93. Sayı: "Bediüzzaman'ın Hayru'l-Halefi Ahmed Husrev Altınbaşak"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHüsrev Efendi'nin Duygu Dolu Mektupları
Risale-i Nur

Hazret-i Üstad, Emirdağ’dan gönderdiği başka bir mektubunda, “Evet Hüsrev, Feyzi, Hâfız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları bu Hizmet-i Nûriye’ye göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de çok has kardeşlerimde, hatta burada aynen tarz-ı hayatım gibi böyle bir nuranî meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum.” diyerek Hüsrev Efendi gibi bazı talebelerin hayatlarının, kader-i ilâhî tarafından Risale-i Nur Hizmeti’ni netice verecek şekilde sevk edilip yönlendirildiğini haber vermişti.  ediüzzaman Hazretleri’nin Emirdağ’da kalmaya başladığı 1944 ve sonrasında Hüsrev Efendi’nin Nur Hizmeti’ndeki gayretleri daha bir artış gösterdi. Devamlı olarak Üstad’ı ile irtibat kuruyor, yapılan hizmetler hakkında malumatlar ve müjdeli haberler veriyordu. Ara sıra iç dünyasını ve samimi duygularını Üstad’ına açtığı bu mektublar, Bediüzzaman Hazretleri’ni ziyadesiyle memnun ediyordu. Hatta öyle ki, Hazret-i bu mektublar hakkında şöyle diyordu: “Hüsrev’in mümtaz bir hâsiyeti budur ki, şimdiye kadar bana gelen bütün mektublarının hiçbirisi beni incitmiyor. Elîm zamanlarımda da yumuşak geliyor, ruhumu okşuyor. Bu cihette dahi ona şahsım itibariyle çok minnettarım.” Hüsrev Efendi bu mektubu aldıktan sonra, canından aziz bildiği Üstad’ının sözünü tasdik etmek gayesiyle aşağıdaki mektubu kaleme aldı. Üstad’ına karşı son derece sevgi, tevazu ve mahviyet hisleri içinde yazdığı bu mektubunda da Hüsrev Efendi, gayet hüzün dolu yüksek duygularını şöyle arz etti: “Küçüklüğümden bugüne kadar gerek kendi hayatıma, gerekse ailevî hayatıma bakıyorum, bir dest-i gaybînin (görünmez bir elin) hükmünü icra ettiğini o kadar yakînen görüyorum ki, bu müşahede güya zahirde tecessüm eder, karşıma dikilir, ‘bana bak, dersini al’ der. Aczi ve cehli içinde çırpınan günahkâr pür kusur Hüsrev kendine bakar, liyakatsizliği ile beraber Nur Fabrikası’nın en nazik bir yerinde bir küçük çark olarak çalıştırılıyor görür… Sevgili Üstad’ım Efendim. Talebeniz kusurlu Hüsrev, emirlerinize fevkalhad dikkat ve riayet eder. Sevgili Üstad’ımca malum olan bir seneye yakın kuvvet bulan bazı esbab (sebebler), perişan Hüsrev’i daha çok perişan etmiş. Hüsrev ise bu hal-i perişaniyetini sevgili Üstad’ının nazar-ı merhametinde şefaatçi ederek affını ister. İşte o Hüsrev bugün akrabalarından ayrılmış, garip kalmış, dünyevî arzularından soyunmuş, kimsesiz kalmış, âlem-i misale (berzah âlemine) giden peder ve vâlidesinden uzaklaşmış, yetim olmuş, sıhhati yerinde, bünyesi sağlam iken başına topladığı seyyiatın (günahların) eleminden kurtulmak için çalıştığı bir zamanda bünyesini ve sıhhatini de kaybetmiş. Gücü kuvveti gözyaşlarına inhisar eden (sınırlayan) âsi Hüsrev, âlem-i misalin kapısı önünde diz çökerek âh ile Rabb-i Rahîmine feryad eder der: ‘Ne olaydı ya Rab senin ind-i mâneviyene zincir ile gelmek sünnet olsa idi. Bu zelil kulun müstahak olduğu lalelerden kefen yaparak sana gelse idi. Elleri kelepçeli, ayakları burkaklı, boynu laleli (boyundurukla) huzuruna getirilse idi. İşte bugünde sana layık olduğum horluk ve hakirlik libasına bürünerek gelsem dese idi’ der. Cenah-ı atıfet (ihsan) ve lütfunuza sığınmış olan dertli, elemli, zavallı Hüsrev, hiç de rahatsız etmek istemediği ve bir küçük kıl kadar olsun ızdırabda görmek istemediği sevgili Üstad’ını bu yazılarıyla günlerle elemiyle acıtacak. Fakat Hüsrev’in sevgili Üstad’ı bilir ki belki Hüsrev ihtiyarıyla yazmadı. Huzur-u Üstad’ında kendini affettirmek için yazdırıldı. Evet, bu hakir Hüsrev büyük bir iftiharla ayaklarınızın altına serdiği müsî (günahkâr) cesedinden uzanan kirli elleriyle mübarek temiz ellerinizden tutarak kemal-i hürmet ve tazim ile öper. Hem hastalığınızı almakla hasta yaşamasını bin can ile ister. Hem daima sıhhatte ve hayatta görmeyi emelleri içerisinde en büyük bir emeli bilir. Fakat ne yapsın. İrade-i ilahiyenin küllî kanunlarına her şey musahhar (itaat eder). Âh ne olur sevgili Üstad’ımız bize haklarını helal etmekle bizi sevindirdiği gibi affetmekle de sonsuz sürurlara müstağrak etse (daldırsa) idi! Evet biz sevgili Üstad’ımız’ın refet ve şefkatinin müntehalarını (son noktalarını) görmüşüz. Sevgili Üstad’ımız’ın yüksek seciyelerine ümitlerimizi bağlamışız. Affolunuruz diye huzur-u Üstad’a divana durmuşuz. Mübarek dâmenlerinizden (eteklerinizden) tekrar tekrar öper hayırlı dualarınıza her vakit için el açarak rikkatli (şefkatli) kalbinizden aflar isteriz sevgili Üstad’ımız efendimiz hazretleri. Çok kusurlu talebeniz Hüsrev” Yine aynı mânâ üzere Bediüzzaman Hazretleri, Hüsrev Efendi’ye yazdığı ve onun gibi kahramanlara hitab ettiği mektubunda şu gayet hazîn ve latif duygularını ifade etti: “Aziz sıddık kardeşlerim! Daha görmediğim uhrevî hediyenize karşı derim: Benim yüz canım olsa size feda etsem yine kahramancasına gösterdiğiniz sadakat ve metanetinize yetişemem. Cenab-ı Erhamürrahimin sizleri Kur’ân ve iman hizmetine layık bir fıtratta halk eylediğine şüphem kalmadı.”

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiGizli Komitelerin Dehşetli Planı
Tarih

ediüzzaman Hazretleri’nin vefatından iki ay sonra, 27 Mayıs 1960’da askerî bir darbe oldu. Memlekette başlatılan umumî bir baskı ve sindirme havasının neticesinde bir kısım Nur Talebeleri de tutuklanarak hapishanelere alındı. Bu dönemde Hüsrev Efendi de, önce üç ay Isparta’da hapsedilerek tutuklu yargılanmış, ardından 1962’de beraat edinceye kadar mahkemelerle baskı altında tutulmuştur.  Hazret-i Üstad’ın vefatının hemen ardından gelen bu zulüm devri, Nur Hizmetleri’nde ciddî duraklama ve karışıklıklara sebeb oldu. Talebelerin bir kısmı hapislere atıldı, kimi de faaliyetlerini yavaşlatıp gizlemek durumunda kaldılar. Bu karanlık ve puslu havada zındıka cereyanı da yıllardır hazırladıkları planı devreye soktular. Hazret-i Üstad’ın tabiriyle “hâriçten karışan gizli parmaklar”  vasıtasıyla, Hüsrev Efendi’nin vazifedarlığı aleyhinde daha önceleri perde altından yaydıkları dedikodu ve fısıltıları artık açıktan açığa neşre başladılar. Kalblerdeki sevgi ve bağlılık duygularının yerini şüphe ve tereddüdler almaya başlamıştı. Hâlbuki Bediüzzaman Hazretleri, “Hüsrev gibi bir Nur kahramanından, benim yerimde ve Nur’un şahs-ı mânevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir (çok lazımdır).”  diye talebelerinden, hiç tereddüdsüz ve hissiyatlarını karıştırmadan Hüsrev Efendi’yi kendi yerinde kabul etmelerini istemişti. Bu fitnelerin neticesinde, Hüsrev Efendi’nin etrafında halkalanması gereken bazı kimseler, kendi başlarına hareket etmeye ve Bediüzzaman Hazretleri’nin sağlığında “Üstad-ı Sânîmiz” deyip hürmetle itaat ettikleri Hüsrev Efendi’nin sözlerini dinlememeye başladılar. Her cihetle müminlere rehber olan Resul-ü Ekrem (asm)’ın âhirete irtihâlinden sonra, daha cesed-i mübarekleri  defnedilmeden, Ashab-ı Kiram’ın (ra) kendilerine bir baş seçmeyi en mühim bir mesele olarak telakki edip, derhal Hazret-i Ebubekir (ra)’a tâbi olup onun etrafında toplanmaları, dahildeki münafıklarla hariçteki düşmanları şaşkına çevirmişti. İslâm Ümmeti için ise onların bu gayreti, tarih boyunca rehber edinilen daimî bir ibret levhası olmuştu. akat maalesef, Hazret-i Üstad’ın vefatından sonra bazı kimseler, çok cihetlerle asr-ı saadete benzeyen bu âhirzamanda Bediüzzaman’ın tabiriyle sahabe mesleğini devam ettiren Nur Hizmeti’nde, sahabelerin gösterdiği bu gayrete ters tavırlar içerisine girdiler ve bir lider etrafında toplanmadıkları gibi bunun karşısına da geçtiler. Üstad Hazretleri’nin Hüsrev Efendi hakkındaki, bütün vasiyet ve işaretlerini ve fiilen onu öne çıkarmış olmasını bir tarafa bırakarak başına buyruk tavırlar sergilemeye başladılar. Üstelik zamanla ‘Bediüzzaman Hazretleri’nin kendinden sonra yerine kimseyi işaret etmediği ve Nur Cemaati’nin başı olmayan bir şahs-ı manevî olarak devam edeceği’ gibi tamamen hilaf-ı hakikat, Nur Külliyatı’na muhalif, adetullah kanunlarına, Sünnet-i Seniyye’ye ve bütün İslâm geleneğine zıt ve cihanşumül bir davası bulunan Nur Cemaati’ni bölüp parçalama istid’âdı taşıyan gayet acîb bir savunma içine girdiler. Güya bu savunmayla yaptıkları dehşetli hatayı örtbas edeceklerini zannediyorlardı. Hâlbuki Nur Mekteb-i İrfanı’nın müdürsüz, Medresetüzzehrâ’nın ‘Üstadsız’,  Nur Ordusunun kumandansız kalması ne mümkündü! Zaten çok geçmeden Hüsrev Efendi’yi kumandan ve Üstad olarak kabul etmeyenlerin her birinin kendilerinin birer kumandan ve üstad tavrı içerisine girdikleri görülecekti! Hâlbuki Hazret-i Üstad, Risale-i Nur’un gizli düşmanlarının Hüsrev Efendi aleyhdarlığı planlarını gayet şiddetli ve tehdidkâr şu cümlelerle ikaz etmişti: “Gizli düşmanlarımız iki planı takib ediyorlar. Biri beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev  aleyhinde bir tenkid ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilan ederim ki; Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azim hıyanettir.” Şuâlar Gizli komiteler, türlü türlü desiselerle, fitnelerle insanları aldatmaya ve asılsız iftiralarla Hüsrev Efendi’nin aleyhine geçirmeye ve ondan koparmaya başladılar. Türkiye’nin tüm bölgelerinde gizli adamları vasıtasıyla sinsi faaliyetler düzenlendi. Vilayet vilayet gezerek, medrese medrese dolaşarak sâfi zihinler bulandırıldı. ‘Gizli düşmanların’ planı gayet açıktı. Hüsrev Efendi iftiralarla çürütülerek insanlar etrafından koparılacak Hazret-i Üstad’ın haber verdiği gibi talebeler arasına bir soğukluk verilecekti! Nihaî hedefleri ise, insanları Risale-i Nur’un esaslarından uzaklaştırmak, son devrin bu büyük Kur’ân hizmetini imhâ etmekti. Dinsizlik komitesinin perde arkasındaki bu dehşetli planını göremeyen, ya da görmek istemeyen bir kısım gâfiller de maalesef bu fitnelere alet olarak pek çok iftira ve su-i zanların nâşiri oldular. Hâlbuki Hüsrev Efendi’nin en büyük gayesi Risale-i Nur’un neşri ve hizmetiydi. Hazret-i Üstad’ın sağlığında bu gaye uğruna en büyük fedakârlıkları yapmış ve ömrünün sonuna kadar da Risale-i Nur mesleğinden en ufak bir taviz vermemişti! Hüsrev Efendi’nin aleyhine geçen bazı kimseler ise, din düşmanlarının oyununa gelerek onu en yakışıksız iddialarla karalayıp itaatsizliklerindeki büyük kabahati bu yolla gizlemeye çalıştılar. üsrev Efendi tam üç sene boyunca ayrı baş çeken bu gibi kimselerin tavırlarını terk etmeleri için bekledi. Bu yanlış gidişata son vermelerini istedi. Çok geçmeden bu başıbozukluğun acı neticeleri de görülmeye başlandı. Hüsrev Efendi’ye muhalefet edenler Risale-i Nur Hizmeti’ne zarar verecek yanlışlıklar içine girmeye başladılar. (Günümüze kadar pek çok ehl-i imanın Risale-i Nur’a küserek mahrum kalmasına sebeb olan büyük bir yanlışla) bazı müfsid siyasî cereyanlara uzun seneler âlet oldular. Bazı menfaatperest kimseler de -kontrolsüz bir şekilde- Risale-i Nur üzerinden zengin olmanın peşinde koşuyorlardı. Hâlbuki Hazret-i Üstad, 1944 yılında Denizli hapsindeyken yazdığı bir mektubda, “Yeni talebelerden bir kısım zâtların sırr-ı ihlasa muvafık olmayan dünya cihetini de Risale-i Nur ile arzu etmesinden...”  cümleleriyle sanki bu günlere ta o zamandan işaret etmiş ve Risale-i Nur ile maddî menfaat kazanmaya çalışmanın Risale-i Nur Talebeleri’nin en mühim hizmet esasları olan ihlas sırrına zıt olduğunu ilan etmişti. ine aynı kimseler tarafından Risale-i Nur’un en mühim hizmetlerinden biri olan Kur’ân yazısını muhafaza hizmeti, garib bahaneler ileri sürülerek terk ediliyor, hatta aleyhine geçiliyordu. Hâlbuki Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân yazısını muhafaza hizmetini iman hizmeti ile birlikte zikrederek, “Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ân’ı (Kur’ân yazısı ve harflerini) muhafaza etmek bir vazifesidir.”  gibi çok beyanlarıyla Risale-i Nur Hizmetini Kur’ân yazısı temeli üzerine bina etmiş ve yeni yazıya ancak ‘zaruret miktarı’ sınırıyla müsaade etmişti. Fakat Hüsrev Efendi’ye muhalefet edenler o derece bu sınırı aşmışlardı ki, yeni harfler esas yapılmış, Kur’ân yazısı, zaruret miktarının bile gerisine düşürülmüştü. Hüsrev Efendi sonunda, nefis ve hissiyatına mağlub olan, zındıka komitelerinin planlarını fark edemeyip söz dinlemeyen, verdikleri sözleri tutmayan, hizmetin en temel esaslarına muhalefet ederek Risale-i Nur’a ciddî zararlar vermeye başlayan bu gibi kimselerden ümidini kesti ve onlara kapısını kapadı. Maalesef o gibi kimseler, Risale-i Nur mesleğine tamamen zıt bu hareketleriyle, Nur dairesindeki ayrılığı başlatmış oldular. Zaman içerisinde kendi içlerinde de pek çok tefrikalar yaşayarak pek çok gruplara ayrıldılar. Ahmed Hüsrev Efendi bu elem verici durum karşısında yeniden talebe yetiştirmeye karar verdi ve etrafına yeni talebeler topladı. “Üçüncü Filiz” adını verdiği bu genç talebeleriyle birlikte, tam bir birlik ve tesanüd içerisinde, Risale-i Nur Hizmeti’ni yeni nesillere aslına uygun bir şekilde ulaştırmak için çalışmalarına hız verdi ve Allah’ın izin ve keremiyle buna muvaffak da oldu.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiHayrât Vakfı
Risale-i Nur

üsrev Efendi dokuz defa yazarak kemale erdirdiği “Tevâfuklu Kur’ân’ı” neşretmek için ileri gelen otuz kadar talebesiyle Isparta’da bir istişare yaptılar. Resmi işlemlerin tamamlanmasıyla birlikte 16 Nisan 1974 tarihinde Hayrât Vakfı resmen kurulmuş oldu. Bundan sonra, Hüsrev Efendi’nin yaptırdığı bir araştırmada İstanbul’da Kur’ân’ın yüksek şerefine layık hürmeti gösterecek nezih bir matbaanın bulunmadığı anlaşılmıştı. Bu sebeble Hayrât Vakfı bünyesinde, insanların çalışma saatlerinde abdestli bulunacağı temiz bir matbaa kurulması kararlaştırıldı. Bir yandan da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın o zamanlar İstanbul’da bulunan Mushafları Tedkik Heyeti’ne müracaat edilerek Kur’ân’ın hatasız ve basılabilir olduğuna dair 22 Eylül 1976 tarihinde resmî izin belgesi alındı. Kur’ân-ı Kerîm yazma tarihinde bir ilk olan bu usulle, yazıları son derece şirin ve okunuşu gayet kolay yeni bir Mushaf-ı Şerif ortaya çıkmaya başlıyordu. Hüsrev Efendi diyordu ki: “Eskiden Kur’ân-ı Kerîm nüshaları bugünkü gibi kesretle çoğaltılamadığından, nüshaları günümüzdeki kadar çok değildi. Bu sebeble hattatlarımız, İslâm düşmanlarının Kur’ân’daki kelimelerin arasına harf ve kelime ilave etmek sûretiyle Kur’ân’ı tahrif etmelerine meydan vermemek düşüncesiyle kelimeleri omuz omuza verdirip sık yazıyorlardı. Fakat artık matbaalar milyonlarca Kur’ân-ı Kerîm bastıkları için o ihtimal kalmamıştır. 'Kur'ân Öğrenmek Zordur' Propagandasına Karşı... Şimdi günümüzde ise, “Kur’ân’ı öğrenmek zordur” propagandası yapılarak halk Kur’ân’dan uzaklaştırılıyor. Bu propagandayı bertaraf etmek için biz Kur’ân’ımızı harfleri gayet net, harekeler ait olduğu harflerin tam altında veya üstünde ve kelimeler arasında rahatlık meydana getirecek hafif boşluklar koyarak yazdık. Tâ ki herkes Kur’ân’ı gayet kolaylıkla öğrenebilsin ve okuması avam halka da câzibedar görünsün.” Yine bu talebelerinin Kur’ân’ı harf harf elden geçirip baskıya hazırlamalarının onlara kazandırdığı büyük mânevî kazançlara işaretle, “Sizler değil mi ki Kur’ân’ı bu şekilde hazırlıyorsunuz; artık bütün dünya aleyhinizde olsa da hiç kıymet vermeyin!” diyerek kendilerini tebrik edip müjdeliyordu. “Sizleri talebelerim olarak değil, müşâvirlerim olarak görüyorum! Ben Tevâfuklu Kur’ân’ı kahraman kardeşlerimle çıkaracağım!” diyerek onları taltif ediyordu. Hüsrev Efendi’nin hasta ve yaşlı haline rağmen büyük bir azim ve fedakârlıkla çalıştığını görüp kendisine acıyan talebeleri, “Efendim biraz da istirahat etseniz” dediklerinde kendilerine, “Kardeşlerim kabirde çok istirahat edeceğiz İnşâallah!” diye cevab veriyordu. Said Nuri Hoca Efendi ve hizmet arkadaşları tarafından Hayrât Vakfı çatısı altında sürdürülen Tevâfuklu Kur’ân’ı baskıya hazırlama çalışmaları Hüsrev Efendi’den sonra yedi sene daha devam etti. Bütün gayretler, Kur’ân’ı ehl-i imana en güzel, en câzib, en sevimli bir şekilde ve Allah lafızları üzerindeki harika tevâfukları en parlak bir sûrette takdim etmek içindi. Titizlikle sürdürülen bu hazırlık baskılarından sonra, 1984 yılının Haziran’a rastlayan Ramazan Ayında İstanbul Hayrât Vakfı Matbaa tesislerinde Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm nihayet seri olarak tab olunmaya başlandı. Netice harikaydı ve dünya standartlarında bir baskı kalitesi elde edilmişti. Nur Talebeleri uzun yıllar süren bu büyük ve hayırlı hizmette neticeye ulaşmakla büyük bir sevinç yaşadılar. Aziz Üstad’ın yıllar önce ümid ettiği gibi, bu Kur’ân’daki tevâfukları gören gözler mâşâallah, derk eden kalbler bârekâllah ve sırlarını anlayan akıllar sübhanallah diyordu.   Hüsrev Efendi’nin son üç senesi Hayrât Vakfı’nda Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’i baskıya hazırlamakla geçti. Talebelerine “Bu Kur’ân’ı öyle hazırlayacağız ki eline alanı cezb edecek” diyordu. Kur’ân’ı baskıya hazırlamak için Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’deki mevcud harflerden ve bitişik yazılan harf gruplarından en güzelleri seçilerek fotoğrafla çoğaltılıyordu. Daha sonra hususan seçilip hazırlanan bu harfler Kur’ân’daki yerlerine yapıştırılıyordu. Bir Tek Makineden Dünyanın İkinci Büyük Kur'ân Matbaasına Zamanla İstanbul’daki matbaa yetersiz gelmeye başlayınca Isparta-Kuleönü Kasabası’nda, 200 dönümü bulan geniş araziler satın alındı. Nur Talebeleri’nin katkılarıyla, 8000 metrekarelik ilk bina üç senede tamamlandı. Zamanla mevcut binanın da yetmemesi üzerine 7000 metrekarelik bir bina daha yapıldı ve toplam kapalı alan 15000 metrekare oldu ve alınan yeni arazilerle de toplam saha 250 dönüme ulaştı. Aziz Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin yıllar öncesinden “Kuleönü’nde bir nur görüyorum, ama onu sizde göremiyorum” diyerek yıllar öncesinden verdiği müjdeli haberi bu büyük Kur’ân hizmetinin Kuleönü Kasabası’nda başlamasıyla gerçekleşmiş oldu.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiHulusi Beyi Geçen Talebe
Tarih

