olduğunu hatırlatan bir davet niteliğini göstermektedir. Bu tespit ve ikazların yapıldığı insanın, gerek içinde yaşadığı toplum, gerekse etkileşim içinde olduğu toplumların kendi içtimai hayatları üzerindeki etkisi dikkate alındığında, bu tespit ve ikazların (hak ve batıl), ne kadar önemli birer tebliğ ve davet olduğu da görülecektir. Bu gerekçeden dolayı, günümüz insanı için Batı Dünyası’nın ön gördüğü ve dikte ettirdiği düzenin düşünce yapısı, Müslüman bir insanın gerek inancı, gerekse tutum ve davranışları üzerinde de olumsuz etkiler yapacağı dikkate alındığında, Batı Dünyası’nın düşünce yapısını ve dinamiklerini tanımak da gereklilik arz edecektir. Bu amaçla, İslami değerleri küresel ölçekte en etkin anlatmış eserlerin başlıcalarından biri olarak Risale-i Nur ve onun eczalarından biri olan Ramazan Risalesini referans alarak, bugün artık insanlık için ekonomik yönden aranılan düzenin serbest piyasa sistemi, yönetim açısından ise liberal devlet sisteminin olduğunu kabul eden ve bunun artık insanlık için ulaşılabilecek en yüksek uygulamalar olduğunu iddia eden (Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan) anlayışları ve onların itikadi görüşleri sayılabilecek Ontolojik (Varlık bilim) felsefenin önde gelen bir teorisyeninin görüşlerini değerlendirmeye çalışacağız. Bu amaçla öncelikle Ramazan risalesi nükteleri itibarıyla özetlenecek, daha sonra karşı düşünce sisteminin ana unsurlarını kısaca açıklayarak çalışmamızı neticelendireceğiz… Öncelikle Ramazan Risalesi ile öne çıkarılan değerleri hatırlamakla başlayabiliriz. Şöyle ki; İslami Şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazân-ı Şerîf’e dâir olan ve Ramazân-ı Şerîf’in pek çok hikmetlerinden “Dokuz Hikmet”i beyân eden “Dokuz Nükte”den Birinci Nüktede; Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyeti ile ilgili olarak, Cenâb-ı Hakkın “zemin yüzünü bir sofra-i ni‘met sûretinde halkettiği ve bütün envâ‘-ı ni‘meti o sofrada umulmadık yerlerden bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i rubûbiyetini ve rahmâniyet ve rahîmi­yetini o vaz‘iyetle ifade ettiği” ancak “İnsanların gaflet perdesi altında ve esbâb dâiresinde o vaz‘iyetin ifade ettiği hakîkati tam göremediği, bazen unuttuğu vurgulanır. İkinci Nüktede, Ramazân-ı mübârekin savmı, Cenâb-ı Hakk’ın ni‘metle­rinin şükrüne baktığı Birinci Söz’de denildiği gibi, bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taâmların bir fiyat istediği, tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymetdar olan o ni‘metleri kıymetsiz zannedip onu in‘âm edeni tanımamanın, nihâyet derecede bir belâhet olduğu; Üçüncü Nüktede, Orucun hayat-ı ictimâiye-i insaniyeye baktığı, insanların maîşet cihetinde muhtelif bir sûrette halk edildikleri, Cenâb-ı Hak'kın o ih­tilâfa binâen, zenginleri fukarâların muâvenetine da‘vet ettiği, zenginlerin, fukarânın acınacak acı hâllerini ve açlıklarını oructaki açlıkla tam hissedebilecekleri; Dördüncü Nüktede, Ramazân-ı Şerîf’deki orucun, nefsin ter­biyesi­ne baktığı, nefsin, kendini hür ve serbest istediği ve öyle telakkî ettiği, hatta mevhûm bir rubûbiyet ve keyfemâyeşâ hareketi fıtrî olarak arzu ettiği, hadsiz ni‘metlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemediği, hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise, bütün bütün gāsıbâne, hırsızca­sına ni‘met-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutuğu; Beşinci Nüktede, Ramazân-ı Şerîf’in orucu, nefsin tehzîb-i ahlâkına ve serkeşâne muâme­lelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı, nefs-i insaniyenin gafletle kendini unuttuğu, mâhiyetindeki hadsiz aczi, nihâyetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremediği ve görmek istemediği, (…) adetâ polattan bir vücûdu var gibi, lâyemûtâne kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırdığı, Şedîd bir hırs ve tama‘ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atıldığı, her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanarak hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlikını unuttuğu, Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmediği, ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlandığı; Altıncı Nüktede, Ramazân-ı Şerîf’in sıyâmı, Kur’ân-ı Ha­kîm’in nüzû­lüne baktığı cihetle ve Ramazân-ı Şerîf, Kur’ân-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzûlü olduğu, çok hikmetlerinden birisinin; “o semâvî hitâbı hüsn-ü istikbâl etmek için, Ramazân-ı Şerîf’de nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâya‘niyât-ı hâlâttan tecerrüd ve ekil ve şürbün terkiyle melekiyet vaz‘iyetine benzemek; ve bir sûrette o Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek; ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzûlünde dinlemek; ve o hitâbı Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan işitiyor gibi dinlemek” olduğu; Yedinci Nüktede, Ramazan’ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev‘-i insanın kazancına baktığı, çok hikmetlerinden birinin “Ramazân-ı Şerîf’de sevâb-ı a‘mâlın, bire bin” oduğu; Sekizinci