Hulusi Bey, 1929 yılında Üstad Bediüzzaman’ı Barla’da ziyaret ettikten üç gün sonra Risale-i Nur Hizmeti’nin istikbali ile alakadar bir rüya görmüş ve üç sene sonra yazdığı bir mektubla bu rüyayı Üstad’ına bildirmişti. Hulusi Bey bu rüyasının bir kısmını daha sonraları kendisiyle görüşenlere şöyle anlatmıştır: “Bir gün Eğirdir’de bulunduğum zaman, rüyada sarıklı bir genç gördüm. Bu genç beni ilk defa, Hz. Üstad’a götüren meczup lâkaplı Mustafa Efendi idi. Ona Şeyh veya Hafız Mustafa da denirdi. Rüyada gördüğüm sarıklı genç şeklen o idi. Fakat ne bıyığı ve ne de sakalı vardı. Hafız Mustafa, çocuk meşrebinde birisi idi. Risale-i Nur’un ilk Küçük Sözler’ini l928’de onda görmüştüm. Daha o zaman Üstad Hazretleriyle de muarefemiz (tanışmamız) yoktu. Gayet intizamsız bir yazı ile yazılmış ilk risaleyi onda görmüştüm. Müsvedde halindeydi. Rüyada, elinde leblebi tablası vardı. Fakat içinde leblebi gayet azdı. Ben leblebiden almak için elimi attım. O zaman leblebi tabağı doldu, taştı.” Bu rüyayı gayet manidar gören Bediüzzaman Hazretleri, bir kısmını tabir ederek Mektubat’taki rüya bahsi içine almıştı. O tabirin son kısmında Üstad şöyle diyordu: “Sarıklı küçük genç bir zât ise; Hulusi’ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, nâşirler ve talebeler içine girmeye namzeddir. Bazılarını zannederim, fakat kat’î hükmedemem. O genç, kuvve-i velayetle meydana atılacak bir zâttır.” Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu rüyayı tabir ettikten sonra, Hüsrev Efendi ve Hulusi Bey’e yazdığı bir kaç mektubla, o rüyada görülen ve Hulusi Bey’i geçecek gencin Hüsrev Efendi olduğuna dair kanaatini müjdeleyen şu ifadeleri kaleme almıştır: “Mübarek sıddık kardeşim Hüsrev! …Size bir müjde vereceğim. Hulusi Bey’in kısmen tabiri çıkmış bir sadık rüyasında mihrabda benim yanımda kendinden daha genç birisini kendinden daha ileri görmüş. Benim zannımca siz o adam olmağa namzedsiniz. Kardeşiniz Said Nursî” ―belge: 1 Yine Hüsrev Efendi’ye yazdığı diğer bir mektubda, aynı müjdeye şöyle temas etti: “Bahtiyar sıddık kardeşim ve bu hizmet-i kudsiyede fedakâr hakiki bir arkadaşım! Bu defaki mektubunuz Hulusî Bey’in malumunuz olan rüyasında, ‘Benden genç birisi, benden daha ileri, gaybdan hedayayı (hediyeleri) getirmeye vasıta bir arkadaşımız olacak’ fıkrasını tabir ediyor gibi görünüyor. Kardeşiniz Said Nursî” Üstad Bediüzzaman, yukarıdaki iki mektubda Hüsrev Efendi hakkında işaret ettiği müjdeyi, bahsi geçen rüyanın sahibi olan Hulusî Bey’e de şu ifadelerle bildirdi: “Gayyur, sıddık, ciddi, halis âhiret arkadaşım ve hizmet-i Kur’âniye’de kuvvetli arkadaşım Hulusi Bey! …Bunu yazan Hüsrev namında genç bir kardeşimizdir. Arabî hattı yoktu. Kur’ân’ın kerameti olarak birden başladı bu sûreti aldı. Şimdiye kadar yirmiden fazla cüzleri o yazdı. Senin eskiden gördüğün rüya içinde senden genç daha ileri bir zat, mihrabın gaybı tarafında hedayayı getirip verdiğini, -ben de onu öyle tabir etmiştim- Allah-u a’lem bu Hüsrev, o adamdır. Eskiden maaşı vardı, Sözleri okuduktan sonra terk etti. Yeniden elli lira maaşı verip günde iki üç saat çalıştırmak için verdiler. Bin lira da olsa Sözler’le meşguliyetimi terk etmem, deyip o maaşı reddetti. Said Nursî”  ―belge: 2 Aynı meseleyi merhum Mustafa Sungur da şöyle rivayet etmiştir: “Eğirdir’den Hulusî Ağabey şarka gittiğinde, (Bediüzzaman Hazretleri) ona yazdığı mektubda ise: ‘Kardeşim Hulusî! O rüyada gördüğün, Hüsrev namında bir gençtir. Aynen o sarıklı genç mânâsını gösteriyor.’ demişti.” (

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiHüsrev Efendi'nin Sohbetleri
Risale-i Nur

‘Kardeşimsen bana hazine getirdin!’ Talebelerinin dünyevî-uhrevî her derdiyle, sıkıntısıyla ve mes’elesiyle hassasiyetle ve sabırla alâkadar olan Hüsrev Efendi, her türlü suale -çoğu zaman daha kendisine sorulmadan- tatminkâr cevaplar veriyordu. Bir yandan da talebelerin -Risale-i Nur Talebesi olmanın bir gereği olarak- yazıp getirdikleri Risalelerin arkasına dualar yazıyor, ‘Kardeşim sen bana hazine getirdin!’ diye kendilerini taltif ediyordu. Yazdığı her dua, talebelerine ciddi bir şevk unsuru oluyor ve kalemle hizmette usanmadan devam ediyorlardı. ediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonraki 1960’lı yıllarda, Hüsrev Efendi öğlene kadar Kur’ân yazmakla vakit geçiriyor, öğleden sonra kapılarını ziyaretçilere açıyordu. “Bu kapıya gelip imanî bir mes’eleyi öğrenmek isteyenlere ben kapımı açmazsam mesul olurum.” diyerek insanların imanlarına hizmet etmek için duyduğu mesuliyet duygusunu ortaya koyuyordu. “Meyveli ağaç gibi olun! İnsanlar ona taş atarken, o insanlara meyve atar” derdi. “Musibetlere karşı öyle metin ve öylesine dayanıklı olmalısınız ki; mesela süratli akıntısı olan bir nehrin tam ortasında başını kaldırmış bir kaya parçası gibi olmalısınız. Nehrin suyu, o nehrin ortasında baş çıkarmış kayayı yerinden söküp atmak için, mütemadiyen kayayı koparmak için çalışır. Baş çıkaran kaya da sağından ve solundan gelen su akıntısını omuzu üzerinden sen de geç, sen de geç diyerek mukabele ettiği gibi, siz de size gelen musibetlere ‘sen de geç ey musibet, sen de geç’ deyiniz.”  Hüsrev Efendi sohbetlerinde, iman ve Kur’ân hakikatlerini, Risale-i Nurlar’ın ehemmiyetini, Risale-i Nur’un hizmet esaslarını, Bediüzzaman Hazretleri’nin mânevî makam ve vazifesini, iman ve Kur’ân davasını, kalemle Nurlar’a hizmet etmenin kıymetini, âhirzaman fitnelerinden kurtuluş yollarını, sık sık karşılaşılan bazı fıkhi mes’eleleri, Sünnet-i Seniyye’ye ittiba etmenin faziletini anlatıyordu. Talebelerine İslâmî ahlak ve âdâba son derece riayet etmelerini telkin ediyor, İslâmiyeti her cihetle yaşamaya gayret eden bir nesil yetiştirmeye çalışıyordu. Nur’un müştak talebeleri, “Benim yanımda dünya yoktur!” diyen Hüsrev Efendi’nin sohbetlerinde adeta kendilerinden geçiyorlar, dünyevî dertlerinden sıyrılıyorlar, Hüsrev Efendi’nin dilinde billurlaşan hakikatlerle mânevî âlemlere seyahat ediyorlardı. Bediüzzaman Hazretleri onun için “Sırr-ı ihlâsa tam mazhar oldu”  demişti. Hüsrev Efendi bu zor şartlar altında hizmet eden talebelerini şöyle müjdelerdi: “İleride çok zatlar gelir, sizi çok geçerler. Ama sevap cihetinde geçemezler. Çünkü onların almış olduğu sevapları sizin de defter-i hasenatınıza yazarlar. Sadık kalırsanız temel olursunuz. Evet, ilimde çok ileri zatlar gelir, sizi çok defa geçerler.” Zaman zaman, “Kardeşim! Nurcusun, nasıl korkarsın? Korkarsın, nasıl Nurcusun?”  diyerek talebelerine cesaret aşılayan Hüsrev Efendi, “Meyveli ağaç gibi olun! İnsanlar ona taş atarken, o insanlara meyve atar” derdi. “Musibetlere karşı öyle metin ve öylesine dayanıklı olmalısınız ki; mesela süratli akıntısı olan bir nehrin tam ortasında başını kaldırmış bir kaya parçası gibi olmalısınız. Nehrin suyu, o nehrin ortasında baş çıkarmış kayayı yerinden söküp atmak için, mütemadiyen kayayı koparmak için çalışır. Baş çıkaran kaya da sağından ve solundan gelen su akıntısını omuzu üzerinden sen de geç, sen de geç diyerek mukabele ettiği gibi, siz de size gelen musibetlere ‘sen de geç ey musibet, sen de geç’ deyiniz.” diyerek metanet dersi verirdi. Yine, “Biz bugüne kadar Allah yolunda pek çok sıkıntılar çektik. Biraz da Allah yolunda siz çekin. Duyduğunuz bazı şeylere karşı sağır olun ve sabredin.”   gibi telkinatlarla ta­lebelerini, iman hizmeti yolunda karşılaşılması muhakkak olan sıkıntı ve imtihanlara karşı Allah rızası için sabırlı ve hazırlıklı olmaya davet ederdi. ‘Ziyaret edecek başka kimse bulamadın mı?’ “Bir gün Isparta’da, Üstad’ımızın ziyaretine giderken yolda karşıma bir polis çıktı. Sordu: ‘Nereye gidiyorsun?’ ‘Şurada büyük bir zat var, onu ziyarete gidiyorum’ dedim. ‘Ziyaret edecek başka kimse bulamadın mı?’ dedi. Ben de, ‘Bulamadım’ dedim. Bunun üzerine elimdeki çantayı çekip aldı ve onunla beni dövmeye başladı. Sonra bıraktı. Ben de yoluma devam ettim. Üstad’ımızın huzuruna girdiğimde başımdan geçenleri anlattım. Üstad’ımız, oradaki kardeşlere beni göstererek şöyle dedi: ‘İşte görüyorsunuz; bizim talebemiz böyledir, dayağı yer, sadakati ve sebatı sarsılmaz, yine gelir.”

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiHüsrev Efendi'nin Şahsiyeti
Risale-i Nur

üsrev Efendi insanlara karşı ziyadesiyle şefkat ve merhamet sahibiydi. Bir kardeşimiz üzüntülü bir vakasını anlattığı zaman o da üzülürdü. Üzüntüsü açıkça görünürdü. Muhtelif vilayetlerden her gün misafirler gelirdi. Onlarla şefkatle ilgilenir, meselelerini halleder, büyük bir huzur içinde dönmelerini sağlardı. Çok yumuşak huylu, halim, selim bir insandı. İnsanlara çok sevecen muamelede bulunurdu. Öyle ki bu muamele karşısında insanların içi ona karşı sevgiyle dolardı. Gönülleri fethederdi. Çok çok sabırlı idi. Din düşmanlarının kendisine yaptıkları zulümlere, hapislere, zehirlere ve hakaretlere rağmen hiç bir zaman hizmette usanç göstermezdi. Bazı câhil, ard niyetli veya ehl-i dalaletin oyununa gelmiş kimselerin onun aleyhinde söyledikleri sözler kendisine ulaştığında, “Ben çamurdan bir duvarım. Bana atılan taşlar bana saplanır kalır, geri çıkmaz.” der ve onların sözlerine sabır ve tahammülle mukabele ederdi. Gayet kibar ve nazik, beyefendi bir insandı. Son derece edeb ve haya üzere bulunurdu. Onu gören, “Ben böyle nâzik, beyefendi bir insan görmedim” derdi. Herkes onun bu yönüne hayran kalırdı. Bununla birlikte gayet izzet ve vakar sahibiydi. İnsanın değerini düşürecek hiç bir hafif hareket veya söz kendisinden sâdır olmazdı. Doğruluk, emniyet, ahde vefâ gibi İslâmî sıfatlarda mükemmeldi. Doğruluktan asla şaşmaz, ağzından hilaf-ı hakikat hiç bir söz çıkmazdı. Bu haliyle muhatablarına tam bir güven ve emniyet duygusu verirdi. Son derece yüksek bir Allah sevgisi ve korkusu taşıdığı, sözlerinde hal ve hareketlerinde açık bir şekilde görünürdü. Her işinde ve sözünde daima Allah’ın rızasını gözetirdi. En büyük maksadının Cenâb-ı Allah’ı râzı etmek olduğu her hâlinden anlaşılırdı. “Biz Rabbimiz’in üzerimizdeki her tasarrufundan râzıyız. Tek Rabbimiz Hâlıkımız olan Allah bizden râzı olsun, bizleri kulluğuna kabul etsin yeter. Bizim için bundan daha büyük saadet olamaz.” sözlerini çoklukla tekrar ederdi. İhlasın birinci düsturu olan “Amelinizde rızâyı ilâhî olmalı.” hakikatini fiil ve sözleriyle sürekli olarak etrafındakilere ders verirdi. Hem hizmet cihetinde fevkalade çalışkan idi. Daima hizmetle meşgul olur, bir saniyesini boş geçirmezdi. Geceleri çok az uyur. Sabahlara kadar okur, yazar, Risale-i Nur Hizmeti ve Kur’ân-ı Kerîm yazmakla meşgul olurdu. Kendisi, bir zaman uykusunu bir saate kadar indirdiğini, eğer bir silahı olsa onunla o bir saat uykuyu da vurup ondan da kurtulmak istediğini anlatmıştı. Dine hizmet uğruna çok büyük bir gayret ve azîm sahibiydi! Hüsrev Efendi, sosyal ilişkiler yönünden, insanî münasebetler cihetiyle de gayet medenî bir insandı. Her gelen misafire sıcak ilgi gösterirdi. İnsanlarla diyaloğu çok güzeldi. Herkesin durumunu güzelce anlar, ona göre muamele ederdi. Gelenleri ilgiyle dinler, suallerine gayet münasip cevaplar verirdi. Kimseyi mahzun etmek istemezdi. Yanına hüzünle gelenler huzur içinde oradan ayrılırlardı. Yaşlı, genç, hizmette eski veya yeni her seviyeden insan gelirdi. Herkese durumuna göre layık olan muameleyi yapardı. Hususan Risale-i Nur’la yeni tanışmış olanlara daha yakın alâka göstererek kendilerine fazlasıyla değer verirdi. Âdetâ insanların kendisine ne niyetle geldiklerini ve içindeki suallerini önceden biliyormuş gibi muamelede bulunur, ona göre sohbetler ederdi. Bu hâle şâhid olanlar da hayret ederlerdi. Bediüzzaman Hazretleri gibi Hüsrev Efendi de karşılıksız hediye kabul etmezdi. Eğer alması îcab ederse, o hediyeye mukabil gelecek bir şeyler verir ve öyle kabul ederdi. Hüsrev Efendi az yer, az uyur; buna rağmen çok dinç görünürdü. Sîmaca gayet güzel, beyaz tenli, güleç yüzlü, çok nurânî bir insandı. Beyaz giyinir, beyaz sarık sarardı. Beyazlar içinde nur gibi parlardı. Beyaz gömlekle birlikte bol laciverd pantalon giyerdi. Bazı talebeleri, onu ilk defa gördüklerindeki duygularını, “Sanki bir melek görüyorum zannettim.” diye ifade ederlerdi. Hüsrev Efendi’nin sohbetleri gibi dış görünüşü dahi kalpleri, ruhları doyururdu. Onu görenler, daha ilk görüşte tesiri altında kalırlardı. O nurânî hali, ziyaretine gelen büyük âlimleri dahi teslime mecbur ederdi. Kendisine hürmetle muamele ederlerdi. Konuşması da çok güzeldi. Gayet açık, fasih ve anlaşılması kolay bir şekilde konuşurdu. “Benim lisanım İstanbul lisanıdır.” derdi. Konuşmasındaki letafet ile nuranî sîması insanları tesiri altında bırakırdı. Bir gelen bir daha gelmek isterdi. Zaten sülalesi de temiz ve pâk idi. Dindar ve asîl bir aileden geliyordu.”

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiKalem-i Hüsrevi
Risale-i Nur