Nüktede, Ramazân-ı Şerîf, insanın hayat-ı şahsiyesine bakan hikmetlerinden birinin “İnsana en mühim bir ilaç nev‘inden maddî ve ma‘nevî bir perhiz” olduğu; Dokuzuncu Nüktede, Rama­zân-ı Şerîf’in orucu doğrudan doğruya nefsin mevhûm rubûbiyetini kırmak ve aczini göstermekle, ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden birinin” Nefsin, Rabbisini tanımak istemediği, firavunâne kendi rubûbiyetini istediği açıklanmaktadır. Şimdi de Batı Dünyasının zihniyetinin temellerine bir göz atalım ve onların yine insandan hareketle geliştirdikleri değerleri ve verdikleri önemi görelim. Özellikle “bireysel özgürlük ilkeleri”ni düşüncenin temeli kabul ederek işe başlayan liberal gelenekte, siyasal gereklilikler tarafından şekillendirilmiş çok sayıda görüşlerin olduğunu vurgulamak gerekir. Öyle ki bu ilkeler Locke, Rousseau ve Kant gibi düşünürlerden bu yana yalnızca felsefe de değil, Batılı toplumların anayasa gerçeğinde hem pozitifliğe, hem de özgürlük güvencesi altında bağlayıcı hukuka yer veren bir hukuk sisteminin esası olmuşlardır. Devletsel yaptırımlarla donatılan normların siyasi bir yasa koyucunun değişebilir kararlarına dayanması ve bu biçimde maddeleşen hukukun tüm hak sahiplerine eşit ölçüde özerklik garantisi vermesi, meşruluk ilkesinin başlıca şartı olarak görülmekte (Habermas "Öteki" Olmak, "Öteki"yle Yaşamak,2013: Yapı Kredi Yayınları); ve bu şartın da demokratik işleyişlerle sağlanması amaçlanmaktadır. Günümüzde artık birçok devletin benimsediği, uygulamaya koyduğu liberal düşünce yapısının gelişmesinde etkili olan temel kabullerden konumuzu özellikle ilgilendirecek olan düşünceleri; - Gıda miktarı - nüfus artışı ilişkisi hususundaki fakirlik korkusu ve ümitsizliğe dayanan yaklaşımları; - İktisadi sistem içinde ön gördükleri iktisadi insan modeli, Homoeconomicus; - Genel olarak öngördükleri değerler silsilesinin en üstün varlığı olarak insan ve onun özgürlüğünü muhafaza etme anlayışı olarak öne çıkarabiliriz.  Bu kabulleri sırayla açıklayacak olursak, aşağıdaki tespitleri yapmak mümkün olabilir. 2.1 Gıda miktarı - nüfus artışı ilişkisi hususundaki fakirlik korkusu ve ümitsizliğe dayanan yaklaşımlar; Malthus ve benzeri düşüncelere sahip kişilerin bugün bile yön verdikleri anlayışa göre, gıda alanları belli ve sınırlıdır. Dolayısıyla muhtemel mahsul miktarları da belli ve sınırlıdır. Öyle ki gıda maddeleri aritmetik hızla artarken nüfus geometrik bir hızla artmaktadır ve öyle bir gün gelecektir ki bir bomba gibi insanların başına bela olacaktır. Bu düşünceleri nedeniyle geç evlenmek, az sayıda çocuk sahibi olmak vb. hareketlerin teşvik edilmesi gibi politikaları tavsiye eden Malthus, toplumsal sefaletin en büyük nedenin alt sınıflar olduğunu ve bu yüzden bu tür bir nüfus planlamasının üst sınıflardan ziyade alt sınıflara uygulanması gerektiğini iddia etmiştir. Fakir halk kesimlerine yapılan (özellikle kamusal) yardım programlarına karşı çıkılması gerektiğini her türlü toplumsal müdahaleye ve yardıma muhalif olunması gerektiğini ileri sürmüştür. Bugün itibarıyla gıda yönünden ulaşılan üretim miktarının artan nüfusa rağmen, zannedildiği gibi geri kalmadığı görüldüğü halde, hala bu korkular sürekli uyanık tutulmakta; gerek tarım, gerekse diğer üretim alanlarında gelecek endişesi ve fakirlik hatta açlık korkusu bir politika aracı olarak (ekonomik, mali, sosyal) sürdürülmektedir. 2.2 İktisadi sistem içinde ön gördükleri iktisadi insan modeli, Homoeconomicus. Homoeconomicus, klasik iktisat teorisine göre; her şart altında kendisi için maksimum fayda sağlayan seçeneği tercih eden, hep rasyonel davranan ve kendi çıkarlarını düşünmesi gereken bir varlıktır ve bu varlıktır. Giriş ve çıkışların serbest olduğu piyasa adı verilen üretim alanında hareket eden, piyasa ile ilgili (ürünlerin nitelikleri ve fiyatları gibi) tam bir bilgiye sahip, çoğu aza tercih eden özellikleri haizdir. Bu varlık, piyasada bireye yönelik fayda üretildiğini, o faydanın bir bedeli olduğunu ve bedeli (fiyat) ödeyenin o faydadan yararlanacağını bilir. Bunun yanında kolektif hayatın gerektirdiği bir takım ihtiyaçlarının (genel kamu hizmetleri, kamu düzeni ve güvenliği, savunma gibi) giderilmesinde aczini de görür. (Çünkü bu hizmetlerin faydasından yararlanmada kimse birbirine rakip olmadığı gibi kimse de o faydadan mahrum bırakılamaz yani bölünemez fayda ürettiklerinden dolayı bu hizmetler fiyatlandırılamaz) ve bunun için bir devlet tüzel kişiliğine istemeyerek de olsa (zorunlu fena anlayışı) razı olur. İşte tanıtılan bu insan, bu fikir çerçevesinde herkes kendi çıkarını düşünürse toplum refahının da daha yüksek düzeylere çıkarılacağı şeklindeki bir varsayımın öne çıkardığı bir iktisadi insan modelidir. Buna göre her şey iktisadiyat demektir. Bu model, bir gerçek kişi için olduğu gibi tüzel kişilikler (firmalar, hatta devletler) için de geçerlidir ve Liberal ekonominin ve devlet siyasetlerinin de temellerini oluşturur. Öyle ki bu insan ve davranışı ortadan kaldırılırsa sistem bütün varsayımlarıyla birlikte büyük yara alır. 