ediüzzaman Hazretleri’nin Isparta’ya gelişinin beşinci senesi olan 1932 yılında,  Kur’ân’ın daha önce keşfedilmemiş yeni bir harikası kendisine gösterildi. Meşhur hattat Kayışzâde Hâfız Osman hattıyla yazılan kendi Kur’ân’ını okurken, Allah ve Rab lafızlarının alt alta güzel diziler halinde birbirine tevâfuk ettiklerini, yani muntazaman denk geldiklerini gördü.  Dikkatle bu Mushafı baştan sona inceledi. Altı yüz dört sayfa olan Kur’ân’ın hemen her sayfasında bu tevâfuklar çoklukla bulunuyordu. Bunun bir tesadüf eseri, ya da yazan kâtiblerin işi olmadığını, bilakis Kur’ân’ın kendine ait bir meziyet olduğunu anladı. Üstad bu Tevâfukların gözle görülür hale gelmesini arzu etti ve talebelerine bu niyetini şöyle açıkladı: “Sayfa ve satırları değiştirmemekle beraber, tekellüfsüz (zorlama yapmadan) o tevâfukat-ı matlube (istenen tevâfuklar) bir derece gösterilebilir. …Mushafı üç nevi mürekkeble; lâfzullah (Allah lafzı)  kırmızı, sâir tevâfukât başka renkli mürekkeble, âyetleri siyah yazdırmak emelindeyim.” Hazret-i Üstad’ın bu teklifine, Kur’ân yazabilecek, nesih hattına âşina olan Şamlı Hâfız Tevfîk, Hoca Sabri, Hâfız Ali, Hâfız Hâlid, Muallim Galip, Hâfız Zühdü, Hakkı Efendi ve Ahmed Hüsrev Efendi gibi talebeler memnuniyetle iştirak ettiler ve Tevâfuklu Kur’ân’ın yazılmasına namzed oldular. Bediüzzaman Hazretleri, çoğu hattat, hâfız veya hoca olan on talebesine Kur’ân’daki tevâfukatı gösterir tarzda yazmaları için üçer cüz verdi. Hepsi de büyük bir şevk ile cüzlerini yazmaya başladılar. Bu talebeler içinde, Kur’ân yazmaya mahsus olan nesih hattı cihetiyle Hüsrev Efendi onlardan gerideydi. Bununla birlikte, üstadının bu arzusunu yerine getirmeyi en çok arzu eden de o olmuştu. Bu teklife şöyle cevap verdi: “Böyle bir Kur’ân-ı Kerîm’in yazılması hakkında vaki’ olacak her fedakârlığa hazır olduğumu, utanarak baştan ayağa kadar beni istilâ eden bu sürurun verdiği halet-i ruhiye üzerine arz ediyor ve ayrıca diyorum ki: Sevgili Üstad’ıma istenilen şekilde kendi elimle yazılmış bir Kur’ân-ı Kerîm’i yazıp takdim etmeyi çok arzu ediyorum. Hüsrev” Üstad’ın Hüsrev Efendi’ye Cevabı ise şöyle oldu: “Mübarek sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’âniye’de pek samimi ve ciddi ve gayretli arkadaşım Hüsrev! Yeni ve çok hayırlı niyetimize ciddi iştirakiniz beni çok mesrur etti. Bilhassa daha evvel kendi hattınızla bana bir Kur’ân yazmasını düşündüğünüz beni bu niyette ziyade teşvik etti. Senin hakkında büyük bir ümidimi kuvvetlendirdi. Allah sizden ebeden razı olsun. Seni Kur’ân’a bağışlasın… İnşâallah senin intizamlı hattınla Levh-i Mahfuz’daki intizamlı tevâfukatın bir cilvesi görünecektir… Kardeşiniz Mirzazâde Said Nursî” Yine Hazret-i Üstad o günlerde yazdığı diğer bir mektubunda ise şöyle diyordu: “Kendi Kur’ân’ımda bir nevi i’caz-ı Kur’ân’ı (tevâfukları) gösterir işaretler koymuşum. Bir zaman hayatta kalsam Hüsrev’in kerametli olan mübarek kalemi ile göze görünecek bir nevi sikke-i i’caziyeyi (tevâfuk mucizesini) gösterecek bir tarzda bir Kur’ân’ı yazdırmak inayet-i İlahiye’den temenni ediyorum.” Ahmed Hüsrev Efendi daha ilk aylar içinde fevkalâde bir muvaffakiyet gösterdi. Hissesine düşen ilk üç cüz’den ikisini yazıp Üstad Bediüzzaman’a gönderdiğinde bu işle mânen vazifeli şahsın Hüsrev Efendi olduğunu anlayan Hazret-i Üstad, hem onun bu işin baş vazifelisi olduğunu müjdeledi, hem de böyle bir Kur’ân’ın kendi katında ne kadar değerli olacağını bildiren şu mektubu kaleme aldı: “Mübarek, sıddık, kıymetdâr kardeşim! Yazdığın Kur’ân-ı Hakîm’in iki cüz’ü bana ispat etti ki, bu hizmet-i kudsiyede baş kitâbet (başyazarlık) senin hakkındır. Arkadaşımızdan Arabî hattı çok mükemmel burada iki zatın yazdıkları iki cüz senin yazdıklarınla mukayese edildi. Çok geri kalmışlar. Gittikçe senin hattının güzelliği daha ziyade oluyor. İnşâallah bu hayr-ı azîme ve bu hizmet-i kudsiyeye tamamıyla muvaffak olacaksın. …Böyle bir Kur’ân benim için ne derece kıymetdâr olduğunu bununla anlayınız ki, eğer Hüsrev’in kalemiyle arzu ve ümid ettiğim tarzda bir Kur’ân’ı biri bana verse hediyesini yüz altun lira istese bu fakir halimle beraber kabul edip kemal-i mesruriyetle alacağım. Çalışıp o borcu eda etmek için lüzum olsa hamallık dahi müftehirâne ve müteşekkirâne edeceğim. Çünkü öyle bir Kur’ân kendini hem okutturacak, hem bâtın (iç) perdelerindeki hüsnü ve cemali (güzelliği) ihsas ettirecektir (hissettirecektir) fikrindeyim.” Hüsrev Efendi hat sanatına âşinâ bir hattat olmadığı halde, Hazret-i Üstad onun yazısında mânevî bir güzellik bulunduğunu hissediyor ve en güzel hattat yazılarına tercih ederek şöyle diyordu: “Onun hattında bir müstesnalık var. Onun hatt-ı Arabîsi ne kadar noksan olursa olsun en yüksek hat onun hattını görüyorum. Bu hizmet-i mukaddesede baş kitabetlik (kâtiblik) onundur. Onun için başta herkesten evvel ona gönderdim ki çabuk başlasın.” Tevâfuklu Kur’ân yazma hizmetinde kendilerine başlangıçta üçer cüz verilmiş olan diğer Nur Talebeleri ise aynı başarıyı gösteremediler. Bu vazifenin mânen Hüsrev Efendi’ye verildiğini anlayarak bu hizmeti ona bıraktılar. 1932-1933 yıllarında Hüsrev Efendi, Tevâfuklu Kur’ân’ı ilk kez tamamladı ve Barla’daki Üstad’ına gönderdi. Hüsrev Efendi’nin bu işteki harika muvaffakiyetini gören Üstad Bedîüzzaman, bunu büyük bir takdirle şöyle ilan etti: “Yeni yazdığımız ve İnşâallah yakında da tab edeceğimiz Kur’ân-ı Azîmüşşân’da bütün lafza-i Celal ve lafz-ı Rab gâyet istisna ile mâni’dar tevâfukla muntazaman sıra ile birbirlerine bakmalarıdır. Hatta müteaddid yerlerde ehl-i kalb ve ehl-i hakikat demişler: Bu tarz yazı Levh-i Mahfuz’un yazısına benziyor ve ona yakındır, diye hükmetmişler.” Başka bir mektubunda ise, Hüsrev Efendi’nin yazdığı bu Kur’ân ile kazanacağı büyük sevabları kendisine şöyle müjdeledi: “Ey Hüsrev! … Senin yazdığın mûcizeli iki Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın bu havalide hususan Ramazan-ı Şerif’te sana kazandırdıkları sevabları ve tahsin ve tebriklerini, inşâallah yakında tab’a (baskıya) girmesiyle, Âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah’a şükreyle.”  Yine Hazret-i Üstad: “Asr-ı saâdetten beri böyle hârika bir sûrette mucizeli olarak yazılmasına hiç kimse kâdir olmadığı hâlde, Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e; “Yaz!” emri buyrulmasıyla, Levh-i Mahfûz’daki yazılan Kur’ân gibi yazılması”   buyurarak böyle bir Kur’ân’ı yazıp ümmetin istifadesine sunmanın nasıl müstesnâ bir hizmet ve ne kadar büyük bir şeref olduğunu ortaya koydu. Her asrın Kur’ân’dan kendine göre bir hissesi vardır ve her asrın ihtiyacına göre Kur’ân’ın bazı yeni nurları ihsan edilmiştir. Kur’ân’a her yönden taarruzların başladığı 20. asırda ise Rabbimiz, Kur’ân’ın bütün temel hakikatlerini ispat eden Risale-i Nur’u ihsan ettiği gibi, Kur’ân’ın yazısındaki gözle görülen bir mucizesini de yine Üstad Bediüzzaman’ın keşif ve tarifiyle ve Risale-i Nur’un başkâtibi Ahmed Hüsrev Efendi’nin eliyle lutf etmiştir. Böylece, akılların gözlere indiği, yani gözüyle görmediğine inanmakta zorlanan insanların yaşadığı bu maddeci asırda, Kur’ân’ın gözle görülebilen tevâfuk mûcizesi ihsan edilmiş oldu. Hüsrev Efendi, Bediüzzaman Hazretleri’nin sağlığında Tevâfuklu Kur’ân’ı altı defa yazdı. Üstad’ın vefatından sonra üç nüsha daha yazmaya muvaffak olan Hüsrev Efendi, dokuzuncusunda Kur’ân’da mevcut Tevâfukun tamamıyla zuhur ettiğine kanaat etti. Kırk yılı bulan meşakkatli çalışmaların neticesi olan bu nüsha, Allah’ın lütfu ile Hüsrev Efendi’nin kurmuş olduğu Hayrât Vakfı tarafından -1984 yılından itibaren- tab’ edilerek tüm Müslümanların istifadesine sunulmaktadır.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiKısa Tarihçesi
Risale-i Nur

hmed Hüsrev Altınbaşak, 1899 senesinde Isparta’da dünyaya geldi. Babası Mehmed Efendi, annesi Ayşe Hanım’dır. Osmanlı Devri Isparta vâlilerinden Hacı Edhemoğlu Ali Ağa’nın torunudur. Hüsrev Efendi’nin Yeşil Sarıklılar nâmıyla bilinen baba tarafı  Hazret-i Ebûbekir’e (ra) dayanıyordu. Hâfız-ı Kurrâlar olarak bilinen anne tarafı ise Hazret-i Hüseyin (ra) yoluyla Hz. Peygamber’e (sav) ulaşıyordu. Küçük yaşlarından itibaren dindar bir hayat yaşamaya başlamıştı. Henüz beş altı yaşlarında iken sabah namazlarını cemaatle kılardı. Gençlik yıllarında büyüklerin zikir meclislerine katılmış ve aralarında saygın bir yer edinmişti. Yardım severliğinden dolayı arkadaşları arasında “Hızır” lakabıyla anılırdı. 1916 yılında lise eğitimini Isparta Îdâdiyesi’nde bitirdikten sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamış olması sebebiyle İstanbul’a giderek orduya katıldı. Yaşının küçük olmasından dolayı cepheye gönderilmedi. Bundan dört sene sonra gönüllü olarak katıldığı Kurtuluş Savaşı’nda, Batı Cephesi’nde Yunanlılar’a karşı savaştı. Manisa yakınlarında esir düştü ve Korfu Adası’nda üç sene esir olarak kaldı. Esâret dönüşü Isparta’da memuriyet hayatına başladı. Mâliye, sağlık işleri ve tapu dairelerinde çalıştı. Isparta Merkez, Şarkîkaraağaç ve Keçiborlu’da sekiz sene memuriyette bulundu. Hüsrev Efendi, 1931 senesi içerisinde gördüğü bir rüyada, temelleri atılmakta olan büyük bir gülyağı fabrikasının kâtipliğine tayin edilmiş ve işe başlamıştı. Bu rüyadan iki ay sonra, beş senedir Isparta’nın Barla Kasabası’nda sürgünde bulunan Bediüzzaman Said Nursî ile tanıştı ve kendisine büyük bir sadakatle bağlandı. Said Nursî Hazretleri, daha sonra onun bu rüyasını şöyle tabir edecektir: “Sizin gibi çarklardan meydana gelen mübarek bir cemaat içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtip tayin edildiğine o rüya müjde verdiği gibi biz de müjde veriyoruz.” TANIŞTIKTAN SONRA Hüsrev Efendi, Üstad Bediüzzaman'la tanıştıktan sonra, derhal memuriyetten istifa etti ve kendini tamamen, Bediüzzaman’ın yeni telif etmeye başladığı Nur Risaleleri’ni yazıp neşretmeye adadı. Üstad Said Nursî söz konusu risalelerini Kur’ân harfleriyle yazdırıyor ve yeni harflere karşı mesafeli duruyordu. Talebelerinden de bizzat elleriyle yazarak çoğaltmalarını istiyordu. Bu şekilde Nur Risaleleri zamanın tüm olumsuz şartlarına rağmen elden ele yazılarak çoğalıyor ve halk tabanında başlayan bir “İman-Kur’ân Hizmeti” yavaş yavaş ilerliyordu. Hüsrev Efendi, çok kıymetli imanî dersler içeren ve Kur’ân’ın bir çeşit manevî tefsiri olan Nur Risaleleri’nin bir an önce çoğaltılıp insanların eline ulaşabilmesi için yoğun bir yazı faaliyeti içine girdi. Bunun için evine kapanarak bütün vakitlerini risaleleri gayet şirin ve okunaklı olan hattıyla yazıp çoğaltmaya başladı. İlk yazmaya başladığı günlerde, gece gündüz çalışarak bir ayda on dört kitabı bitirmek gibi büyük bir başarıya imza attı 1946 sonrası Ahmed Hüsrev Efendi’nin risaleleri elle yazarak çoğaltmasının yanında, 1946’dan sonra başlayan teksir makinesiyle yapılan neşriyatta da büyük katkıları olmuştur. Isparta’da onun riyasetinde satın alınıp çalıştırılmaya başlanan teksir makinesi, yine onun bu makineler için mumlu kâğıtlara yazarak hazırladığı model vazifesini gören Nur Mecmualarını çoğaltıyordu. Bu şekilde Hüsrev hattı binlerce Nur Risalesi vatanın her tarafına neşrolmuştur. Bu noktadan da kendisi pek çok defalar, takibat ve soruşturmalara maruz kalmış, ceza almış, baskı altında tutulmuştur. Bediüzzaman Said Nursî, 1930’lu, 40’lı ve 50’li yıllarda Barla, Kastamonu ve Emirdağ gibi vatanın muhtelif köşelerinde sürgünde ve sıkı takip altında tutulurken, Hüsrev Efendi ondan gelen emirler doğrultusunda Risale-i Nur neşriyatını ve diğer Nur Hizmetlerini Isparta merkezli olarak sevk ve idare etmekteydi. Onun günlük uykusunu bir saate indirinceye kadar  olağanüstü faaliyet ve hizmetleri, Said Nursî’nin kendisini öne çıkaran mükerrer beyanlarıyla, Nur Talebeleri içinde zamanla, “Üstad-ı Sânî - İkinci Üstad” diye anılmaya başlandı. 1950’li yıllarda önde gelen Nur Talebeleri tarafından kendisine yazılan mektuplardaki hitap cümlelerinden bu durum açıkça anlaşılmaktadır.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiHüsrev Efendi'nin Manevi Cephesi
Risale-i Nur

Câvîd Saraçoğlu’nun Hatırası Merhum Câvîd Saraçoğlu, Yugoslavya’da 1960’lı yıllarda açılan Nur Medreselerinin hocasıdır ve Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra Hüsrev Efendi ile görüşüp tanışmak için Isparta’ya gelir. Kendisini Hüsrev Efendi ile görüştürmesi için ricada bulunduğu, güya Nurcu olarak bilinen bir esnaf, bazı art niyetlere sahip olduğu için üç gün boyunca kendisini oyalar ve devamlı Hüsrev Efendi aleyhinde ileri geri konuşarak onu kararından vazgeçirmeye çalışır. Fakat kararından asla vazgeçmeyen Câvîd Efendi’yi en sonunda küçük bir çocukla Hüsrev Efendi’nin evine kerhen göndermek zorunda kalır.  Bundan sonrasını hatıralarında kendisi şöyle anlatıyor: “Meğerki üç gündür bana sıkıntılar vererek gitmemem için beni oyaladıkları Hüsrev Efendi’nin evi, üç dakikalık mesafedeymiş. Bahçe kapısına geldik ve kapının tokmağını vurduk. Bir kardeş kapıyı açtı ve avluya girdik. Bir de baktım Hüsrev Efendi Hazretleri, evinin avluya bakan kapısının önüne çıkmış bekliyor. Ben daha selam bile vermemişken; ‘Sen hoş geldin Câvîd kardeşim, hoş geldin Câvîd kardeşim! Geçmiş olsun Câvîd kardeşim, geçmiş olsun! Safa geldin buyur geç kardeşim. Kurtuldun artık; hiç müteessir olma kardeşim sıkıntın bitti.’ dedi. Ablası Hatice Hanım’ın Hatırası Hüsrev Efendi, 1951 yılından ömrünün sonuna kadar, ablası Hatice Hanım’ın Ankara’ya taşınmaları sebebiyle boşalan evinde kalmaya başlamıştı. Küçüklüğünden beri Hüsrev Efendi için ikinci bir anne gibi olan çok sevdiği ablası yaz aylarında gelir, Hüsrev Efendi’ye misafir olur, yemek çamaşır gibi hizmetlerinde yardım ederdi. Böyle birlikte kaldıkları bir sırada, ablasının kullanması için kendisine ayrı bir ibrik veren Hüsrev Efendi ablasına diyor ki: “Abla sen şu ibriği kullan. Benim abdest almak için kullandığım bu ibriği kullanma.” Daha sonra 1964 hapsi sebebiyle Hüsrev Efendi’nin evde bulunmadığı bir sırada ablası, nasılsa boş duruyor diyerek kardeşinin ibriğindeki suyu kullanmak istiyor. Fakat ne kadar aşağı eğse de ibrikteki su bir türlü akmıyor. Şaşkınlık içinde ibriği yerine koyan ablası: “A Hüsrev, bana tembih etmiştin ama ibriğe de mi tembih ettin!” diyerek ağlıyor. Daha sonra rüyasında Peygamberimiz (asm)’ı gören ablasına Efendimiz: “Üzülme! Hüsrev benim vârisimdir!” buyurarak kendisini teselli ediyor.   Said Nuri Efendi’nin Hatırası Kuleönü “Mübarekler Heyeti” âzâlarından Hâfız Musta­fa’nın oğlu ve Bediüzzaman Haz­ret­leri’nin sağlığında ken­di­sine talebe olanlardan Said Nuri Efendi, askere gitmeden önce Bediüzzaman Hazretleri’ni Isparta’daki evinde ziyaret eder. O sırada Hazret-i Üstad kendisine, “Hâfız Said, İnşâallah asker dönüşünde seni hizmetime alacağım” der. Fakat askerden döndükten sonra Bediüzzaman Hazretleri vefat eder. Bunun üzerine bir süre İstanbul’da kıraat talimi gören ve Arapça dersi alan Said Efendi, daha sonra Isparta’ya döner. Bir süre sonra Kuleönü’ne çocuk okutmaya gelen ve aslen akrabalarından olan Tâhirî Mutlu’nun “Hüsrev Efendi seni çağırıyor” diye haber vermesi üzerine Hüsrev Efendi’nin ziyaretine gider. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır: “Kapısını çalıp da Hüsrev Efendi’nin odasına girdiğim sırada, bir anda karşımda gayet açık ve seçik bir şekilde Bediüzzaman Hazretleri’ni gördüm. Hayatında kendisini altı defa ziyaret etmiş ve sohbetlerinde bulunmuş olduğum için gayet eminim ki; aynı sima ve aynı ses ile Bediüzzaman Hazretleri sanki hayattaymış gibi benimle konuşmaya başladı. Ben bu halden büyük bir şaşkınlık ve hayret içerisinde kaldım. Bir süre öyle devam etti. Daha sonra baktım ki karşımdaki zat Hüsrev Efendi’dir. Sonra elindeki Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuasını tefe’ül eder gibi açarak bana uzattı ve “oku” dedi. Okumaya başlayınca baktım ki tam da babam Hâfız Mustafa’nın Hazret-i Üstad’a yazdığı mektub açılmış!” Mustafa Sungur Anlatıyor: “Üstad Hazretleri bir gün Sungur ağabeyle birlikte Isparta’da sağ kolu durumunda olan talebesi Hüsrev Altınbaşak ağabeyi ziyarete gidiyor. Hüsrev ağabey risaleleri etrafa neşir için uykusunu bir saate indirmiş, on beş sene evinden dışarı çıkmayarak devamlı risale yazmış, üstadın tabiri ile “bu vatanın mânevî halaskarı” bir kahramanı. Üstad onun bu fedakâr hizmeti ile ilgili bir ziyarette şöyle demiş: ‘Mazide (geçmişte yaşayan) nice kümmelîn-i evliya (kâmil evliyalar) biz niye Hüsrev’e yetişemiyoruz diye gıbtakârâne soruyorlar.’ Üstad böyle deyince Hüsrev ağabey de mahcubiyetle: ‘Estağfirullah Üstad’ım, onlar arşta biz ferşte diyor.” Ali Tunç Anlatıyor: “Üstad’ın vefatından sonra dedemle beraber Hüsrev Ağabey’in ziyaretine gitmiştik. Öğle, ikindi ve akşam namazlarını arkasında kıldım. O güne kadar pek çok âlimler, veliler görmüş, arkasında namaz kılmıştım. Hatta pek çok Nur Talebesi ağabeyin arkasında da namaz kıldım. Fakat Hüsrev Ağabey’in arkasında kıldığım namazda okuduğu Fâtiha, zamm-ı sûre ve o namazdan aldığım heybet ve lezzeti hiçbirinden almadım.” Sıddık Dursun Anlatıyor: “... Aradan saatler geçmişti. İkindi namazı gelmişti. İkindi namazını kılmak için saf tuttuğumuzda, imamlığa geçtiğinde hayatımda o kadar huzurlu namaz kılmak nasib olmamıştı. Büyük bir huzur ile “Allahu Ekber” deyince ayakları sabitti ve fakat vücudu hareketliydi. İkindi namazı kılıyorduk. Derinden bir ses edasıyla okuduğu Fâtiha duyuluyordu. Namaz bittikten sonra o huzuru bir daha bulmadım diyebilirim. Beş saate yakın sohbetimiz devam etti.”