2.3 Genel olarak ön gördükleri değerler silsilesinin en üstün varlığı olarak insan ve onun özgürlüğünü muhafaza etme anlayışı Mevcut Batı anlayışı ve yukarıda bahsedilen düşünce yapısının üzerinde etkili olan esas düşünce, belki de bunların itikadi düşünceleri olarak kabul edilebilecek düşünce yapısı bilinirse, bu modellendirmelerin anlamı daha iyi anlaşılabilir. Bu düşünce ontolojik (varlık bilim) felsefedir. Birçok görüş geliştirilmiş olmakla beraber, son yüzyıl içinde öne çıkan bir teorisyenin (Nicolai Hartman -1882–1950) görüşleri, bütün batı dünyası üzerinde özellikle etkili olmuştur. Bu düşünce yapısı üzerine yapılan değerlendirmelere göre (Aktaran, Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, Morpa Kültür Yayınları-2003); - Bu düşünce, “yok olan” değil ’’var olan’’ üzerinedir, yani öznenin karşısında bunlar “ nesnedir’’. Kişinin ilgisini çeken, bu nesnedir. - Varlığın tanınmasından çok açıklanmasına ve birbirine bağlı varlık katlarının özelliklerini göstermeye önem verir. Varlık alanları kendi başına vardır.  - Varlığı için kendi dışında bir nedeni gerektirmez. Varlık kendi bütünlüğü ile ortadadır ve iki temel kategorisi vardır. Birincisi, zaman ve mekan boyutları dışında kalan ve değişmeyen “ideal varlık’’ kategorisi, ikincisi ise mekan ve zaman boyutları içinde yer alan “real varlık’’. Bu iki varlık alanı arasında genel varlık koşullarından kaynaklanan ortak bir bağ bulunur. Real varlık organı olan “anlık’’ın ideal varlıklarla ilgili bilgileri edinmesi, bu ortak bağı nedeniyledir. - Varlık kategorileri insanın bir buluşu değildir. Varlığı yapısı gereği kendinde vardır ve bütünlük içindedir. Her varlık türü, araştırıcıya, hangi ölçülere göre davranabileceğine, sorunlara ne gibi bir tutumla yaklaşılacağını gösterir. - Reel varlık da anorganik tabaka (cansız maddeler alanı; fiziğin konusu), organik tabaka (bütün canlı varlıklar alanı; biyolojinin konusu) ve tarihsel varlık tabakası (bilinçli varlıklar ve onların ürünleri; psikolojinin konusu) olmak üzere üç ayrı varlık alanına ayrılmıştır. İdeal varlık tabakası ise tinsel (tin: gerçeği ve evreni açıklamak için her şeyin özü, temeli veya yapıcısı olarak benimsedikleri madde dışı varlık) varlık alanı olarak ortaya çıkmıştır; bu alanda insan ve değerleri vardır ve felsefenin konusuna girer. Bu dört varlık tabakası birbirlerinden kopuk değildir. Tabakalar arasındaki ilişki, zaman, mekân, nitelik, nicelik büyüme, gelişme, denge, yaratıcılık, özgürlük gibi “kategoriler” aracılığıyla kurulmuştur. Kategoriler, tarihsel ve doğasal varlık alanlarının determinasyon ilkeleridirler. İlk tabakada yalnızca zaman, mekân ve zorunluluk gibi kategoriler işlerken, ikinci tabakada ayrıca büyüme ve gelişme kategorileri etkili olur; üçüncü tabakada yaratıcılık, dördüncü tabakada ise özgürlük öteki kategorilere eklenir. Kısacası, bu görüşün sahibi ve taraftarlarının söylemek istedikleri ve netice itibarıyla söyledikleri; “İnsan öylesine özgürdür ki, insanın tüm özgürlük içinde bir ruh olarak var olabilmesi için Tanrı’nın var olmaması gerekmektedir. Yoksa özgürlüğü daralır ve insan ruh olmaktan çıkar ” şeklindeki düşünceleridir. İşte bu düşünceye göre var olmasının şartı Tanrı’sızlık olan insan, kendi değer ve tarihini yaratmakta öylesine özgürdür ki, ne akıl ne de duyular onu, yani ruhu sınırlayabilir. S O N U Ç Şimdi tekrar başa ve Ramazan risalesindeki ikazları, yukarıda özetlemeğe çalıştığımız görüşlerle, sanırım ilişkilendirmeye de gerek kalmadan, Bediüzzaman Hazretlerinin: - Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyeti ile ilgili olarak, Cenâb-ı Hakkın “zemin yüzünü bir sofra-i ni‘met sûretinde halkettiği ve bütün envâ‘-ı ni‘meti o sofrada umulmadık yerlerden bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i rubûbiyetini ve rahmâniyet ve rahîmi­yetini o vaz‘iyetle ifade ettiği” ancak “insanların İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbâb dâiresinde o vaz‘iyetin ifade ettiği hakîkati tam göremediği, bazen unuttuğu; - Bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamların bir fiyat istediği, tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymetdar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in‘âm edeni tanımamanın, nihâyet derecede bir belâhet olduğu; - İnsanların maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edildikleri, Cenâb-ı Hakkın o ih­tilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ettiği, - Şedîd bir hırs ve tama‘ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atıldığı, her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanarak hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlikını unuttuğu, Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmediği, ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlandığı; - Nefsin, Rabbisini tanımak istemediği, Firavunane kendi rubûbiyetini istediği; konusundaki tespitleri ve bunların gerektirdiği çözümün haklılığı ve tebliği, sanırım daha iyi anlaşılacaktır. Kaynaklar: 1) Kur ‘an- Kerim, Bakara Suresi, 185. Ayet2) Mektubat 2, Ramazan Risalesi3) Francis FUKUYAMA, Tarihin Sonu ve Son İnsan, Gün Yayıncılık, İkinci Baskı 1993-19994) Jürgen HABERMAS, "Öteki" Olmak, "Öteki"yle Yaşamak, 2013: Yapı Kredi Yayınları5) Nejat BOZKURT, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları- Morpa Kültür Yayınları-2003)