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiHüsrev Efendi'nin Nur Hizmetindeki Merkezi Vazifesi
Risale-i Nur

 ediüzzaman Hazretleri’ne, hususan Emirdağ’da kaldığı yıllarda çok büyük tazyikat yapılıyordu. Kimse ile görüştürmemek için kaldığı evin kapısı geceleri dışarıdan kilitleniyor, bütün dünya ile irtibatını kesmeye çalışıyorlardı. O, bütün bu baskılara aldırmıyor ve talebelerinden ziyade kendisiyle uğraşılmasından memnun oluyordu. Çünkü kendisi engellense de talebeleri onun bedeline risaleleri her tarafa neşrediyorlardı. Hususan Isparta, Üstad’ın tabiriyle, Risale-i Nur’un Medresetüzzehrâ’sı olarak pek çok köy ve kasabalarıyla birlikte iman hizmetine koşturuyordu. İşte Bediüzzaman Hazretleri’nin her şeyden tecrid edildiği bu dönemde, Hüsrev Efendi Isparta’da hizmetin merkez noktası olarak faaliyet gösteriyor ve Nur Hizmeti’ni çalışkanlığı, dirayeti ve isabetli kararlarıyla sekteye uğratmadan ve Hazret-i Üstad’la sıkı bir irtibat halinde sürdürüyordu. Bediüzzaman Hazretleri’nden gelen mektubları çoğaltarak gerekli pek çok Nur adreslerine ulaştırıyor, oralardan gelen mektublar ve haberlerle alâkalı Hazret-i Üstad’a malumatlar veriyordu. Bediüzzaman Hazretleri malum sıkıntılar sebebiyle, kendisini ziyaret etmek isteyenlerin önce Hüsrev Efendi’yi ziyaret etmelerini istiyordu. Abdurrahman Cerrahoğlu bunu hatıralarında şöyle anlatıyor: “Emirdağ’a Üstad Hazretleri’ni ziyarete gittim. Emirdağlı Mehmed Çalışkan Ağabey vasıtasıyla Üstad Hazretleri’nden müsaade alındı. Üstad’ın mütevazı odasına girdik. Yanımda İstanbul’dan hemşerim Osman Göroğlu vardı. Ellerinden öptük. Bana: ‘Hüsrev’e gittin mi?’ diye sordular. Evvela,  Hüsrev Efendi’yi ziyaret ettiğimi söyledim. ‘İyi yaptın, Hüsrev’e kırk canım olsa fedâ olsun’ dediler.” Yine Hazret-i Üstad kendisine mektub yazan bazı kimseler için; “Sizin vasıtanız ile benimle muhabere etse, daha maslahattır ve münasibdir. Çünkü ekserce siz benim bedelime istediğini yapabilirsiniz.” gibi ifadelerle kendisi ile değil Isparta ile muhabere etmesini istiyordu. Hulusî Bey’in Emirdağ Lâhikası’nda yer alan şu ifadeleri de Hüsrev Efendi’nin Nur Hizmeti’nin mânevî bir santrali gibi hizmet ettiğini göstermektedir: “Kardeşim Hüsrev, gerek zat-ı âlîlerinin (Üstad’ın), gerekse diğer kardeşlerin mektublarını emirlerinize atfen göndermekte devam ettiği için, lillahi’l-hamd vaziyetten haberdar bulunuyoruz.” Şimdi, Hüsrev Efendi’nin Üstad’dan gelen mektubları, ilgili hizmet merkezlerine yönlendirdiğini ve bu noktada bir merkez olarak çalıştığını gösteren iki tarihi vesikayı takdim ediyoruz. Bediüzzaman Hazretleri’nin kendine mahsus hattı ile yazdığı bu mektubların üzerindeki Hüsrev Efendi’nin düştüğü kısa notlar, onun bu noktadaki mühim hizmetlerinin tarihî birer numunesini teşkil ediyorlar. “Bu mektubların sûretleri Eğirdir’e gönderildi. Siz göndermeyin. Kuleönü’nden İslâm Köyü’ne, oradan Atabey’e gitsin. Çarşambaya Atabey’den bize gelsin.” “Bunun bir sûreti, Denizli’ye gitti, bir sûreti Kuleönü’ne gitti, bir sûreti Hazret-i Üstad’a gidecek. Bundan evvelki mektubla beraber Zekâi getirecek. Konya’ya Sabri’ye mektub yazılacak. Hediyesi iade edildiği münasebetiyle…” “Hazret-i Üstad’a iki mektub aldığımızı yazacağız.” Hüsrev Efendi’nin Nur Talebeleri içinde üstlenmiş olduğu bu merkezî vazifeler, Isparta Cumhuriyet Savcılığı’nca 1956 yılında Nur Talebeleri aleyhinde hazırlanan iddianameye aynen yansımıştır. Hüsrev Efendi’nin hizmetteki mühim rolü sözkonusu iddianamede şöyle dile getirilmiştir: “Bu kitablar maznun Tâhir Mutlu tarafından teksir edilmiş ve Maznun Hüsrev Altınbaşak tarafından da dağıtılmış, mektublar gene bu maznun vasıtasıyla sevk edilmiş ve cemiyet mensupları Saîd Okur’la  bu maznun vasıtasıyla muhâbere ve irtibat temin etmişlerdir.” 

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiNur Talebeleri'nin Hüsrev Efendi'ye Fevkalâde Hürmetleri
Risale-i Nur

ile 60 yılları arasında Risale-i Nur Hizmeti yurdun dört bir tarafında hararetle devam ediyordu. Bu hizmetlere öncülük eden ileri gelen Nur Talebeleri bir yandan Bediüzzaman Hazretleri ile haberleşirken diğer yandan Hüsrev Efendi ile de irtibat halindeydiler. Bu irtibatı gösteren muhtelif mektublarında Hüsrev Efendi’ye ne kadar büyük hürmet ve muhabbet duyduklarını gösteren duygulu satırlar kaleme alıyorlardı.  “Velinimetim, Üstad-ı Muhteremim, Efendim Hazretleri! On altı seneden beri hasret ve iştiyakla ziyaretinizi özlediğim için hiç olmazsa birkaç dakika olsun sohbet-i mübarekenizde bulunabilmek arsuzuyla yola çıktım. Medrese-i Zehra namıyla yâd buyurduğunuz Isparta’ya uğradım. Küçük Üstad’ım Hüsrev Efendi’yi ziyaret ettiğimde o mübarek şahsiyetteki faaliyet-i nûriyeyi o kadar hârika gördüm ki, izahına muktedir değilim. Çünki bu faaliyet-i hârika sa’y-i beşerin (insan tâkatinin) kat be-kat fevkindedir. Bu zât-ı mübareğin Risale-i Nur’a sa’yde bu asrın bir Ebubekir’i, kahramanlıkta bir Ömer-ül Faruk’u, Nurcu kardeşlerine karşı gösterdiği edeb ve hayâda Osman-ı Zinnureyn’i, şecaat-ı nûriyede bir Aliyy-ül Murtaza’sı olduğunu yakînen müşahede ettim. Cenab-ı Hak bu mübarek şahsiyeti kamçılayan Üstad’ımızdan ebediyen razı olsun ve bu küçük Üstad’ımızın sa’yinde devamla kendisine daha büyük muvaffakiyetler ihsan buyursun ve bütün Nurcu kardeşlerimizi de Hizmet-i Nûriye’de berdevam buyursun… Mübarek ellerinizden koklaya koklaya öperim. Denizli Nurcuları namına talebeniz, kusurlu ve hem de çok kusurlu Yakub Cemal 15/12/1950” ―belge: 1 Ankara Nurcuları’nın Hüsrev Efendi’yi Fevkalade Takdirleri Ellili yıllarda Ankara’da bir kısmı üniversite talebeleri olmak üzere pek çok Nur Talebeleri Nur’a hizmet ediyorlardı. Bu genç talebelerin o yıllarda Bediüzzaman Hazretleri’ne gönderdikleri aşağıdaki mektub, Hüsrev Efendi’nin Nur Talebeleri katında nasıl yüksek bir hürmete sahip olduğunu ve ne kadar iyi tanındığını göstermesi açısından dikkate şayandır. “Çok sevgili, çok aziz Üstad’ımız Efendimiz Hazretleri! Risale-i Nur’un bir aziz kahramanı ve Medresetüzzehrâ’nın bir âlî fedakârı ve rehber-i âhirzaman ve teselli-i ehl-i iman sevgili Üstad’ımız Efendimizin en emin, en fedakâr, en muhlis, en sevgili şâkirdi ve Risale-i Nur’un ne kadar yüksek ve ulvî bir muallim-i ekber, bir üstad-ı a’zam olduğuna ona tam bir talebe olmakla şehadet eden ve Nur’un dersinden aldığı bir hakikatla yirmi senedir bütün hayatını, malını, canını ve cananını bu hakiki can için ve canan için feda eden ve bu hayatının şehadetiyle hakiki ve tam hâlis fenâ fi’n-nur olan ve bu sebeble Risale-i Nur’un ulvî haysiyet ve şerefine zerrecik bir şüphe gelmemek için maddî ve mânevî haysiyet ve şerefini fedadan çekinmeyen, bu büyük cihad-ı ekberde Risale-i Nur’u neşretmekte cesaret ve metanette, tedbir ve harekette bağlılık ve tesanüdde, sadakat ve ihlasta bir kahraman olduğu gibi, ibadet ve takvada, ilim ve irfanda, huzur ve mâneviyatta dahi büyük bir kahraman, hem zâkir ve şâkir, münîb ve muhib, âşık ve hâmid, ârif ve muvahhid olarak Risale-i Nur’un nuranî bir şâkirdi ve o Nur’dan gelen feyiz ve in’ikasla ve ona tam sarılmasının ve ona tam bağlanmasının şehadetiyle akıl ve fikri hârika olduğu gibi kalbi ve ruhu dahi hârika olan sevgili Üstad’ımızın talebesi ve bütün Nurcular öyle bir kardeş ve ağabeye mâlik olmakla iftihar ettikleri ve ebediyen iftihar edecekleri kıymetli ağabeyimiz Hüsrev’in Risale-i Nur hesabına ve Risale-i Nur’un diliyle yazdığı ve Suriye’deki İhvan-ı Müslimîn’e gönderilmek üzere, adresleri yanında bulunmadığından biz bîçare hakir talebelerinize gönderdiği ve sûretini alarak aslını İhvan-ı Müslimîn’e gönderdiğimiz bu çok güzel mektubunu siz sevgili ve çok mübarek Üstad’ımız Hazretleri’ne takdim ediyoruz… Çok kusurlu, çok âciz talebeleriniz Ankara Nurcuları”  ( Ahmed Feyzi Kul’un Fevkalade Hürmet ve Takdirleri “Sevgili, muazzez ve mübarek kardeşim Hüsrev! Benim her şeyim senin, senin de her şerefin benimdir. Nur’un her zaman için başbuğu ve kumandanı olan ve en fedakâr ve kahraman hizmetkârı olan siz aziz ve şerefli ve makbul kardeşime bütün varlığım feda olsun! Eğer ben kalem ve lisan isem sen de kalb ve ruhsun ve maden-i ihlassın. Hepimizin medar-ı iftiharı ve sertac-ı ibtihacısın (sevincimizin baştacısın). Üstad’ımızın küllî nazarı sendedir ve o nazar kat’iyyen hata etmez. Biz çirkab-ı dünyaya (dünya çirkefine) meyil ve onun icablarına köle olurken sen bütün fani temelluklara (boyun eğmelere) kapını kapattın ve onların yüzüne tükürdün. Ve unfuvan-ı şebabını (parlak gençlik zamanını) da ayaklar altına alarak kendini senelerden beri “Yüce Kahraman’ın, Büyük Hakikat ve Fazilet Üstad’ının” (Bediüzzaman’ın) hizmetine vakfettin. Onunla omuz omuza ilâhi hizmete koyuldun. Bütün mahrûmîyetleri hırz-ı can ettin (tamamen kabullendin). Hayır hayır, sana kimse bu kudsi makamda eş olamaz. Kardeşim sen her zaman bizim ağabeyimizsin. Bu biçare kardeşin sana köle olmakla iftihar eder… Mübarek ve nurdan ellerini kemal-i hasretle öperim ve bütün kardeşlerime ayrı ayrı selam ederim. El-Baki Hüve’l-Baki Biçare ve kusurlu kardeşiniz Ahmed Feyzi 9 Mart 1949”

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiRisale-i Nurun Kerametli Kalemi
Risale-i Nur

üsrev Efendi’nin Risale-i Nur yazısındaki hizmeti akıllara hayret verecek bir dereceye ulaşmıştır. Risaleleri bir matbaa gibi inanılmaz miktarlarda eliyle yazıp çoğaltarak her tarafa neşretmiştir. Daha yeni yazmaya başladığı günlerde bir ayda tam on dört kitabı yazarak Risale-i Nur’un büyük bir kerametine mazhar olmuştur. Hüsrev Efendi, risaleleri öyle güzel ve muntazam bir tertible ve en anlaşılabilir bir şekilde yazıp düzenliyordu ki, Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle dehâ derecesindeydi ve Risale-i Nur’un neşrinde model alınacak bir mahiyetteydi. Bunu, Barla’dan Hüsrev Efendi’ye yazdığı bir mektubda şöyle ifade ediyordu: “Aziz sıddık, mübarek, kalemi kerametli kardeşim Hüsrev! Evvela, bana yazdığın fihriste nüshası eczâ-yı Kur’âniye’den (yazdığın Kur’ân cüzlerinden) sonra, senin yazı sanatında bir şaheserin olduğunu dedirtiyor. Fihriste hakkında sûreten kısa, mânen uzun ve müdakkikâne fıkran fihristeyi senâ ettiği gibi, seni de senâ ediyor. Ve ziynetli güzel yazınız fihristeyi lisan-ı hal ile medhettiği gibi seni de medhediyor. Yazı hususunda tasarrufatın dâhiyânedir diyebilirim... Bu hizmet-i kudsiyenin kitabetinde şâhâne makamın bulunduğundan model vazifesini gören senin nüshaların tam musahhah (tashihli) olmak iktiza ediyor.” Hüsrev Efendi’nin parlak ve şirin yazısıyla yazdığı risaleler Barla’ya ulaştıkça memnuniyeti gittikçe artan Hazret-i Üstad onun Risale-i Nur’un neşredilmesi hizmetinde mânen vazifelendirilmiş, seçilmiş bir kimse olduğunu ve bu konuda makam sahibi bulunduğunu şöylece ilan etti: “Aziz, hakikatli, gayretli, sıddık kardeşim Hüsrev! Bu defaki mektubun ve yazdığınız kitablar beni çok mesrur etti ve hakkınızdaki ümidimi kuvvetlendirdi ve bana şu kanaati verdi ki, inayet-i ilâhiye tarafından sen Sözler’in (Risalelerin) yazmasına tavzif edilmişsin ve o vazifede senin yüksek bir makamın var. Her tarafta âsâr-ı muvaffakiyet görünüyor. Senin yazdığın risalelere baktıkça o kadar bana ruhlu geliyor ki, benimle konuşuyor, kendi kendini tanıttırıyor, her biri seni gösteriyor. Sana takdir ve istihsanı celbettiriyor (çekiyor). Bundan anladım ki, bu işe sen intihab edilmişsin (seçilmişsin). Ne senin, ne benim, ne kimsenin hüneri değil; sırf inâyet-i Rabbâniyedir.” Hüsrev Efendi tanıştıktan bir yıl sonra, o ana kadar yazdığı bütün risaleleri Barla’ya göndererek Bediüzzaman Hazretleri’ne hediye eder. Bu kıymetdâr hediye vesilesiyle Hazret-i Üstad, Hüsrev Efendi’nin kendi katında ne kadar değeri bulunduğunu şöyle ifade eder: “Vefakâr ve fedakâr kardeşim Hüsrev! (Yazdığın) Bütün kitablarını birden bana hediye ettin. Ben de o hediyemi gayet kıymetdâr bir talebem olan Hüsrev’e (tekrar) hediye ediyorum. Çendan (gerçi) çok yerler benden risaleleri istiyorlar. Fakat Hüsrev’e tercih edilecek değiller. Ben Hüsrev’imi bir şehre değişmem... 15 Cemaziyelâhir 1351 - 15 Ekim 1932” Yine o sıralar, Hüsrev Efendi ile Bekir Ağa’nın muhtemelen bazı küçük risaleleri el altından tab edip dağıtma düşüncelerine binaen zamanın nâmüsaid şartlarını dikkate alan Hazret-i Üstad, buradan onlara gelebilecek bir zarardan onları sakındırmak adına kaleme aldığı bir mektubda kendisine şu müjdeyi verdi: “Hüsrev’in kalemine bir şey gelmemeli. O kalem envâr-ı Kur’âniye’yi İnşâallah Avrupa’da neşredecek.” Hüsrev Efendi Nur Hizmeti’ne başladıktan sonra, ziyaretine giden Nur Talebeleri’nin şehadetiyle, “bitmez tükenmez bir azimle” çalışıyordu. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “hiçbir hâdise onu sarsmıyor, fütur (usanç) vermiyor”du. Gece gündüz Risale-i Nur’a çalışıyor, okuyor, yazıyor, etraf köylerle irtibat kuruyor, Isparta’daki hizmetin bir merkezi haline gelen evi, gelip giden Nur Talebeleri ile hararetle işliyordu. Hüsrev Efendi, kısa bir süre sonra sâir talebeler arasında temâyüz etmeye başladı. Barla’dan gelen risaleleri mütâlaa etmekle beraber temize çekerek neşre hazırlıyordu. Önceleri Isparta ve civarına daha sonraki dönemlerde Anadolu’nun muhtelif merkezlerine Nur Risaleleri’ni ulaştırmak için hârika bir sistem, Üstad’ının ifâdesiyle “Hüsrev’in Sistemi” çalışmaya başlamıştı. Hazret-i Üstad’ın yeni risale ve mektubları geldikçe, Hüsrev Efendi bu nüshaları adetâ bir matbaa gibi temize çekip çoğaltıyordu. Sanki sırf bu iman ve Kur’ân hizmeti için yaratılmıştı. Onun bu üstün gayret ve çalışkanlığı Lâhika mektublarındaki ifadelerine şu şekilde yansımıştır:  “Sevgili Üstad’ım, mektubunuzda yorgunluğumdan bahis buyuruyorsunuz. Evet, bazen yoruluyorum, fakat yorgunluktan istirahatı arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye dâvet ediyor ve belki bugünkü sa’yim, keffaret-üz zünub olur. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın rahmeti vâsi’dir, diyorum. İşte bu düşünce ile şevk ve sevince doğru ilerlerken, yazılarımın kıymetdâr Üstad’ımı memnun etmesi, bu halimi kat kat tezyid ediyor (artırıyor).”  Bediüzzaman Hazretleri burada, Hüsrev Efendi’nin Risale-i Nur’a intisab eder etmez bir ay içinde on dört kitab yazarak mazhar olduğu büyük kerâmeti hatırlatıyor ve mânen diyor ki, “Hüsrev eğer hizmetin her çeşit faaliyeti ile değil yalnız yazı ile meşgul olsa idi, Risale-i Nur’u o kadar büyük sayılarda çoğaltacaktı ki, adeta Musa (as)’ın asası, ya da Hazret-i Ali (ra)’ın kılıcı Zülfikar gibi mucizâne harikalar gösterecekti.” Bu ifadeler, pek çok benzer ifadelerde olduğu gibi, Hüsrev Efendi’nin Bediüzzaman Hazretleri’nin yanında, ne kadar büyük bir mevkii olduğunu ve Risale-i Nur’un neşri ve Anadolu’da kökleşmesinde ne kadar büyük bir hissesi bulunduğunu göstermektedir. Hüsrev Efendi’nin Risaleleri neşretmekteki insanüstü gayretlerinin neticesi, bu memlekette dinsizliği mağlub edecek bir noktaya kadar ulaşmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu harikulade başarıyı şu cümlelerle ifade etmiştir: “Hüsrev, Türk milletinin mânevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halaskârıdır (kurtarıcısıdır) ve Türk milleti onun ile iftihar edecek bir halis fedakârıdır ve sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve riyakârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle çok hizmet-i vataniye ve milliyesinden bir ikisini beyan etmek zamanı geldi. Bu zat müstesna ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risaleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kırdı ve tecavüzünü durdurdu ve bu mübarek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli tiryakları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve nesl-i âtiyi büyük bir tehlikeden kurtarmağa vesile oldu. Said Nursî” Hüsrev Efendi’nin bu iman nurlarının neşrine hizmette Üstad’ıyla omuz omuza vereceği böyle yüksek bir mevkie çıkacağını Bediüzzaman Hazretleri Hüsrev Efendi’nin gördüğü bir rüyayı tabir ederken tâ yıllar öncesinden şöyle müjdelemişti: “Benimle yüksek bir odada bulunmanız: Kur’ân’ın dellalı olduğum cihetle, dershanenin has odasına Üstad’ınla yalnız bulunduğun; doğrudan doğruya onun vazifesinde şeriksiniz (ortaksınız), o imtiyaz sana mahsustur diye işarettir.” (

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiTürk Milletinin Kahramanı
Risale-i Nur

Bu zat müstesna ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risaleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kırdı ve tecavüzünü durdurdu ve bu mübarek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli tiryakları her tarafa yetiştirdi. üsrev Efendi’nin teksir makinesi sebebiyle takibata uğradığı 1947 senesinde, Emirdağ Kaymakamı, yanında hâkim ve savcı da beraber olarak aynı mes’eleye dair Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesini almaya giderler. Hazret-i Üstad onlarla arasında geçen ve Hüsrev Efendi’yi hârika bir sûrette müdafaa ettiği konuşmalarını şöyle nakletmektedir: “Bugün Isparta’dan gelen bir sual cevabı tebliğ etmek için kaymakam, ceza hâkimi, müdde-i umumî, jandarma kumandanı ve bir yazıcı geldiler. İfadeden evvel tam bir iyi ders-i nûriyeyi teslimkârâne dinlediler. Sonra Hüsrev’i sordular. Dedim: - Ne demişse doğru söylemiş. - O senin akraban mıdır, neyindir? - Dedim: İleride Türk Milleti’nin medar-ı iftiharıdır. Yüz akrabam da olsa, onunla değişmem…” Üstad Bediüzzaman Hazretleri bir sene sonra 1948’de Afyon Mahkemesi sırasında yazdığı bir mektubla Hüsrev Efendi’yi yine Türk Milleti’nin büyük bir kahramanı olarak ve kendisiyle iftihar ecekleri bir kurtarıcısı olarak şöyle ilan etmiştir: “Aziz sıddık kardeşlerim! Ben dava eder ve ispat ederim ki, bu soğukta soğuk muamele gören ve millete ve vatana zararlı tevehhüm edilen ve vücutça hastalıklı bulunan Hüsrev, Türk milletinin mânevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halaskârıdır (kurtarıcısıdır) ve Türk milleti onun ile iftihar edecek bir halis fedakârıdır ve sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve riyakârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle çok hizmet-i vataniye ve milliyesinden bir ikisini beyan etmek zamanı geldi. Birincisi: Bu zat müstesna ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risaleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kırdı ve tecavüzünü durdurdu ve bu mübarek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli tiryakları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve nesl-i âtiyi büyük bir tehlikeden kurtarmağa vesile oldu. Said Nursî”  

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiÜstad-ı Sani Hüsrev Efendi
Risale-i Nur

5 saff-ı evvel Nur Talebeleri’ndenYakub Cemal Efendi bir mektubuna şöyle başlıyordu: “Aziz, sıddık Üstad-ı Sânîmiz Hüsrev Efendi! 12 Haziran 1952 Perşembe günü vazife ile Nazilli’ye gitmiştim....” 5 Kastamonu’da teksir makinesiyle risaleleri neşrederek büyük hizmetler yapan Nazif Çelebi’nin mektubundan: “Kıymetlerini takdirden âciz bulunduğum ikinci Üstad’ım olan birinci Nur Kahramanı, elmas kalemli, kıymetli ve sevimli kardeşimizin himmetleriyle muhitimizi nurlandıran...”Abdullah Yeğin’inmektubun’dan: “Kahraman-ı Nur Üstad-ı Sânîmiz Hüsrev Ağabeyimiz! Evvelen mübarek hizmetlerinizi ve Nurlar’ın daha ziyade feyizdar olduğu çok mübarek Ramazanınızı bütün bu havalideki kardeşlerimiz namına tebrik eder hasret ve hürmetle ellerinizden öperiz. … Kusurlu kardeşlerinizden Urfa’da Abdullah” 5 Emirdağlı Ceylan Çalışkan’ın Mektubundan: “Çok mübarek, çok sevgili ikinci Üstad’ım efendim hazretleri! İstifsar-ı hatırla (hatırını sorarak) mübarek ellerinizden ziyade hasret ve iştiyakla öperim. ... Kusurlu talebeniz Ceylan” 5 Afyon Kızılören’den Yağcı Mehmed Asan: “Üstad-ı Sânîmiz ve ulu kardeşimiz Hüsrev Efendi!” 5 Yine Nazif Çelebi’den: “Çok aziz, çok mübarek Üstad-ı Sânîmiz Hüsrev Bey kardeşimize”  5 Denizlili Sami Tüzün’ün Mektubundan: “Çok sevgili ağabeyim ve Üstad’ım efendim! O nurlu ellerinizden hürmet ile öperim. Nur dualarınızı beklerim...”  5 Emirdağlı Hâfız Hayri: “Aziz ve muhterem Üstad-ı Sânî-i faziletmeâb (faziletli) Hüsrev Efendi ağabeyimize... 4 Nisan 1952” üsrev Efendi, Bediüzzaman Hazretleri’nin Isparta’ya geldiği ilk yıllarda kendisine talebe olup yirmi seneden fazla Üstad’ıyla omuz omuza Nur Hizmeti’nde büyük bir azim, fedakârlık ve dirayetle çalışmıştı. Bu sebeble, ellili yıllara gelindiğinde Risale-i Nur Hizmeti içinde gayet mümtaz bir mevkie ulaşmıştı. Hazret-i Üstad’ın, “Hüsrev’in kalemi gibi; fikri, kalbi de o nisbette harika diyebiliriz. Risale-i Nur’a karşı irtibatı ve iştiyakı ve kanaati gittikçe terakki ve inkişaf ediyor. Hiçbir hâdise onu sarsmıyor, fütur vermiyor.”  dediği gibi, harika fikir ve kalbiyle hiç sarsılmaksızın gittikçe terakki ederek Nur Talebeleri’nin gözünde Bediüzzaman’dan sonra ikinci bir Üstad durumuna gelmişti. Nur Hizmeti’nde gösterdiği bu fevkalâde istikamet ve muvaffakiyetiyle, canından aziz bildiği Üstad’ının izinde Nur cemaatinin müstakim bir rehberi vasfını kazanmıştı. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de, “Hüsrev’le beraber bu büyük ve ağır ve kıymetdâr hizmet-i Kur’âniye’ye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır”   gibi çok beyanlarla talebelerini onunla dayanışmaya ve istişare etmeye teşvik ediyordu. İşte bu sebeblerle, daha Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken Hüsrev Efendi’ye, talebeler arasında “Üstad-ı Sânî”, yani “İkinci Üstad” denilmeye başlanmıştır. Kendisine mektub yazan talebeler ona, “Üstad-ı Sânîmiz” gibi cümlelerle hitab ediyorlardı.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiHüsrev Efendi'nin Vefatı
Risale-i Nur

Hüsrev efendi’ninmirası Hüsrev Efendi vefatından önce talebelerine, babasından kendisine kalan arazilerinin, tek hukukî mirasçısı olan kerîmesi (kızı) Sevim Hanım’a intikal etmesini vasiyet etmişti. Hüsrev Efendi’nin eşi, daha bir yıl olmadan baba evine dönmüş ve tek çocukları olan Sevim Hanım, annesinin evinde dünyaya gelmişti. Bu sebeble babasından ayrı olarak büyümüş, okuyup eczacı olmuştu. Hüsrev Efendi’nin bütün arazileri tamamen kendisine bıraktığı Sevim Hanım’a söylendiğinde inanamaz ve çok şaşırarak: “Ben babama bir tas çorba pişirmedim, bir bardak çay yapmadım. Babam nasıl oldu da bana bıraktı?!” diye hayretlerini ifade eder. Hüsrev Efendi maddî mirasından başka üç büyük mânevî miras daha bırakmıştır. Birincisi: Kur’ân’ın yazısındaki bir harikasını gözlere gösteren Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm. ikincisi: Risale-i Nur’un gayet sıhhatle yazılmış, en mutemed, tevâfuklu ve orijinal Osmanlıca nüshaları. üçüncüsü:  Kur’ân’a hizmet aşkıyla dolu Risale-i Nur Talebeleri’dir. Allah kendisinden ebediyen razı olsun. ğustos 1977’de, hastalığının ağırlaşmasından dolayı İstanbul Vakıf Gurebâ Hastahanesi’ne kaldırıldı. Durumu gittikçe ağırlaştı ve 20 Ağustos 1977 - (h. 6 Ramazan 1379) Cumartesi günü ikindi vakti Rabb-i Rahîm’ine kavuştu. O da sevgili Üstad’ı Bediüzzaman Hazretleri gibi bir mübarek Ramazan ayında, altıncı gününde âhirete irtihal etmişti. Yine Hazret-i Üstad gibi Hüsrev Efendi de kendi memleketi Isparta’nın mübarek toprağına defnedilmeyi vasiyet etmişti. Cumartesi akşamı yola çıkarılan mübarek naaşları Pazar sabahı Isparta’ya getirildi. Türkiye’nin her yerinden eski yeni Nur Talebeleri akın akın Isparta’ya geldiler. Evinin bahçesinde techiz tekfin işleri yapıldı. Talebeleri mübarek naaşını son bir defa daha görüp dualar ettiler. Cenaze namazı, Pazartesi günü Ulu Cami’de kıldırıldı. Daha sonra, mahşerî bir kalabalığın omuzlarında taşınarak şehrin yukarı tarafındaki Doğancı Kabristanı’nda gözyaşları içinde ebediyete uğurlandı. Ispartalı yakın talebelerinden ve Hüsrev Efendi’nin naaşını kabre indiren Yaşar Çelik, o günü şöyle anlatıyor: “Hüsrev Üstad’ımızın vefatında, uzak yakın Türkiye’nin her tarafından cenazeye iştirak için pek çok kimseler geldiler. Pazartesi günü sabah olduğunda Üstad’ımızın evinin içi, dışı, bahçesi insanla doluydu. Çok kalabalıktı. Ali Osman Hoca Ulu Cami’de öyle duygulu bir salâ okudu ki, kalp ve ruhlar titredi. Ondan sonra Üstad’ımızı yıkamak üzere üç tâne ağabey bulduk. Bunları ben iyi biliyorum. O zamanlar Üstad’ımızı bunlar çok ziyarete gelirlerdi. Onlar cenazeyi yıkamak üzere hazırlandılar. İnsan boyunu aşan dört tarafı kapalı bir çadır kurduk. Said Nuri Hocamız, Hacı Ahmed kardeşimiz ile bana dediler ki: “Siz ikiniz cenaze yıkanırken içeride hazır bulunun.” Biz ikimiz çadırın içinde nezaretçi olarak hazır bulunduk. Üstad’ı yıkayan ağabeyler bizden yaşlıydı. Onlar vazifelerini güzelce yaptılar. Üstad’ı yıkadılar. Allah razı olsun. Bittikten sonra Üstad’ımızı birlikte kefenledik orada. Umum gelen kardeşlerimiz Üstad’ımızın yüzünü görmek istediler. Tabii ki hakları var. Üstad’ımızın sadece yüzü açık kaldı. Herkes sırayla Üstad’ımızın yüzünü son bir defa daha gördü. Ondan sonra tabuta koyduk ve Ulu Cami’ye götürdük. Öğlen namazından sonra kalabalık bir vaziyette cenaze namazını kıldık. Namazdan sonra eller üzerinde yaya olarak -iki ki RAMAZAN-I ŞERİF'İN İLK HAFTASI idi... "Sevgili Üstad’ımızı toprağa verdiğimiz gün Ağustos’un 22’si, Ramazanın ilk haftasıydı ve herkes oruçtu. Öğle sıcağı vardı. Bu şekilde, Cumartesi vefat eden Üstad’ımızı, Pazartesi günü toprağa vermiş olduk. Kabri pür nur olsun. Allah nihayetsiz rahmetine mazhar eylesin.  Bizlere de âhirette kendisine kavuşmak nasib eylesin! Âmin.” lometrelik mesafede bulunan- şehrin üst tarafındaki Doğancı Kabristanı’na doğru hareket ettik. Çok kalabalık vardı. Kafileden önce Üstad’ımız için hazırlanan kabrin başına vararak hemen kabre girdim. Nihayet Üstad’ımızın mübarek naaşını kabrin başına getirdiler. Ben kabrin içini şöyle bir düzelttim. Sonra birkaç arkadaş daha indi ve birlikte Üstad’ımızı kabre indirdik. Bir yandan da Kur’ân okunuyordu. Gözler yaşlı, kalpler hüzünlüydü. Said Nuri Hoca Efendi’nin Tâziye Konuşması Definden sonra bir kısım Nur Talebeleri’nin ısrarlı ricaları üzerine Said Nuri Hoca Efendi, kabristandaki kalabalık cemaate hitaben kısa, veciz bir konuşma yaptı. Bir tâziye ve teselli mahiyetinde olan bu konuşma mealen şöyleydi: “Kardeşlerim! Hepimiz mahzun durumdayız. Çok sevgili Üstad’ımızı kaybetmiş bulunuyoruz. Allah kendisinden ebediyen razı olsun. Onun vefatı bizim için yeri doldurulamayacak büyük bir kayıptır. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz Kur’ân davası bâkîdir. İnşâallahu Teâlâ hizmetimiz aynı azim ve kararlılıkla Üstadlarımızın çizdiği istikamette devam edecektir. Her birimize bu noktada mühim vazifeler düşüyor. Cenab-ı Hak hepimize muvaffakiyetler versin ve cümlemizden razı olsun! Âmin!” Bu defin merasimi ve tâziye konuşmasının ardından yavaş yavaş kabristandan dağılan o nurânî cemaat, mahzun fakat yeni bir ümitle memleketlerine döndüler ve kaldıkları yerden hizmetlerine devam ettiler. Hüsrev Efendi’nin cenazesini yıkayanlardan Hâfız Ali Osman Hoca, yıkama esnasında karşılaştıklarını şöyle anlatıyor: “O gün Said Nuri Hoca bana geldi. Hüsrev Efendi’nin çocuğu gibi sevdiği birisidir o. Bana ısrar etti. ‘Sen kıldıracaksın!’ dedi... Yukarı, ikinci kata çıktık, cenaze geldi, çadırı hazırladılar, perde filan gerdiler. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin ayak parmakları arasında perde varmış, deri. Hüsrev Efendi’nin de yarım imiş (diye duymuştum). Ben ikisini de görmemiştim. Hüsrev Efendi’yi gaslederken aklıma geldi. Kefeni sardık, sonra ayak ucundan tekrar açtık, baktık. Vallahi hepsi de (her iki ayağındaki ikişer parmak) perdeli! Parmaklarının hepsinin de arası yarım perdeli. Bediüzzaman’ın bütünmüş… Sonra cenaze namazını kıldırmak da bana nasib oldu.”

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiBediüzzaman Hazretleri Yerine Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hazretlerini Bıraktı
İnsan

Türkiye insanı son yüzyılda çok değişik imtihanlardan geçti. Yakın tarih aynamız, pek çok akıl almaz hadiselere sahne oldu. Çinlilerin meşhur bir atasözü/bedduası var, kızdıkları insana “İlginç bir çağda yaşa!” derler; sanki o cümle bize de vurdu. Hakikaten hem ilginç, hem sıkıntılı, hem bütün dünyanın dizayn edildiği, edilmeye devam ettiği bir garabeti, problemi, sıkıntıyı bütün bir ümmet ve dünya olarak yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. Fransa’da gerçekleşen sanayi devrimi ile birlikte, maddenin kıymeti insan değerinin önüne geçti. Batı siyaseti, dalaletten neşet eden bencil ve zalim felsefesiyle, kapitalin dolayısıyla maddenin peşine düştü. Bu felsefenin mensupları daha da güçlenmek ve küreselleşmek adına sömürge ve araçlarını ürettiler. Sıcak denizleri aşıp yeraltı zengini toprakları işgale başladılar. “Var olmak için yok et” anlayışı çerçevesinde şeytanlaşmış bir kısım insanlar, güç elde edebilmek, elde ettiği gücü muhafaza etmek için iki büyük dünya savaşına sebebiyet verdiler. Sebep: gücün genişletilmesi ve devam ettirilebilmesi için çok önemli olan petrol vb. yeraltı kaynaklarına sahip olabilmek. Neredeyse aile ve şahıs bazında şekillenen bu rekabet, koca koca devletlerin savaşlar yapmasına, masum binlerce insanın zulüm görmesine sebep oldu. Sırf güce sahip olabilmek için akıl almaz oyunlar planlanıyor ve bunlar devletler, ülkeler bazında sahneleniyordu. Bu güç elde etme ve muhafaza etme adına sergilenen tavırlar, bazı alt refleksleri de harekete geçiriyor ve insan unsuru inanılmaz derecede rencide ediliyordu. Uyuşturucu kartelleri, mafya babaları, fuhuş çeteleri, silah kaçakçıları ve daha akla gelmez nice büyük-küçük şer işlerle uğraşan şahıslar, çeteler, şirketler, ülkeler türüyordu. İnsanlık onuru, belki de ilk defa bu zaman diliminde bu kadar ayaklar altına alınmıştı. Hazret-i Âdem (as) ile başlayan ve eşref-i mahlûk olarak yaratılan insan, medeniyet çağında (!), ileri demokrasi söylemlerinde, adalet ürettiğini söyleyen siyasetler altında, barış ve huzur taşıyan süper güçler elinde pespaye ediliyor, söylenen sözlerin tam aksine sıkıntı ve problemler içerisine itiliyordu. İnsana sunulan özgürlük, insanı daha da köleleştiriyordu. Rahat ve huzur için sunulan her şey, insanı daha da mahkûm hale getiriyordu. Medeniyet diye sunulan sistem ve ürünleri, insanları kendi dini ve kültürel değerlerinden uzaklaştırıyordu. İnsanlık, yeni rolüne göre adeta planyadan geçiriliyor, küresel gücün ve onların yerel uşaklarının faydasına göre şekillendiriliyordu. Bu anlamda, bu yüzyılda, ülkemizde de pek çok sıkıntılar yaşandı. Kendi dini ve kültür değerlerimizin tersine, batı düşüncesinin ürettiği kimliklere bürünmeye zorlandık, özendirildik. Aksine hareket etmeye çalışanlarımız ya sürüldü, ya idam edildi, ya da hapislerde tutuldu. Bu dönemde tavır ve davranışlarıyla farklılık gösteren bir zat vardı: Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, küresel hareketlerin ülkemizde uyandırdığı refleksleri fark etmiş, dahası buna karşı direnç ortaya koyabilmiştir. Hayatını incelediğimizde görürüz ki, Bediüzzaman Hazretleri, -Allah’ın emrettiği ne ise- karşıdaki ne olursa olsun geri adım atmamış, hapis de olsa, sürgün de olsa Hakk’ın emrettiği üzere kalabilmiştir. Bu durum, onu sistem içerisinde değiştirmeye/dönüştürmeye çalışanların dikkatini çektiği gibi ehl-i imanın da dikkatini çekmiş, bütün zorluklara ve yasaklamalara rağmen, etrafında sadık ve halis talebeler toplanmıştır. Bu birliktelikte tek hedef vardır; o da Allah’ın emrettiği ve razı olduğu şekilde kalabilmek. Bediüzzaman Hazretlerinin ilmi çalışmaları Risale-i Nur eserlerinin doğmasına vesile olmuş, bu zaman ve devam eden süreçte elzem olan iman-ı tahkiki dersleri zor şartlar altında bütün bir ümmete kazandırılmıştır. 83 yıllık zorlu ve çileli bir hayat neticesinde 1960 senesinde ahirete irtihal eden Bediüzzaman Hazretlerinin yerine Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hazretleri hizmetleri devam ettirmiştir. Üstadın sağlık hayatlarında da en yakın mesai arkadaşı, hizmetin sevk ve idaresinde merkezi bir konumu bulunması ve bütün bunlarla birlikte ihlas ve sadakati diğer talebelerin de ittifakıyla ve Üstadın Risale-i Nurlarda defaatle belirttiği üzere Nur Hizmetinin ikinci Üstadı olmuştur. 1974 senesinde, çok önemli dini ve kültürel hizmetlere imza atan Hayrat Vakfını kuran Hüsrev Efendi, 1977 senesinde vefatına kadar, günde bir saat uyuyarak bütün mesaisini, malını, gayretini bu memleket insanı ve bütün insanlığın kurtuluş reçetesi olan iman ve Kur'ân hizmetine sarf etmiştir. 1977 senesinde hizmetleri Said Nuri Ertürk Efendi’ye bırakarak ahirete irtihal etmiştir. Biz de bu vesileyle, o yüksek hizmetlerinden, sabır ve sadakatlerinden istifade etmek, hem kendisini daha yakından tanımak, hem de Risale-i Nur Hizmetlerinin devam ettiği bu süreçte, süreci tayin eden çizgiyi görmek ve göstermek niyetiyle bu sayımızı Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hazretlerine ayırdık. Hüsrev Efendinin hususi arşivinde mahfuz ilk defa yayınlanan orijinal belgeler ışığında Hüsref Efendiyi tanıyalım hem de onun hatırasını bu vesileyle yâd edelim istedik. Zamanı ve yaşananları anladıkça gerek Bediüzzaman Hazretleri gerekse Hüsrev Efendi çok daha iyi anlaşılacaktır.  Biz, tarihe bir not düşüyor ve dikkatlerinizi bir parça buraya çekmek istiyoruz. Ve biliyoruz ki, onların hatırasından güç alarak hizmetlerimize devam ediyoruz. İdrak ettiğimiz Ramazan Bayramınızı tebrik eder, sıkıntı çeken bütün Müslüman kardeşlerimizin en yakın zamanda ve en hayırlı şekilde selamete kavuşmalarını Rabbimizden niyaz ederiz.

Metin UÇAR 01 Ağustos
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Buruciye Medresesi Selçuklu Sultanı 3. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde, Sivas’ın ileri gelen zenginlerinden olan ve Hamedan yakınlarındaki Burucird şehrinden gelerek Sivas’a yerleşen Muzaffer Burucerdî tarafından 1271 senesinde yaptırılmıştır. Açık avlulu dört eyvanlı medrese, Selçuklu dönemi taş işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Medresenin cephesi sarımtırak renkli kumlu taştan yapılmıştır. Giriş eyvanının güneyinde medresenin mescidi ve kuzeyinde ise medreseyi yaptıran Muzaffer Burucerdî ve iki çocuğuna ait türbe bulunmaktadır. Halk arasında Hacımaksud Medresesi olarak bilinen medresede fizik, kimya ve astronomi gibi ilimler okutulmaktaydı. Vakfiyesinde kütüphanesinin de bulunduğu belirtilmektedir. Isparta Kahramanları Bedîüzzaman Hazretleri Isparta kahramanlarını şöyle anlatmaktadır: “Yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve dîniyeye mukabil, burada (Isparta’da) sizinle yedi-sekiz senede yüz derece fazla edildi. Hâlbuki kendi memleketimde ve İstanbul’da burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmî, insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmette, eski hizmetten yüz derece fazla muvaffakıyeti gösteren manevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyyen şüphem kalmadı.” 14 Ağustos 1974Kıbrıs Barış Harekâtı Kıbrıs’ta Yunanlıların Türklere yaptığı zulümlerin ve katliamların durmaması ve bir çözüme kavuşturulamamasından dolayı, Kıbrıs üzerindeki garantör devlet hakkını kullanan Türkiye, 14 Ağustos 1974 günü sabah saat 05.00’de, Kıbrıs’a ikinci bir askerî harekât başlattı. Türk birlikleri aynı gün Lefkoşa’ya, ertesi gün ise Magosa ve Lefke’ye girmişler ve Türk tarafının sınırlarını çizmişlerdir. İkinci harekât neticesinde Yunan tarafı, Kıbrıslı Rumları koruyamayacağını açıklamıştır. Harekâtın başlangıç parolası ‘Ayşe tatile çıksın’ olarak belirlenmişti. Harekât neticesinde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin temelleri atılmış ve 1983 senesinde KKTC kurulmuştur. Edeb Bir Tâc İmiş Bayezid-i Bistamî Hazretleri (ks), bir gün hocasının huzurunda bulunuyordu. Hocası, Bayezid-i Bistamî Hazretlerine: “Şu raftaki kitabı getir.” dedi. Bayezid-i Bistamî Hazretleri cevâben: “Hangi kitabı istiyorsunuz efendim?” deyince, Hocası: “Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun; dergâhın girişinde, oturduğun yerin üstündeki rafı hiç görmedin mi?” dedi. Bunun üzerine, Bayezid-i Bistamî Hazretleri: “Efendim, mübarek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve riayetten dolayı, şu ana kadar başımı kaldırıp etrafa bakmış değilim.” dedi. 20 Ağustos 1951İstanbul’a Yumurta Büyüklüğünde Dolu Yağdı 20 Ağustos 1951 günü öğleden sonra, İstanbul’a yirmi dakika boyunca yumurta büyüklüğünde dolu yağmış ve büyük hasarlara yol açmıştır. Birkaç gün öncesine kadar şiddetli sıcaklarla kendini gösteren anormal hava durumu, 20 Ağustos’ta kendini yağışlara bırakmıştır. Saat 15.30’da önce şiddetli fırtına çıkmış ardından dolu yağmıştır. Yağan dolu taneleri kimi yerlerde ceviz, kimi yerlerde yumurta büyüklüğündeydi. Şiddetli rüzgâr, yağmur ve dolunun ardından bazı yerlerde sel baskınları görülmüş, binlerce cam kırılmış ve ağaçlar devrilmiştir. 31 Ağustos 1538 Osmanlı Ordusu, Mimar Sinan Tarafından Prut Nehri Üzerine İnşa Edilen Köprünün Üzerinden Geçti Kanunî Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı ordusunun Karaboğdan (Moldovya) Seferi esnasında, ordunun Prut Nehri üzerinden geçmesi gerekiyordu. Lütfî Paşa’nın bu köprüyü yapsa yapsa ancak Sinan Subaşı yapar demesi üzerine, köprü yapımı işi Kanunî’nin emriyle Mimar Sinan’a verilir. Mimar Sinan ve yardımcıları, geceli gündüzlü çalışarak 10 günde köprüyü bitirirler. Mimar Sinan, Tezkîretü’l Bünyân isimli eserinde o zamanları şu şekilde anlatmaktadır: “Hemen adı geçen suyun üstüne bir güzel köprünün yapımına başladım. 10 günde yüksek bir köprü yaptım. İslâm ordusu ile bütün canlıların şahı, sevinçle geçtiler.” Mimar Sinan, bu başarısının ardından Sermimârân-ı Hassa vazifesine getirilmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ağustos
Konu resmiDünyanın Neresinde Olursan Ol Sen Hizmet Edeceksin
Risale-i Nur

Hayat bir yolculuktur. Fakat kolay kolay yolunuz Medine, karpuz ve çay düzleminde hareket etmez. Yolumuz Rize’ye düştü. Yusuf abimizi ziyaret ettik. Yusuf abi, az önce bahsettiğimiz hattın yolcusu. Şu sıralar Rize’nin yemyeşil örtüsü içerisinde Nurçay isimli bir çay fabrikasının işletmesini yapıyor. 40’lı yaşlarda Risale-i Nuru ve Hayrat Vakfını tanımış. Hayatında pek çok güzel anekdotlar var. Onlardan bir kısmını sizler için derledik. Biz istifade ettik, ümid ederiz sizler de istifade edersiniz. Doğrusunu bana nasib et İlkokuldan sonra -gençlik hayatımda- uzun yıllar bütün cemaatlere gittik. Fakat ne hikmetse tatmin olamadık. Sanki ben çok büyük şeyler arıyorum, istiyorum. Aradığımı bulamadım, yani mutmain olamadım. Cenab-ı Hakk’a “Ya Rabbi! Ben rızanı kazanmak için ömrümü bitirmek istiyorum. Bu arada gerçeklere yaklaşıyorum ama tatmin olamıyorum. Doğrusunu bana nasib et.” Devamlı dua ediyoruz. Bu arada, ben hocamızı rüyada gördüm ama hocamızla tanıştıktan sonra anlıyorum onu gördüğümü. Rüyada bir âlim gördüm fakat konuşmadık birbirimizle. Ben o ara karar verdim; 2. defa hacca gideceğim. Orada bu durumu arz edeyim. Medine’ye gidiyorum. Orada ben kafileden ayrıldım. O zamanlar yaşım 40’tı. Orada dedim: “Arkadaşlar, aradığımızı burada bulamayacağımızı hissettim. Ben bu civardayım. Kafile Medine’den gidinceye kadar beni saf dışı bırakın. Yiyecek içecek her şeyim sizin olsun, otelde beni bırakın.” Ben buraya bir gaye için gelmişim; bura her zaman ele geçmeyen bir yer büyük bir Pazar, alış veriş yapmam lazım, fakat bu vaziyette biz bir yere varamayacağız. Kavga gürültü, yemek o benim tabağım bu senin tabağın doldurursun bakarsın soğutucular gitmiş, içi boşalmış, sıkıntı. Dünyanın neresinde olursan ol sen hizmet edeceksin Devenin çöktüğü yerde bir gece ibadete orda kaldım tefekkür zikir efendimiz yanımda tabi içerde pek bir şey yapmak istemedim o da edep dışı olur. Orada ağlayarak dua ediyorum: Ya Resulallah! Ben Rize’deki Feyyaz, İstanbul’daki Yusuf olarak halen buradayım. Ne kadar yanlış, ne kadar hatalı bir insanım ki halen gözlerimden yaş düşüyor, ağlayamıyorum. Affınıza sığınırım. Burada her talebe cevap verilmiş, burada her ihtiyacı olanın ihtiyacı görülmüş. Fakat ben halen neresindeyim bilemiyorum. Gece saat 3, sabah namazını bekliyoruz. Baktım, aradan 2,5 dakika geçti, bir zat geldi omuzuma vurdu. “Evlat burada ağlayışını durdur. Taleplerine cevap alamazsın, alsan da yaşayamazsın. Fakat dünyanın neresinde olursan ol sen hizmet edeceksin.” Ben de bu hizmete katılmış olayım Ben İstanbul’a döndüm. Her cemaatten gelen giden… Bekliyorum, dost düşman ne çıkacak karşıma. O zaman tornacılık yapıyordum Topkapı’da. Sonra Merter’de inşaat. Sonraları hocamızın talimatına uyarak terk ettik oraları. Ama bir kısım işlerimiz devam ediyor. Bir ara baktım, Isparta plakalı Ford bir minibüs. 3 kişi bunlar, içeri girdiler. Baktım ki sıcak bir hava, “yahu” dedim, “Bu gençler bir başka. Bana Ashab-ı Kehf gibi geldiler.” Mübarek insanlar. Bu piyasada ahlaksız insanlar var, bu gençleri dolandırırlar. Çağırdım onları. “Ne yapıyorsunuz?” dedim. “Hizmet” diyorlar. “Hizmet nedir?” diyorum, “Kur'ân hizmeti” diyorlar. “Peki” dedim, “bırakın ben alayım mallarınızı”. Neyse çok sevindiler, anlaştık, parasını verdik. Aradan 15 gün geçti, aralarından biri baktım bir büyük matbaa bıçağıyla geldi. Biz de o zamanlar Ülker fabrikasıyla çalışıyoruz, onlara makina yapıyoruz. Bütün makineler oraya bağlı. “Yahu” dedim “Ben sizi bir yere göndereyim, bu işi orada yaparlar.” Gittiler, yaptılar olmadı. Ben “Bırakın ben bunu yaptıracağım; yarın gelin alın” dedim. Tekrar bir daha bıçak bozuluyor, geliyorlar. Dedim “O zaman ben bu işinizi de göreyim, bir daha da başka bir yer bakın beni meşgul etmeyin.” O zaman Ülker’e büyük işler yapıyoruz. Bunlar çekirdek misali işler. O zaman tornacılar çok değildi. Baktım bunlar bizi uğraştıracak, gidin de diyemiyorum, onlara karşı sevgim de oldu. Dedim “Yine geldiniz he. Abi yaptıramıyoruz, biz yabancıyız, bunlar bizi tanımıyor” dedi. Peki, dedim gelin yazıhaneye bir çay için, nedir bu hizmet bana bir anlatın bakayım. “Abi, şu bu…” dedi. “Bak kardeşim! Biz mademki sevgi başlangıcı oldu -sevgi nerelere gidecek bilemiyorum- biz Cenab-ı Hak’tan hep sevdikleriyle muhatap etmesini istiyoruz. Yanlış yapmadan ahirette huzuruna çıkmak istiyoruz. Fakat size benim bir muhabbetim oldu, anlatın” dedim. “Kur'ân-ı Kerim” diyor. Tamam da, her yerde Kur'ân-ı Kerim basan yer var. Ben bir sürü yer saydım. “Yahu biz hizmet ediyoruz” dedi. Ben de, “Benim de sizden bir ricam var. Ben de bu hizmete katılmış olayım. Bu bina yalnız bana ait.” Tahsin kardeş araya girdi. Makinalardan anlıyor, konuşmasından beli. Onlara dedim, “Bak burada Cenab-ı Hak görevlendirdi bizi, Cumartesi-Pazar biz tatil ediyoruz, ben bu anahtarları size vereyim; Pazar günü gelin. Bu işten anlayan kişilersiniz, buradaki bütün makinaları kullanın. Demir, çelik ne lazımsa kullanın. Madem karşımızda Kur'ân var”. Biraz mahcup oldular. Dedim “Yahu kardeşim, sizi Allah ve Resulüne (asm) şikâyet ediyorum, eğer bu hizmet için bundan sonra bir kuruş bir yere verir de öteye beriye giderseniz, hakkım olsun size. Beni mesul etmezseniz memnun olurum. Bütün her şeyi size veriyorum. Ha yapamadığınız yerde yine beni arayın, ben Merter’deyim, yardım ederim.” Rica ediyorum burayı bırakma Bunu kabul ettirdik ama gelmediler. Aradan bir kaç gün geçti, bizi vakfa davet etiler. Bizim ortağın bir kırmızı Mercedes arabası var, dedim “Fahrettin, biz bir yere gideceğiz tanışmaya ama giderken de arabayı dolduralım karpuz falan, burası bir hizmet yeri.” Doldurduk bagajı, gittik ki Hasan Hoca çıktı karşımıza. “Yeri bulduk” dedim. Gençler bizi gördüler, geldiler; malzemeleri de aldık mutfağa çıkıyoruz. Baktım Hasan abi, “Yahu bunlar nedir, kim getirdi bunları, yok yok alamayız bunları”. Fahreddin yanımda, böyle şeyleri bilmez. Hasan Hocaya dedim, “Kardeşim, davet edildik geldik. Biz de boş gelmedik. Buraya bir hizmet olsun dedik. Nedir, niye alınmıyor, neden kabul edilmiyor?” Ne oldu neye uğradık anlayamadım. Döndük inerken “Abi, bir dakika” dedi “Kusura bakma. Bu aldıklarının parasını sana ödesek, sen bunları bıraksan olur mu?” dedi. “Allah razı olsun ebeden, beni büyük yükten kurtarırsın” dedim. Ben şimdi bir yığın karpuzu eve götürsem “Ne oluyor? Nedir bu karpuzlar?” derler. “Dökeceğiz bunları” dedim. Bir taraftan da Fahrettin’e, “Fahrettin, ben ölür giderim, fakat sen bu kapıyı bırakma, burada iş var. Karşımıza bir şeyler çıkacak ama dikkat et, bu enaniyet meselesi, bu hakaret ağır gelmesin sana. Bazen insan kovulur, bazen Yunus Emre gibi sövene karşı, kızana karşı bunlar olacak, bu yolda benim yolum böyle, ama sen şimdi havalısın, biraz daha sosyeteye yatkınsın. Rica ediyorum, bana dost demişsen burayı bırakma. Burada karşımıza çıkacak bir ışık var, çıkacak. Tamam mı kardeşim?” diyorum, o da “tamam” dedi. O hassasiyet bizi vakfa daha çok yaklaştırdı. Biz seni Allah’a havale ettik, ‘bismillah’ de çık, git. Sonralarında büyüğümüzün teşvikiyle çay işine girdik. Rize’de Nurçay isminde bir çay fabrikası kurduk. Elbette sıkıntılar çektik. Bankalar en büyük problemdi karşımızda. Faiz var. İşler nasıl yürüyecek? Fakat Hocamızın tavrı netti. Beni zaman zaman ikaz ederek şöyle derdi. “O bankalar kan gölüdür. Sen oralara abdestli girersen aynı abdestle camiye girme, namaz kılma. Üç aylık yoldan geldin. Girdin, postacı da kapıyı çaldı. Ablandan, babandan havale var. Ne kadar olduğu önemli değil, o çorbaya kaşığı bırakacaksın, gidip o bankadan paranı alacaksın.” Hocam, ben yolda bir kaza yaparsam, yollara dağılırsa para, ben bunun altından nasıl kalkarım. Biz seni Allah’a havale ettik, ‘bismillah’ de çık, git. Geldik buraya, fabrikayı kurmaya başladık. Cevşen-i Kebirle secdeye varılınca işler hal oluyor . Engeller başladı. Kendi bölgem, herkes beni biliyor. Cemaat ismi çıkınca, bütün millet savaş açtı bize. Nereyi yapsak bozuyorlar. Bir gece büyük cevşeni, tesbihatı aldım, indim sahile. Ağlıyorum, evdekiler de görmesin ağladığımı diye orada duruyorum. Sabah şafak sökmek üzereyken bir hal geldi, deniz kenarına in de orda secde et. Güneş doğdu, iş yerine gittim. Baktım ki işler değişmiş. İşlerin önü açılıyor. Aradan zaman geçti. İstanbul’a Hocamız tekrar çağırıyor. Odasında kardeşler kalabalık, oturuyoruz. Bir ara Hocamız bana döndü, “Yusuf kardeş cevşen-i kebirle secdeye varılınca işler hal oluyor, öyle değil mi?” dedi. “Kardeşim sıkıntılı anlarında aynısını devam ettir, olur mu” diyor. Herkes şaşkın, kimse bir şey anlamadı, benden başka. “Evet hocam” dedim, orada kapadım. Bavulumuzu hazırla Bir gün yine Hocamız Rize’ye geldi. Balık aldık, hazırladık. Alelacele “Yusuf kardeş bavulumuzu hazırla” dedi. “Hocam, baya hazırlık yapmıştık.” Muhammed Semiz işaret etti, itiraz etme diye. “Tamam baş üstüne” dedim. “Hocam bilet bulamadık” dedik. “Tamam aldık aldık” dedi. Allah Allah yola çıktık. Arabayı ben sürüyorum, bilmiyorum ki herhalde program Trabzon’da var, burada kardeşlerle kalacak. Gittik, havaalanına yaklaştık, “Yusuf içeri gir” dedi. “Hocam uçağın kalkmasına 20 dakika var, hem bilet yok” dedim. Hocamız, “Gir gir içeri” dedi. Girdik. “Valizleri indir” dedi. Muhammed Semiz girdi, gitti görevliye bilet soruyor, biz de bakıyoruz. “Bir tane bilet var” dedi, “yeni düştü verebilirim”. Muhammed dedi, “Biz üç kişiyiz”. Derken tık bir tane daha düşüyor. Böyle bakıyoruz biz. “İsterseniz hemen vereyim” diyor, görevli. “Hanımefendi biz üç kişiyiz” derken bir tane daha düşüyor, üç tane oluyor. Ben başlıyorum ağlamaya, ne acayip ya. İki saat sonra Muhammed aradı, “Bir şey anlayabildin mi?” dedi. “Yok yahu, ne anlayayım; hala hocamızı tanıyamıyoruz” dedim. Bir ara bize, “Yusuf kardeş, sen dere üzerinde yürürsen bir şey mi yapmış olursun? Herkes yürüyebilir; hayvanlar da yürüyebilir. Mesela balık var dedi. “Havada yürüsen bir maharet midir?” dedi. “Kuşlar yok mu, hayvan olmasına rağmen istedikleri yere gidiyorlar.” “Bunlar bir şey değil, sen Allah’a yaklaşmaya bak” dedi. “Uçağım indi, oraya gitti buraya gitti; kardeşim bunlarla kendinizi yormayın. Yola hızlı bir şekilde devam, siz kendinizi yükseltmeye, yetiştirmeye bakın.” Kardeşim ben de Nurcuyum Gönenli Mehmet hocayla da yakınlığımız vardı, bizi severler, biz de onları severiz. Ben de hanımları taşırdım arabamla. Kız kardeşim arardı, onlara yardımcı olurdum. Bir gün giderken çok stresliydim, çok rahatsızdım, boğuluyordum. O gün Mehmet Efendiyi kale içinden aldım, getiriyorum. “Kardeşim sıkıntın nedir?” dedi. “Yahu bir işe girdim engeller çok, yoruldum” dedim. “Ne işi?” dedi. “Nur cemaatiyle ortak bir iş verildi, fakat hep engellerle karşılaşıyorum.” Eliyle arabanın kupasına vurdu, “Kardeşim ben de Nurcuyum” dedi. “Devam, neye engel” dedi. “Yola devam” dedi. Ve anlatmaya başladı. Ben Üstad Bediüzzaman’la 2. şubeye alındım. O ayrı soruşturmada, ben ayrı soruşturmada. Benim suçum hafız yetiştirmek, onun suçu ise âlem-i İslam’a imanı anlatmak, tebliğ etmek. Bu soruşturma saat 2-3’lere geldi, baya yorgunlaştık. Ben en son söz hakkı istedim komiserden. Komiserim, müsaade ederseniz bu iş uzamaktansa, aynı işi biz yaptık. Neticede siz rahatsız olmayın, biz üstad Bediüzzaman ile ilişkimizi şu ifadeyle kapatalım. Dünyanın bütün marangozları bir araya gelse, dünya büyüklüğünde de bir sofra yapsalar ve bütün âlimler oraya yemeğe davet edilse, üstad Bediüzzaman’a da yer bırakılsa, o, sofraya oturduğu zaman tamamen bizi yedirir, doyurur. Biz bunu böyle tanırız. Ondan sonra ne yapılacaksa yapılsın, bu konuda da daha hesap sormayın. Ve nihayet, bizi bıraktılar. Mehmet Hoca o sabah kapıya çıkınca dua ediyor, diyor ki “Ya Rabbi! Üstadımız İstanbul’a gelince bu salih kulunun, bir gün bana da, bir çorbaya gelmesini nasip buyur.” “Baktım” dedi, “Aradan 10-15 gün geçti. Kapı çalındı ama şafak üzeri, sabah namazında daha şafak ağarmamış. Bizi hep o saatlerde emniyete alırlardı. Hanım, dedim; bizim çantayı hazırla gene bizi postalayacaklar” dedi. Kapıyı açmaya gittim, aradan baktım, üstad Bediüzzaman. Aynı baston, omzunda çanta. “Benim sende bir hediyem var. İkram et de ben gideyim, bekletme taciz edilirsin.” Şaştım, “Üstadım, hocam buyur.” “Hayır, ver gideyim.” Evde de bir tek kabak tatlım var başka da bir şey yok onu getirdim, verdim. “Tamamdır” dedi. “Vedalaştık öylece ayrıldık” dedi.