Nurullah ALTUN 01 Temmuz
Konu resmiAilede Ramazan ve Ramazan'da Aile
Aile ve Çocuk

İbadetlerin uhrevi neticesinin yanında, hemen bu dünyada insana sağladığı birçok faydası var, bilinen bir gerçek olan. Özellikle de ‘insan psikolojisine/nefs psikolojisine’ yaşattığı haller açısından tam bir bayramdır ibadetler. Dünyevi olandan uzaklaşıp ötelere yakınlaşma içine girdiğimiz zamanlardır. ‘Günlük alışılmış bilinç durumumuzu (GABD)’ değiştirip ayrı bir şeyi bilincimize taşıyan, bilincimizi başka bir alemle tanıştıran ‘hayatî/yaşamsal pratiklerdir’. Oysa gündelik hayatın koşuşturmacası, haz odaklı bir bilinçle saplandığımız dünyevi zevkler, sorumlulukların ağır yükü derken, serseme dönmüş bir halde, darmadağın kalble kalakalmışızdır ne yapacağımızı bilmeden. Bu sersemlik içinde yalnızlığın ürpertisi sarar çoğu zaman yüreğimizi. ‘Biri olsa da giderse yalnızlığımı, ağzımın tadı geri gelse onun sayesinde’ diye hülyalar sarar bizi. ‘Gamımı, kederimi, neşemi ve sevincimi paylaşsam…’ deriz. Geçiciliğini iyiden iyiye fark ettiğimiz bu hayatta, kalıcı olmak, devam edebilmek istercesine adeta çoğalmak, evlat bırakmak isteriz geride; hayırlı evlatlar... Bir de bakarız ki, kalbimizin bu derin ihtiyaçları, ‘aile’ iklimine alıp götürmüştür bizi. Yek diğeri olmadan anlamsız ve onunla tamamlanan ‘çift’ (mesela; ayakkabının çifti) anlamına gelen zevç ve zevceler olarak izdivaçla ‘aile’ meydana gelir ki; ‘Birbirine dayanarak ayakta duran şey’ anlamındadır (Tıpkı askerlerin silahlarını birbirine dayayarak durdurmaları gibi). Aile hayatı, yorucu, boğucu, daraltıcı, dağıtıcı ve bozucu olan dünyevi koşuşturmaca içinde nefes alma imkanı sunar, en azından potansiyel olarak bunu barındırır. İhtiyaçlarımızı giderme yeri, nefsimizi ve neslimizi terbiye/eğitim mekanıdır aile. Bununla birlikte, yükümüzü getirdiğimiz, yorgunluğumuzu ortaya döktüğümüz de bir yerdir. Yükümüzü yük ederiz kimi zaman muhatabımıza, bazen de yorarız yorgunluğumuzla onu ve gerilimimizle gerer, öfkemizle yakarız ailemizi. Muhtaç olduğumuz ama bir türlü ulaşamadığımız ‘birliktelik’ten mahrum olarak, nesillerimizi, yavrularımızı da incitir, ihmal ederiz.  Bir keşmekeş, bir acı içinde zevç/zevcemizi hatta evlatlarımızı bile düşünmeden ‘kendi derdimize’ düşeriz. Düştüğümüz bu derdi unutabilmek için de, hazlar, zevkler peşi sıra gideriz; belki biraz ‘rahatlarız’ diye. Böylelikle bu dünyada, ‘alan varoluş konumuna’ girmiş oluruz. Bu hengamede boğulurken, başımızın üstünde Ramazan hilali belirir ve bize bir ‘hâl’ olur. ‘Kendi derdimiz yatay/alan varoluş konumundan’ sıyrılmaya başlarız. İnsanın, ‘yatay/alan’ varoluşunun en çok tatmin edildiği, en temel organlardan biri olan ‘ağız bölgesi’ bile-isteye kontrol altına alınmaya başlanır.  Yeme, içme ve bağımlılık yapıcı maddeler (tein, kafein, nikotin…) nefsimizin/psikolojimizin bütün ısrarına, zorlamasına rağmen alınmaz. Böylelikle GABD’muz değişmeye başlar ve normal zamanda yaşayamadığımız bir takım haller zuhur ediverir. Aslında bu, ‘alan varoluşun’ hedonist tarzını terkle ortaya çıkan yeni bir bilinç halidir. Bu yeni hal sayesinde, düştüğümüz ‘kendi’ derdimizden yani kendimizden sıyrılarak, başta aile efradımızı ve diğer insanlara ‘dikkat kesilmeyi’ öğreniriz. Acıkma, yorulma vs ile aczimizi, insanlığımızı hatırlarız. Aciz olan, çaresiz kalan biri, başka acizlere gerçek bir şefkat ve hakiki bir hürmet hisseder. Ramazan’ın bu iklimine dahil olan aile fertleri, birbirine karşı daha hassas olmayı tecrübe ederler.  ‘Seçici dikkatini’ kendi ihtiyaç ve beklentilerinden, hanım/bey, anne-baba ve evlatlarına yönlendirmeyi başarabilir. Böylelikle onların ihtiyaç ve beklentilerine duyarlı olabilirler. Böyle bir hassasiyetle aile hayatının vaat ettiği, ‘birlik hali/tevhid hali’ yaşanmış olur. -İmkan nispetinde- bu tevhid/birlik halinin timsali nevinden, her gün aynı vakitte, bütün aile, bir sofra etrafında ‘birleşirler’ ve hepsi aynı çizgide beklerler; ‘Sınırı geçme, bekle ve ezan ile ye!’ çizgisinde. O çizgide herkes eşittir; kuldur, bunun bilincindedir. Annelik, babalık, evlatlık vs nispeten ikinci planda olur ve herkes aciz kulcağızlardır. Ramazanla birlikte coşan, paylaşım ahlakı ile, iftarda komşulara çorbalar/yemekler gönderilir, ihtiyaç sahiplerine hakları verilir, sadaka ve zekatlar yerlerine ulaştırılır ve tam bir ‘hal’ bayramı yaşanır. Adeta ‘alan varoluş konumundan’, ‘veren varoluş konumuna’ geçilir. Bütün bu şölene, ‘can’larımız-evlatlarımız da katıldığında aile olmanın hakkı verilmiş olur ve yavrularımız gerçek terbiyeyi, sessiz-sözsüz alırlar. Bu şölen mevsiminin akşamlarını süsleyen bir davet, teravih namazı vardır ki, GABD’muzu hepten değiştirir ve bize ‘değişik bilinç halleri’ yaşatır ki, bu başlı başına bir yazı konusu olur.

Ramazan USLU 01 Temmuz
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

01 Temmuz 1911Rasadhâne-i Âmire Kandilli’ye Taşındı 1868 senesinde kurulan Rasad­hâne-i Âmire’nin ilk binası, Beyoğlu İstiklâl Cad­desi’ndeydi. Sultan 2. Abdülha­mîd’­in irâ­desiyle Maçka’da rasadhane için yeni bina inşa edilmiş ve Rasadhane-i Âmire, 1906 senesinde bu binaya taşınmıştır. 1910 senesinde rasadhane müdürlüğüne atanan Fatin Gökmen’den, rasadhane binası olarak kullanılmak üzere uygun bir yer araması istenmiştir. Fatin Gökmen, Vaniköy’ün üstündeki İcadiye Tepesinde bulunan ve Boğazlar Kumandanlığına mensup bir topçu birliği ile İstanbul Şehremânetine (Belediyesi)  mensup Köşkçü’lerin  (yangını haber veren memur) ikâmet ettiği bir kârgir kule ile iki ufak odadan ibaret binanın yerini beğenmiş ve buranın tahliyesi için çalışmalara başlamıştır. 1911 senesinde rasadhane yeni yerine taşınmıştır. 1940 senesinde adı Kandilli Rasadhanesi olmuş ve 1982’de Boğaziçi Üniversitesine bağlanmıştır. Üstâd, Barla’da Ziyâretine Gelenlere Ne Anlatırdı? Bedîüzzaman Hazretleri, ziyaretine gelen kimselere kendisinin bir şeyh olmadığını, İslâm âlimi olduğunu söylerdi. Zamanın iman kurtarmak zamanı olduğunu vurgulayarak yeni yazdığı risalelerden verir ve bunları okumalarını isterdi. Hoşlarına giderse, Kur’ân harfleriyle yazılmış olan bu risaleleri el yazısıyla çoğaltarak başka münâsib kimselere de ulaştırmalarını tavsiye ederdi. Bu şekilde, mücahid ruhlu, sadık nûr talebeleri yavaş yavaş çoğalmaya başlamıştır. O zor şartlar altında, hayatlarını ve huzurlarını tehlikeye atarak, Nûr Talebeleri’nin, Üstâd Bedîüzzaman Hazretleri etrafında toplanmaları gerçekten her türlü takdirin üzerinde şâyân-ı tebrik bir fedâkârlık ve kahramanlık misâlidir. (Bedîüzzaman Said Nursî ve Hayr’ul-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 337) Küçük Ayasofya Câmii İstanbul’un Fâtih İlçesinde, Cankurtaran ve Kadırga semtleri arasındadır. Bizans İmparatoru Justinianos tarafından 527-565 seneleri arasında kilise olarak inşa ettirilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Sultan 2. Bayezid döneminde Darüssaâde Ağası Hüseyin Ağa tarafından camiye dönüştürülmüş, camiye dönüştürülmesinden sonra avlunun etrafına zaviye hücreleri ve Hüseyin Ağa’nın türbesi inşa edilmiştir. Caminin barok üslupta inşa edilmiş eski minaresinin, 18. asrın ikinci yarısından sonra inşa edildiği düşünülmektedir. Bu minare, 1936 yılında bilinmeyen bir sebeple yıktırılmış ve uzun süre bu şekilde kaldıktan sonra 1955 yılında caminin bugünkü minaresi, camiye ilave edilmiştir. Avludaki sekizgen havuzlu tarihî mermer şadırvan da 1938 yılında yıkılmıştır. Hangi Beş? Halife Mansur, bir gece rüyâsında Azrâil Aleyhisselâm’ı görür. Rüyasında ona: “Ben ne kadar yaşayacağım?” diye sorar. Azrâil Aleyhisselâm, beş parmağını gösterir. Korkuyla uyanan Halife Mansur, çevresindeki âkil adamları çağırarak rüyasını tabir etmelerini ister. Tabir için gelenlerin kimi, rüyada görülen bu beş parmağın; halifenin ömrünün bundan sonra beş sene, kimi beş ay, kimi de beş gün şeklinde tabir ederler. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Hazretleri ise şöyle der: “Lokman Sûresi’nin 34. ayet-i kerîmesine işâret ederek, mugayyebât-ı hamseyi (beş bilinmeyeni) göstermiştir.” Ölüm vakti de beş bilinmeyenden biri olduğu için gizlidir. 27 Temmuz 1538Aden’in Fethi 16. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin güney siyaseti içine giren Aden, sahip olduğu stratejik ve ticarî mevki dolayısıyla, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda faaliyet gösteren Portekizliler’e karşı girişilecek mücadeleler için önemli bir üs olarak görülmüş ve Hadım Süleyman Paşa kumandasındaki yetmiş altı parça gemiden müteşekkil Osmanlı donanması tarafından fethedilmiştir. Aden bir ara Osmanlılar’ın elinden çıkmışsa da, 1548 yılı başlarında geri alınarak Yemen eyaletine bağlı bir sancak haline getirilmiştir. 1565’te Yemen’de iki beylerbeyilik kurulduğu sıralarda San‘a Beylerbeyiliği sınırları içinde bırakılan Aden, Hint Okyanusu’ndaki mücadelelerde Osmanlılar için bir deniz üssü olarak kullanılmıştır. 13 Temmuz 678 Hz. Âişe (ra) Vefat Etti Mekke’de dünyaya gelmiştir. Hz. Ebû Bekir’in (ra) kızıdır. Peygamber Efendimiz’le (asm) izdivâcının ardından, kendini ilmî noktada yetiştirmiştir. Genç yaşta Peygamber Efendimiz’le (asm) bir arada olduğu için çok sayıda hadîs-i şerîf rivâyet edebilmiştir. Peygamber Efendimiz’in (asm) vefatı onun odasında, onun kucağında olmuş ve Resûlullah (asm) onun odasına defnedilmiştir. Onun önemli katkılarıyla, Medîne ilim merkezi olma özelliğini devam ettirmiş ve onun ilmî faaliyetleri netîcesinde, hadîs ve fıkıh sahasında Medine ekolü teşekkül etmişti. Sadece şifahî sorulara cevap vermekle yetinmeyen Hz. Âişe (ra), muhtelif şehir ve bölgelerde yaşayan Müslümanlardan gelen mektuplar vasıtasıyla sorulan dinî sorulara da cevaplar vermiş, böylece hadîslerin ve bazı fıkhî meselelerin yazılmasında öncü olmuştur.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiOrta Afrika'da Neler Oluyor?
İnsan

Son günlerde Hristiyan-Müslüman çatışması ile gündeme gelen Orta Afrika Cumhuriyeti 1960 yılında bağımsızlığını kazanmış bir Fransız sömürgesiydi. Stratejik konumu ve yer altı kaynakları itibariyle oldukça mühim bir ülke. Kongo Cumhuriyeti, Demokratik Kongo, Sudan, Güney Sudan, Kamerun ve Çad’a komşu olan Orta Afrika Cumhuriyeti; elmas, altın, uranyum bakımından zengin, arazileri ise son derece verimli. 1800’lü yılların sonlarında Çad topraklarını ‘Çad askeri bölgesi’ ismiyle sömürgeleştiren Fransızlar, Orta Afrika Cumhuriyetini de bu isim altında sömürgeye dahil etti. Bölge Müslümanlarının önemli bir kısmı sınır dışı edildi. Birçok Misyonerlik faaliyeti yürüten okul açıldı ve yeni nesil Hristiyanlaştırıldı. Fransız sömürgesi döneminde birçok kişi özel şirketlere ücretsiz çalışmaya zorlandı. 1900-1910 yılları arasında sömürgeleştirilen Ubangi-Shari bölgesinin büyük bölümü köle ticaretine maruz kaldı. Sömürgecilerin uyguladığı zorunlu askerlik, köle ticareti gibi sebepler 1924 yılında pasif olarak başlayan ve 1928 yılında şiddetli eylemlere dönüşen Kongo-Wara isyanına dönüştü. Kamerun’daki birçok grubun da dahil olduğu bu isyan 1931 yılında bastırıldı ve liderler idam edildi. İkinci Dünya Savaşı, gruplar arası savaş, sivil isyanlar Orta Afrika Cumhuriyeti’ne 1958’de özerkliği getirdi. 1960 yılında ise bağımsızlığını kazanan Orta Afrika Cumhuriyeti yine Fransa’nın desteklediği bir isimle yönetilmeye başlandı. Elbette Fransa’nın çıkarlarını zedelemeyecek bir yönetimle. 1966 yılına kadar ülke Fransa yanlısı David Dacko tarafından yönetildi. 1966 yılında ise Dacko, Fransa yanlısı tutumu sebebiyle gerçekleştirilen bir askeri darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı ve yerine cunta lideri Jean Bedel Bokassa geldi. Bokassa, 1976’da sistemi değiştirerek monarşiye geçti ve kendisini kral ilan etti. Ülkenin ismi ise Orta Afrika Krallığı olarak değiştirildi. Ancak 1979 yılında Bokassa’nın ülkeden ayrılışını fırsat bilen Dacko, yönetimi Fransızların isteği doğrultusunda ele geçirerek ülkeyi eski sisteme döndürdü. Ülke, 1996-1997 yılları arasında birçok darbe girişimine maruz kaldı ve 1999’da da ülkede  şiddet olayları patlak verdi. Orta Afrika Cumhuriyetinde Müslümanların -özellikle ticaret alanında- oldukça etkin olmasına karşın, idari kadrolar sürekli olarak Hristiyanlara veriliyordu. Yönetimi elinde bulunduran Hristiyanlar ise, Müslümanların hayati hizmetlerden yararlanmasına engel oluyor ve onları aşağılıyordu. Bunun üzerine teşkilatlanan Müslümanlar, yönetime karşı 2003 yılında askeri darbe girişiminde bulunan François Bozize ile iş birliği yaptılar. Bozize’yi sadece ülkedeki Müslümanlar değil, Çad da destekliyordu. Öyleki Bozize Çad’ın askeri desteğiyle iktidarı ele geçirdi. Ancak iktidara gelen Bozize, önceki yönetim gibi Müslümanlara cephe almaya başladı. Çad askerilerini geri gönderip Güney Afrikalı birlikleri ülkeye getirdi. Fransa’dan uzaklaştı,  ülkedeki kaynakların Fransa’ya verilen kullanım haklarını iptal etti. Güney Afrika’ya ise birçok imtiyaz tanıdı. Fransa’dan uzaklaşarak Güney Afrika’ya yakınlaşan ve ülkede baskıcı bir yönetim kuran Bozize’ye karşı Hristiyanlar ve Müslümanlar ortak direnişe geçtiler. Seleka isimli bir birlik kurarak yönetime karşı eylemler düzenlemeye başladılar. Bu birliğe, Çad askerleri ve Fransızlar da destek veriyorlardı. Ancak Çad’ın süreçte Fransa’dan daha aktif rol oynaması, Bozize yandaşları ile muhalifler arasında arabulucu rol üstlenmesi, Fransa’yı rahatsız etti. Bunun üzerine ülkedeki kaos ortamını bahane ederek müdahale girişimlerine başladı. Amaç, Çad’ın Orta Afrika’daki etkinliğini önlemekti. Nitekim Aralık 2013’te 1600 Fransa Askeri Orta Afrika’ya girdi. Bir dönem destek verdiği Seleka’yı silahsızlaştırma çalışmalarına başladı. Fransa karşıtı Bozize ise ülkedeki Fransızlara ve silahsızlaşan Seleka’ya karşı mücadele etsin diye anti-balaka isimli bir yapı kurdurdu. Anti-balaka, ülkeyi harabeye çevirdi. Camiler yakıldı, iş yerleri yağmalandı ve birçok Müslüman katledildi. Bütün bunlar yaşanırken ülkede Afrika Birliği Barış Gücü’nün beş binden fazla askeri ve Fransızlar vardı. Ülkeye kaosu önlemek adına girmişlerdi ama  anti-balaka üyelerinin illegal eylemlerine göz yumdular. Birçok Müslüman öldürüldü, geriye kalan yaklaşık 250.000 kişi ise mallarını bırakıp göçe zorlandı. 60.000’i Çad’a sığındı. Halen Hava alanlarında oluşturulan kamplarda bekleyenler var. Özellikle Bangui’de bulunan Müslümanlara yönelik baskılar   gün geçtikçe şiddetleniyor. Yağmalar ve baskı sebebiyle iş yerlerinin çoğu kapandı. Büyük ölçüde gıda sıkıntısı yaşanıyor ülkede. Toptan gıda üreten merkezlerin sadece 10 tanesi çalışıyor.  BM’ye göre insanların %90’ı günde sadece bir kez yemek yiyebiliyor. BM’ye bağlı Dünya Gıda programı bölgeye gıda yardımı yapıyor ama elbette ki yeterli değil. Aslında olayların görünen sebebi Müslüman olan Michel Djotodia’nın Cumhurbaşkanlığına  gelmesiydi. Hristiyan lider Francois Bozize’yi darbeyle indiren Djotodia, 13 Nisan 2013’te geçici Cumhurbaşkanı olarak seçildi. 18 Ağustos 2013 tarihinde ise Cumhurbaşkanı olarak yemin etti. Ülkede zaten var olan kaos Müslüman birinin Cumhurbaşkanı seçilmesiyle daha da arttı. Ve Djotodia 10 Ocak 2014’te istifa etmek zorunda kaldı. Müslümanlar baskılar sebebiyle Kuzeye doğru çekildi.  Orta Afrika Cumhuriyeti’nin sonu Sudan’a benzeyecek, zira Kuzey orta Afrika Devleti kurulması söz konusu. İlan bile edildi aslında. Fransa’nın Çad, Senegal, Cibuti, Gabon ve İvor Adalarında askeri üsleri var. Afrika’da yaşanan olaylara, bu üslerdeki askerlerle müdahale ediyor. Somali’de, Kongo’da, Ruanda’da da askeri birlikleri mevcut. Afrika ülkelerinde çıkarlarını zedelemeyecek yönetimlerin iktidar olması için onlarca askeri darbe düzenletti. Afrika ham madde ve petrol için oldukça önemli bir kıta. Mesela Fransa, elektrik ihtiyacının dörtte birini uranyum zengini Nijer’den aldığı uranyum sayesinde gideriyor. Ancak son yıllarda Fransa’nın Afrika kıtasındaki ihracat payı oldukça azaldı. Yüzde sekiz gibi bir rakamdan yüzde üçe kadar düştü. Buna karşın Fransa’nın boşluğunu Çin doldurdu. Afrika ülkeleriyle özellikle son yıllarda birçok alanda iş birliği anlaşmaları gerçekleştirdi. Çin’in, Ortadoğu’da Rusya ile oluşturduğu ittifak neticesinde kurduğu hakimiyet, Asya politikaları ABD ve siyasi manada yükselen güç Avrupa’yı rahatsız ediyor. Etki alanları daralan İngiltere, Ortadoğu’ya Fransa ise Afrika’ya dönmeye başladı. Ekonomik, siyasi üstünlüğü ele geçirmek için her şeyi yapıyorlar. Ortadoğu’daki mezhep savaşları, Afrika’da din savaşına dönüşüyor. Mali’deki kaos, radikal unsurların faaliyetleri, Fransa’nın Mali’yi işgalinin gerekçesiydi. Güney Afrika’daki isyanlar neticesinde de Fransa yüzlerce askerini Güney Afrika Cumhuriyeti’ne gönderdi. Orta Afrika Cumhuriyetinde yaşanan din savaşları da, Fransız karşıtı yönetimi alaşağı ederek Fransa’yı ülkede yeniden hakim konuma getirdi. Somali’de de durum farklı değil. Ya da Sudan’da. İkiye bölünmüş Sudan bir projeydi ve gerisi gelecekti. Orta Afrika Cumhuriyeti, Yemen. Batı’nın sahip olmadığı ham maddeye sahipler, ancak işleyemiyorlar. İnsanlar açlıktan ölüyor. Çünkü yabancı özel şirketler, iş birlikçi yönetimlerle anlaşarak ham maddeleri alıyor, üstelik yerli halkı da köle gibi çalıştırarak. Karşı atak olduğunda ise birileri ya darbeyle ya da yarattıkları kaos ortamıyla durumu yine lehlerine çeviriyorlar. Sadece Müslümanlara yönelik bir kumpas değil bu. Afrika’nın birçok bölgesinde Hristiyanlar da kendi aralarında savaştırılıyor. Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Burundi, Uganda arasında yaşanan çatışmalarda  son on yılda milyonlarca insan öldü. Misyonerlik okullarının faaliyetleri ise işin bir başka boyutu. Ülkelerdeki Müslüman nüfus hızla azalıyor. Halktan çocuklar misyoner okullarında yetiştirilip papaz yapılıyor ve halkın arasına ‘ben de sizdenim’ imajıyla karıştırılıyor. Bu ciddi bir sosyolojik yöntem. İbadethanelerde ise Hristiyanlığın ve İslamın sembolleri birlikte kullanılıyor. 1920’de Papa’nın emriyle Afrika’da misyonerlik haritası çizdirilmiş ve faaliyetlere başlanmıştı. Başarılı da olundu. Afrika ülkelerinde Müslümanlık oranları çok ciddi biçimde azaldı. Batı, dini argümanları kullanarak müdahalesini daha rahat meşrulaştırabiliyor bölgede. Azınlık kalan Müslümanlar ise marjinalleşiyor ve müdahaleyi kolaylaştıran kaos ortamı doğuyor.  Afrika ülkelerinin çoğunda ciddi bir İslami oluşum yok. Bu da Müslümanların bir çatı altında toplanmasını engelliyor. Afrika, insanıyla ve kaynaklarıyla beraber sömürülüyor, üstelik ülke yönetimlerinin de iş birliğiyle.

Hakkı AYGÜN 01 Temmuz
Konu resmiHeybe
Tarih

Dünya Bizim Kitaplığı Yayında 2008 yılında kültür sanat haberleri yayınlamak amacıyla faaliyete başlayan www.dunyabizim.com, bugüne kadar 1000‘den fazla farklı haberci tarafından kaleme alınmış 15000’in üzerinde haber yayınladı. Sanal alemin genel geçer kaidelerine uymayan pek çok haber içeren site, yayınlanan haberleri daha fazla ve farklı nitelikte okuyucuya ulaştırmak amacıyla, bu kültür haberlerini Mehmet Er­ken’in editörlüğünde üç başlık altında derleyip kitaplaştırdı. Muhtelif tarihlerde ve farklı kişilerce yazılmış portreler, seyahat yazıları ve röportajların bir araya getirildiği kitaplar; Öncü Yüzler, Dünya Bizim: Seyahat Notları ve Sanat Erleriisimlerini taşıyor. Öncü Yüzler kitabı, pek çoğu 20. Yüzyılda yaşamış ve gerek talebeleri gerekse eserleri ile iz bırakmış isimler hakkında portre yazılarından oluşuyor. Muhtelif sanat dallarından sanatçılar ile yapılmış röportajları içeren Sanat Erleri kitabı, hattat, müzehhib, tesbih ustası, sinemacı gibi farklı sanatçıların hem sanatlarını hem de sanata dair düşüncelerini  anlattıkları röportajlardan oluşuyor. Dünya Bizim: Seyahat Notları kitabı ise, Kamboçya’dan Suriye’ye, Mısır’a kadar farklı coğrafyalarda karşımıza çıkan farklılıkları ve benzerlikleri görebileceğimiz bir derleme seyahat kitabı. Şehirlerin ve ülkelerin coğrafyaları, kültürleri, alışkanlıkları kitapta yer alan yazıların içeriklerinden sadece bazıları. İz yayıncılık altında yayınlanan “Dünyabizim Kitaplığı” ileride de farklı derlemeler yayınlamayı planlıyor. Kitapların Künyeleri; Dünya Bizim: Seyahat Notları, ed. Mehmet Erken,  Dünyabizim Kitaplığı, İstanbul 2014, 124 sf Sanat Erleri, ed. Mehmet Erken, Dünyabizim Kitaplığı, İstanbul 2014, 119 sh. Öncü Yüzler, ed. Mehmet Erken, Dünyabizim Kitaplığı, İstanbul 2014, 115 sh. yayın : 4 Haziran 16:14 Osmanlı Evrakının Hazin Hikâyesi Osmanlı Devleti’nin son savaşına girişinin 100. yıldönümünde önemli belgeler ortaya çıktı. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ve Osmanlı Devleti’nin son savaşına girişinin 100. Yıldönümünde, Derin Tarih Dergisi saklı Osmanlı belgeleri dosyasını açtı. Çoğu yakılan, bir kısmı da uygun olmayan şartlarda çürümeye bırakılan Osmanlı evrakının hazin hikayesi, derginin Haziran sayısında Gültekin Yıldız’ın kaleminden paylaşıldı. Önümüzdeki seneler tarihimize mâl olmuş pek çok siyasî, askerî ve sosyal olayı 100. yıldönümleri sebebiyle anıyor ve tartışıyor olacağız. Çanakkale Zaferi, Sarıkamış Faciası, Ermeni Tehciri, Kutülamare Zaferi, Arabistan İsyanı, Bakü’nün fethi, Kudüs’ün kaybı, Medine Müdafaası, Mondros Mütarekesi, İstanbul’un işgali, TBMM’nin açılışı, Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi zaferleri ve Cumhuriyet’in ilanı gibi… Ancak devlet ve toplum hayatımızda büyük kırılma ve değişimlere yol açan 1911-23 arası döneme ilişkin derinlemesine bir tarihi muhasebe yapmamızın önünde büyük bir engel duruyor. 1928’deki alfabe değişikliği ile birlikte çok az bir kısmı yakılmaktan ve satılmaktan kurtulup bu güne kadar saklanabilen Osmanlı Harbiye Nezareti belgeleri, bugün Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı arşiv depolarında hapis tutuluyor. Osmanlı Treni Yine Hicaz Yolunda 2. Abdülhamit tarafından 1900-1908 yıllarında Şam ile Medine arasına inşa edilen Hicaz demiryolunun Ürdün hattında nostaljik sefer yapıldı. Sefer öncesinde tarihi buharlı tren çalıştırıldı. Ürdün'ün başkenti Amman'daki, Amman-Hicaz demir yolu istasyonundan başlayan gezi, başkent Amman'ın çevresinden şehrin kuzeyindeki Giza Hicaz demir yolu İstasyonu'na kadar, yaklaşık 2 saat sürdü. 1900'lü yıllara ait fenerli ve perdeli vagonların VIP kısmında, kenarları tahta işlemeli koltuklar dikkati çekti. Türkiye Amman Büyükelçisi Sedat Önal, Hicaz demiryolunun sembolik öneminin bulunduğunu ve yapıldığında çağın ilerisinde teknolojiye sahip olduğunu ifade ederek, Hicaz demir yolunu "geçmişle geleceği birbirine bağlayan köprü" olarak nitelendirdi. Önal, Hicaz demir yolunun Türkiye ile Ürdün arasında kültürel bağ olduğunu belirterek, karşılıklı bağların güçlenmesinde ve entegrasyonun artmasında rol oynadığını dile getirdi. Şam'dan Hicaz'a yani Mekke ve Medine'ye ulaşması açısından Hicaz demir yolunun dini boyutu olduğunu belirten Önal, şu an büyük bir kısmı kullanımda olmayan Hicaz demir yolunun bir kısmının Ürdün tarafından kullanıldığını ve bunun sevinç verici olduğunu söyledi. Önal, Hicaz demir yolunun Türkler için tarih şuuru ve tarihle bağlantılarının sıkılaşması açısından mühim olduğunu dile getirerek, "Hicaz demir yolunu sahiplenen Ürdünlüler için de tarihi ve güzel bir kalıntı. Bizim isteğimiz, Hicaz demir yolunun sadece Türkler ya da Ürdünlüler tarafından değil, yabancılar tarafından da bilinmesini sağlamak. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA), Amman-Hicaz demir yolunu restore ederek, bu amaca büyük katkı sağlayacak" dedi. Ürdünlüler'in ve Ürdün'deki Türkler'in yoğun talep gösterdiği Hicaz demiryolu seyahatine, Yunus Emre Kültür Merkezi Başkanı Mehmet Sıddık Yıldırım ve Ürdün Hicaz Demiryolları Genel Müdürü Salah Muflih El-Luzi de katıldı. 2. Abdülhamit tarafından 1900-1908 yıllarında Şam ile Medine arasına inşa edilen Hicaz Demir Yolları, İstanbul ile kutsal mekanlar arasında ulaşımı sağlamak ve hacıların güvenli seyahat edebilmesi için yapılmıştı.

Sena İKBAL 01 Temmuz
Konu resmiOrucun Ekmeli
Sağlık

“… Orucun ekmeli (en mükemmeli, olgunu) ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayâli, fikri gibi cihâzât-ı insaniyeye (insana ait cihazlara) dahi bir nevi‘ oruç tutturmaktır. Yani muharremâttan (haram şeylerden), mâlâya‘niyâttan (boş işlerden) çekmek ve her birisine mahsus (özel) ubûdiyete (kulluğa) sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galîz (kötü) ta‘bîrlerden ayırmakla ona oruç tutturmak ve o lisânı tilâvet-i Kur’ân (Kur’ân okuma) ve zikir ve tesbîh ve salavât ve istiğfâr gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ, gözünü namahreme bakmaktan ve kulağını fenâ şeyleri işitmekten men‘ edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sâir (diğer) cihâzâta (cihazlara) da bir nevi‘ oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruç ile ona ta‘tîl-i eşgâl ettirilse (çalışmaya ara verdirilse), başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittibâ‘ ettirilebilir (uyabilir).” Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri (Mektubât Mecmuası, 29. Mektub)

İrfan MEKTEBİ 01 Temmuz