Metin UÇAR 01 Ağustos
Konu resmiBediüzzaman'ın Hayru'l-Halefi
Risale-i Nur

“Bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecedetedbir ve dirayet sahibi” Bediüzzaman Hazretleri gibi, “Asrımızın cemaat zamanı olduğu ve bu asırda ancak tam dayanışma halinde bir cemaat ile küfrün şahs-ı mânevîsine gâlib gelinebileceğini” eserlerinde dava eden, hayatında böyle bir cemaati kurup temsil ve idare eden bir zatın, o cemaatin şahs-ı manevisini kendinden sonra temsil ve idare edecek bir “hayru’l-halefi” arzu etmemesi düşünülemez. İşte bu sebeble, Bediüzzaman Hazretleri âhirete gitmeden önce, her cihetle güvendiği, otuz yıllık hizmetiyle en yakın talebesi olarak temayüz eden ve Nur Talebeleri’nce öyle bilinen ve Hazret-i Üstad’ın “Bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayet sahibi”  dediği Hüsrev Efendi’yi kendi yerine bırakarak âhirete öyle gitmiştir. Bunu hem Üstad Bediüzzaman’ın yazılı ifadelerinde, hem sözlü beyanlarında, hem de o devrin şahitlerinin açıklamalarında görmek mümkündür. “benim yerimde” Mesela Şuâlar Mecmuası’nda yer alan ve Bediüzzaman Hazretleri’nin Nur Talebeleri’ne hitaben yazdığı şu satırlar Hüsrev Efendi’yi gayet açık bir şekilde kendi yerinde göstermektedir: “Hüsrev gibi bir Nur kahramanından -benim yerimde ve Nur’un şahs-ı mânevîsinin (manevi şahsiyetinin) çok ehemmiyetli bir mümessili (temsilcisi) olmasından- hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir (çok lâzımdır)” Şuâlar Hüsrev Efendi, hâlen hayatta olan yakın talebelerine Bediüzzaman Hazretleri ile arasında geçen şu görüşmeyi çok defalar anlatmıştır: “Bediüzzaman Hazretleri benim kaldığım bu eve gelip, yukarı kata çıkmıştı. Yaz ortasıydı. Yeni çıkan çekirdeksiz üzümlerden aldırmıştım. ‘Efendim çekirdeksiz üzüm arzu eder misiniz?’ diye sorunca sessiz kaldı. Ben de arzu ettiğini anladım ve yıkayıp getirdim. Hazret-i Üstad: -Otur Hüsrev’ dedi. Sonra; ‘Hüsrev! Benim vâsiim sensin. Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (ks) Hazretleri’nin kasidesinde bana hitaben -Vaktin Abdülkâdir’i ol!- buyurması benim ömrümün de Şeyh-i Geylânî  (ks) Hazretleri gibi 91 sene olacağına işaret ediyor.  Fakat ben pek çok zehirlenmelerden dolayı âhirete sekiz sene önce gideceğim. Ömrümün kalan sekiz senesini de sana veriyorum’ dedi. Bunun üzerine: - Üstad’ım ben sizden ziyade hastayım. Sizin yerinize âhirete ben gideyim, siz hizmetinize devam edin dedim. Bediüzzaman Hazretleri cevaben: - Hayır Hüsrev, benden sonra sana on beş yaşındaki delikanlı gibi sıhhat verilecek buyurdular.” Zübeyir Gündüzalp’in Hüsrev Efendi’nin Vazifedarlığını İtirafı Bediüzzaman Hazretleri’ne ömrünün son on yılı içinde tam bir sadakatle hizmet eden Zübeyir Ağabey genç yaşta vefat etmezden birkaç ay evvel Hüsrev Efendi’ye yazmış olduğu bir mektubda onun Nur Camiasının başındaki vazifedarlığına temas ederek şu satırları kaleme almıştır: “Çok mübarek ve çok aziz ve sevgili ağabeyim efendim! (…) Cenab-ı Hak’tan siz ağabeyimiz efendimize uzun ömürler dilerim. Nur Camiasının başında daha çok uzun seneler bulunmanızı, bu mukaddes hizmette ebediyen muvaffak ve payidar olmanızı niyaz ederim. Muazzez efendim! Bu biçare ve çok hakir ve çok kusurlu kardeşinize dua ettiğinizi Üzeyir kardeşimizden duyunca dünyalar benim olmuş gibi memnun oldum. Ciğerlerimden, kalbden, mideden, romatizmadan, safra kesesinden ve sinirlerden o kadar hasta oluyorum ki, günlerimin hemen hepsi yatmakla geçiyor. Böyle hizmetsiz, böyle boş boşuna ömür geçirmek bana çok ağır geliyor. Ölümü çok istedim ve istiyorum. Böyle hizmetsiz bir halde yaşamaktansa ölmek daha evladır diyorum. Hem böyle çok elemli ve çok azaplı ve sıkıntılı bir hayatta olmam, hem de size bir rahatsızlık vermemeleri için çok ihtiyatlı olmam yüzünden gerek ziyaretinizde, gerek mektubla arz-ı ihtiramda bulunmakta kusurlarım oldu. Beni helal ediniz. Çünkü Üstad’ımızın âhirete teşrifinden sonra birçok hususlarda olduğu gibi sizden de (sizin hakkınızda da) çok soru sual ettiler. Tehditlerle, şiddetle bir şeyler söyletmeye çalıştılar. Bilhassa Nur Talebeleri’nin sizin hakkınızda olan kanaat ve bağlılıklarını söyletmeye çalıştılar. Elhamdulillah muvaffak olamadılar. Beni uzun zaman polis ekipleri jiple takip ettiler. Hâlâ da yine boş bırakmıyorlar. Fakat eskisi kadar değil. İşte bu sebeblerden size mektub dahi yazamadım. Kusurumu afv buyurun.  (…) Hürmetle el ve ayaklarınızdan öper dualarınızı rica ederim efendim. El-Bâkî Hüve’l-Bâkî çok kusurlu ve alîl (hasta) zelil kardeşiniz Zübeyir” Zübeyr Ağabey’in 1970’lerde vefatına yakın gönderdiği anlaşılan bu mektubunda Hüsrev Efendi’ye hitaben “Nur Camiasının başında daha çok uzun seneler bulunmanızı, bu mukaddes hizmette ebediyen muvaffak ve payidar olmanızı niyaz ederim” şeklindeki beyanları ve “el ve ayaklarınızdan öperim” diyecek kadar hürmetkâr ifadeleri kendisini uzun seneler ziyaret edemese de onun Nur Hizmeti’nin başında olduğunun ikrar ve itirafı mahiyetindedir.  

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiYeni Nesil Nur Talebeleriyle Birlikte Devam...
Kültür ve Medeniyet

Bediüzzaman Hazretleri'nin 1960 yılında vefatından sonra, Hüsrev Efendi, Risale-i Nur’un neşrine yönelik hizmetlerini, eski sadık arkadaşlarının yanında, etrafında toplanan yeni nesil Nur Talebeleri’yle birlikte devam ettirdi. Said Nursî’nin vefatından on sene evvel, “Hüsrev gibi bir Nur kahramanından, benim yerimde ve Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir.”  diyerek Hüsrev Efendi’yi Nur Talebeleri içinde önemli bir noktaya taşıması, onun omzundaki hizmet yükünü bir kat daha artırmıştı. Bediüzzaman ile “Risale-i Nur’un Kahramanı” adını verdiği Hüsrev Efendi arasında gelişen sevgi dostluk ve hürmet gibi duyguların da dikkat çekici bir boyuta ulaştığı karşılıklı mektuplaşmalarındaki ifadelerden anlaşılmaktadır. “Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimi ve ciddî istiyor. Ben de derim: Telif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi Hizmet-i Nûriye’de benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.” Hüsrev Efendi, mahkeme ve hapislere götürülmesi dışında, kırk beş seneyi bulan bir inziva hayatı yaşadı. Bu inzivanın sebebi ise, şahsî ibadetleri ile meşgul olmaktan çok, kendini tamamen Risale-i Nur’un neşrine ve Tevâfuklu Kur’ân’ın yazılmasına adamış olmasıydı. 'te Hapis’ten çıkınca ilk işi, “Tevâfuklu Kur’ân”ın basılması için Hayrat Vakfı’nı kurmak oldu. Üç yıl daha Hayrat Vakfı çatısı altında hizmetlerine devam eden Hüsrev Efendi, 1977 yılı 20 Ağustos’unda 78 yaşında vefat etti. Kendisinden geriye, Risale-i Nur’un en mutemed, tevâfuklu ve orijinal Osmanlıca nüshaları, Kur’ân’ın yazısındaki bir harikasını gözlere gösteren Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm ve İslâm’a hizmet şuuruyla yetiştirdiği talebeleri gibi üç mühim manevî miras bıraktı. DOKUZ DEFA Hüsrev Efendi’nin kırk seneyi aşan uzun emeklerle ve dokuz defa yazarak tamamladığı Tevâfuklu Kur’ân, kurduğu Hayrat Vakfı tarafından, 1984 yılından itibaren İstanbul’da basılarak neşredilmeye başlandı. Bir süre sonra, Risale-i Nur’un Osmanlıca ve Latin harfleriyle mukayeseli nüshaları neşredilmeye ve daha sonra ise, başta Arapça olmak üzere diğer dillere yapılan tercümeleri neşredilmeye başlandı. Hayrât Vakfı’nın son dönemde gerçekleştirdiği ve sahasındaki mühim bir boşluğu dolduran bir hizmet alanı da Türkiye çapında açtığı Osmanlıca kursları oldu. 2012 Nisan ayında Millî Eğitim Bakanlığı ile imzalanan protokol ile verilen kurslardan iki yıl içinde 150 bin kişi sertifika almaya hak kazandı. ( süreklibaskı ve karalamalar Hüsrev Efendi’nin Nur Hizmeti’ni sevk ve idare ettiği 1960’lı ve 70’li yıllarda, Isparta’daki şirin ve mütevazı evi, talebe ve ziyaretçilerinin uğrak bir mekânı oldu. Ömrü boyunca Bediüzzaman Hazretleri’ni çeşitli baskılarla engellemeye çalışan bazı güç odakları, onun vefatından sonra, Hüsrev Efendi’yi yoğun bir baskı altına aldılar. Defalarca hapse aldılar, hakkında karalama kampanyaları başlattılar. Hüsrev Efendi, Bediüzzaman’ın vefatından sonra, 1960, 1964 ve 1971 yıllarında, ilk ikisi Isparta’da ve sonuncusu Eskişehir’de olmak üzere dört sene daha hapis yattı. 1971 yılında en yakın talebeleriyle birlikte girdiği ve üç yıl süren Eskişehir Hapsi, onun en uzun ve çileli hapislerinden biri oldu.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmi“Maznun Hüsrev Altınbaşak:
İnsan

Önceki sayfada misallerde görüldüğü gibi, Hüsrev Efendi’nin Üstad-ı Sânî (İkinci Üstad) vasfı ellili yıllarda o kadar bilinen bir hal almıştı ki, Isparta Cumhuriyet Savcılığı’nın 1956 tarihli Bediüzzaman Hazretleri ve 83 talebesi aleyhinde hazırlamış olduğu iddianamesinde Hüsrev Efendi’nin bu sıfatı öne çıkarılarak şöyle denilmekteydi. “Maznun Hüsrev Altınbaşak: …Saîd-i Nursî’nin en mutemet adamı bulunması dolayısıyla Üstad-ı Sânî olarak tanındığı hususlarında maznunun ikrarı ve şâhitlerin şehâdeti ve aramada elde edilen vesikalar gibi deliller mevcuttur.” Yine aynı iddianamede: “Üyelerin daima reis Said Okur veya Üstad-ı Sânî diye tanınan Hüsrev Altınbaşak’la temas ve ziyarette bulundukları, sık sık mektublaştıkları…” ifadeleri tekrarlanmaktaydı. Netice olarak Hüsrev Efendi’ye Üstad ya da Üstad-ı Sâni denilmesi Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra değil daha hayatta iken başlamış bir uygulamadır. Bu anlamıyla Nur Talebeleri’nin içinden yetişmiş onların büyük bir muallimi, bir hocası, bir rehberleri olduğunu ifade etmektedir. Üstad tabirinin diğer bir anlamı ise, “Nur Cemaatinin başı” demektir. Bediüzzaman Hazretleri bu anlama İhlas Risalesi’nde işaret ederek şöyle der: “Mesleğimizin esası uhuvvettir (kardeşliktir). Peder ile evlad, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta (arasındaki bağ) değildir. Belki hakiki kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer.” Yine İhlas Risalesi ardında yer alan meşhur Yazı Mektubu’nda: “Kendi nokta-i nazarımda liyakatsız olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstadlık ve tebaiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız”  ifadeleriyle üstadlık makamının  kendisine tabi olunan ve sözü dinlenen kişi anlamları verilmiştir. İşte Hüsrev Efendi Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra onun tayini ile Nur Camiasının başına geçerek ikinci bir Üstadları olmuştur. Bu tayin Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Hüsrev gibi Nur kahramanından -benim yerimde ve Nur’un şahs-ı mânevîsinin (manevi şahsiyetinin) çok ehemmiyetli bir mümessili (temsilcisi) olmasından- hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir (çok lazımdır)”  gibi yazılı ve sözlü çok beyanlarıyla gerçekleşmiştir. 2 Nasıl ki Resul-ü Ekrem (asm)’ın âhirete teşrifinden sonra sahabeler başsız kalmamış ve sırayla dört halife başa geçmiştir. Onun gibi, Risale-i Nur cemaatinin de başsız kalmaması ve birlik ve beraberliğin sağlanması, ihtilafın önlenmesi, istikametin muhafazası için Bediüzzaman Hazretleri’nden sonra cemaati onun yolunda sevk ve idare etmek üzere Üstadlık makamının boş kalmaması elzemdi. İşte bu idarecilik makamını doldurmak vazifesi Hüsrev Efendi tarafından yerine getirilmiş ve bu cihetle de Nur Talebeleri’nin ikinci bir Üstadları olmuştur.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiHüsrev Efendi
Risale-i Nur

 

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiKur'ân'a Hizmet Yolunda
Risale-i Nur

Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hazretlerinin 40 senede 9 defa yazdığı Tevafuklu Kur’an-ı Kerim nüshasının 10 sene de yapıştırma faaliyeti sürmüştü. Hüsrev Efendinin hapishanelerde mahpus tutulması, ve zehirlenmeleri sebebiyle, hem de kağıtların mürekkebi dağıtmasından dolayı bütün yazılar istenilen gibi olmuyordu. Madem Kur’an’ın gözlere hitap eden bir mucizesi, bir güzelliği insanlığın hizmetine sunulacaktı, o zaman en iyi harfler seçilmeliydi ve öyle oldu. Kendi yazdığı harflerden en düzgün olan harf, hareke ve bir süre sonra kelimeler seçilerek fotoğrafla çoğaltıldı ve yazdıklarının üzerine gelecek şekilde yapıştırılarak son nüsha elde edildi. Feyizli, bereketli ve bir o kadar da yorucu bu çalışma, tam 10 sene devam etti. Hüsrev Efendinin bizzat kendisinin de üç sene bulunduğu bu hizmette vazife yapanların isimlerini hem tarihe not düşmek hem de bu vesileyle şükranlarımızı ifade etmek için aşağıda veriyoruz.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiBir Ayet, 25 Yapıştırma
Risale-i Nur

Hüsrev Efendi'nin yazdığı kelime ve harf deposu Buradaki kelimeler Hüsrev Efendi'nin yazıp seçtiği ve arkadaşları tarafından film ile kopyalanarak çoğaltılmakta ve yapıştırılmak için hazır beklemekteydi. Gerekli olan hareke, kelime veya harf diğer kopyaları içerisinden kesilerek ayrılıyor. Yapıştırılacak olan parça, zamk ile yapışmaya hazır hâle getiriliyor. Busayfada temsili olarak gösterilen süreç her hareke, harf, şedde, cezm için yapılmakta idi. Bu şekilde bir cüzün hazırlanması yaklaşık altı ayı almaktaydı. Okunması çok rahat ve kolay olan "Tevâfuklu Kur'ân-ı Kerim" ilk defa işte bu şekilde hazırlandı. Hüsrev Efendi'nin talebeleri daha sonra Hayrât Vakfı'nı kurarak bu Kur'ân-ı Kerim'i matbaa yardımı ile çoğalttılar. Şu anda Hayrât Neşriyat tarafından, dünyanın 2. büyük Kur'ân matbaasında, en yüksek teknolojiler ile, bu ilk hazırlanan Kur'ân-ı Kerim üzerinden devam ettirilmektedir. Harflerin üzerine yapıştırıldığı bu Kur'ân-ı Kerim ise  Hüsrev Efendi'nin kaleminden çıkan sekizinci nüsha. Yine onun yazdığı harfleri, talebeleri sekizinci nüshanın üzerine yapıştırmışlar ve bu şekilde istedikleri hâle ulaşmışlardı. Günümüzde okuduğumuz Hayrat Neşriyat Kur'ân-ı Kerimleri bu dokuzuncu nüshanın baskılarıdır.  

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiİğneyle Kuyu Kazdılar
Risale-i Nur

5 Üzerinde en çok emek sarf edilen Kur’ân-ı Kerim nüshası, Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hazretlerinin 40 senede yazdığı ve 10 sene de yapıştırma işlemi devam eden Tevafuk Nüshalı Kur’ân-ı Kerimdir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle Levh-i Mahfuzdaki Kur’ân gibi olan bu nüsha hem Bediüzzaman Hazretlerinin, hem diğer talebelerin hem de insanların muhabbetine ve aynı zamanda bu asrın insanının Kur’ân’ı kolay öğrenmesine vesile olmuştur. Biz de bu nüshanın tam 10 yıl süren yapıştırma safhasını merak ettik ve bizzat o dönemde çalışanlardan ve hali hazırda Hayrât Vakfı mütevellisinden olan Muhammed Semiz, Hasan Gürdal ve Mahmud Akbulut ile bu konuyu konuştuk. Merak edilenleri kendi ifadeleriyle sizlere ulaştırdık. İstifadeye medar olması niyetiyle sizleri Kur’ân’ın hizmetkârlarıyla baş başa bırakıyoruz. MuhammeD Semiz Babam eski Nur talebelerinden Süleyman Semiz. Hem Bediüzzaman Hazretlerine, hem Hüsrev üstadımıza, hem de Said Nuri Hocamıza tabi olan bir zat. Allah gani gani rahmet eylesin. 1967’de beni Hüsrev Üstadımıza ziyarete götürdü. İlk defa orda Hüsrev üstadımızın elini öptüm ve ziyaretinde bulunduk. O zamanlar hafızlığa başlamıştım. Kur’ân-ı Kerimi iyi biliyordum. Üstadımızın kendi odasında “Allah” “Muhammed” lafızları vardı. “İsmini burada bulabilir misin?” dedi.  Biz de işaret ettik. Oda bana bir “Aferin!” verdi. Ondan bir sene sonra da (1968’de) Kuleönü’nde yine üstadımıza geldik. Said hocamızın yanında talebeliğe başlamış olduk. En son 1975 Mart 25’te Hayrât Vakfına gelmiş olduk. O tarihten bu tarafa inşallah vakfımızda hizmetlerimiz devam ediyor. Hasan Gürdal Isparta’nın Sütçüler ilçesinin Kesme köyünde, 1955 tarihinde dünyaya gelmişim. Babamın ismi Eşref; köyde Eşref Hoca diye bilinir. Kendisi yetim olarak büyümüş. 12-13 yaşlarında Risale-i Nur’u, Üstadımızı tanımış ve Cenab-ı Hak bizi onun neslinden dünyaya getirmiş. Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Biz kendimizi Risale-i Nur’un içinde bulduk.  Mahmut Akbulut Isparta Şarki Karaağaç doğumluyum. 1973’te ilk İstanbul’a geldim. 1974’te kurulduğundan beri Hayrât Vakfın'da bulunuyorum. İstanbul’a geldiğimde Hasan Büyük Kemerli isminde bir ağabeyimiz vardı. Onun yanında elektronik üzerine çırak olarak başladık. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı yapıştırma süreci nasıl başladı? Muhammed Semiz: Hüsrev üstadımız 1974’te Isparta, Eskişehir, Bursa ve İzmir’deki hapishanelerden tahliye edildikten sonra, Isparta’da Hayrât Vakfını kurmuştu. Isparta’dan Ankara’ya gitti. Oradan da İstanbul’a geldi. Küçükçekmece’de bahçe içinde bir köşk tutuldu. Hüsrev üstadımız çeşitli hapishanelerde kaldığı ve zehirlendiğinden dolayı hastalandığı için, hem saman kağıtların mürekkebi dağıtması sebebiyle yazdığı harflerin hepsi mükemmel değildi. İçlerinden bin tane vav varsa 3-5 tanesi çok daha güzel. Hem Risale-i Nurda da “Hüsrev’in yazmış olduğu Kur’ân-ı Kerim fotoğrafla tab edilecek” diye Bediüzzaman üstadımız bir sözü var. Üstadımızın bu sözü iki türlü çıkmış oldu. Birincisi, o zaman fotoğrafla basan ofset matbaası yok. Demir harflerle basılan matbaalar var. Kur’ân-ı Kerim ofsette basıldığı için, fotoğrafla tab edilecek noktası, Bediüzzaman üstadımızın bir kerametidir. İkincisi de fotoğrafla yapıştırma olduğundan dolayı yine Bediüzzaman üstadımızın bir kerametidir. Çünkü o harflerin fotoğrafları çekiliyor ve daha sonra kur'ân satırları üzerine yapıştırılıyordu. Hasan Gürdal: Hüsrev Efendi üstadımız, yazmış olduğu Kur’ân’ın sayfalarını tarıyor, bakıyor. Bazı hoşuna gitmeyen manzaralar görüyor. Cezimler, ötreler, bazı harflerin mürekkep dağıttığı ve kâğıdın kalitesizliğinden dolayı gözleri kapanmış. Üstadımız onları değiştirtmek üzere o harflerin daha düzgünlerinin fotoğraflarını çektiriyor. Burada Hasan Büyükkemerli abimiz var İstanbul’da fotoğrafçılıkla meşgul; çağırıyor filmlerini çektiriyor. Hasan ağabey onu filmle büyütüyor. Küçükken gözükmeyen pürüzler de büyüyünce gözüküyor. Ona rötuş yapıyor. Bediüzzamanhazretlerinin"Fotoğrafla Tab" Kerameti "Risale-i Nurda da “Hüsrev’in yazmış olduğu Kur’ân-ı Kerim fotoğrafla tab edilecek” diye Bediüzaman Hazretlerinin bir sözü var. Üstadımızın bu sözü iki türlü çıkmış oldu: BirİNCİSİ, o zaman fotoğrafla basan ofset matbaası yok. Demir harflerle basılan matbaalar var. Kur’ân-ı Kerim ofsette basıldığı için, fotoğrafla tab edilecek noktası, Bediüzzaman Hazretlerinin bir kerametidir. İkincisi de fotoğrafla yapıştırma olduğundan dolayı yine Bediüzzaman Hazretlerinin bir kerametidir. Çünkü o harflerin fotoğrafları çekiliyor." “BİR cüzün yapılması altı ay sürüyordu” Rötuş yaptıktan sonra tekrar eski haline küçültüyor. Çok düzgün bir hâl alıyor. Daha sonra bütün cezimler değiştiriliyor. Yapıştırmak suretiyle, harekeler ve ötreler tamamen düzgün vaziyete geliyor. O harekeler düzgün şekilde harflerin üzerine yapıştırılınca, harflerin harekelere nispeten düzgün olmadığı meydana çıkıyor. Bu sefer o harflerin içerisinden en güzellerini seçmek suretiyle fotoğrafı çekilip çoğaltılıyor. Bu sefer Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın bütün hurufatı baştan sona en güzel bir şekilde yapıştırılması kararı veriliyor ve bütün Kur’ân’ın böyle olmasını üstadımız kendisi arzu ediyor.  Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın Tek Tek Yapıştırılması Kaç Sene Sürdü? Hasan Gürdal: Biz daha önce bir başka yerde kurs görüp gelmediğimiz için bu işte acemiydik. Meleke sahibi değildik. Önce Hocamız bizim elimize cüzlerin fotokopisinden birer tane fotokopi verdi. Biz o fotokopilerde alıştırma yaptık. Bizim muvaffak olup olamayacağımızı, yapıp yapamayacağımızı Hocamız çalışmamızdan anladılar. Bir kısmımız birkaç sayfa, bir kısmımız üç beş sayfa, bir kısmımız on sayfa yaptıktan sonra üstadımızın kendi eliyle yazmış olduğu asıl cüze yapıştırma çalışması yapmak üzere döndük. Önce biz o cüzlerin sayfalarını bir sayfa yapıyorduk. Daha sonra o sayfayı çeviriyoruz ikinci sayfayı yapıyoruz, üçüncü sayfayı yapıyoruz, dördüncü sayfayı yapıyoruz derken nerdeyse 1 cüzün yapılması altı ay sürüyordu. Daha sonra ilk yaptığımız sayfalara dönüp baktığımızda o sayfaların çok kusurlu olduğunu fark ettik. Sona doğru kendimizin yetiştiğini anladık. Gözlerimiz alışmış, ellerimiz alışmış, sona doğru harflerin bitişik şekilleri daha düzgün hale gelmiş. Bakıyoruz ki ilk baştaki yaptığımız yerler hiç olmamış beğenmiyoruz onları. Yeniden bir daha ilk sayfalardaki harfleri söküp, yeniden başka harfler yapıştırıyoruz. Ek yerlerinin en düzgün halde olmasını sağlayacak şekilde. Ondan sonra harflerin oturduğu tabanın düzeni, “Lam” harflerinin, “Elif” harflerinin duruşları, sağa sola yamuk olmaması, tam dik, hafif sola meyilli olmasını gerçekleştirdik. Kur’ân yazısında hafif sola meyillik vardır. Bir cüzü 2-3 defa baştan sona elden geçirdiğimiz vaki olmuştur. En güzel harflerle Kur’ân’ı tanzim etme ameliyesi, yaklaşık on sene sürdü ve 1984’de neticeye ulaştık. Muhammed Semiz: Biz İstanbul’a 1975’te geldik. Ben geldiğim zaman, Hüsrev üstadımız Küçükçekmece’deydi. Vakfın İlk binası Sultanahmet’teydi. Şimdiki yer yeni alınmış. Biz Sultanahmet’te 10-15 gün kadar kaldık, sonra buraya geldik. O zaman Hüsrev üstadımız Kur’ân-ı Kerimin bir an önce bitmesi noktasında ziyaretçi kabul etmiyordu. Yapıştırma faaliyeti 1975’te başlamış, 1984 sonuna kadar aşağı yukarı tam 10 yıl devam etmiştir. 10 yılda bitmiş oldu. Çalışma Süresinde Karşılaştığınız İlginç Olaylar Var mı? Hasan Gürdal: Benim size anlatabileceğim bir hatıram var. 20-22 yaşlarındayız. Kendimizi odaya hapsetmişiz. Hareketli ve dinamik bir yaşta kişinin dört duvarın arasında, bir masanın başında akşama kadar çalışması, zamanla insanın canını sıkabiliyor. Böyle canımızın sıkıldığı zamanlar oluyordu. Ne zaman sıkılsak Hüsrev Efendi Üstadımız rüyalarımızda himmetimize gelirdi. Bana “Hasan nasıl bıkkınlık geliyor mu, usanç geliyor mu?” diye üstadımız birkaç sefer rüyamda sordu. Ben de dedim ki;  “Üstadım, yaptıklarımın hiçbirisi düzgün olmasa, bir tek harf arzu edilen gibi olsa yine bıkmayacağım” dedim. Üstadımız; “Aferin!” dedi “İşte böyle olacak. Eğer Allah yaptığınız bir tek harfi kabul etse sizin bütün sülalenize kâfidir.” Böyle himmetleri olmakla beraber, rüyamızda kendisiyle birlikte çalıştığımız oldu. Masanın etrafında üstadımız başımızda lisan-ı haliyle nasıl yapacağımızı tarif eder gibi çalışıyordu. Biz de ona bakarak nasıl yapılacağını ders alıyorduk. MuhammeD Semiz: Kur’ân-ı Kerimi yapıştırdığımız zamanki kadar füyuzat görmedim. O sıkıntı içinde çok büyük füyüzat vardı. Bunu hayatım boyunca hiçbir zaman için alamadım diyebilirim. Mesela Isparta’da tezgâhçı Ahmed abimiz vardı. 12 Eylül’de askeri ihtilal oldu, sıkıyönetim ilan edildi. Hayrât vakfı 2 defa baskına uğradı. Birinde 15-20 gün içinde mühürlendi. Açıldı.  2. defa tekrar mühürlendi. 3 ay açılmadı. Hizmetimiz İstanbul’da durmuş oldu. Bütün malzemelerimiz Hayrât Vakfın'daydı. Bir vesileyle içerdeki eşyalarımızı aldık. Yapıştırma heyeti ekibi olarak Isparta’ya taşındık. Bulunduğumuz yer de 90 metrekare civarında bir daire. Burada aşağı yukarı 10, bazen 15 kişi kalıyorduk. Hatta ilk gittiğimiz zaman nerdeyse 40 gün hiç dışarı çıkmadık. Hizmet için, tedbir noktasında bunlar yapıldı. Askeri ihtilal olduğu için dışarda herkese şikâyet etme hakkını verdiler. Yani herkes eğer kanunsuz bir şey varsa şikayet etsin. Herkes birbirini şikâyet ediyor. Bu arada bizim ev sahibine yani Ahmed Abiye demişler ki “Senin yukarda misafirler var, evini talebelere vermişsin. Sen bunları buradan çıkar. Yoksa sizin için iyi olmaz. Yarın şikayet ederler, hapishaneye girersin.” Ahmet abi bir rüya görüyor. Bunu sonradan anlattı. “Bana dediler ki ‘cennete giden gemi kalkıyor’. Ben can havliyle ‘Yahu nasıl kaçırırım bu gemiyi?’ öyle bir koşuyorum ki tam gemiyi gördüm, fakat halatlarını çözmüşler yani gemi kalkıyor. Can havliyle geldim, attım kendimi gemiye. Elhamdülillah gemiye bindim. Gemiye girdim, bir baktım ki bizim yukarda çalışanlar. Dedim ‘Ya Rabbi sana şükürler olsun, bana böyle şikayetler yaptılar; ama elhamdülillah ben iyi yoldaymışım. İyi karar vermişim’. Cenabı Hak bana böyle manevi bir rüya gösterdi.” diye böyle bir güzel hatıramız oldu. Mahmud Akbulut: Yapıştırma süreci eğer bu iki “Dal” ve “Lam” harflerini de içine katarak söyleyecek olursak 1975’ten 1984’e kadar yani 9-10 sene sürdü. Yapıştırma sürecinde nasıl bir yol takip edildi? Muhammed Semiz: İki türlü diyebiliriz buna. Birinci yapıştırma şekline Hüsrev üstadımız zamanından başlayarak 1981 senesine kadar harf harf yapıştırılarak devam edildi. 212. sayfaya kadar bu şekilde yapıştırma yapıldı. Yani tek tek yapıştırıldı. Said Nuri Hocamız zamanında da bu devam etti. İkinci olarak ise, 1982’nin başlarında kelime kelime yapıştırma şekline geçmiş olduk. Bu sayede hızlanmış olduk ve 1984 sonlarına doğru Kur’ân-ı Kerim çıkmış oldu. Mahmut Akbulut: Yapıştırma mantığı farklı bir sistem. Yani şöyle düşünün, bir satırda yaklaşık 100-150 tane harf var. Üstün, esre, ötreyi de beraber söyleyecek olursak, bu rakam daha da fazla. Baştan, sondan, ortadan bütün harfler -birbirine cımbızla bağlamak suretiyle- harfler ufak ufak kesiliyor. Arkasına az bir tutkal sürüp o tutkal diğer harfin kalınlığıyla ortak eşit olacak şekilde küçük cımbızla ve onu tam bir günde birleştirmek suretiyle kelimeler oluşturuldu. Kelimeler oluşturulduktan sonra, aynen Hüsrev üstadımızın yazısının üzerinde bu iş gerçekleştirildi. Daha sonra üstün, esre ve ötre yapıştırılmak suretiyle yapıştırma uzun bir sure bu şekilde devam etti. Bu bize çok büyük zaman da kaybettirdi. O zaman bir kardeşimiz günde bir satır ancak yapabiliyordu. Niye Başka Bir Yolu Değil de Yapıştırma Usulünü Tercih Ettiniz? Mahmut Akbulut: Başka bir yol nasıl olabilirdi? Ya Hüsrev üstadımızın yeniden yazması gerekiyordu veya bir başka tarafa yazdırmak gerekiyordu. Yani bunun başka bir çıkar yolu yoktu. Biz de Hüsrev Efendi üstadımızın birebir hattının çıkması için, Hüsrev Efendi üstadımızın kendi arzusu ve isteğiyle yapıştırma yöntemiyle çalışıldı. O zaman bize “Siz iğneyle kuyu kazıyorsunuz” diyorlardı. Biz iğneyle elhamdülillah kuyu kazdık. Şu andaki Kur’ân-ı Kerimin şekli ortaya çıktı. Hasan Gürdal: Yapıştırma usulü yapılmasının sebebi, üstadımızın kendi harfi yine kendi yazısının üstüne olması gerekiyordu. Hazret-i Ömer’in hilafetinde bir fakir Müslüman ondan erzak istiyor. Hazret-i Ömer ona beytülmaldan bir çuval buğday veriyor. Ve bir de besmele yazıyor ve “Bunu o çuvalın içerisine koyacaksın” diyor. O fakir besmeleyi çuvalın içine koyuyor. Aylarca o çuvaldaki buğday bitmiyor. Azaldığını görüyorlar ancak bitmiyor. Hanımıyla ne kadar kaldığını ölçüyorlar. O çuvaldaki buğday, ölçüldükten kısa süre sonra tükeniyor. Buğday bitince tekrar o fakir Müslüman Hz. Ömer’e geliyor ve buğdaylarının bittiğini haber veriyor. Hz. Ömer “Ne yaptınız siz, yoksa onu ölçtünüz mü?” diyor. Onlar da “Evet, ölçtük” diyorlar. “Eğer ölçmeseydiniz o buğday sizin ömrünüzün sonuna kadar yetecekti.” Bunun üzerine Hz. Ömer bir çuval daha buğday veriyor. Fakat bunlar Hz. Ömer’in yazmış olduğu besmeleyi kaybetmişler. “Halife bir besmele yazıp koymuştu çuvalın içine, biz onu kaybettik, onun yerine biz de yazıp koyalım” demişler. Fakat çuvalın kısa sürede bittiğini görmüşler. Tekrar Hz. Ömer’e gelip diyorlar ki; “Biz eksik olan besmeleyi aynen senin yazdığın gibi yazdık ve eskisi gibi ölçmediğimiz halde buğday çuvalı bitiverdi.” Hz. Ömer demiş ki; “Evet siz de besmele yazdınız, Halife Ömer de besmele yazdı; ama onu yazan el, halifenin eliydi; ikinciyi yazan el halifenin eli değildi.” Aynen öyle de üstadımızın kendi mübarek eliyle yazmış olduğu Kur’ân’ın harflerine yine kendi eliyle yazdığı harfleri tebdil etmek niyetiyle, o gayeyle yapıştırdık biz. Çünkü Cenab-ı Hak o elden razı olmuş. O el rıza-i ilahiye mazhar olmuş bir el. Şimdi görüyoruz ki Cenab-ı Hak o elle yazılan Kur’ân’a rağbet verdi. Şu anda milyonlarca insan o elle yazılan Kur’ân’ı okuyor ve o elin yazdığı Kur’ân, müminlere Kur’ân’ı sevdiriyor. Kur’ân okumanın, öğrenmenin zor olmadığını, kolay olduğunu ispat eden bir ciheti var o elin. Bir de Kur’ân'ımızda her harfin harekesi kendi üzerindedir. Bu özelliği, Kur’ân’ı yanlışsız okumayı sağlamaktadır. Bundan dolayı bu yapıştırma ameliyesi demek, Kur’ân’ı severek kolayca okunan bir hale çevirmek demektir. Onun için böyle yapıştırma yaptık. Elhamdülillah, o verdiğimiz emekler geldi, geçti; fakat o emeklerin meyveleri şu anda milyonlarca insana Kur’ân’ın hakikatten okunması kolaymış dedirtecek güzel bir neticeye geldi. Muhammed Semiz: Hüsrev Üstadımız yazarken diyor ki: “Ben Kur’ân’ı yazarken sadece insanların kurtuluşunu ve Allah’ın rızasını düşünüyordum”. Tesiri bundan dolayıdır. Biz, Hüsrev üstadımızın kendi arzusuyla onun hattı üzerine güzel harfleri yapıştırdık, –elhamdülillah- dünyanın en güzel Kur’ân-ı Kerim haline geldi. Siz Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın Harflerinin Tek Tek Yapıştırılmasında Kaç Sene Çalıştınız? Muhammed Semiz: Aşağı yukarı 8 sene. Hasan Gürdal: Üstadımızın yapıştırma çalışmasının başlamasıyla bizlerin yapıştırmayı bitirmemizin arasındaki mesafe 10 sene. Lakin ben 1978’in ilk aylarında geldim başladım. 1984’te bitirinceye kadar 7 sene çalıştık. Sizin Vazifeniz Neydi? Hasan Gürdal: Önceleri hepimiz her işi yapıyorduk. Sonra biz vazife taksimatı yaptık. İş hızlansın ve hepimiz meleke kazanalım diye. Bir iki arkadaşımız asıl metni yaptılar, harfleri dizdiler. Bir arkadaşımız harekeleri, yaptı bir arkadaşımız cezimleri yaptı, bir arkadaşımız şeddeleri yaptı o şekilde çalışmaya koyulduk. Hani üstadımızın iğne misali var ya; üç kişi ayrı ayrı yapmış 3 iğne yapmış ama 10 arkadaş birleşmişler, vazife taksimi yapmışlar, biri demir getirir, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir, biri delik açar. Sonra işin başında 3 iğneye bedel hepsine 300 iğne düşmüş. Her birisi işinde meleke kazandığı için sürat peyda olmuş. Son zaman ben harekeleri yaptım. Yani harflerin üzerindeki harekeleri yerli yerine yerleştirmeyi, meyillerini ayarlamayı, harften uzaklığını yakınlığını onun tanzimini ben yaptım. Bir başka arkadaşımız cezimleri yaptı, bir başka arkadaşımız şeddeleri yaptı. İşimizi bu şekilde hızlandırdık. Ama önce 9-10. cüzlere kadar hepsini hepimiz yapıyorduk. 10. cüzden sonra bu şekilde vazife taksimi yaptık; ondan sonra sürat peyda oldu. Muhammed Semiz: Vazife taksimi yapıldı. Kur’ân-ı Kerim üzerindeki üstün, esre, nokta, şedde olmayan şeddesiz, noktasız, üstünsüz, esresiz harfleri yapıştırma işini biz 3 arkadaş yapıyorduk. 3 arkadaş direk Kur’ân-ı Kerim ana nüshası, bir veya iki arkadaşımız şeddeler, noktalar, bir-iki arkadaşımız harflerin hazırlanma noktasını yapıyor. Bir arkadaşımız film çekiyordu. Hüsrev üstadımızdan bir nakille şunu söylemek isterim: Üstadımız, “Kur’ân-ı Kerim hizmetiniz sizin yedi ceddinize yeter. Yedi sülalenize bu azim hizmeti bilin çok ciddi çalışın. Hizmetinizin kıymetini bilin” derdi.  Cenab-ı Hak Kur’ân ve iman hizmetinden ayırmasın inşallah muhterem kardeşim. Allah ebediyen razı olsun. Mahmud Akbulut: Ben, yapıştırmanın sadece fotoğraf suretiyle harflerin çoğaltılma bölümünde çalıştım. Büyütülmüş harfleri tek tek çoğaltmak suretiyle yani bir yaprak üzerine 100 tane elif basıyorduk. Bu elifleri karanlık odada kimyevi maddelerle sularından geçirerek fotoğrafı elde ediyor, yapıştıran arkadaşlara onları hazırlıyorduk. Arkadaşlar onları keserek yapıştırma yapıyorlardı. Benim görevim yapıştıran arkadaşlara malzeme hazırlamaktı. 1980 yılında ihtilal olmuştu. İhtilalde ben askerdeydim. İhtilal olduktan kısa bir süre sonra teskere aldım. Geldim, Hâyrat Vakfı mühürlenmişti. O zaman yapıştırma işlemini Isparta’ya taşımıştık. Fakat asıl fotoğraf çekim cihazları vakıfta idi. Isparta’da ufak bir fotoğraf çekim sistemi kurduysak da buradaki kadar kapsamlı değildi. Ben geceleri kömürlüğün kapısından içeri giriyordum. Bir gün, iki gün bütün o yapıştırma harflerinin fotoğraflarını çekiyordum. Karanlık bir ortamda çıkıp Isparta otobüsüne veriyordum; arkadaşlar Isparta’da alıyorlardı. Vakıf açılana kadar böyle devam etti.  Son Olarak Eklemek İstedikleriniz Var mı? Cenab-ı Hak bizi çok ulvi, çok kudsi bir hizmette istihdam ettiği için ne kadar şükür etsek azdır. Yalnız biz imanımızın gereği âlem-i İslâm’da çekilen sıkıntılar ve mümin kardeşlerimize yapılan zulümler, bizi can evimizden vurmakta bizim neşe ve sürurumuza engel olmaktadır. Rabbimizden niyaz ediyoruz ki o kardeşlerimize en kısa zamanda kurtuluş, fereç vermek suretiyle bizim sürurumuzu ikmal etsin. Biz, mümin kardeşlerimizin kurtuluşunu görmekle mesrur olmak istiyoruz.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiAhmed Hüsrev Efendi Bizzat Ne Kadar Çalışmıştır?
Risale-i Nur

Muhammet Semiz: 1975-77 yani buna yaklaşık 3 sene diyebiliriz. Bizzat kendisi de üzerine yapıştırıyor; yapıştırma hizmetini bizzat kendisi de yapıyordu. Hasan Gürdal: Üstadımız, 77 yaşlarında iken harekeleri, bazı elifleri değiştirmek suretiyle kendisi sabah namazından başlayıp gecenin on ikisine kadar -hasta ve ihtiyar olmasına rağmen- hiç durmadan çalışıyordu. Hocamız üstadımıza: “Üstadım, biraz istirahat buyurun, çok yoruluyorsunuz” dediği zaman üstadımız: “Kardeşlerim, kabirde çok istirahat edeceğiz. Kur’ânımızı bir an önce çıkarmamız lazım” diyerek o ihtiyar yaşında kendisini istirahate çekmiyordu. Kanının son damlasına kadar denir ya işte üstad ömrünün son damlasına kadar Kur’ân’a hizmet etti. Ve onun başlattığı izden devam etmek suretiyle, yine onların himmetiyle, onların tasarrufuyla, Allah’ın yardımıyla Kur’ân'ımızı tamamladık. Şimdi Hüsrev Efendi üstadımızın hattıyla binlerce Kur’ân âlem-i İslam’a ve bütün dünyaya intişar etmiş vaziyedde. Mahmud Akbulut: Evet, Hüsrev üstadımız İstanbul’a 1975’in sonlarında öyle zannediyorum 3 yıl kadar yapıştırmada çalıştı. Kendisi bizzat yapıştırdı. Hüsrev Efendi üstadımız o kadar rahatsızdı ki, o rahatsızlığına rağmen gece gündüz yapıştırma işlemini bizzat kendisi yapıyordu. Hatta çok zaman 2 gözlüğü üst üste takıp yapıştırdığını gördük. Hüsrev Efendi Üstadımızın o gayreti, bizlere de daha büyük bir kamçı oldu. O yaşında o hastalığında Kur’ân-ı Kerime karşı gösterdiği hürmet samimiyet ve ihlas bizlerin daha fazla o vazifenin yapılması için teşvike sebep olduğunu düşünüyorum.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos