
Zerrelerden kürelere uzanan ve aklımızın almadığı, alamayacağı boyutlar içinde cereyan eden halk etme, bir şeyi yoktan var etme hakikati iki suretle gerçekleşiyor. Biri ibda’ denilen, tamamen hiçten, yoktan, örneksiz var etme; diğeri ise inşa tabir edilen, daha önce yaratılmış olan yapı taşlarından o ana kadar hiç olmayan yeni bir şeyi terkip ederek yaratma. Evrende hiçbir şey tesadüfen meydana gelmiyor. Tesadüf kelimesi lügatlerde ancak mecaz olarak var. Her şey nihayetsiz bir hikmet altında ve aralarında birbirinden ayrılması imkânsız ilişkiler yumağı içinde kuşatıcı bir kasıt ve irade altında milim milim bir dantel gibi işleniyor. Öylesine ki bütün kâinat, hikmet boyutunda tek taşını bile yerinden oynatamayacağımız bütünlükle âdeta tek bir varlık ve bir insan-ı ekber hükmünde. Sahip olmakla gururlandığımız bütün ilimler bütün incelikleriyle hep kâinatın eczası arasında ilim, irade ve kudret ekseninde tesis edilen bu ilişkinin derinliği ve tartışılmaz doğruluğu üzerine kurgulanmış. “Beka, tekerrür-ü vücuddan ibarettir” diyor Üstadımız. Filhakika içinde bulunduğumuz her zaman diliminde kudret-i İlâhiye mütemadî bir yaratma, halk ve icad içinde, her şeyi bütün özellikleriyle varlıkta tutuyor, an be an yaratıyor, beka veriyor. O kudretten bir an nisbeti kesilen şey, o an yok olur. Halk (خَلْق) ve Ca’l ( جَعْل) Zerrelerden kürelere uzanan ve aklımızın almadığı, alamayacağı boyutlar içinde cereyan eden halk etme, bir şeyi yoktan var etme hakikati iki suretle gerçekleşiyor. Biri ibda’ denilen, tamamen hiçten, yoktan, örneksiz var etme; diğeri ise inşa tabir edilen, daha önce yaratılmış olan yapı taşlarından o ana kadar hiç olmayan yeni bir şeyi terkip ederek yaratma. Deney boyunca sadece su ile beslenen ve bu süreçte içinde dikildiği saksı toprağının ağırlığından eksilen miktarın yüzlerce kat üzerinde ağırlık kazanan bir bitki, ağırlığının ne kadarını sadece sudan veya havadan almış olabilir? Bu miktarın ne kadarının ibda’, ne kadarının inşa suretiyle olduğu meselesi gerçekçi olarak ancak ilm-i İlâhî’ye havale edilebilir. Gözümüzün önünde toprağa atılan kupkuru bir çekirdeğin uyanıp açılması, türlü şekil ve ambalajlar içinde birbirinden güzel renk, tat ve kokularla her biri birer harika-i san’at olan nimetlerin bizlere bu kadar ucuz takdim edilmesi sıradan bir şey midir? İnsan ve hayvan organizmalarının akılları hayrette bırakan ve hala tam olarak çözülememiş olan muhteşem anatomik yapılarından öte, en basit hayat mertebesindeki bitkilerin bu denli kolaylıkla, her yerde ve çoklukla meydana gelmesi, “Ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmış; hakikati, hakiki olarak beşerin aklı ile keşfedilememiş” bir imtihan sırrıdır. Evet, mikro ve makro âlem, her gün bir yaz-boz levhası gibi sürekli bir yaratılış ve hiç durmayan hummalı bir faaliyet ve resmigeçit içinde şekilden şekle giriyor, ibda’ ve inşa suretindeki hallâkıyetiyle şiddet-i zuhurundan ihtifa eden nihayetsiz bir kudrete aklımızın pencerelerini açıyor. Halk, ilm-i İlâhîde sadece vücûd-u ilmîsi bulunan bulunan namütenahî a’yân-ı sâbiteden, sınırsız ihtimal yolları içinde irade-i İlâhiyenin tahsis ettiklerini, kudret-i İlâhiyenin adem-i hâricîden vücûd-u hâricîye çıkarması, yani onu yoktan var etmesidir. Bir de ca’l var. Yine ona mahsus, yine sıra dışı. Ama kudrete bedel, daha ağırlıklı olarak irade-i İlâhiye ile şekillenen ca’l. Kamus’ta beyan edildiği gibi, başta yaratmak olmak üzere hemen tüm fiillere mevzu olacak şekilde, yerine göre ondan fazla değişik anlam yüklense de, ca’l asıl yapısı itibariyle Kamus müellifinin de ifade ettiği gibi kılmak, yapmak, işlemek, bir şeyi bir hal üzere tahsis etmek manasını mutazammındır. Burada ca’l’in, halk olunan şeye bir fonksiyon tanımak, onu bir şeye mahsus kılmak nüktesi üzerinde duracağız. Bu itibarla halk da galip olan sıfat kudret, ca’l’de ise irade-i İlâhiyedir. Modellenecek olursa, halk, Allah’ın gözü bütün detaylarıyla yoktan yaratması; ca’l ise Allah’ın gözü görücü kılmasıdır. Göz, öyle bir irade olmasaydı yine var olurdu ama ihtimal ki görücü olmazdı. İşitici olabilirdi, koklayıcı olabilirdi veya hiç bilmediğimiz bambaşka bir fonksiyon icra edebilirdi. Göz, halk itibariyle mahlûk, ca’l itibariyle de mec’ûl olur. Halk bir şeyi hiçten var eder, vücud verir; ca’l ise o şeyi bir sıfatla muttasıf kılar, ona bir statü kazandırır. Yaratılan her şeye irade-i İlâhiye nihayetsiz ilim ve hikmetiyle bir fonksiyon tayin eder. Sözgelimi hepsinin kanla ilgili ayrı ayrı fonksiyonları olsa da vücudumuzda böbreğin gördüğü iş ile karaciğerin, akciğerin veya pankreasın yapacağı vazife bir değildir. Kan, birbirine eklenecek olsa yaklaşık yüz bin kilometre uzunluğunda olan damarlar aracılığıyla her biri ayrı bir görev tanımlamasıyla çalışan organlara ulaşır. Sadece vücudumuzda değil, şu kâinatta canlı veya câmid her bir şeye kendine has bir fonksiyon tanımlaması yapılmıştır ve her şey hayatının lisan-ı haliyle o kemale doğru meyleder. Aynı elektronik devre, kullanım maksadı çerçevesinde değişik görevler üslendiği gibi; dünya âhiret yaratılmış her şeyin -tabir câizse- donanımı kudretle, yazılımı ise iradeyle şekillenir. İşte bu noktada ca’l, çok güzel bir şey görüldüğünde zihinlere terettüp eden, “Peki bu neye yarar, sebeb-i vücudu nedir?” sualine cevap teşkil eder. Kur’ân-ı Kerîm’de Ca’l ve Halk وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ “O (Allah) ki geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratmıştır.” (Enbiya, 33) âyeti bu dört unsurun halk cihetine işaret eder. Ama وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ لِبَاسًا yaratılmış olan aynı “Geceyi, üzerinize örtü kıldık” (Nebe’, 10) âyetinde ise nazara verilen, yeni bir yaratma değil, zaten halk edilmiş olan geceye tanınan bir fonksiyon yani ca’l cihetidir. Allah geceyi yaratmıştır ama onu ekser mahlûkatına bir dinlenme vakti ve karanlığında büyük-küçük, güzel-çirkin her şeyi bürüyen bir örtü kılmıştır. Keza وَجَعَلْنَا النَّهَارَ مَعَاشًا “Ve gündüzü maişet zamanı kıldık.” (Nebe’, 11) Olanca ihtişamıyla yaratılmış olan gündüzün ca’l ile ifade edilen ciheti, onun geçim vakti olarak tahsis edilmiş olmasıdır. Ve yine وَجَعَلَ الْقَمَرَ فِيهِنَّ نُورًا ay (yedi kat sema) içinde bir nur, وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا güneş ise sema yüzünde bir kandil kılınmıştır. (Nuh, 16) Bir fikir vermesi adına Kur’ân-ı Kerîm’de 346 defa geçen ‘Ca’l’ maddesinin hangi makamlarda nasıl zikredildiğine dair diğer âyetlerden birkaç örnek verilecek olursa: “O, yeryüzünü sizin için itâatkâr kılandır” (Mülk, 15) Yeryüzünde dilediğimizce yollar, tüneller, barajlar inşa ediyoruz. “Karnın yardım, kazmayınan, bel ilen. Yüzün yırttım, tırnağınan, elinen. Gine beni karşıladı gülinen” denilen yeryüzü, bakınız, bize itiraz etmiyor. Çünki, Cenab-ı Hak muhafaza buyursun, depremlerin, heyelanların lisan-ı haliyle hafiften itiraz etmeye başladığında, “Kaçacak yer nerede?” diye feryat ettiğimiz arz, mutlak bir irade tarafından mühlet verilen vakte kadar bize itâatkâr kılınmış, mec’ûl kılınmıştır. “O, sizi işitme, görme ve idrak etme hassası (sahibi) kıldı.” (Nahl, 78) “Onlar, Allah’ın, semaları ve yeryüzünü yarattığını ve onların bir mislini daha yaratmaya kadir olduğunu görmüyorlar mı? Onlar için, onda (hakkında) şüphe olmayan bir ecel kıldı (belli bir süre takdir etti).” (İsra, 99) “Ana- babanın ve yakın akrabaların bıraktıklarından, herkesi mirasçı kıldık.” (Nisa, 33) “(Kundaktaki İsa) şöyle dedi: Muhakkak ki ben, Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı.” (Meryem, 30) “Sizin aranızda sevgi ve rahmet (merhamet) kıldı.” (Rum, 21) “Ve cehennemi, kâfirler için kuşatıcı kıldık.” (İsra, 8) Bu emsal ayetlerde geçen ca’l lafızlarının hepsi, farklı inceliklerle mezkûr hakikate işaret ediyor. Yeryüzüne İnsanın Halife Kılınması وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً “(Ey Habîbim!) Bir zaman Rabbin, meleklere: ‘Şübhesiz ki ben, yeryüzünde (insanı) bir halîfe kılacak olanım’ buyurmuştu. (Melekler:) ‘Orada fesad çıkaracak ve orada kanlar dökecek bir kimse mi kılacaksın? Hâlbuki biz hamdin ile (seni) tesbîh ve takdîs ediyoruz’ dediler. (Rabbin de onlara:) ‘Sizin bilemeyeceğiniz şeyleri, şübhesiz ki ben bilirim!’ buyurdu.” (Bakara, 30) Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, melekleri bu makamda şaşırtan cihetin, insanların halk’ı yani yaratılması ciheti değil, beşerin arza halife olarak tahsis edilmesi yani ca’l ciheti olduğunu ifade ediyor. İşârâtü’l-İ’câz’dan anlıyoruz ki, bu sualde meleklerin maksadı bir itiraz değildi. Onlar Cenab-ı Hakk’a insanın yaratılışını, halk cihetini değil, ona halife fonksiyonu tanınmasının sebep ve hikmetini yani ca’l cihetini sual ettiler. Ve yine Hz Üstad âyette ‘Câ’il’ kelimesinin ‘Hâlik’ kelimesine bedel tercih edilmiş olmasının, bu nükteye işaret ettiğini vurgulayarak “Ca’l tabirinden anlaşılıyor ki insanın ahvali, vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır ve ne de fıtratın icabıdır. Ancak bir Câ’il’in ca’li iledir” diyor. Yani insanların türlü tercihler içinde şekillenen malum ahvalleri, kudretin muktezası olsaydı ve yaptıkları işe fıtratları onları cebretseydi, bu yaptıklarından haliyle mes’ul olmazlardı. Malumdur ki kudretin konuştuğu yerde cüz’i ihtiyarî susar. Hâlbuki insanların ca’l eksenindeki bu halleri, onlara tanınan bir inisiyatiftir, bir fırsat vermedir, bir opsiyondur. Daire-i teklifleri içinde onlara bir fonksiyon tanımadır. Cüz’i ihtiyarîlerini bu cihetle serbest olarak kullanabilirler. Bu hal, bir yaratma neticesi ve fıtratlarının icabı olsaydı, zorunlu olan yemek-içmek gibi, yorulmak-uyumak gibi nihayetinde insana sorumluluk terettüp etmeyen fıtrî bir ahval söz konusu olurdu ve imtihan olmazdı. Ruh Bir Kanun-u Emrîdir Yeryüzünde cari bütün kanunlar irade-i İlâhiyenin bir tecellisidir. Bizler insan olarak, bu bağlayıcı ve mutlak kanunların öylesine mahkûmuyuz ki aksini tasavvur bile edemiyoruz. Dünyanın neresinde bir damla su varsa, iki hidrojen bir oksijenden oluşmuştur ve bu hidrojen atomları arasındaki açı her yerde 104,45 derecedir. Atomlar arasındaki moleküler yapının milim şaşmaz kuralları vardır. Suyun kaldırma kuvveti gibi, hangi ölçüde olursa olsun üçgenin iç açılar toplamının 180 derece olması gibi bizi kuşatan ve fizik, kimya, matematik gibi tüm fen bilimlerinin temelini teşkil eden kanunların her biri, hakikatte irade-i İlâhiyenin birer tecellisidir. Birer İlâhî sıfat olarak, ilmin şe’ni bir şeyi olduğu hal üzere bütün mahiyetiyle bilmek, iradenin şe’ni o şeyin olmasını dilemek, kudretin şe’ni ise onu yoktan var etmek, yaratmaktır. Yani ilim bilir, irade tahsis eder, kudret ise yapar. Bu itibarla ilmin taalluk ettiği şeye ma’lum, iradeninkine kanun, kudretin eserine ise mahlûk denir. İlmin, mahiyetini temyiz ettiği ve kudretin yarattığı herhangi bir şeyin, varlık olarak tüm hususiyetlerinin nihaî sınırını ve fonksiyonunu ise irade belirler. Üstadımız, ruha benzeyen ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden, ruha bir derece muvâfık o kanunlar bir vücûd-u hâricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu, diyor. Mahiyeti itibariyle kâinatta cari olan nihayetsiz kanunlar gibi ruh da bir kanun-u emrîdir. Ancak akıllara durgunluk veren bir program ve yazılım mahiyetindeki ruh, diğer kanunlardan farklı olarak vücûd-u hâricî giydirilmiş yani yaratılmış, aynı zamanda zîhayat ve zîşuur, hayat ve idrak sahibi kılınmıştır. Ruh nuranî, câmi’, gerek âlem-i vücûba, gerekse âlem-i imkâna yönelik bakış açısıyla gayet cemiyetli ve yüksek bir mahiyete mâliktir. Sanal ve itibarî bir şey değil, hakikattardır. Küçük ve basit olmakla birlikte âlemi kuşatacak şekilde külliyet kesb etmeye, inkişaf etmeye müstaid olarak yaratılmıştır. Ruhun derece-i hayatına ulaşan ve bir aylık mesafeden Sâriye namındaki kumandanına dağa çekilmesi için minber üstünden seslenen Hz. Ömer işte bu istidad ile mesafe tanımadan ordusuna komuta eder. Aylar sonra Hz. Sâriye İran seferinden Medine’ye döndüğünde “Biz Ömer’in sesini işittik! Dediği gibi önümüzdeki geçidi geçmeyip dağa yöneldik. Allah böylece bize zafer nasib kıldı” diyecektir. Ruhun mahlûk olan hususiyetlerinin ötesindeki en galip sıfatı, bir ağacın tüm detaylarını belirleyen teşekkülât kanunu gibi, bizim bir insan olarak bütün harekâtımızın mihveri olması itibariyle, insan mahiyetine derç edilmiş, ilim ve irade-i İlâhiyenin tecellisine mazhar, harika ve muhteşem bir kanun, bir program hükmünde olmasıdır. Ruhun Mec’uliyeti Bu makamda Sa’d-ı Taftazânî’nin ruhu biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere ikiye taksim ettikten sonra, “Mevte mâruz kalan, yalnız ruh-u hayvanîdir. Ruh-u insanî ise mahlûk değildir. Ve onunla Allah beyninde nispet ve sebep yoktur” demesi, işte halk ile ca’l arasındaki bu nükteye işarettir. Üstadımızın beyan ettiği gibi, “Ruhun mahiyeti, zîhayat bir kanun-u emrî, zîşuûr bir âyine-i ism-i Hayy, zîcevher bir cilve-i hayat-ı sermedî olduğundan mec’ûldür. Bu cihetle, mahlûktur denilemez.” Hâsılı, ruhun kudret-i İlâhiye ile yaratılmış olması yani halk ciheti ayrı bir şeydir; ruha irade-i İlâhiyenin bir tecellisi olarak bir kanun mahiyetinde, bütün varlığımızın stratejik planlama ve harekât merkezi, programı ve gerçek kimliği olacak şekilde fonksiyon tanımlanmış olması ise ca’l ciheti olarak ayrı bir şeydir. Ruh kudrete âyine olması itibariyle mahlûk, iradeye taalluku cihetiyle mec’ûldür. Ruhumuz ölüme maruz kalarak beden elbisesinden ayrılır ve âlem-i berzahtan âlem-i âhirete, ebed cihetine intikal eder. Ruhun mec’ûl olan kanuniyet ciheti ise iradenin birer tecellisi olan diğer lâyemut kanunlar gibi, bize ait değildir. Allahu a’lemü bissavab.

“Bugün hasta ziyaretine gideniniz var mı?”Günümüzde ne yazık ki; bir cenazeye katılmayı bırakın, “Allah rahmet eylesin” demek bile insanlara çok zor gelmekte. Bugün kim ne yaptı? Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Bir defasında Peygamber Efendimiz (asm): “Bugün içinizden kim oruç tuttu?” diye sordu. Hz. Ebu Bekir (ra): “Ben” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “Hasta ziyaretine gideniniz var mı?” diye sordu. Yine Hz. Ebu Bekir (ra): “Ben” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “Hanginiz bir cenazenin teşyiinde bulundu?” diye sordu. Yine Hz. Ebu Bekir (ra): “Ben” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “Bugün kim bir fakirin karnını doyurdu?” diye sordu. Yine Hz. Ebu Bekir (ra): “Ben” deyince; Peygamber Efendimiz (asm): “Bu hasletleri bir günde kendisinde toplayan adam muhakkak cennete girer” buyurdu. (Hayâtü’s-Sahâbe) Asr-ı Saâdet’ten günümüze dersler Yukarıdaki hâdise, Asr-ı Saâdet’ten günümüze mükemmel bir dersi barındırmakta içinde... Komşunun komşuyu tanımadığı ya da tanımamazlıktan geldiği, çocukları yaşadığı hâlde huzurevlerinde birçok yaşlı insanın barındığı ve başsağlığı dilemenin veya geçmiş olsun demenin bile çok görüldüğü bir zamanda yaşıyoruz. Peygamber Efendimizin (asm) ashabına sorduğu bu soruları biz bir mecliste sorsak, bu sorulardan herhangi birine kaç kişi ‘evet’ der acaba? Peygamber Efendimizin (asm) bu soruları ardarda sormasının altında yatan hikmetler zinciri tefekkür etmemiz gereken önemli bir husus. Çıkarmamız gereken birinci ders, elbette ki; orucun Ramazan’a mahsus olmadığıdır. Ramazan ayının hâricinde de farklı günler vesîle edilerek nâfile oruçların tutulması, Peygamber Efendimizin (asm) sünnetleri arasındadır. Çıkaracağımız ikinci ders ise, sosyal hayatımızla ilgili. Hasta ziyareti, bunlardan birincisi. Akrabalarımızın, komşularımızın, arkadaşlarımızın veya tanıdıklarımızın hayatta iken zor günlerinde, hâllerini hatırlarını sormak, bir geçmiş olsun deyip; şifaları için dua etmek çok da zor olmasa gerek. Yalnız burada önemli bir husus, hasta ziyaretinin abartılmaması ve mümkün olduğunca kısa kesilmesidir. Ziyaretin hastayı rahatsız etmeyecek, ona zarar vermeyecek ve onu teselli edecek mahiyette olması gereklidir. Hastalıktan ders çıkarılması ve manevî teselli noktasında 25. Lem’a Hastalar Risâlesi, yolumuzu aydınlatacaktır. Yine vefat eden bir yakınımızın veya tanıdığımızın cenazesinde bulunmak, cenaze işlemleri için ailesine yardım etmek, zor günlerinde onlara teselli vermek de, ehl-i cennetin özellikleri arasında. Günümüzde ne yazık ki; cenazeye katılmayı bırakın, “Allah rahmet eylesin” demek bile insanlara çok zor gelmekte. Ama zaten ‘Ebu Bekirleri’ diğerlerinden ayıran özellikler de işte bu tür durumlarda ortaya çıkıyor. Çıkaracağımız son ders ise, infak hususunda. “Komşusu açken tok yatmayan” medeniyet anlayışımızın gereğini yüzyıllarca en güzel şekilde göstermişiz cümle âleme. Arada bir kopukluk dönemi yaşasak da, günümüzde bu konuda tekrar çok güzel çalışmalar yapılıyor. Hayrat İnsanî Yardım Derneği ve diğer bütün yardım kuruluşlarının faaliyetlerini, sevinçle izliyoruz. Hem memleketimizde hem de İslâm dünyasında sıkıntı içinde olan, kimi zaman yiyecek bir parça ekmek dahi bulamayan Müslüman kardeşlerimize elimizden geldiğince yardım etmek zorundayız. Bunu nafile bir ibadet olarak değil de önemli bir görev olarak görmeliyiz. Peygamber Efendimizin (asm) bir gün için saydığı bu hayırlı amelleri her gün yapamasak bile haftada birer kere dahi yapsak; hem enfüsî hem de içtimâî dairede önemli aşamalar katedeceğimize inanıyorum.

Osmanlı devletinin ilk iki yüzyıllık tarihi için arşiv kaynakları yok denecek kadar azdır. O yüzden Osmanlı tarihinde kullanılan yerli kaynakların esas itibariyle iki temel türü vardır. Bunlardan birincisi kitabi kaynaklardır. Diğeri ise arşiv kaynaklarıdır. Osmanlı Tarihçiliğinin Başlangıcı Osmanlı devletinin ilk iki yüzyıllık tarihi için arşiv kaynakları yok denecek kadar azdır. O yüzden Osmanlı tarihinde kullanılan yerli kaynakların esas itibariyle iki temel türü vardır. Bunlardan birincisi kitabi kaynaklardır. Diğeri ise arşiv kaynaklarıdır. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrine ait kitabi kaynakların önemli bir kısmını “Tevârîh-i Âl-i Osmân”lar oluşturmaktadır. Fakat Osmanlılarda tarih yazıcılığı, Osmanlı devletinin kuruluşu ile birlikte değildir. Yani kuruluştan XV. yüzyılın başlarına kadar olan dönemde, Türkçe yazılmış herhangi bir tarih kaynağına rastlanmamıştır. Osmanlı’nın yazarı belli olan ilk tarihi Ahmedî’nin Tevarih-i Mülûk-ı Âl-i ‘Osmân’ıdır. Ahmedî dönemi 1410’lara kadar sürmüştür. Fetret döneminde ise Osmanlı tarihçiliği açısından bir boşluk vardır. Daha sonra yazılan kimi tarihlere kaynaklık ettiği bilinen “Yahşi Fakih'in Menakıpnamesi” ise ne yazık ki bugün ortada yoktur. Bundan sonra 2. Murad dönemi telifleri öne çıkmaktadır. Çelebi Mehmet döneminde başlayan ve özellikle 2. Murad devri (1421-1451), Türk kültürünün gelişmeye başladığı, Osmanlı tarihçiliğinin temellerinin atıldığı bir dönem olarak kabul edilir ve bu döneminde meydana getirilen eserler, tarih yazımı hususunda büyük bir artış gösterir. Yine bu devirde, Farsça ve Arapçadan tercüme yoluyla Türk kültürüne kazandırılan eserler yanında, Osmanlı tarihini konu edinen kimi eserler de yazılmıştır. Bunlar, kronolojik bir düzen içerisinde olayların çok kısa olarak anlatıldığı, orijinal şekilleriyle elimize geçen yıllık olarak da adlandırılan tarih Takvimler (Saray Takvimleri) ile Fetihname ve Gazavatnâme türünden eserlerdir Osmanlı devletinin tarihinin yazılmasına karşı duyulan ilgi, devletin güç ve kuvvet kazanmasına paralel olarak gelişme göstermiş, bunun sonucu olarak Fatih Sultan Mehmet devrinde (1451-1481) Osmanlı tarihinin temel yerli kaynakları ortaya çıkmaya başlamıştır. II. Bayezid zamanında da (1481-1512) sistematik bir biçimde gelişme gösteren tarih yazıcılığı kendine seçkin bir yer edinmiştir. Bayezid devrinde Osmanlı tarihini, devletin kuruluşundan müellifin bulunduğu zamana kadar getiren, genel olarak padişahların siyasî ve askeri faaliyetlerini, eğitim, sağlık ve sosyal hizmete yönelik olarak yaptırdıkları kurumları anlatan, toplumun değişik kesimlerine, yani saray çevresine, askeri zümreye ve halka hitabeden, pek çok tarih eseri yazılmıştır. Bu tür eserler genel olarak “Tevârih-i Al-i Osman” adı ile literatüre geçmişlerdir. Âşık Paşazade, Neşri ve Oruç Bey gibi çokça bilinen tarihçilerin eserleri yanında, kimler tarafından yazıldığı bilinmeyen anonim Tevârih-i Âli Osmanlar da bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Anonim Osmanlı Tarihi Kaynakları Küçük farklılıklar dışında genelde birbirlerine benzeyen, yurt içi ve dışında pek çok nüshası bulunan anonim eski Osmanlı kronikleri, her türlü sanat endişesinden uzak. XV. yüzyılın sade Türkçesiyle yazılmışlardır. Nüsha sayılarının çokluğuna bakılırsa, o devirde bu tür popüler tarihlere büyük bir ilgi gösterildiği anlaşılmaktadır. II. Bayezid devrinde, Osmanlı hanedanının tarihinin yazılmasına karşı duyulan ilgi zirveye ulaşmış, köklü bir geleneğe dönüşen bu çeşit tarih yazımı. XVI. yüzyılda da kısmen devam etmiş, daha sonra yüzyılın ortalarında ise yerini resmi tarihçiliğe, yani vakanüvisliğe terk etmiştir Anonim Tevârih-i Âl-i Osmanlar değişik bakımlardan kaynak olma özelliğine sahiptirler. Devletin kuruluş yılıyla İlgili çok önemli bazı kayıtları Bizans tarihleri yanında anonim teravihlerde de bulunmaktadır. Nitekim Osmanlı beyliği ile Bizans devleti arasında yaşanan bazı olaylara dair anonim terâvihlerde verilen bilgilerin, çağdaş Bizans tarihçilerinin anlattıklarıyla örtüştüğü görülmektedir. Hatta anonimlerde yazarı bilinen tarihlerde yer almayan geniş bilgiler bulunmaktadır. Anonim kroniklerin pek çoğunun harekeli oluşu, Osmanlı tarihinin özellikle İlk dönemlerine dair kimi yer ve şahıs isimlerinin doğru olarak tespitinde araştırıcılara büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Bir diğer önemi de anonim tarihler yazıldıkları II. Bayezid dönemi tarihi için de hususî bir değer taşırlar. Ayrıca Türk dili araştırmaları yönünden de ilgi çekicidirler. Murad devrinde vakayiname olarak karşımıza çıkan eserlerin bir araya getirilerek anonim şekilde Tevârîh-i Âl-i Osmân tarzı eserlerinin oluşturulduğunu görmekteyiz. İşte bu anonim eserlerin olgunlaşması ve derlenmesi 2. Bayezid devrinde tamamlandı. 2. Murad devrinde teşekkül edip 2. Bayezid devrinde düzenlenen bu eserler genellikle Osmanlının kuruluşunu, Ertuğrul Gazi ve Süleyman Şâh ile başladığını görüyoruz. Bu eserlerdeki, aşağı yukarı 2. Murad devrine kadar verilen bilgilerin üslubu ile 2. Murad devrinden sonraki üslup arasında ciddî farklılıkların olduğunu tespit ediyoruz. Anonimlerin hemen hepsi ortak olarak Süleyman Şah’ın Anadolu’ya girmesiyle başlıyor. Anonimlerin bitişi ise muhteliftir. Hemen hepsi ortak olarak İstanbul’un fethini kısa tutmuştur. İstanbul’un kurulmasını ve Ayasofya’nın efsanelerini vermiştir. İstanbul’un geçmişi hakkında bilgilerin, İstanbul efsanelerinin kimden veya kimlerden alındığı meçhuldür. ‘Âşık paşazade hariç hemen hepsi bunları almıştır ki bu âdet, 16. yüzyıla kadar geçmiştir. Anonimlerin malzeme niteliği hususunda, ‘Âşık paşazade, Neşri, Oruç Bey’in tarihi benzerlik göstermektedir. Kimin neyden istifade ettiği anlaşılamamıştır. Anonimleri tarihleri iki kısımda toplayabiliriz. Bu anonimlerin önemli bir bölümünü, Friedrich Giese bir arada toplayarak tek bir nüsha hâline getirmiştir. Anonim Tevârîh-i Âl-i Osmânların tespit edilen 13 nüshası vardır. Birinci kısım tarihler 2. Bayezid devinimin ortalarına kadar düzenlenen anonimler. İkinci kısım anonimler ise 16. yüzyılın ortalarına (Kanuni devrine) kadar gelir. Bunların o dönemde derleyeni Muhyiddîn Cemali’dir. Anonimlerin Faydalandığı Kaynaklar Birçok eksikliklerine ve oldukça geç bir dönemde yazılmış olmalarına rağmen, adı geçen yüzyılları kapsayan Osmanlı tarihinin yazılmasında, bütün kronikler ana kaynak değerindedirler. O yüzden anonim tarihlerin faydalandığı kaynakların en başında takvimler gelmektedir. Tarihî yönüyle kuruluş devrinin aydınlatılmasına ışık tutan bu türün ilk örnekleri olan ilk Osmanlı kronikleri kuruluştan yaklaşık 100 - 150 yıl sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. Olaylar sondan başa anlatılıyordu. Yıldızların olaylara tesirleri hakkında bilgi veren, insanların başından geçen vakaları gösteren küçük eserlerdir. Tertip edildiği yıldan geriye doğru gidilerek mecmualar oluşturulmuştur. Bazılarında hicrî takvim vardır, bazılarında yoktur. Takvimlerde olaylar genellikle kısa olarak anlatılmasına rağmen daha sonra gelecek kroniklerin malzemesi olduğundan değerlidir. Müneccimler tarafından padişaha sunulmak üzere hazırlanan bu takvimlerin, tertip olunduğu yıl bilindiğinden geriye doğru gidilerek kaç yıl geçmişse o olayı kaydetmektedir. Böylece hâdisenin hicrî yılını tespit etmek mümkündür. Bu takvimler, nüshalar hâlinde yayınlandı. Başlıca 3 nüsha takvim vardır. Bunlardan birincisi H. 824 (M. 1424) tarihli takvim. Çelebi 1. Mehmet’e Farsça sunulmuştur. Hz. Âdem’den itibaren Selçuklu Gazân Han’a kadar ele alır. Ardından Karaman ve Osmanlı tarihleriyle ilgili kayıtlar vardır. İkincisi H. 835 tarihli Türkçe takvim. Üçüncüsü H. 843 tarihli takvim ise Enbiya tarihi, din, ulema, hâkim, hükümdarlar anlatılır. Selçuklulardan sonra 2. Murad dönemine kadar Osmanlı tarihi kaydı vardır. Anonimlerin faydalandığı kaynaklardan birisi de Âşık paşazade Tarihi içerisinde “Yahşi Fakih (Orhan Gazi’nin imamının oğlu) Menakıp namesi olduğu bazı araştırmacılar tarafından iddia edilmiştir. Bu eser bugün mevcut değildir. Âşık paşazadenin eserinde bundan bahsedilir. Bu menakıpnamenin nüshası yoktur. Böyle bir eserin varlığını sâdece ‘Âşık paşazadeden biliyoruz. Orhan Gazi’nin imamı İshak Falih’in oğlu Yahşi fakihin evinde bir gece misafir olur, o gece Yahşi Fakih Menakıpnamesini okuduğunu anlatır. Bu menakıp, belki Osmanlı’nın ilk kaynağı olarak kabul edilebilir. Burada şu sorulur: Âşık paşazade, bu eseri aynen mi nakletti, yoksa eklemeler çıkarmalar yaparak mı nakletti? Eserdeki bilgiler Bizans kronikleriyle mukayese edilmiştir ve doğrudur. Anonimlerin faydalandığı kaynaklardan bir diğeri ise Ahmedî’nin Türkçe manzume olan “İskendernâme” sinin son kısmına eklediği Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman’ıdır. Bu eser, Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren başlayarak Yıldırım Bayezid’in ölümü ve Bayezid’in oğullarından şehzâde Süleyman’ın tahta çıkışına kadar kapsamaktadır. 2 ayı aşkın görev yapmıştır. Anonim tarihler Ahmedî’nin eseri Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân’dan olayları bazen olduğu gibi aktarılmıştır. Kaynakça: Emecen, Feridun M. 2012, Ders Notları.Öztürk, Necdet, (2000), Anonim Osmanlı Tarihi 1299-1512, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.Özcan, Abdulkadir (2000), Anonim Osmanlı Tarihi, Ankara: Türk Tarih kurumu Basımevi.Özcan, Abdulkadir, Osmanlı Tarihçiliği ve Tarih KaynaklarıUluocak, Mustafa ve Baştürk, Şükrü (2010), Anonim Bir Târîh-İ Âl-İ Osmân Nüshasının Sözvarlığında Kalıp Yapılar ve Arkaik Kelimeler, U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11, Sayı: 19, 2010/2

Eğitim; insanlara bir şeyler öğreterek, onların fikir ve davranışlarını değiştirme faaliyetidir. Öğretilen şey, önce fikirleri sonra da davranışları değiştirmeye başlar. Fikir ve davranış değişikliği sağlandığı zaman, eğitim hedefine ulaşmış demektir. Pozitivist Eğitim Felsefesi Günümüz eğitim sisteminde, fen bilimlerinin öğrenciye verilişinde hâkim olan felsefe; pozitivist felsefedir. Pozitivist eğitim felsefesi; varlıkları kendi kendilerine hareket eden varlıklar olarak kabul eder. Varlıkların birbirleriyle olan münasebetlerini detaylı bir şekilde ama maddî bir bakış açısıyla anlatır. Meselâ Coğrafya; yağmurun oluşumunu, havadaki su buharının soğuk hava tabakasına rast geldiğinde yoğunlaşıp yere düşmesi şeklinde anlatır. Rüzgârın oluşumunu, yüksek basınç alanından alçak basınç alanına havanın hareket etmesi şeklinde takdim eder. Dağların oluşumunu, biri sert diğeri yumuşak iki toprak tabakasının çarpışması sonrası oluşmakla tarif eder. Biyoloji; hücrenin dıştan içe, sırasıyla zar, stoplazma ve çekirdekten oluştuğunu söyler. Zarın özellikleri, stoplazmanın vazifeleri, stoplazmadaki organellerin tek tek vazifelerinin ne olduğu, çekirdeğin yapısı ve vazifelerinin neler olduğunu detaylı bir şekilde anlatır. Fizik; güneşin dünya ve diğer gezegenleri çekmesinin sebebinin, ‘kütle çekim yasası’ ile olduğunu detaylı bir şekilde formülize ederek anlatır. Meselâ, yüksekten bırakılan her cisim yere doğru düşer. Öyleyse, birkaç kilometre yukarıdan düşmeye başlayan yağmur damlaları, birer mermi süratinde düşmesi lazım gelirken, başlarımızı okşarcasına süzülerek düşerler. Hakikatte Rabbimizin rahmetinin bir delili olan bu hâdise, pozitivist bir anlayışla ‘limit hız’ denen bir kanun ile izah edilir ve bir rahmet delilinin üstü örtülür. Fizik, ‘limit hız kanunu’ ile der ki: “Yüksekten bırakılan ve serbest düşmeye başlayan her cismin, her saniye hızı artar. Fakat düşen cismin yüzeyinin havayla sürtünmesi neticesinde hızı belli bir seviyeye gelince sabitlenir ve geri kalan hareketini hızı artmadan sabit hızla tamamlar.” Yani, “Bu olayın öyle rahmetle hikmetle alâkası yoktur. Tamamen limit hız kanunun gereği olarak gerçekleşen bir tabiat olayıdır.” Burada şuna dikkat edilmelidir; ‘limit hız kanunu’, Allah’ın irâdesi ile koyduğu diğer kanunlar gibi bir kanundur. Rabbimiz o kadar merhametlidir ki, yüksekten düşen cisimlerin hızını bir noktaya kadar hızlandırıyor, sonra da sabitliyor. Eğer böyle olmasaydı, her yağmur yağdığında mermi gibi düşen damla bombardımanına maruz kalır, hayatımız yaşanmaz bir hale gelirdi. Yani, ‘limit hız kanunu’ ve bütün kanunlar, kâinatın düzen ve intizamını sağlamak için Allah’ın rahmetli irâdesiyle koyduğu ve kudretiyle de uyguladığı birer kanunlardır. Netice olarak; pozitivist eğitim felsefesinde Allah’ın hiç müdahale etmediği, kendi kendine tabiat kanunları gereği işleyen, sebeplerin yaratıcı olduğu bir kâinat anlatılır, resmedilir. Yani, dağlar tabiat kanunları gereği oluşur, hücre kendi kendine işleyen bir fabrika gibidir, balı arı yapar, sütü inek verir, depremi fay hatları oluşturur, ateş yakar, su kaldırır, yer çeker, oksijeni ağaçlar üretir. Yani, sebep-sonuç ilişkisi içinde, sebeplerin etki gücüne sahip bir fâil (fiil yapan) olduğu zihinlere ve bilinçaltına kazınır. Ve bu, objektiflik ve bilimsellik söylemi altında ustaca işlenir. Bütün bunlar olurken Allah’ın müdahalesi yoktur. Kendi kendine veya tabiat kanunları veya sebeplerin etkisiyle bu işler olur biter. Telkinin Gücü İyi bir insana, sürekli kötü olduğu telkin edilse, o insan hakikaten kötüleşmeye başlar. Kötü ahlaklı birisine de devamlı iyi olduğuna dair telkin yapılsa, gerçekten o insan iyi şeyler yapmaya başlar. Tekrar tekrar bir fikrin telkin edilmesi, o fikrin zihinde ve bilinçaltında sabit bir şekilde kökleşmesini sağladığı gibi, davranışları da doğrudan etkiler. Telkinin bu etkisini çok iyi bilen siyasetçiler, tarih boyunca kitleleri harekete geçirerek bir tarafa kanalize etmeyi başarmışlardır. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi 6 yaşından itibaren, ‘eşyanın, kendi kendine oluştuğu’ anlayışıyla varlıkları tanıyan bir öğrencinin 16 senelik ilk, orta, lise ve üniversite öğrenim hayatı boyunca aldığı bu telkin neticesinde fen bilimlerinin birisinde uzmanlaşsa dahi, Allah’ı tanımayan, sevmeyen, Allah’ın müdahale etmediği bir kainat anlayışının bilinçaltına yerleştiği, kendi kendine işleyen bir kainat modeline inanan, imanı zayıf, marifetullahtan yoksun, nefsânî arzularının esiri nesiller ortaya çıkıyor. Eşyanın Hakikati Halbuki hakikat bu değildir. Allah kainata her an müdahildir. Kainattaki her şey ve her fiil Allah’ın ilmi ve iradesi ile belirlenir, kudreti ile de yaratılır. Her bir fen bilimi, kendi alanında Allah’ın koyduğu düzenin şahidi ve ilâncısıdır aslında. Bediüzzaman Hazretleri’nin, öğretmenlerinin hiç Allah’tan bahsetmediklerinden şikayet eden liseli gençlere dediği gibi; “Her fen, kendi lisân-ı mahsûsuyla, mütemâdiyen Allah’tan bahsediyor. O’nu tanıtıyor. Sizler, muallimleri değil o fenleri dinleyin.”1 Pozitivist Eğitim Felsefesi Bizim Bünyemize Uygun Değildir Pek çok bâtıl âdetimiz gibi bu pozitivist eğitim sistemi de bize Avrupa’dan ithaldir. Madde ve tabiat felsefesinin hâkim olduğu Avrupa’da gelişim sürecini yaşamış olan fen bilimleri, İslâm dünyasına servis edilirken, maalesef bu zehirli hâliyle servis edilmiştir. Madde ve tabiat tepsisinde sunulan bu fen bilimlerini bu şekliyle almamak, maddeten geri kalmak ve Batı’nın maddî hâkimiyetini kabul etmek anlamına geliyor. Aynen kabul edip almak da, ateist ve dinsiz nesillerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu hal, belki de son iki asırdır İslâm dünyasının en tehlikeli ve en ciddi sıkıntısıdır. Nazar (Bakış Açısı) Eşyanın Mâhiyetini Değiştirir Büyük müceddid Bediüzzaman Hazretleri, nazarın, yani bakış açısının eşyanın mâhiyetini değiştirdiğini ifade eder.2 Yani, limit hız olayında olduğu gibi, yağmur damlalarının yavaşça düşmesine Allah adına bakılırsa, ortada imanın artmasına vesile olan bir rahmet ve tevhid delili vardır. Ama aynı olaya tabiat ve madde gözüyle bakılırsa, ortada sıradan bir tabiat olayı vardır. Kâinata, eşyaya ve olaylara hangi bakış açısıyla bakmamız lâzım geldiğini Kur’ân ilk nâzil olan âyetiyle ifade eder: “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!”3 Yani, okumalarımızı yaratan Rabbimizin ismiyle yapmalıyız. Kendimizi, eşyayı, olayları, kâinatı okurken, yani manâsını çözmeye çalışırken Allah adına bakmalıyız. Okumalıyız. Olması Gereken Eşyaya (maddeye) ve olaylara kendileri için değil, Allah adına bakmak gerekir. Çünkü eşyayı yaratan ve istihdâm eden İlâhî kudrettir. Meselâ çiçeğe bakıldığında, Allah ile irtibatını keserek, çiçeğin zatına odaklanıp, fizikî özellikleri açısından bakmak yerine; çiçeğin Allah’ın kudretinin bir mucizesi, bir sanat harikası, Allah’ın isim ve sıfatlarını aksettiren bir ayna olması açısından bakmak gerekir. Bu bakış açısının, yani Allah adına bakmanın, çocuklarımıza ve gençlerimize eğitimin ilk zamanlarında öğretilmesi lazımdır. Her bir fen biliminin Allah’ı tanıtan ve anlatan bir ilânnâme olduğunun çok iyi kavratılması lazımdır. Allah Adına Kâinata Bakmak Fen Bilimlerinin Öğrenilmesine Engel Değildir Allah adına kâinata ve eşyaya bakmak, fen bilimlerini öğrenmeye engel değildir. Hattâ tam aksine fen bilimlerini öğrenme azminin ve şevkinin artmasına vesile olur. Çünkü fen bilimlerinin her biri, kendi sahasında madde ve hareketi hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmayı sağlar. Maddenin cansız, sağır, kör ve şuursuz olduğu halde görüyormuşçasına, biliyormuşçasına ve şuuru varmışçasına hareket etmesi Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin bir eseridir. Dolayısıyla, madde ve hareketinde derinlemesine bilgi sahibi olmak demek, İlâhî kudretin o işi hangi düsturlarla, ne gibi detaylarla, nasıl bir sanatla yaptığını yakinen görmek ve anlamak manâsına gelir. Bu da, marifetullah denilen Allah’ı tanımayı netice verir. Bu netice de o fen bilimini öğrenme arzusunu kamçılar. Özetle, fen bilimlerinin dürbünüyle Allah adına maddeye ve hareketine bakan birisi, Rabbini tanır. Tanıdıkça sever. Sevdikçe de kendini sevdirmenin yollarını aramaya başlar. Yukarıda adı geçen ‘limit hız kanunu’nu, fizik ilmi sayesinde öğrenen birisi, hem bu kanunu bütün incelikleriyle, formülüyle öğrenir; hem de Rabbinin rahmetinin bir delili olarak bu kanunu okuduğundan Allah’a olan marifeti ve sevgisi artar. Bir Teklif “Varlıklar nasıl ortaya çıktı?” sorusunun cevabında, aklen ve mantıken şu dört ihtimalden başka ihtimalin olmadığını söyler Bediüzzaman Hazretleri: Birinci ihtimal; hava, toprak, su, ateş, element, atom gibi sebepler biraraya gelip varlıkları oluşturur. İkinci ihtimal; tabiatın gereği olarak varlıklar ortaya çıkar. Üçüncü ihtimal; kendi kendine tesadüfen varlıklar oluşur. Dördüncü ihtimal; Allah’ın yaratmasıyla varlıklar ortaya çıkar. İlk üç ihtimalin imkânsızlığı ve çürüklüğü, dördüncü ihtimal olan Allah’ın yaratması ihtimalinin de kesinliği, aklî ve mantıkî delillerle hiç bir şüphe kalmayacak şekilde ispat edilmelidir. Pozitivist eğitim sisteminin, üstüne bina edildiği üç ana direği çökertilip, tevhid esası üzerine oturan bir eğitim sistemi geliştirilmelidir. Bunu geliştirirken, Bediüzzaman’ın şaheseri olan Risâle-i Nur Külliyatından tam istifade edilmelidir. Hususen din dersi kitapları, asrın Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur’dan istifade ile günümüz anlayış seviyesine uygun bir formatta hazırlanmalıdır. Fen bilimleri ders kitaplarında, her ünitenin sonunda, o ünitede anlatılan konunun Allah’ın varlık, birlik, isim ve sıfatlarına nasıl işaret ettiğini gösteren bir makale konulmalıdır. Bu sayede, hem o fen biliminin konuları öğrenciye verilir hem de, asıl gaye olan Allah’ı tanımak ve sevmek temin edilmiş olur. Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözü eğitim sisteminin yeniden yapılandırılmasında temel esas olmalıdır: “Aklın nûru, fünun-u medeniyedir (fen bilimleridir). Vicdanın ziyası (ışığı), ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). İkisinin imtizacıyla (kaynaşmasıyla) hakikat tecelli eder.” Kaynaklar: 1- Asâ-yı Mûsa, 6. Mesele2- Mesnevi-i Nûriye, Katre3- Alâk, 1

Müsbet hareketi kısaca şöyle tarif edebiliriz: Emniyet ve asayişi bozmadan, başkalarına ilişmeden ve Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmayarak sabır ve tahammülle kendi hizmetimizi yapmaktır. Dâhili cihada yani silahların sustuğu kalemlerin ve fikirlerin konuştuğu ilmi ve fikri cihad sahasında ikna metoduyla mücahede için lazım olan sükûnet ve emniyeti temin etmektir. Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yazdığı bir mektubunda konuyu şöyle izah ediyor: “Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı manevideki fark, pek azimdir.” Hazret-i Üstad’ın Eski Said döneminde “Benim fıtratım zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslamiye beni bu vaziyette bulunmaktan şiddetle men’ ediyor. Böyle bir vaziyete düşünce karşımdaki kim olursa olsun isterse en zalim bir cabbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsun zulmünü hunharlığını suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehbasına götürür hiç ehemiyeti yoktur.” ifadesinden de anlaşıldığı gibi zorbalığı ve hakareti kabullenemeyen ve İslam’ın izzeti için hayatını hiçe sayacak şekilde hareket ettiği halde; Yeni Said döneminde yine İslam’ın izzetini muhafaza ile birlikte müsbet iman hizmeti için kendisini tahrik için yapılan birçok hakaretlere, zülümlere ve işkencelere karşı sabırla ve tahammülle mukabele etmiştir. Hatta kendisine kötülük yapanlara beddua etmemiş ve hakkını helal etmiştir. Gizli dinsiz komite üstadımızla çok çeşitli şekillerde uğraşmış. Birçok hakaretlerle, işkencelerle, maddi-manevi baskılarla hiddete getirip yeter artık dedirtip hadise çıkarttırarak imha etmeye çalışmış. Hz. Üstad bir eserinde bu hadiseden şöyle bahsediyor: “Gizli komitenin maksadları benim sabrım tükensin artık yeter dedirtsinler. Zaten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi, sükûtumdur. Dünyaya karışmamaktır. Adeta niçin karışmıyorsun? Ta karışsın maksadımız yerine gelsin diyorlar.” Hazret-i Üstad da tahriklere kapılmadan, devamlı müsbet hareket ederek onların planlarını boşa çıkarmış; talebelerine daima sabır ve tahammül ile yalnız iman ve İslâmiyet’e çalışmayı tavsiye etmiştir. “Birkaç adamın hatasıyla yüzer adamların zarar görmesine sebeb olunamaz” demiştir. Bunun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler esnasında bir tek hadise meydana gelmemiştir. Hem aleyhlerinde yapılan bu kadar menfi propagandalara rağmen gazete, radyo, televizyon gibi yayın organlarında nur talebelerinin asayişi bozacak hareketlerine veya suç işlediklerine dair herhangi bir haber çıkmamıştır. Risale-i Nur Hizmetindeki Müsbet Hareket Prensipleri Haklı her meslek sahibinin (başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde) hakkı: “Mesleğim haktır. Yahut daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir ve yahut güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek. Kendi mesleğimizin muhabbetiyle hareket etmekle beraber, başka mesleklerin düşmanlığı ile hareket etmemek. 3.xKendi vazifemizi yapmak, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamak. Muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Bizim vazifemiz değil. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Bizim vazifemiz hizmet-i imaniyedir. Kur’an ve sünnet dairesinde hizmet etmektir. “Beşer zulüm eder, kader adalet eder” sırrıyla beşerin zulümlerine karşı tedbir almakla birlikte başımıza gelen bela ve sıkıntıların Allah tarafından olduğunu bilerek sabır ve şükürle mukabele ederek kaderin hissesine razı olmak; rahmet, hikmet ve adalet cihetini düşünmek. Müslümanlar içinde fitneden korkarak menfi hareket etmemek, asayişi muhafaza etmek ve bunun için sıkıntılara katlanmak. Çünkü dâhilde cihad, silahla değil ilimle yapılan manevi cihaddır. Hizmetteki kuvveti dâhilde yanlış şekilde kullanmayıp asayişi muhafaza için kullanmak. Bu noktada bize numune olacak iki misal: Birinci misal: “Eski harb-i umumiden evvel ben Van’da iken bazı muttaki zatlar yanıma geldiler, dediler ki: ‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel bize iştirak et. Biz bu münafık reislere itaat etmeyeceğiz.’ Ben de dedim: ‘O fenalıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu, onlarla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem. Size iştirak etmem.’ O zatlar benden ayrıldılar. Kılıç çektiler. Neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az bir zaman sonra harb-i umumi patladı. O ordu, din-i İslam namına harbe iştirak etti. Cihada girdi. O ordudan yüz bin şehit evliya mertebesine çıktılar. Beni o davamda tasdik ettiler.” (Şualar) İkinci misal: “Şark hadisesinde Şeyh Said ve askerleri üstadımız Bediüzzaman’ı şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettikleri zaman cevaben demiş. ‘Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir. Ve neticesizdir. Çünkü Türk milleti bin senedir İslamiyet’e bayraktarlık etmiş. Dini uğrunda binlerle şehit vermiş ve binlerle veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslam müdafilerinin torunlarına yani Türk milletine kılıç çekilmez. Ve ben de çekmem.’ diyerek hem ret cevabı vermiş hem mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir.” (Asa-yı Musa) Müslüman olmayanlara da İslam’ı müsbet bir hareket ve üslup ile tebliğ etmek. Fakat bunu yaparken onlara hoş görünmek adına dinimizden de taviz vermemek. Bu meselede üstadımız şöyle buyuruyor: “Umur-u diniyede (din işlerinde) müsamaha ve teşebbühle (benzemekle) medenilere yanaşmayın. Çünkü aramızdaki dere pek derindir. O dereyi doldurup hatt-ı muvasalayı (kavuşma hattını) temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz. Veya dalalete düşer boğulursunuz.”(Mesnevi-i Nuriye) İslam dairesinde hangi meslek ve cemaat olursa olsun Müslümanlarla muhabbet noktalarını düşünerek ortak düşman olan dinsizliğe karşı ittifak etmek ve ihtilafları terk etmek. Hakkın izzeti ve hatırı için nefsini, enâniyetini, yanlış düşündüğü izzetini ve ehemmiyetsiz rekâbetkârane hissiyatını terk etmek. İhlâs ve hakperestlik gereği olarak Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak. Her söylediğin doğru olmalı. Ama her doğruyu söylemek doğru değildir. Çünkü bazen damara dokunur aksü’l-amel yapar. Onun için nerde, neyi, nasıl ve ne şekilde söyleyeceğimizi iyi hesaplayıp ona göre söylemek. Haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetten çekinmek. Böyle hadiselerin vukuunda soğukkanlılıkla, sarsılmamakla ve düşmanlığa girmeden karşılayıp muhaliflerin veya itiraz edenlerin reislerini çürütmemektir. Bize düşmanlık edenlere karşı intikam hissiyle hareket etmemek. Onlar için hidayet temennisinde bulunmak. Bu madde ile ilgili Üstadımızın şu tavsiyesi dikkat çekicidir. “Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar. Ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helal etmelerini isterim. Çünkü onlar, bilmeyerek kader-i ilahinin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim davamıza, hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nura sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.” (Emirdağ Lahikası) Bediüzzaman Hazretleri, yapmış olduğu bu imanî ve vatanî Kur’an hizmetine mukabil kendisini zindanlara ve çilelere mahkûm eden zihniyete karşı şöyle sesleniyordu: “Benim bir tek gayem vardır. O da: Mezara yaklaştığım bu zamanda, İslam memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşların sesini işitiyorum. Bu ses alem-i İslam’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı bilhassa gençleri imansız yaparak kendine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücadelemle inşallah Allah’ın huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlarda korkarım ki Bolşevikler olsun. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle komünizmle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah’ın birliğine hizmet edelim.”

Hayrat Uluslararası Öğrenci Derneği olarak bizler, sorumluğumuz altındaki öğrencilere sadece barınma imkânı sağlayıp maddi ihtiyaçlarını gidermenin yeterli olmadığını düşünüyoruz. Kaliteyi, donanımlı olmayı ve fedakarlık bilincini ön planda tutmakta, öğrenciyi Türkiye’deki eğitimi süresince maddi-manevi yetiştirmekte, ülkesine dönerken ülkesine Türkiye modelini taşıyan ve ülkesi, bölgesi ve ümmeti için hizmet edecek bir ruhla hareket eden öğrenci profili planlamakta ve adımlarımızı buna göre atmaktayız. Üç kıtada nam salmış, irili-ufaklı pek çok ülkeyi tek bir hâkimiyet altında yönetmiş, insanlığın hasret kaldığı adalet kavramının adeta tecessüm edip devletleşmiş hali olan Osmanlı’nın yıkılmasından sonra asırlardır aynı sancak altında yaşadığımız, aynı sınırlar içinde kardeşçe büyüdüğümüz, aynı değerlere sevinip üzüldüğümüz Ortadoğu, Balkanlar ve Afrika’daki kardeşlerimizle ayrı kaldık ve birbirimizden uzaklaştık. Bu uzaklaşmanın neticesi olarak asırlardır muhabbetle ördüğümüz aramızdaki kopmaz bağlar tel tel dökülmeye başladı ve biz de birbirimize yabancılaşmaya başladık. Öyle ki tek devletin bir milletiyken farklı devletlerin birbirinden ayrışan, hatta birbirine düşmanlaşan milletleri haline geldik. Bu hal ise ülkemiz ve diğer bölge ülkelerinin kendi kabuğuna çekilmesine ve yalnızlaşmasına neden oldu. Bu vahim vaziyetten kurtulma çaresi ise, bu bölgelerdeki kardeşlerimizle olan kadim bağlarımızın tekrar canlandırılmasıyla mümkündür. Toplumun can damarı olan gençlerin, bu canlanma ve kenetlenmenin de can damarı olacakları su götürmez bir gerçektir. Türkiye’nin son yıllarda bölge ve bölge insanını ilgilendiren konularda aldığı inisiyatiflerle etkin rol oynamasının, bölge insanının ve gençlerin Türkiye’ye tekrar umutlu ve müspet bir nazarla bakmalarını sağladığını ve bölge insanının gözünde bir cazibe merkezi haline geldiğini göz önünde bulundurursak, bölgenin genç kesiminin Türkiye’ye gelip öğrenimlerini burada sürdürmeleri, Türk kültür ve değerlerini tanıyıp bu maddî ve manevî değerleri ve tecrübeleri ülkelerine taşımaları ve ülkelerinde Türkiye’nin birer kültür elçileri olmaları azami önem taşımaktadır. Bu açıdan, ülkemizde bulunan 80 bin uluslararası/misafir öğrencinin ülkemizin kaynaklarından ve imkânlarından faydalandırılarak kendilerine rahat ve gelişmelerine katkı sağlayacak bir ortam sağlanması önem arz etmektedir. Bu bağlamda bu öğrencilerle Türkiye’de bulundukları süre zarfında ilgilenilerek onların maddi-manevi ihtiyaçlarına yardımcı olunması, bu gençlerin zararlı çevrelerden uzak tutulması ve kaliteli birer birey olarak yetiştirilmelerinde uluslararası öğrenci derneklerine büyük görev düşmektedir. Hayrat Uluslararası Öğrenci Derneği olarak bizler, sorumluğumuz altındaki öğrencilere sadece barınma imkânı sağlayıp maddi ihtiyaçlarını gidermenin yeterli olmadığını düşünüyoruz. Kaliteyi, donanımlı olmayı ve fedakarlık bilincini ön planda tutmakta, öğrenciyi Türkiye’deki eğitimi süresince maddi-manevi yetiştirmekte, ülkesine dönerken ülkesine Türkiye modelini taşıyan ve ülkesi, bölgesi ve ümmeti için hizmet edecek bir ruhla hareket eden öğrenci profili planlamakta ve adımlarımızı buna göre atmaktayız. Bizler tevarüs ettiğimiz İslam medeniyeti mirasıyla, tevhid esasları üzerinde yükselecek, dünyada adaletin, doğruluğun ve iyiliğin savunucuları olacak bir nesil yetiştirmek istiyoruz. Bu nesil, insanın varoluşunu anlamlandırmış, bilgi kaynakları çok katmanlı ve çeşitli olan, kendi metodolojilerine sahip kişiler olarak Müslüman kimliğinden taviz vermeden, modern dünyanın meydan okumalarına karşı İslam medeniyetinin sahih ve selim cevaplarını verecektir. Aşağılık duygusundan kurtulmuş, kendi değerlerine sahip çıkan özgüvenli Müslüman bireyler dünyanın zalimlerin satranç tahtası olmasına izin vermeyecek, her hal ve şartta zulme karşı duracak, hakkı tutup kaldıracaklardır. Bilimde ve sanatta tek boyutlu ve indirgemeci olmaktan kaçınacak, hayatın ve bilginin farklı katmanlarına eşit derecede nüfuz edeceklerdir. Tevhid esaslarını bireysel ve toplumsal düzeyde yeşertecek, başka medeniyetlerle de bir arada ve barış içinde yaşayacakları bir dünya inşa edeceklerdir. Dünyanın farklı coğrafyalarından getirip burada yetiştireceğimiz öğrenciler birer “muvahhid” olacaklar, bilimde ve sanatta “çokluktan birliğe” ulaşacaklardır. Yunusla, Mevlana ile, Hacı Bayram Veli ile buluşacaklar, “Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü” felsefesiyle dünyanın dört bir tarafına İslam’ın şefkat tohumlarını ekeceklerdir. Osmanlı geleneği ile tanışacaklar, bu topraklarda asırlarca hüküm süren adalet ve refahın izlerini süreceklerdir. İman hakikatleriyle bugün bir kez daha dünyanın sorunlarına bizim zaviyemizden, kendi ilaçlarını üreteceklerdir. Kur’an ve Sünnet’in taptaze hakikatleriyle ferdî ve toplumsal bir diriliş gayesiyle yaşayacaklardır. Bunun için İslam medeniyeti, İslam coğrafyası, İslam düşüncesi, Osmanlı Tarihi dersleri verilecek, geçmiş mirasımızdan yola çıkarak Kur’an ve Sünnet’in rehberliğinde tevhid merkezli bir toplum inşası için çalışacak bireyler yetiştirilecektir. Türkçeyi en güzel bir şekilde öğrenecekler, Anadolu irfanıyla buluşacaklardır. Yunus’u, Akif’i, Bediüzzaman’ı Türkçe okuyacaklar, hikmet ve marifetle dünyaya bakacaklardır. Kendi memleketlerine döndüklerinde Müslüman “ben idrakine” sahip, özgüvenli bireyler olarak bilim ve sanatta, ekonomi ve siyasette tevhid esaslarını yeşerteceklerdir. Dava şuuruna sahip, fedakâr, hakkı ve adaleti gözeten, İslamın güzellikleri hayatına ve davranışlarına yansımış kişiler olarak miras ve geleneklerini dünyaya taşıyacaklardır. Özetle geleceği inşa edip söz sahibi olacakların “hizmetkâr liderler” olacağına dair kuvvetli ümit beslemekte ve bütün mesaisini bu seçkin nesli yetiştirmeye adayan bir ekip olduğumuzu iftiharla ifade eder, saygılarımı sunarım.

Medresetü’z-Zehrâ, bir üniversite projesi değildir. Bu proje, görünüşte, bir üniversite projesidir ama gerçekte, üniversite projesi, bu projenin yalnızca bir parçasını teşkil eder. Üstad Bediüzzaman’ın yapmaya çalıştığı, neredeyse, hayatı boyunca mücadele ettiği şey, bir üniversite projesi olabilir mi, bir üniversite projesine indirgenebilir mi? Elbette ki, hayır. Bediüzzaman, çağrısı çağını kuracak bir külliyat bıraktı bize. Çağ aşacak ve çağ açacak bir külliyat. Bu külliyatı ne kadar kavrayabiliyoruz acaba? Bu sorunun cevabını verebilmemiz için önce rahatımızı kaçıracak birkaç kışkırtıcı soru sormamız gerekiyor: Bediüzzaman Hazretleri, ne zaman yaşamıştı? Bediüzzaman’ın ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığını bihakkın bildiğimizden pek emin değilim; o yüzden, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilecek böylesi bir soru soruyorum. Bu sorunun cevabı, biraz da ikinci soracağım soruda gizli: Medresetü’z-Zehrâ “proje”si, bir üniversite projesi midir hakikaten? Görünüşte öyle; ama gerçekte de öyle mi acaba? Aslında bu iki sorunun cevabı da bizzat Külliyatta var; ama bir alt metin olarak derç edilmiş ya da “şifrelenmiş” olarak var. Bir Üniversite Projesi Değil… Birinci sorunun cevabını vuzûha kavuşturabilmenin yolunun, ikinci sorunun cevabına bihakkın açıklık kazandırmaktan geçtiğini söylemiştim. O hâlde, meseleye, ikinci sorudan başlayarak açıklık kazandırmaya çalışalım. İkinci soruya verilebilecek net bir cevap var. Şu: Medresetü’z-Zehrâ, bir üniversite projesi değildir. Bu proje, görünüşte, bir üniversite projesidir ama gerçekte, üniversite projesi, bu projenin yalnızca bir parçasını teşkil eder. Üstad Bediüzzaman’ın yapmaya çalıştığı, neredeyse, hayatı boyunca mücadele ettiği şey, bir üniversite projesi olabilir mi, bir üniversite projesine indirgenebilir mi? Elbette ki, hayır. Bediüzzaman, bu “proje”siyle aslında daha esaslı, daha kalıcı, daha köklü, daha muhkem bir şey yapmak istiyordu. Tabir câizse, üniversite, bir “bahane”ydi; bir “vesile”ydi asıl yapmak istediği, hayata geçirmek istediği, hayatını ortaya koyduğu, mücadelesini ve mücahedesini verdiği şeyi gerçekleştirebilme sürecinde. Medresetü’z-Zehrâ’nın, sadece bir üniversite projesi olmadığını, bir üniversite projesinden çok daha fazla, çok daha muazzam ve muazzez bir şey olduğunu nereden çıkarıyorum ve bunu nasıl anlayacağız? Bir Medeniyet Projeksiyonu… Medresetü’z-Zehrâ projesinin bir üniversite projesinden daha fazla bir şey olduğunu bizatihî Bediüzzaman’ın söylediklerinden çıkarıyorum. Bediüzzaman, bu projenin gerekçesini Münâzarât’ta, bu projeyi sorulu cevaplı Sokratik bir yöntemle münazara ederek izah ettiği ilgili bölümde şöyle açıklıyor: “Vilâyât-ı şarkiye ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm bir şey isteriz.” (İlk Dönem Eserleri, s.507). Bediüzzaman, istediği şeyi dile getirirken ve gerekçelendirirken kurduğu cümlelerin ilk bakışta maksadını anlatmak için kifâyet etmeyeceğinin ve belki de bugünleri de öngörerek yanlış anlaşılabileceğinin son derece farkında olduğunu gösteren bir sual’le istediği şeyin ne olduğunu vuzuha kavuşturuyor. Sorduğu sual şu: “Maksadını müphem bırakma, ne istersin?” Üstadın, deyim yerindeyse, Derrida’vârî dekonstrüksiyon / yapısökümcülük yaparcasına özenle seçtiği kelimeler ve kurduğu cümlelerle, bu soruya verdiği cevap, talep edilen şeyin çekirdeğini “üniversite”nin teşkil ettiğini ama asıl maksadın, asıl hedefin üniversiteyi ziyadesiyle açtığını gösteren bir cevap. Cevap’ta Bediüzzaman, Bitlis’te ve “Bitlis’in iki refikası” olan Van ve Diyarbakır’da Medrestü’z-Zehrâ adıyla kurulacak “dârülfünûnu mutazammın pek âli bir medrese” olduğunu vurguluyor ve bu “medrese”nin kuruluş gerekçesini -biraz önce alıntıladığım gerekçeleri daha pekiştirecek bir şekilde- şöyle açıklıyor: “Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, ictimâî hayatımız, Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.”(s.507). Daha sonra bu Medresetü’z-Zehrâ’nın, neden medrese olarak isimlendirilmesi gerektiğini, mektep-medrese-tekke’den oluşacak bu tasarı’nın/tasavvur’un amacının “şu havuza tevhid-i medâris (medreselerin birleştirilmesi) tarikiyle mühim bir çeşmeyi akıtmak“ olduğunu belirtiyor (s.509) Bediüzzaman’ın gerçekleştirmek istediği şey, herhangi bir üniversite kurulması çabası değildir. Bilakis, Bediüzzaman’ın yapmak istediği şey, İslâm medeniyetinin yaşadığı bu ikinci büyük buhranı anlamlandırabilecek ve aşabilecek kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirleyerek, bu hedefleri adım adım hayata geçirmeyi mümkün kılacak, bir medeniyetin teşekkül süreçlerini oluşturan bir biliş (ilim/mektep/Mekke süreci), oluş (medrese/irfan/Medine süreci) ve varoluş (felsefedeki değil, tasavvuftaki anlamıyla hikmet/tekke-zaviye/medeniyet süreci) yolculuğunun temellerini atmak, böylesi bir yolculuğa bizatihî öncülük etmektir. Tam da ayette (Fussılet: 41/53) belirtildiği üzere, âfâk’tan enfüs’e doğru gerçekleştirilecek, bütün zamanları seferber edecek, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilecek ve bütün zamanların çocuğu olmasını sağlayabilecek bir ümmîleşme yolculuğuna, çağ aşacak, çığır açacak ve taze/leyici bir çağ açacak nebevî bir yolculuğa, hakikat yolculuğuna soyunmak… Bediüzzaman’ın bizatihî kendisi bunu yapıyor ve bu yolculuğun Müslümanlar tarafından da nasıl yapılabileceğinin programını, yol haritası sunuyor bize Medresetü’z-Zehrâ’yla... Bediüzzaman, bu gözlemlerimi doğrulayan enfes bir paragrafla bitiriyor Medresetü’z-Zehrâ tasarısı, tasavvuru veya tahayyülü hakkında söylediklerini: “Elhâsıl: İslâmiyet hâriçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahî bir mecmaü’l-küll (ortak toplanma yeri), biri diğerinin noksanını tekmil (tamamlamak) için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî (etrafına nur saçan muhkem bir saray) timsalinde arz-ı dîdar edecektir (kendini gösterecektir). Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ dahî o kasr-ı İlâhîyi hâricen temsil edecektir.” (s.512) Medeniyet Buhranının Nasıl Aşılabileceğinin Yol Haritası… Sadece bu sonuç paragrafı bile, Medresetü’z-Zehrâ’nın basit bir üniversite projesine indirgenemeyeceği, Medresetü’z-Zehrâ’nın salt üniversite projesine indirgenmesinin Bediüzzaman’ın bütün yapmak istediklerinin bir çırpıda berhava edilmesi, anlamsızlaştırılması ve kısa devre yapması anlamına geleceği gerçeğinin -altının özenle çizilerek- vurgulanması gerektiğini adeta ihtar ediyor bize. Aksine bu önemli sonuç paragrafı, bize, Medresetü’z-Zehrâ’nın, genelde yaşanan medeniyet buhranının anlaşılıp / idrak edilip, anlamlandırılıp/münazara edilip, nasıl aşılabileceğinin yol haritasını sunan çok katmanlı bir medeniyet tasavvuru ve yolculuğu/projeksiyonu/teklifi olduğunu yeteri kadar gösteriyor, diye düşünüyorum. Bu tespitimin en müşahhas göstergesi, Bediüzzaman’ın, neredeyse bütün bir ömrü boyunca, Medresetü’z-Zehrâ’yı hem bilfiil, hem de bilkuvve hayata geçirmek cehdi ve gayreti içinde olmasıdır. Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehrâ’yı, bir üniversite projesi olarak bilfiil hayata geçiremiyor; ama bir medeniyet projeksiyonu olarak hem Risalelerle, hem de bizatihî kendinde bilkuvve hayata geçiriyor. Burada hayret-âmiz bir hikmet-i ilahî var: Rabbimizin kudret eli, Medresetü’z-Zehrâ’nın bir üniversite projesi olarak bilfiil hayata geçirilmesine izin vermiyor. En doğrusunu hiç şüphesiz ki, Allah bilir, ama, eğer Medresetü’z-Zehrâ, bir üniversite projesi olarak hayata geçirilmiş olsaydı; İslâmî bir vasat’ın hükümferma olmamasından ötürü (ki, bu nokta çok hayatî bir noktadır; lütfen dikkat edilsin), bir üniversite projesi olarak aslâ beklenen sonucu vermezdi ve daha önemlisi de, Bediüzzaman’ın yapmak istediği, daha doğrusu İlâhî kudret’in “Bediüzzaman eli”yle asıl yaptırmak istediği şey, yapılamazdı. Şunu söylemek istiyorum: Medresetü’z-Zehrâ, bir proje değil; hele de salt bir üniversite projesi değil; bilakis, bir medeniyet projeksiyonuydu/teklifiydi. Bu teklif, bihakkın mükellef olabilecek, bedel ödemeye hazır asil, asalet sahibi (yani yazının ilerleyen bölümlerinde vuzuha kavuşturacağım semantik intiharı fark etmiş ve aşmış) insanlar ve İslâmî bir vasat inşa edilebildiği zaman, hayata geçirilebilirdi ve (buraya dikkat!) işte Medresetü’z-Zehrâ da, bu asalet sahibi (epistemolojik olarak özgün ve özgürleşmiş, semantik intiharı/çağ körleşmesini aşmış) insanlar ve bu insanların tekevvün ettikleri bir mekân/İslâmî vasat inşası projeksiyonu, tasavvuru, tahayyülü anlamında bir varoluş “proje”siydi. Burada fark edilmesi gereken en temel mesele ve buraya kadar geliştirdiğim argümanlardan sonra gelinmesi gereken en temel nokta şu: Medresetü’z-Zehrâ, Bediüzzaman’ın İslâm dünyasının yaşadığı bu ikinci büyük medeniyet buhranının hem epistemolojik/zihnî arınma, hem fenomenolojik/İslâmî vasatın inşası, hem de ontolojik / hakikatin bihakkın hayat bulması, hayat olması ve herkese hayat sunması süreçlerinin nasıl hayata geçirilebileceğinin yol haritasını bilkuvve sunan ama bunun müşahhas timsalini temsil eden bir “proje”dir. Özlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, şunu demek istiyorum: Medresetü’z-Zehrâ, Risale-i Nûr’un, Müslümanların yaşadığı medeniyet buhranını nasıl aşabileceklerini gösteren üç aşamalı yol haritasının programıdır. Yol Haritasının Anahtarı: Ümmîleşmek Tam bu noktada sorulması ve izi sürülmesi gereken hayatî soru şu: Biz, bu programı, nasıl hayata geçirebiliriz? Ya da şöyle sorayım: Bediüzzaman’ın bilkuvve hayata geçirdiğini söylediğim ve Medresetü’z-Zehrâ tasavvurunda tecessüm eden, ete kemiğe büründürülen bu programı, nasıl bilfiil hayata geçirerek gerçeğe dönüştürebiliriz? Bu sorunun tek cevabı var: Tıpkı veraset-i risâleti üstlenen Bediüzzaman’ın yaptığı gibi, Ümmîleşerek. Yani? Yani’si şu: Algı kapılarımızı kapatan, algılama/idrak biçimlerimizi tersyüz ederek bizi çağın ağlarına ve bağlarına, kavramlarına ve bağlamlarına mahkûm eden semantik intiharla (anlam, istikamet ve vasat’ın yitirilmesi’yle) sonuçlanan çağ körleşmesinin önce farkına vararak, sonra da zihnimizi çağın ağlarından ve bağlarından arındıracak çok yönlü, çok katmanlı bir biliş, bir oluş, bir varoluş yolculuğuna soyunarak. Tıpkı Efendimiz’in sünnet-i seniyye’siyle (biliş/ilme’l-yakîn, oluş/aynel-yakîn ve varoluş/hakka’l-yakîn süreçleriyle) yaptığı, hayata geçirdiği gibi, hakikati bütün boyutlarıyla hayata geçirerek. İşte Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehrâ projeksiyonu, bize, çağımızda tam da bunun nasıl hayata ve harekete geçirileceğinin -bugüne kadar geliştirilmiş- en mükemmel, en emniyetli ama en zorlu programını sunuyor. Bediüzzaman’ı çağının diğer bütün âlimlerinden, mütefekkirlerinden ayıran, ayrıksı bir yere yerleştirmemize imkân tanıyan püf nokta burada gizli. Yazının başında sorduğum iki sorudan ilkinin (yani, Bediüzzaman’ın “ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığından gerçekten emin miyiz?” şeklinde sorduğum sorunun) cevabını da bu “püf nokta”yı açıklığa kavuşturduğumuz zaman cevaplandırma imkânına kavuşabiliriz. Bu püf nokta’yı şöyle vuzuha kavuşturabileceğimizi düşünüyorum. Çağ Körleşmesini Aşmadan Kur’ân’dan İlham Alınabilir mi? Bediüzzaman, daha önce de dikkat çektiğim gibi, hem çağının çocuğu bir mütefekkirdir; hem de çağ aşan ve çağ açacak nev-i şahsına münhasır tek mütefekkirdir çağımızda. O yüzden, izlenecek yolun, ümmîleşme olduğunun idrakindedir: “Kur’ân’dan alıp ilhamı, asrın idrakine İslâm’ı söyletme”nin asrın idrakini, Kur’ân’a söyletmek olacağını, Kur’ân’ı ancak asrın idrakiyle söyletmeye izin vereceğini; bunun, cinayetle sonuçlanabileceğini -deyim yerindeyse- iliklerine, hücrelerine kadar bihakkın idrak etmiş yegâne mütefekkirdir. Eğer Risalelere bir bütün olarak bakabilme düzlemine çıkabilirsek, bizatihî kendi ifadesiyle, “mihenge vurmasını” bilebilirsek, yani metni, semantik intiharın/çağ körleşmesinin mahkûmları olarak değil, çağ körleşmesinin farkına varan ve bu semantik intiharın nasıl aşılması gerektiği konusunda dikkate değer bir mesafe kateden kişiler katına yükselebilirsek, Bediüzzaman’ın yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılması (mektep/ilim), anlamlandırılması (medrese/irfan) ve aşılması (tekke/tasavvufî hikmet) sürecinde nasıl hayret-âmiz ve harikulâde bir ümmîleşme programı uyguladığını da fark ve idrak edebiliriz. Bunun için tıpkı Efendimiz’in (sav) yaptığı, tıpkı veraset-i risaleti bihakkın üstlenmek için her şeyini feda eden, her türlü bedeli ödemekten bir an için olsun çekinmeyen Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu gibi, önce firak ateşiyle yanmalıyız: Yani, Teşbîhî/beşerî düzlemin iliklerimize kadar yaşattığı firak ateşi her bir tarafımızı yakabilmeli, Tevhid/İlahî şuur vücud bulabilmeli (mektep/ayne’l-yakîn/akval-söz/biliş/Mekke süreci); sonra bu firak ateşinin tattırdığı hakikat nurunun tefrik meşalesini elimize alabilecek bir mertebeye/Tenzih mertebesine yükselebilmeyiz (medrese/ayne’l-yakîn/ef’al/oluş/Medine süreci) ve son olarak da, bizi hakikate eriştiren, hakikatle buluşturan ve hakikatle hemhâl, hemdost, hemdert kılan, biliş ve oluş süreçlerine hayatiyet kazandıran varoluş (tekke/hakka’l-yakîn/ahvâl/medeniyet yolculuğu) sürecine çıkabilelim ve fark olalım; hakikatin temin, tesis ve teşekkül ettirdiği fark’ın farkını, yani (vahiy sonrası süreçte, yalnızca teşbîhî düzlemde yaşamak zorunda kalan insanın, İlâhî Şuur’la/Tevhid’le donanan Nebevî Şuur’un kusursuz yansıması hâline gelen Teşbîhî/beşerî düzleme katıksız Tevhîdî bir boyut kazandıran) hakikat güneşini yansıtan bir ayna vazifesi gören, dolayısıyla hakikati insana ve bütün insanlığa sunabilecek bir kıvama/ahsen-i takvîm’e ulaşabilelim. İşte bu uzun ve zor’lu cümlede özetlediğim -ve belki birkaç kez okunduğunda bihakkın anlaşılabilecek- Bediüzzaman’ın bir medeniyet projeksiyonu olarak Medresetü’z-Zehrâ tasavvuru bu çerçevede idrak edilebildiği zaman hakikaten anlaşılabilir ve hayata geçirilebilir. Ulûm-u Diniyye ile Fünûn-u Medeniye’nin Mezcedilmesi Ne Demek? Burada Bediüzzaman’ın, semantik intiharın kurbanı olmak şöyle dursun, bu semantik intiharı yerle bir eden, çift yönlü işleyen, muazzam bir dil kurduğunu görmemiz gerekiyor öncelikle. Bir yandan, “ülûm-u diniye ile fünûn-u medeniyenin imtizacı”ndan sözediyor, bu imtizac’tan hakikatin doğacağını; ama öte yandan da, Medresetü’z-Zehrâ tasarısı’nın üç sütununu -sırasıyla- mektep, medrese ve tekke’nin oluşturacağını söylüyor. Dikkatli bir gözle bakıldığında, burada, Bediüzzaman gibi bir mütefekkirde görülmeyecek, olmaması gereken ciddî bir çelişki olduğu görülecektir. Şöyle bir çelişki: Mektep’te ne öğretilecek? Akla dayalı “fünûn-u medeniye” veya “fünûn-u cedîde” yani “modern bilimler”. Medrese’de ne öğretilecek? Kalb’i eksene alan “Ulûm-u diniye”. Tekke’de ne öğretilecek? Vicdan’ın hâlleri. Düz mantıkla ya da Bektaşî mantığıyla bakıldığında, böyle bir proje var karşımızda. Oysa böylesi bir proje, Bediüzzaman’ın kendi ifadesiyle “İslâm’a hizmet etmek” ya da “İslâm’ı canlandırmak” yerine; tam bir hezimetle sonuçlanacak, İslâm’ı tanınamaz hâle getirecek bir projedir. O hâlde bugün kavramakta zorlandığımız çok hayatî bir mesele var burada: Bediüzzaman, görünüşte, “modern bilimler”le “İslâmî ilimler”in mezcedilmesinden söz ediyor. Ama gerçekte, önerdiği şey, bu kadar sığ ve zihnimizi tarumâr edecek ve sığlaştıracak kadar basit bir proje olabilir mi? Kesinlikle hayır! Bediüzzaman’ın ilkin böyle bir dil kullanması; onun çağının sorunlarını derinlemesine kavrayan, çağının çocuğu olmasını sağlayan bir düşünür olmasının zorunlu bir sonucudur. Ama Bediüzzaman, yaşadığı çağın çocuğu değildir yalnızca. Eğer Bediüzzaman yalnızca yaşadığı çağın çocuğu olsaydı, çağ aşan ve çağ açacak bir düşünür olarak görülemez; sadece yaşadığı çağın ağlarına ve bağlarına takılıp kalan bir kişi olarak tarihteki yerini alırdı. Yani Bediüzzaman, çağının içinden geçtiği, bütün insanlığın iliklerine kadar yaşadığı derin varoluşsal sorunları müdrik bir mütefekkir olarak bidayette böylesi bir beşerî dil kurmak ve çağının dilini kullanmak zorundaydı. Ama bu nihayete kadar böyle bir dil olabilir mi/ydi? Olamaz/dı tabiî ki. Beşerî Dil’den Nebevî Dil’e… O yüzden Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehrâ tasarısını açıkladığı yerde de, külliyatın başka yerlerinde de sadece çağının çocuğu olmakla kalmayıp, çağını aşan ve çağ açacak bir düşünür olduğunu gösteren bir ikinci dil daha kuruyor. Bu ikinci dil, onun da bizim de hâlen iliklerimize kadar yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılmasını, anlamlandırılmasını ve aşılmasını mümkün kılacak nebevî bir dildir: Ümmîleşme dili. O yüzden, bu üç sütundan oluşan tasarısını açıklarken, şöyle bir vuzûhiyet kazandırıyor diline: “Şu medrese, neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslamiyet’e edeceği hizmetle ukûl yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir.” (s.510) Peki, mektebin eksenini oluşturacak “modern bilimler”in tahsiline vasıta olacak “akıl”, hangi akıldır? Bu akıl, seküler/modern akıl olabilir mi? Kesinlikle, hayır. Bunu, yukarıda alıntıladığım pasajda, bu mektebin “âlâ bir mektep” olacağını söyleyerek çok örtük bir şekilde ifade ediyor Bediüzzaman. Dikkat! “âlî/yüksek” değil, “âlâ / yüce” bir mektepten bahsediyor Bediüzzaman. Yine “ekmel bir medrese”den yani insan-ı kâmil hedefini gerçekleştirecek bir “medrese”den ve “en mukaddes bir zaviye”den yani, insan-ı kâmil hedefini münferit ve müşterek (ferdî, ictimâî ve kürevî) düzlemlerde gerçeğe dönüştürebilecek bir zaviye’den söz ediyor, böylesi bir “zaviye”den bakıyor her şeye ve bu üç talim, terbiye ve tezkiye sürecinin gerçekleştirileceği “yer”in adının medrese olduğuna özellikle vurgu yapıyor birkaç kez. Demek ki, mektep’te ilim talim edilerek zihin arındırılacak; medresede irfan tahsil edilerek fert ve toplum terbiyesi gerçekleştirilecek; tekke’de ise hikmet’in izi sürülerek tastamam bir nefs tasfiyesi ve tezkiyesi hayata geçirilecek. Burada âyette belirtildiği üzere, âfâk’tan (dış dünyadan) enfüs’e (kendi dünyamıza) doğru gerçekleştirilecek bir biliş, oluş ve varoluş yolculuğuyla karşı karşıyayız. Başka bir ifadeyle, bir medeniyetin bütün varoluş menzillerini hayata geçirecek bir medeniyet projeksiyonu var karşımızda. Bediüzzaman, Gazalî’nin Yaptığı İşi Yapıyor Peki, nedir bu? Elbette ki, Müslümanların tarihte yaşadıkları birinci medeniyet buhranının aşılmasında anahtar rol üstelenen Gazalî’nin başlattığı bütün beşerî bilim tecrübelerinin ve birikimlerinin, vahyin filtresinden geçirilerek gayr-ı İslâmî niteliklerinden arındırılması ve İslâmî bir üst dille sil baştan yenilenmesi, hamlesinin, bu kez ikinci büyük medeniyet buhranının anlaşılması, anlamlandırılması ve aşılması sürecinde Bediüzzaman tarafından gerçekleştirilmesi girişimidir. 12 ciltlik Fütûhât-ı Medeniyye: Sünnet-i Seniyye başlıklı -henüz yayımlamadığım, hâlâ demlenen- çalışmamda geliştirdiğim medeniyet tasavvurunun dayandığı üç sütunu burada kısaca özetlemem ve yaşadığımız Medeniyet buhranının anlaşılabilmesi ve aşılabilmesi sürecinde Beidüzzaman’ın külliyatında nasıl tezahür ettiğini göstermem gerekiyor. Geliştirdiğim medeniyet tasavvuru, aynı anda Kur’ân’a, Sünnet’e ve bu iki kaynaktan beslenerek oluşturulan tarihî tecrübeye dayanıyor. Kur’ân’da, İslâm’ın hakikat tasavvuru, üç aşamalı olarak şöyle açıklanır: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn. Bendenizin İslâm düşüncesine yaptığım katkı İslâm’ın bu üç aşamalı hakikat tasavvurunu Sünnet-i Seniyye ile buluşturmak oldu/olacak âcizâne: Bu hakikat tasavvuru, Sünnet-i Seniyye’de bizzat tatbikata dönüştürülen akvâl, ef’al ve ahval süreçlerinden oluşuyor. Bu iki kaynağa ayrıca meşhur Cibrîl hadîsinde dikkat çekilen islâm, iman ve ihsan süreçlerini de ilâve edeyim. Bu üç kaynaktan yola çıkarak medeniyet tasavvurunu şöyle açıklayabileceğimizi düşünüyorum: İlim+İrfan=Hikmet. Bu üçlü formül, Efendimiz’in hayat’ında şöyle tezahür ediyor: Mekke/Çağrı+Medine/Çağ= Medeniyet/Çağlayan. Bu matematik işlem, son derece hayatî: İslâm’ın hayat-dünya tasavvurunun, bölmeli/seküler bir zihne, idrake dayanmadığını, bütüncül/küllî bir idrake dayandığını göstermeyi amaçlıyor. Özetle, 13 ve 14. yüzyıllarda yaşadığımız birinci medeniyet buhranı, ilim/âlim merhalesini Gazâlî’nin, irfan/ârif merhalesini İbn Arabî Hazretlerinin, hikmet/hakîm merhalesini ise Gazâlî-Râzî geleneğinden süt emen, tarihin hikmetlerini çözen bir üstdil geliştiren İbn Haldun’un gerçekleştirdikleri fikrî atılımla aşılmıştı. İşte Bediüzzaman, bu üç süreci aynı anda üçünü birden topyekûn temsil eden tek mütefekkir çağımızda. Hem âlim/Eski Said dönemi; hem ârif/Yeni Said dönemi; hem de hakîm/Üçüncü Said dönemi. O yüzden, Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said döneminde bütün beşerî b/ilimleri tahsil etmiş (“mektep menzili”ni takip etmiş); Yeni Said döneminde marifetin bütün katmanlarını idrak edebilmek için “medrese hücresi”ne kapanmış; Üçüncü Said döneminde ise “zaviye köşesine” çekilmiş; bütün bunların hakikat havuzuna (mecmaü’l-küll’e) akmasını sağlayacak koridorlarını (çeşmeleri) birer birer döşemiş; bir meclis-i şûrâ bina ederek “biri diğerinin noksanlarını tekmil edecek”, birbirlerini tenevvür edecek ve oradan hakikat nurunu etrafa/dünyaya/hayata yayacak bir hakikat sarayı (kasr-ı meşîd-i nûranî) inşa etmiş; böylelikle, Medresetü’z-Zehrâ’nın, yaşadığımız medeniyet buhranının ancak bu üç aşamanın eşzamanlı ve ardışık olarak hayata ve harekete geçirilmesi hâlinde aşılmasını sağlayabilecek bir yol haritası programı olduğunu sarih ve enfes bir şekilde, gören gözlerin önüne sermiştir. Bu satırları yazdığımda, “daha esaslı cümleler kurmalıyım”, diyerek, kendimle mücadele ede ede odada dört duvar arasında mekik dokuyup duruyordum: Beynim zonkluyordu. Kütüphanemde, bir ânda, Elmadağ Risalesi gözüme ilişti. Elime alıp birkaç sayfa ileri geri çevirdikten sonra Bediüzzaman’ın mevcut idrak biçimlerini ve bilimleri nasıl esaslı bir semantik dönüşüme tabi tuttuğunu enfes ve veciz bir şekilde özetlediği 53. Mektup’taki şu satırları okuyunca, “çok şükür” dedim ve rahat nefes aldım: “Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantîkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaika bir yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü’d-din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış, ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor; meydandadır.” İşte çağımızın Gazalî’si Bediüzzaman’ın -burada kendi kalemiyle özetle aktardığı- yaptığı muazzam iş, ilimden irfan menziline, hikmetten ilim menziline geçilmesini mümkün kılacak, kendi deyimiyle, bütün medreseleri, dolayısıyla ilimleri Tevhid ilkesinin altında toplayarak birbirlerini ikmal etmek için sürekli olarak birbirleri arasında devr-i dâim ederek, birbirleri arasındaki irtibatı, alışverişi, geçişkenliği, akışkanlığı, besleyiciliği muhkemleştirmelerine imkân tanıyan muazzam bir koridor açıyor önümüze. Bediüzzaman’ın yaptığı bu iş, yaşadığımız medeniyet buhranının da, insanlığın yaşadığı küresel buhranın da nasıl aşılabileceğinin anahtarlarını sunuyor bize. Ama gören, görebilen gözlere elbette… Böylesine muazzam bir işi, ancak Müslümanları çağ körleşmesinin eşiğine getirip bırakan semantik intiharı yerle bir edecek ölçüde beşerî/çağdaş dili aşarak ümmîleşme mertebesine ulaşabilen, çağ aşan ve çağ açacak nebevî bir dil kurabilen, yani bütün zamanları seferber edebilme, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilme ve bütün zamanların çocuğu olabilme imkânlarını harekete geçirebilecek bir seyyaliyete ve seyyariyete kavuşarak verâset-i risâlet zeminine çıkabilen, aynı zamanda hem âlim, hem ârif, hem de hakîm olan bir mütefekkir yapabilirdi. Zihin, İnsan ve Vasat İnşası… Ezcümle… Medresetü’z-Zehrâ, önce, zihnî arınmamızı sağlayabilecek bir “medrese”/“üniversite” tasavvuru’dur; bu, epistemolojik sürecin/ilme’l-yakîn/biliş/Mekke sürecinin işletilmesi demektir. İkinci olarak, Medresetü’z-Zehrâ, Müslüman bir şahsiyetin inşasını sağlayabilecek bir insan inşası projesidir; bu, fenomenolojik/ayne’l-yakîn/oluş sürecinin/Medine işletilmesi demektir. Üçüncü olarak da, Medresetü’z-Zehrâ, Müslüman bir cemiyetin/ümmetin var olmasını sağlayabilecek İslâmî bir vasat’ın inşası projesidir; bu da, ontolojik/hakka’l-yakîn/varoluş/medeniyet sürecinin işletilmesi, hayata geçirilmesi demektir. Bediüzzaman Hazretleri’nin de Risalelerin çeşitli yerlerinde örtük olarak telâffuz ettiği gibi, Medresetü’z-Zehrâ programı, bizatihî Bediüzzaman tarafından hayata geçirilmişti zaten. Bendeniz, bütün bunlara şunu ilâve ediyorum yalnızca: Medresetü’z-Zehrâ tasarısı, bilkuvve hayata geçirilmiştir ama bize, sözünü ettiğim üç süreci bilfiil harekete ve hayata geçirmemizi icbar eden bir medeniyet projeksiyonu sunuyor ve ancak bu projeksiyon ışığında, yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılması, anlamlandırılması ve aşılmasının mümkün olabileceğini ihtar ediyor, diye düşünüyorum acizâne.

Sual: Her insanın zaafları var. İnsanların bu zaaflarına yönelik her yönden çok kuvvetli saldırılar var. Bir insan, bu kadar saldırı karşısında iradesine nasıl hâkim olabilir? Cevap: Bu saldırılar karşısında, insanın iradesini güçlendirmek için şu hususlara çok dikkat etmesi şarttır: Bilindiği gibi cihad iki kısımdır. Biri maddi ve dış düşmana karşı yapılan cihaddır. İkincisi ise manevi olarak nefis ve şeytana karşı yapılan cihaddır. Bu ikinci cihad daha zor ve daha müşkilatlıdır. Peygamberimiz (asm) Tebük Seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştur: “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ’, I, 425) Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük Seferini ‘küçük cihad’ olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi ‘büyük cihad’ olarak nitelendirmektedir. “Hakiki mücahid, nefsine karşı cihad açan kimsedir.” (Tirmizî, Cihad, 2) “Nefse, şeytana ve azgın isteklere karşı verilen cihada ‘büyük cihad’ isminin verilmesinin sebebi şudur: Nefse ve azgın arzulara karşı verilen cihad, aralıksızdır. Oysa kâfire karşı ara sıra savaş verilir. Hem cephe savaşçısı düşmanını görür; fakat şeytan görünmez. Görünür düşmana karşı cihad vermek, görünmez düşmanla cihad etmekten daha kolaydır. Ayrıca şeytana karşı savaşırken onun, senin nefsinde bir destekçisi vardır; bu destekçi nefsin azgın arzularıdır, oysaki kâfirlerle yapılan savaşta seninle beraber onların bir yardımcısı yoktur. Bu yüzden şeytana karşı verilen cihad daha zordur. Yine savaşta kâfir öldürürsen zafer ve ganimet elde edersin. Kâfir seni öldürürse şehitlik rütbesi ile cennet kazanırsın. Hâlbuki şeytanı öldüremezsin, ama o seni öldürecek olursa Allah’ın cezasına çarpılırsın. Nitekim derler ki: “Savaşta atını elinden kaçıran kimse düşmanın eline düşer. Buna karşılık imanını yitiren kimse Allah’ın gazabına uğrar. Böyle bir şeyden Allah’a sığınırız!” (İmam Gazali) Bu zamanda Kur’an-ı Kerim’in en çok ehemmiyet verdiği şey, günahlara karşı takva ve amel-i salih esaslarıdır. Takva, günahlardan ve Cenab-ı Hakk’ın yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Amel-i salih ise, ibadetleri, hayır ve hasenatları kazanmaktır. Aynı zamanda takva ile her bir günahı terk etmek farz olduğundan, o da bir amel-i salih olduğu gibi, her bir farz ibadeti terk etmek de haram olduğundan o haramı işlememek de takva sayılır. Günahların böyle her tarafı istila ettiği bir zamanda, toplum içinde yaşayan bir kimse, her dakikada yüz günaha maruz kalır. Takva ve sakınmak niyetiyle o günahları terk etmek, yüz amel-i salih hükmüne geçer. Zira her bir günahın terki bir farz olduğundan, bir farz da birçok sünnetlere mukabil sevab kazandırır. Bu sevablar -diğer ibadetlerin sevablarıyla birlikte- insanda iyilik yapma meylini kuvvetlendirdiği gibi, günahlara karşı meyli de kırmaya vesile olur. Zaten sabır üç çeşittir; birisi de takva olarak günahlara karşı sabredip o günahları işlememektir. Şu sabır “Şübhesiz ki Allah inayetiyle, muvaffakiyetiyle, takva sahipleriyle beraberdir” ayetinin sırrına mazhar olarak Allah’ın yardımına vesile olur. İhsan hadisinde geçen “Allah’ı görüyormuşçasına ona ibadet et. Eğer sen onu görmüyorsan, şübhesiz ki O seni görüyor” emrine binaen her an huzur-u İlahide olduğumuzun farkında olmamız gerekir. Allah mekândan münezzeh ve beri olmakla beraber, her yerde hazır ve nazırdır. Yani her an sıfatlarıyla bizimle beraberdir ve biz O’nun gözetimi altındayız. O’nsuz hiçbir ânımız yoktur. Zaten imanın verdiği şuur ile varlıkları tefekkür ettiğimizde O’nun bizim yanımızda olup gözetimi altında bulunduğumuzu anlarız. Nasıl ki canlı yayınlarda televizyon vasıtasıyla çok uzak yerleri ve sesleri görüp işitiyoruz. Aramızda bulunan varlıklar ve mesafe bir engel teşkil etmiyor. Hatta televizyon kablosu, görmemize ve işitmemize engel olmadığı gibi görüp işitmemize vesile olmaktadır. Aynen öyle de Cenab- ı Hakk’ın, her an varlıkların seslerini işitip ihtiyaçlarını görmesi ve vücutlarını istediği gibi işleyip tasarruf etmesi gösterir ki, bizimle Allah arasında olan şeyler, O’nun bizi görmesine ve seslerimizi işitmesine ve beraber olmamıza engel olmadığı gibi, olsa olsa ancak birer vesile olabilir. Öyleyse bir günahı işleyeceğimiz zaman onun huzurunda ve gözetimi altında olduğumuzu bilmeliyiz. Bir tarafta Cenab-ı Hak manen: “Ey kulum! Bu günahın sana zararı var, işleme!” diyor. Diğer tarafta arkadan nefis ve şeytan bizi dürterek: “Ey Allah’ın kulu! Seni yaratan Rabbini değil, beni dinle! (Zehirli bir bala benzeyen o günahı geçici lezzete binaen işle!)” diyor. Bu manzara karşısında hiçbir zaman bozulmamış veya gaflet içinde bulunmayan bir vicdan, bile bile Rabbine karşı gelip, hem kendisinin hem Rabbinin düşmanı olan şeytana uyar mı? Bu tefekkürden herkes derecesine göre istifade edebilir. Dünya’da her günahın içinde bulunan cüz’i bir lezzetle beraber, bazen bin elemin de bulunduğunu düşünüp akıl gözüyle görmek gerekir. Hissiyat-ı insaniye kördür. Akıbetleri ve neticeleri görmez. Her zaman hazır bir gram lezzeti ilerideki birçok lezzetlere tercih eder. Hazır bir elem ve azaptan da çekinir. İlerideki çok elem ve azaplara maruz kalır. Mesela, gençliğimizi kötüye kullanıp günahlara girersek kabir, ahiret ve cehennem azabından başka, o günahların verdiği nefse ait cüz’i lezzetlere bedel vicdan azabı, düşman kazanmak, hastalıklar ve hapishanelere düşmek gibi binlerce elem ve sıkıntı vardır. Hem küfür ve dalalette muvakkat ve geçici haram lezzetlerle beraber, kafirler için ölümü yokluk kabul etmek, günahkarlar için kabir kapısını, günahların cezası olarak, ebedi bir cehennem kapısı olduğunu görmek dünyada dahi küfür ve günahlardaki o lezzetten binler kat daha ziyade elem verir. Çünkü bir insan için verilen bir-iki sene veya beş-on sene sonra vukuu kesin bir idam kararı karşısında, o insan idam oluncaya kadar yaşadığı hayatından hiç lezzet alamadığı gibi o kararı düşündükçe de idam ediliyormuş gibi elem ve azap çeker. Öyle de kâfir, ölümü kendi hakkında kesinlikle vukuu bulacak bir idam kararı olarak gördüğünden, her an ölebilirim beklentisinden dolayı hayatından aldığı lezzetten binler derece fazla elem ve azap çeker. Bunun gibi fasık ve günahkâr adam da, kabri günahlarının cezasını çekmek için bir cezaevi kapısı olarak gördüğünden, her an “Ölüp o kapıdan gireceğim” diye beklediği için, dünya hayatında dahi o günahlardan aldığı lezzetten bin derece fazla sıkıntı ve elem çeker. Buna mukabil insan, gençliğini ibadet ve hayırda sarf edip, kabrin kendi hakkında saadet-i ebediye ve cennet kapısı olduğuna inanmakla, dünya hayatında iman ve ibadet yolunda çektiği sıkıntı ve elemlere bedel, binler derece fazla zevk ve lezzet alır. Diğer ibadetler ve günahlar da bunlara kıyas edilirse, şüphesiz iman ve ibadette bir tuba-yı cennet çekirdeği saklı olduğu gibi, küfür ve dalalette de bir zakkum-u cehennem bulunduğu anlaşılır. Nefsimizin azmasına engel olan az yemek, az içmek, az uyumak gibi esaslara uymaktır. Peygamber efendimiz (asm) şöyle buyurmuşlardır: “Şeytan, insan vücudunda kan damarları yolu ile dolaşır. Buna binaen siz onun dolaşım yolunu açlıkla daraltınız. Kıyamet günü, insanların Allah’a en yakın olanı, en uzun müddet aç ve susuz kalanıdır.” “Tahkike göre mide aşırı arzuların kaynağıdır. Hikmet ehlinden biri der ki, ‘Nefsinin kontrolü altına giren kimse, onun azgın arzularından hoşlanmaya mahkûm olmuş, onun yanılmalar zindanında tutuklanmış ve kalbini faydalı şeylerden mahrum etmiş olur’. Vücud azaları toprağını azgın arzularla sulayanlar, kalblerinde pişmanlık ağacı dikmiş olurlar.” (İmam Gazali) Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri de şu açıklamayı yapmıştır: “Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir. Hadîsin rivâyetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: (Ben neyim, sen nesin?) Nefis demiş: Ben benim, sen sensin Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: (Ene ene, ente ente.) Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: (Men ene vema ente?) Nefis demiş: Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim.” (Mektubat 254) Yaptığımız dua ve tevekkül, hayırlara olan meylimizi kuvvetlendirdiği gibi, tevbe ve istiğfar dahi şerlere olan meylimizi kırar. “Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz’-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-ı cehenneme yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” (Kader Risalesi, Tılsımlar 85) İnsan fıtraten her türlü iyiliği yapma istidadına sahip olduğu gibi, her türlü fenalığı da işleyebilir bir yaradılışa sahiptir. Onun için insanın, günahların yaşanabileceği ortam ve mekânlardan uzak durması ve iyiliklerin yaşandığı yerleri tercih etmesi icab eder. Ayrıca insan, kötü çevre ve arkadaşlardan uzaklaşıp, iyi çevre ve arkadaşlar edinmelidir. Çünkü hadis-i şerifte: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde herkes kiminle arkadaşlık yaptığına baksın.” (Ebu Davud, Edeb, 19; Tirmizi, Zühd, 45) buyrulmuştur. Gavsü’l-A’zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rah) kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyurur: “Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, sâlihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla berâber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.” Son olarak, hadiste geçtiği gibi nefsimize sürekli, “Ateşe dayanabileceğin kadar günah işle” sözünü hatırlatarak onun günahlara karşı meylini kırmamız mümkün olabilir. Rabbimiz bizleri nefislerimizden, cinni ve insi şeytanların şerrinden muhafaza eylesin. Âmin. اللّٰه ايچون ايشله يڭز، اللّٰه ايچون گوروشيڭز، اللّٰه ايچون چاليشيڭز. اخلاص ايله كيم نه ايسترسه اللّٰه ويرر. جناب حقّڭ رضاسي اخلاص ايله قزانيلير. كثرت اتباع ايله و فضله موفّقيت ايله دگلدر. هنر، كثرت اتباع ايله دگلدر. بلكه هنر، رضاي الهي يي قزانمقله در. بتون قوتڭزي اخلاصده و حقده بيلمليسڭز. اوت، قوت حقده در و اخلاصده در. حقسزلرڭ قوتي دخي، حقسزلقلري ايچنده گوستردكلري اخلاص و صميميت يوزندن قوت قازانييورلر. اطرافنه طوپلانديغمز خدمت قرآنيه ، انايي قبول ايتمييور. نحن ايستييور. بن ديمه يڭز، بز دييڭز دييور. Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız.1 İhlas ile kim ne isterse Allah verir.2 Cenab-ı Hakk'ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba' ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir.3 Hüner, kesret-i etba' ile değildir. Belki hüner, rıza-yı ilahîyi kazanmakladır.4 Bütün kuvvetinizi ihlasta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlastadır. Haksızların kuvveti dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlas ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.5 Etrafına toplandığımız hizmet-i Kur'âniye, ene'yi kabul etmiyor. Nahnü istiyor. Ben demeyiniz, biz deyiniz diyor.6 Kaynaklar: 1- Lem’alar, s.142- Lem’alar, s.1573- Lem’alar, s.1594 -Lem’alar, s.1595- Lem’alar, s.1696- Mektûbât-2, s.310

Namaz günahların affına vesiledir Bir gün Peygamber Efendimiz (asm) mesciddeyken, bir adam gelerek; “Ya Resûlallah (asm)! Ben bir günah işledim. Bana cezasını ver” dedi. Peygamberimiz (asm) cevap vermedi. Adam isteğini tekrarladı. Peygamberimiz (asm) yine cevap vermedi. Derken vakit girdi ve namaz kılındı. Peygamber Efendimiz (asm) namazdan çıkınca adam onu izledi. Efendimizin (asm) vereceği cevabı merak eden Ebû Ümâme (ra) de adamı takip etti. Peygamber Efendimiz (asm) adama; “Evinden çıkınca güzelce abdest almış mıydın?” diye sordu. Adam; “Evet! Ya Resûlallah” dedi. Efendimiz (asm); “Sonra da bizimle namaz kıldın mı?” buyurdu. Adam; “Evet! Ya Resûlallah” diye cevap verince, Peygamber Efendimiz (asm); “Öyleyse Allah günahını bağışladı” müjdesini verdi. (Süheyl Seçkinoğlu, Namaz Öyküleri) Bâb-ı Âlî Bâb-ı Âlî, Osmanlılarda Sadrazamların devlet işlerini yürütmek için kullandıkları resmî ikametgâhlarıydı. Kapı anlamına gelen bâb kelimesi ile yüce anlamına gelen âlî kelimelerinin Farsça terkîb ile bir araya getirilmesinden oluşan Bâb-ı Âlî, geniş saçaklı kapısıyla meşhûr olmuştur. Bâb-ı Âlî’nin Sultan 2. Mahmûd döneminde yapıldığı anlaşılan gösterişli kapısının her iki yanında birer çeşme bulunmaktadır. Ayrıca nöbetçi askerlerin duracağı birer niş de kapının iki tarafında yer almaktadır. Tarihî kaynaklar incelendiğinde, 17. yüzyıldan beridir Sadrazamlara mahsus bir sarayın Bâb-ı Âlî’nin bulunduğu alanda yer aldığı gözlemlenebilmektedir. Bâb-ı Âlî, Osmanlı Devletinin Başbakanlık ve hükûmet binası olarak uzun yıllar hizmet etmiştir. Bedîüzzaman Hazretlerinin Barla’da kaldığı ev Üstâd Hazretlerinin Barla’daki ikametgâhı, iki odadan ibâret bir evdir. Esâsen müstakil bir evi ve yeryüzünde mülkiyeti altında bir karış yeri dahi yoktu. Barla’da sekiz sene müddetle ikâmet ettiği ev, ehl-i İslâm’ın merkezi hükmünde ilk dershane-i nûriyesidir. Bu dershane-i nûriyenin altında, daimî akan bir çeşme vardır. Ve önünde, dershane-i nûriyeye bitişik çok kalın ve üç sütun hâlinde semaya yükselen gayet muhteşem bir çınar ağacı vardır. Çınar ağacının dalları arasında bir kulübecik yapılmıştır. Burası, Üstâd Hazretlerinin bahar ve yaz mevsimlerindeki istirahati ve tefekkür ve ibadet vazifesi için en münasip bir menzildi. (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, 1. Cild, Sayfa 349) 01 Şubat 1861Teksas, ABD’den ayrıldı Abraham Lincoln’ün ABD’de köleliği kaldıracağı vaadiyle başkanlık seçimine girerek seçimi kazanması üzerine; aralarında Teksas’ın da bulunduğu güneyli 11 eyalet, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bağımsızlığını ilan eden 11 eyalet, bir konfederasyon meydana getirdi ve kuzeydeki eyaletlerle aralarında 4 sene sürecek olan iç savaş başladı. Amerikan İç Savaşı'nın ilk yıllarında hiçbir taraf üstünlük sağlayamadı. Her iki taraftan da birçok kayıplar oldu ve her iki taraf da zaman zaman askerî başarılar elde etse de baskın çıkamadı. 1863 yılının Temmuz ayında gerçekleşen Gettysburg Muharebesi önemli bir dönüm noktası oldu. Güneyden 75 bin, kuzeyden 82 bin askerin katıldığı bu kanlı savaşta her iki taraf da askerlerinin yaklaşık üçte birini kaybettiler ama kuzeyliler tartışmasız bir üstünlük sağladı. 24 Şubat 1793Nizâm-ı CedîdOrdusu kuruldu Nizâm-ı Cedîd, Yeniçeri Ocağının yerini almak üzere Sultan 3. Selim tarafından kurdurulan ordudur. 72 maddeden meydana gelen Nizâm-ı Cedîd ordusunun programının uygulanabilmesi için Fransa’dan ve Prusya’dan danışmanlar getirtilmiştir. Yeniçerilerin tepkisini çekmemek için Bostancı Ocağı’na bağlı Bostancı Tüfenkçisi adı altında kurulmuştur. İlk kışla Cezayirli Gazi Hasan Paşa'ya ait olan Levend Çiftliği'nde kurulmuş, daha sonra artan destekle beraber önce Üsküdar'da daha sonra da Üsküdar merkez olmak üzere Anadolu'da ortalar kurulmuştur. Birçok ortanın kurulmasıyla birlikte, Nizâm-ı Cedîd ordusunun asker sayısı 230 bine kadar ulaşmıştır. 1807 senesindeki Kabakçı Mustafa İsyanı’nın ardından Sultan 3. Selim’in tahttan indirilmesi ile birlikte ise feshedilmiştir. 17 Şubat 1959BaşbakanAdnan Menderesdüşen uçaktansağ kurtuldu Başbakan Adnan Menderes Kıbrıs Cumhuriyeti ve Türkiye’nin garantörlüğü ile ilgili bir antlaşmayı imzalamak üzere, 17 Şubat 1959 günü beraberindeki heyetle birlikte İngiltere’ye gitmek üzere THY uçağına bindi. Bindiği uçak İngiltere’de Gatwick Havaalanı yakınlarında düştü. Bu olayda, uçaktaki sekiz mürettebattan beşi ve on altı yolcudan dokuzu hayatını kaybetti. Menderes, yaralı olarak kurtuldu. Hayatını kaybedenler arasında, Basın-Yayın ve Turizm Bakanı, Anadolu Ajansı Genel Müdürü, THY Genel Müdürü ve Başbakanlık Özel Kalem Müdürü de vardı. Menderes, kazanın ardından 19 Şubat günü hastanede anlaşmayı imzaladı. Mart ayının başında taburcu olarak yurda döndü. Yurda dönüşünde büyük tezahüratlarla karşılandı.

Elif, Lâm, Mîm... Son dinini, son peygamberiyle sonuncu Kitabıyla gönderip, O’na harflerle başlayan Rabbin adıyla... Yazının insan hayatına girişi ile birbirinden farklı yaklaşım ve öyküler olduğunu biliyoruz. Bu belirsizlikle meşgul olmak yerine konuştuğumuz dilin ve elimizdeki harflerin ifade ettiği anlam ve değeri anlamaya çalışmak tahmin ediyorum daha faydalı olacaktır. İnsanların, yazı ile ilgili serüveninin yaşadıkları, düşündükleri ve hayal ettikleri şeyleri resim ve simgelere dönüştürerek başladıkları konusunda neredeyse hiç şüphe yoktur. Bu resimlerin daha sonra bir takım soyut işaretlere dolayısıyla sistemli bir harf dizinine dönüştüğü ve alfabeyi oluşturduğu öngörüsünde bulunmak da pek abes sayılmaz. Biz bu yazımızda “Osmanlıca Yazı” ile zihin gelişimi arasındaki ilişkiye değinmeye çalışacağız. Zira gerek yaşam kalitemizin gerekse davranışlarımızın niteliğinin yükselmesinde önemli bir paya sahip olan zihnimizin, daha becerikli ve yetenekli olması elbette hepimizi daha mutlu edecektir. Bu sürece Osmanlıca Yazı’nın nasıl bir katkısı olacağını çeşitli açılardan anlatmaya çalışacağız. Beynimiz iki yarım küreden oluşur. Bunlara sağ ve sol lob adı verilir. Bu loplar birbirinden farklı özellik ve fonksiyonlara sahiptir. Hafıza ve beyin geliştirme eğitimlerinde üzerinde en çok durduğumuz ve geliştirilmesini en çok önemsediğimiz şeyler; 1- Hayal kurma becerisinin geliştirilmesi (özellikle de mantıksız, sıra dışı, olağanüstü, komik ve abartılı hayaller kurulması). Zira beynimizde milyarlarca sinaptik bağ vardır ve bunların sayısının artması bizim beynimizi ne kadar ve nasıl kullandığımızla doğru orantılıdır. 2- Beynimizin tamamlama özelliğini geliştirecek idmanlar ve egzersizler yapılması. Birçok bilmece, akıl oyunu ve sudoku gibi faaliyetler bu gayeye hizmet ettiği için önem arz eder. 3- Olumlu bakış açısı ve çözümcül becerilerin geliştirilmesi. (Brainstorming yani beyin fırtınası yapmak) 4- Beynimizin “çağrışım gücünü” geliştirmek. (Yani bir şeyin olabildiğince çok şeyi hatırlatmasını temin etmek) Aslında tüm bu maddelerin en genel hedefi beynin sağ ve sol yarım kürelerini olabildiğince müşterek yani işbirliği içinde çalıştırabilmektir. Beynimizin iki yarım küresinin aynı anda çalışmasıyla yapılan işler en mükemmel ve en muhteşem işlerdir. Yazı, dil ve konuşma beynimizin sol yarım küresinin ilgi ve faaliyet sahasına girer. Yani, bizler yazı yazarken beynimizin sol yarım küresi çalışır. Hangi yazıyı yazarsanız yazın beynimizin sol yarım küresi faaldir. Buradaki en ayrıştırıcı nokta ise yazının yazıldığı yöndür. Soldan sağa doğru yazılan tüm yazılar (Latin harfleri, Batı dilleri) odaklanma, duyularla ilgili çözümleme alanını hareketlendirme ve üretken/çözümcül düşünmeye ciddi bir fayda temin edemezken, sağdan sola doğru yazılan (Arapça, Aramice ve Osmanlıca) yazılar bu konuda çok büyük ve ciddi faydalara vesile olmaktadır. Bu konuda hususen dünyanın mühim nöropsikologlarından biri olan Robert Ornstein’ın araştırmaları önemli tespitler ihtiva etmektedir. Osmanlıca yazı dilinde kendi vazifeleri dışında ayrıca sesli harf olarak kullanılan “elif” “vav” “he” ve “ye” harfleri olabildiğince az ve akılcı bir şekilde kullanıldığı için, beynimiz sesli harflerin bulunması gereken yerlere ilişkin bir öngörüde bulunmaya ve o sözcüğü tamamlamaya çalışarak çok önemli bir beyin faaliyeti olan “tamamlama özelliğini” ciddi bir şekilde geliştirmeye çalışmaktadır. Beynimiz bir kelimeyi, tamamlama özelliğini kullanarak okumaya çalıştığında beynimizde yeni sinaptik bağlar oluşmakta ve beynimiz bu bağların artmasından dolayı çoklu düşünme becerisi ile kurgulama becerisini geliştirmektedir. Bugün birçok zeka okulu ve beyin geliştirme programının en önemli amaçlarından birisi bu becerinin kazandırılmasına yöneliktir. Bir yazı okurken en büyük ihtiyacımız ilgi ve odaklanma becerimizi yitirmeden o yazıyı tamamlayabilmektir. Küçük bir ilgi kaybı, dikkatin başka bir mecraya kayması, cümlenin genel anlamını kaybetmemize neden olabilir. Bunun için kişinin bir metni okurken harcadığı enerjinin daha fazlasını odaklanma ve konsantrasyon için harcaması gerekmektedir. Latin harfleri ile yazılı bir metni okurken, hiçbir sözcük için zorlanmadığımızdan dolayı (bunun nedeni sesli harflerin çok olmasından dolayı okuyucunun herhangi bir sıra dışı tasarruf ve çaba göstermek zorunda olmaması) çoğu zaman ilgi kaybı yaşar ve sayfalarca okumamıza rağmen bir şey anlamadığımızı fark eder ve yeniden okumak zorunda kalırız. Osmanlıca bir metni okurken ise her ne kadar birçok kelimeyi defalarca görmüş olmaktan dolayı bir resim gibi algılayarak okusak da, her an çıkabilecek farklı ya da az kullanılan bir kelime için yoğun bir dikkat ve özel bir çaba göstermek zorunda kalırız. Bu da, Osmanlıca bir metni dalgın bir şekilde okumanıza asla izin vermeyen bir durumdur. Beyin, Osmanlıca bir metin ile karşı karşıya iken, dinamik ve uyanık olmak ve karşılaştığı kelimeyi doğru okuyabilmek için “an”da kalmak zorundadır. Beynimizin sol yarım küresi vücudumuzun sağ tarafını, sağ yarım küresi ise vücudumuzun sol tarafını yönetir. Soldan sağa doğru okunan/yazılan metinlerde beynimizin sol tarafı, sağdan sola doğru okunan/yazılan metinlerde ise beynimizin sağ yarım küresi etkindir (göz hareketleri sola doğru ise beynin sağ tarafı, göz hareketleri sağa doğru ise beynin sol tarafı etkin olur). Dikkat becerisi beynimizin sağ ön lobunda bulunduğu için Osmanlıca gibi sağdan sola doğru göz hareketi gerektiren metinlerde dikkat kabiliyeti otomatik bir şekilde faal hale gelmektedir. Dolayısıyla Osmanlıca, kişiye yüksek bir dikkat üretebilmesi konusunda da yardımcı olan bir yazı dilidir. Ayrıca beynimizin estetik algısının kavis (eğrisellik) üzerine kodlandığı da dikkate alındığında, Osmanlıca harflerde keskin ve köşeli çizgilerden çok, kavisli ve yumuşak çizgilerin olması bu harflerin beynimiz tarafından çok daha kolay anlaşılmasına yol açarak daha üretken olmasını netice vermektedir. Tüm bunların yanı sıra Osmanlıca harflerin, Anadolu insanına hatırlattığı mukaddes kavram ve anlamların motive edici etkisi de göz ardı edilmemeli. Cenab-ı Hakk'ın vahyini taşımak gibi emsalsiz bir vazifeyi ifa etmiş olan bu harflerin, bizim milletimize hatırlattığı hakikatler bizim ruhumuzu, kimliğimizi ve tüm mefkûremizi içine alır. Ayrıca bize kendi tarihimizi anlatırken izlenen “savaş tarihi” anlatımlarının gizlediği, edebiyat, sanat, kültür ve estetik birikim de keşfedilmeyi bekliyor durumdadır. Sultan İkinci Mehmet, bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan büyük bir Fatih olduğu kadar muhteşem bir şairdir de, ya da saltanatı zamanında Osmanlı Devletini en büyük sınırlara ulaştıran Kanuni Sultan Süleyman’ın biri Farsça olmak üzere iki büyük divanı vardır ki şiirlerinin toplamı 15935 beyte ulaşmaktadır. Osmanlıcanın bize neleri hatırlatacağına ilişkin, hafızamızda ciddi bir boşluk vardır. Bu boşluktan kurtulmak adına Osmanlıcanın tesirli bir şekilde bu milletin hayatında layık olduğu yeri almasında büyük faydalar vardır. Kişisel gelişim eğitimlerinde insanlara kazandırmak istediğimiz, orijinal bakış açısı, çözüm odaklı bakış açısı, hızlı düşünüp doğru karar verme ve an’da yaşama gibi birçok özellik ve donanım Osmanlıca yazı ile meşgul olmanın fıtrî bir neticesi olarak hayatımıza girmektedir.

Hem aciz ve muhtaç olan bir masum yavrunun ihtiyaçlarının görülmesi onun terbiye edicisini gösterdiği gibi varlığın hayatlarının devam etmesi de bütün ihtiyaçlarını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ı göstermektedir. Demek her şey var olmak ve varlıkta kalmak için bir zata olan ihtiyacın diliyle der ki: “Ondan başka var eden ve varlıkta tutan yoktur.” Dördüncü: يَلِدْ لَمْ dir. Bir tevhîd-i celâlî müstetirdir, envâ‘-ı şirki reddeder. Küfrü keser bî-iştibâh. Yani tagayyür, ya tenâsül, ya tecezzî eden elbet, ne hâliktır, ne kayyûmdur, ne ilâh. Veled fikri, tevellüd küfrünü لَمْ reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserîsi gümrah. Ki Îsâ (as), ya Üzeyr’in (as), ya melâik, ya ukūlün tevellüd şirki meydan alıyor nev‘-i beşerde gâh bâ-gâh. Bu cümle Cenab-ı Hakkın celalî tevhid mertebesini göstermektedir. Yani O’nun kibriya, izzet, kahr, azamet, gadab, kudret ve heybetindeki tevhidi göstermektedir. “Doğurmadı” anlamına gelen bu lafız şirkin türlerini reddetmekte ve inkâr düşüncesini şüphesiz bir şekilde kökünden kesmektedir. Bir halden başka hale geçen, başkalaşan, kendisinde değişiklikler olan, birisinden doğmakla meydana gelen veya parçalara ayrılabilen, yaratıcı veya var edip varlıkta tutan bir ilah olamaz. Çünkü kendisini değişmekten alıkoyamayan, varlığı başkasına bağlı olan, vücudu cüzlerden meydana gelerek parçalarına muhtaç olan birisi, diğer varlıklardan üstün bir farkı olamaz ki yaratıcı olabilsin. İbadet edilmeye layık olsun. İnsanlık tarihinde Yüce Allah’a çocuk isnad etme gibi batıl fikirler görülmektedir. Kur’an-ı Mu’cizû’l-Beyan şöyle demektedir: “Yahudiler, ‘Üzeyir Allah'ın oğlu’ dediler, Hıristiyanlar da ’Mesih Allah'ın oğlu’, dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar”!1 Kur’an-ı Kerim meleklerin Yüce Allah’ın kızları olduğu iddiasını da şöyle haber vererek reddetmektedir: “'Rahmân (olan Allah, melekleri) çocuk edindi' dediler; (hâşâ!) O, bundan münezzehtir. Bilakis (onlar) şerefli kılınmış kullardır.”2 Bir kısım felsefeciler de Yüce Allah’ın akl-ı evvel diye bir varlık yarattığını, bu varlığın da ikinci bir aklı, onun da üçüncü bir aklı böyle on akıl anlamına gelen ukul-ü aşere meydana geldiğini savunmuşlardır. Bunlar akl-ı evveli Allah’ın mahlûk kabul edip Cenab-ı Hakkın diğer akıllar vasıtasıyla kâinatı idare ettiğini söylemişlerdir. Böylece büyük bir şirke kapı açmışlardır. İşte Yüce Allah’ın haşa muhtaç olduğunu, vasıtalarla âlemi idare ettiğini sonuç veren bütün bu batıl fikirleri لَمْ kökünden kesip onların davasını çürütmektedir. Çünkü bu edat Yüce Allah’ın hiçbir zaman çocuk edinmediğini ifade etmektedir. Beşincisi: يُولَدْ وَلَمْ Bir tevhîd-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa, olmaz İlâh. Yani ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinâta penâh. Esbâbperestî, nücûmperestlik, sanemperestî, tabiatperestlik şirkin birer nev‘idir, dalâlette birer çâh. Bu kelamda Yüce Allah’ın ezeli olduğunu gösteren tevhide işaret vardır. İlah’ın en büyük özelliği onun ezelî ve kadim olmasıdır. Bir başlangıcının olmamasıdır. Varlığının hiçbir şeye muhtaç olmaması ve kimse tarafından yaratılmamasıdır. Bizzat var olması ve varlığı kendinden olmasıdır. Eğer ezelî olmayıp sonradan meydan geldiyse, ya da birinden meydana geldiyse yani bir doğum tarihine sahipse, ya da bir şeyin bir parçası ise elbette İlah olamaz. Âlemin yaratıcısı olamaz. Yaratılan, yaratamaz. Sebep-sonuç ilişkisinden dolayı her şeyin kaynağını sebepte aramak, sebepleri ilah kabul etmek, varlığın kaderini gökteki gezegenlerin dönüşünde görerek yıldızlara tapmak, putperestlik veya âlemdeki tabiat kanunlarını ilah kabul etmek şirkin farklı türleridir. İşte bütün bu şirkleri bu cümle reddetmektedir. Altıncı: يَكُنْ وَلَمْ Bir tevhîd-i câmi‘dir. Ne zâtında nazîri, ne ef‘âlinde şerîki, ne sıfâtında şebîhi لَمْ lafzına nazargâh. Şu altı cümle ma‘nen birbirine netice, hem birbirinin burhânı, müselseldir berâhîn, mürettebdir netâic şu sûrede karargâh. Demek şu Sûre-i İhlâs’da, kendi mikdâr-ı kametinde müselsel, hem müretteb otuz sûre münderic, bu bunlara sehergâh. لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ Bu kelam birçok yönden Yüce Allah’ın birliğini gösteren toplayıcı bir tevhid mertebesidir. Evet, onun zatında bir dengi yoktur. Çünkü onun zatı idrak edilemez. Varlıklar ise idrak edilebilir. Onun zatı hiçbir şeye muhtaç değildir. O, vacibü’l-vücuddur. Yani varlığı kendindendir. Varlıklar ise her şeye muhtaçtır. Yüce Allah’ın yaratmasıyla mevcutturlar. Onları varlık sahasına çıkarmayı irade eden Allah’tır. Onun zatı, ezeli ve ebedidir. Varlıklar ise fanidir. Cenab-ı Hakkın fiillerinde de ortağı yoktur. O, fiillerinde hiçbir şeye muhtaç değildir. İnsanlar gibi yardımcılara ihtiyacı yoktur. Bir fiili diğer fiiline engel değildir. Fiilleri kayıt altına alınamaz. Sınırlandırılamaz. Hâlbuki hiçbir varlığın fiilleri böyle değildir. Varlıkların fiillerini de yaratan Allah’tır. Cenab-ı Hakkın sıfatları kendisiyle kaim, ezeli ve ebedidir. Bu yönüyle hiçbir varlık sıfatlar yönüyle de onun dengi olamaz. Demek yüce Allah zatında, fiillerinde ve sıfatlarında bir ve tektir. Ortağı ve benzeri de yoktur. İşte İhlas Suresindeki bu altı cümle birbirinin hem delili hem de sonucudur. Her bir cümle diğer lafızların hem delili hem de neticesidir. Mesela “Onun dengi yoktur.” Çünkü Ehad olduğu için dengi yoktur. Samed olduğundan dengi yoktur. Doğurmadığı için dengi yoktur. Doğrulmadığı için dengi yoktur. O, Vacibü’l-Vücud olduğu için dengi yoktur. “Doğurulmadı” çünkü O, Vacibü’l-Vücud olduğundan, Ehad olduğundan, Samed olduğundan, Doğurmadığından, dengi olmadığından doğurulmadı diye diğer lafızlar delil olur. Böyle bakıldığında İhlas Suresinde otuz İhlas Suresi vardır denilir. Saîdü’n-Nûrsî Kaynaklar: 1- Tevbe Suresi, 30.2- Enbiyâ Suresi, 26.

Hayrat İnsani Yardım Derneği’nin 2014 yılı kurban organizasyonu nedeniyle sekiz gün organizasyon ekibi ile birlikte Sudan’daydım. Bu vesileyle sekiz gün boyunca Sudan’ın en ücra yerlerine kadar giderek kurban ve adak organizasyonu yapan Sudan Hayrat Vakfı temsilcisi İsmail KAYA’ya ve ekibine, Hayrat İnsani Yardım Derneği gönüllü Sudan temsilcisi (Adem) Sebahattin KARAGÖZ’e, Türkiye’den Sudan Kurban organizasyonuna eşlik eden Hayrat İnsani Yardım Derneği Elazığ temsilcisi Servet ÖZDEMİR’e ve Hayrat İnsani Yardım Derneği çalışanı Tolgay ATEŞ’e emekleri ve çalışmalarından dolayı teşekkürler… Sudan ya da resmî adıyla Sudan Cumhuriyeti ya da Kuzey Sudan, Afrika'nın en geniş 3. Ülkesi konumundadır. Başkenti Hartum’dur. Bir Doğu Afrika ülkesi olan Sudan kuzeyden Mısır, kuzeydoğudan Kızıldeniz, doğudan Etiyopya ve Eritre, güneyden Güney Sudan, batıdan Orta Afrika Cumhuriyeti ve Çad, kuzeybatıdan da Libya ile çevrilidir. En yüksek yerleri Marra dağı (3088 m.) ve Udah Dağı (2259 m.) olan ülkenin en önemli akarsuları Beyaz Nil ve Mavi Nil. Beyaz Nil kaynağını Uganda, Kenya ve Zaire'den; Mavi Nil ise kaynağını Etyopya dağlıklarından almaktadır. Bu iki Nil Hartum'la Umderman şehirlerinin sınırında, Rafediye bölgesi yakınlarında birleşerek tek bir ırmak halinde Mısır'a doğru akar. İki Nil arasında kalan bölgeye el-Cezîre denmektedir. Nil nehri Sudan'ı Güney ve Kuzey Sudan olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Sudan'ın ortasından, dış ilişkilerinde kültürel, toplumsal ve ekonomik olarak büyük rol oynayan Nil Vadisi geçmektedir. Konumu ve sosyal dokusu itibarıyla Afro-Arap özellikte olan Sudan çok zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarına sahip bir ülkedir. İnsanların Sudan'da yaşamaya başlaması MÖ. 5000 yılına kadar uzanıyor. Sudan'ın kuzeyindeki Meroe Çölü'nde, esrarengiz ve çarpıcı görünümleriyle bugün bile halen göz kamaştıran Nubian Piramitleri yer alıyor. Nil'in güney tarafından 15 kilometre içeride çölün ortasında adını antik şehir Nubian'dan alan piramitlerin toplam sayıları 250’yi buluyor. "Siyah Firavunların Ülkesi Sudan Piramitleri" olarak da anılan bu piramitlerin Nil'in alt tarafında yaşayan zenci firavunlar tarafından yapıldığına inanılmaktadır. Arkeologlara göre eski Mısır piramitleriyle rekabet edebilecek nitelikte olan bu piramitlerin dünyanın ilk piramitleri olduğu ve Mısır'daki dev türdeşlerinin Sudan’daki Nubian Piramitleri’nden esinlenerek yapıldığı sanılıyor. Sudan, yaklaşık 1886 milyon km²'lik yüzölçümü ile dünyanın en büyük 16. ülkesi. Ülkenin, 2011 yılında Sudan ve Güney Sudan olarak ikiye ayrılmasından sonra yüzölçümü bakımından Afrika'nın en büyük ülkesi olma özelliğini Cezayir'e kaptırmıştır. Nüfus bakımından 36 milyonluk nüfusuyla dünyada 40. sırada yer almaktadır. Etnik yapı itibarıyla kuzeyde genellikle Araplar ve Nubianlılar, güneyde ise Nilotikler, Sudanlılar ve Zenciler yaşıyor. Sudan hem Afrika ve hem de Ortadoğu adetlerinin, dillerinin ve kültürlerinin karıştığı bir ülkedir. Kuzey bölgede yaşayan insanların tamamına yakını Müslümanlardan oluşmakta ve hemen hemen hepsi Arapça konuşmaktadır. Bunların çoğunluğu göçebe veya yarı göçebe halklardan oluşmaktadır. Eski Kuş kabilesinin devamı olan Nubianlılar da Müslüman olmalarına ve Arapça bilmelerine rağmen kendi asıl yerli dillerini ve lehçelerini de konuşuyorlar. Sudan’da genellikle Arapça konuşuluyor, bununla birlikte çeşitli bölgelerde konuşulan aşağı yukarı 80 farklı lehçe bulunmaktadır. Tarihî kaynaklarda, Sudan denirken kastedilen alan bugünkü Sudan’ın topraklarından çok geniş bir alandır. Araplar Afrika'ya girdikten sonra zencilerin yaşadığı ve Kızıldeniz kıyılarından başlayarak Batı Afrika'ya kadar uzanan geniş bir alana “Bilâdu's-Sudan” (Siyahlar Ülkesi) adını vermişlerdir. Daha sonra "Bilâd" kelimesi atılarak bu bölgeye sadece Sudan denilmiştir. Bugünkü Sudan ise, Doğu Sudan denirken kastedilen bölgeyi kapsamaktadır. Mısır’ın 639'da Amr İbn’ul-As tarafından fethedilmesinden sonra bu ülkeye yerleşen Müslümanlar kısa süre sonra ticaret için Sudan pazarlarına gitmeye başlamışlardır. Sudanlılar da İslam’ı ilk olarak bu tüccarlar sayesinde tanımışlar ve kısa sürede İslam’a ısınmışlardır. Böylece, daha önce Sudan'a girmiş olan Hıristiyanlığın etkisi zayıflamaya başlamış. Mısır’a yerleşen Müslümanlar VII. yüzyılın ortalarından itibaren Sudan’a hâkim olmak için birtakım askeri hareketler gerçekleştirdiler. Bu fetih hareketleri uzun süre devam etti. 1172'de Selahaddin Eyyûbî'nin kardeşi Turan Şah, 1260'ta da Baybars bugünkü Sudan topraklarına birer sefer düzenlediler. Bu seferlerden sonra buralarda İslam daha da güçlenmeye başladı. 1517'de Osmanlı Devleti'nin Mısır’ı fethetmesi Sudan'da da etkisini gösterdi. İngiliz güçleri, Mısır’daki yönetimin yanlış uygulamalarını düzeltmeyi amaçladıklarını ileri sürerek 1899'da Sudan'a girdiler. İngilizler ilk iş olarak Muhammed Ahmet Mehdî'nin başlattığı hareketi tümüyle dağıttılar. 1920'lerin başlarındaki bağımsızlık hareketleri başta İngiliz yönetimini sarsar gibi olduysa da ilerleyen birkaç yılda bastırıldılar ve Sudan 1 Ocak 1956'da bağımsızlığını elde edinceye kadar İngilizler’in işgali altında kaldı. Sudan’lıların en büyük ortak özelliğinin misafirperverlikleri olduğunu söyleyebiliriz; misafirleri için özellikle koyun keserek, et ağırlıklı birbirinde leziz yemekler ikram etmektedirler. Sudan’da yapılan kahve tamamen buraya özgü ve başka yerlerde bulunmayan kendine has bir lezzete sahiptir. Özel bir kap içerisinde kömür ateşinde kavrulan kahve çekirdekleri daha sonra karanfil, zencefil ve diğer aromalarla tatlandırılarak küçük fincanlarla servis edilmektedir. Sütlü çayları da çok lezzetli ve çok güzeldir. Sudanlıların ilginç bir özellikleri de, gerek kahvelerini gerekse çaylarını bardaklarının yarısına kadar şeker atacak kadar çok şekerli içmeleridir. Sudan’da beğendiğiniz şeylere “mie mie” diyebilirsiniz. Bu tabir “Yüzde yüz güzel” anlamına gelmekte ve herkes tarafından çok sık kullanılmaktadır. Sudan’ı, İslamî yönetim şeklinin ağır bastığı diğer Arap ülkelerinden ayıran belki de en dikkat çekici unsur, kadınların sosyal hayattaki varlığıdır. İşyerlerinde kadın tezgâhtarlar, sokaklarda kadın seyyar satıcılar ağırlıktadır. Trafikte bayan sürücüler hiç de az değildir. Kız çocuklarında okuma oranı çok yüksektir. Erkek çocuklarının da eğitimine önem verilmektedir. Hafız olmayan gençlere kız verilmediği söyleniyor. Sudan’da hafız yetiştiren çok sayıda Kur’an kursu bulunuyor ve buralara halk tarafından yoğun ilgi gösteriliyor. Otomobil ve otobüslerin ön kısımlarında yani şoförün hemen elinin altında Kur’ân-ı Kerim’ler göze çarpıyor. Araçların teybinde Kur’ân tilavetine sıkça şahit oluyorsunuz. Sudanlılar namaz konusunda da çok hassaslar, ezan okunduğunda insanlarda tatlı bir abdest ve namaz telaşı başlıyor. Dolaştığınız yerlerde alnı, secde nasırı tutmuş çok sayıda Sudanlıya rastlamanız mümkündür. Sudan’da bir yerden bir yere gitmek için Hindistan ve Pakistan’da da yaygın olan üç tekerlekli ve en fazla üç yolcu taşıyabilen “Rakşa”lar kullanılmaktadır. Ayrıca “Emcet” dedikleri küçük minibüsler de daha kalabalık olan grupları taşımak için sıkça kullanılan araçlar arasındadır. Sudan’da turistler dâhil güvenlik sorunu bulunmamaktadır. Gittiğiniz yerlerde veya karşılaştığınızda, eğer ‘Selamın Aleyküm’ der sağ elinizle karşınızdakinin sol omzuna dokunursanız, Sudan'ın iyi kalpli insanları size gülümseyen bir yüzle ve samimiyetle yaklaşıp kucaklamaktadırlar. Afrika hakkındaki karamsarlığı ve ön yargıları yenmek için Sudan insanını tanımak ve onlarla biraz vakit geçirmek yeterli oluyor… Sudan’ın dikkat çeken güzel adetlerinden biri de, tüm yerleşim yerlerinde insanların susuzluklarını gidermesi için hayır amacıyla konulan su sebilleridir. Yollarda, sokak aralarında, evlerin köşelerinde çok sık rastlanan ve genelde toprak küpler içinde bulunan suyu, doğal olarak soğuk içebilirsiniz. Bazen de bizzat soğutucu ile hizmete sunulan sebiller vardır. Su sebilleri genelde ya bir ahşap zeminde ya da demir çerçeve üzerine konularak yerden yukarıda tutuluyor ve üstlerinde de bir gölgelik bulunuyor. Bir gölgeliği olmayan su sebillerinin yeri ise her zaman ağaç gölgelikleri olmaktadır. Bu şekilde suyun daha fazla soğuk kalması sağlanmaktadır. Su küplerinin üstleri bir ahşap veya benzeri bir kapak ile örtülüp, üzerine ise ağırca bir taş konur ki, kapak düşmesin ve küplerin içine toz toprak girmesin. Sudan halkı, Türkleri çok sevmektedir. Öyle ki, Birinci Dünya Savaşı’nda Güney Darfur’dan Osmanlı ile birlikte aynı safta savaşan kabileler olmuştur. Diğer Afrikalılar, özellikle İngilizler tarafından Osmanlı’ya karşı kullanılırken, Sudan’dan Osmanlı’ya anlamlı bir destek gelmiş; bugün bunu halen gururla anmaktadırlar. Konu Birinci Dünya savaşından açılmışken Sudan’lı zenci Musa’yı anmadan geçmek olmaz; Mehmed Akif Ersoy’un “Eşref Bey’in emireri Zenci Musa, omuzundan arşa yükseldi Nebi İsa..” diyerek Safahat’ına dâhil ettiği Zenci Musa sadece Safahat’ta değil hepimizin gönlünde başköşede ağırlanmaya layık bir kahramandır. O, bir Osmanlı’dır. Kuşcubaşı Eşref’in emireridir. Yüreğini Anadoluya bağlamış özgür bir Afrikalı’dır. O, Sudanlı Zenci Musa’dır. Birinci Dünya Savaşı’nda cepheden cepheye koşan Afrika’lı gönüllülerden biriydi Zenci Musa. 1911 yılındaki Trablusgarb işgali üzerine Libya’ya gitti ve Osmanlı subaylarıyla birlikte direnişe katıldı. Orada tanışıp maiyetine girdiği Kuşçubaşı Eşref’le, Arabistan ve Yemen’de büyük yararlılıklar gösterdi. Arabistan’da İngilizleri atlatarak Yemen’e 300 Bin Osmanlı altınını götürüp Tevfik Paşa’ya teslim etmeyi başarmıştır. Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kurulduğu ve Edirne’nin geri alındığı Harekatın da kahramanlarından biriydi. Bu çarpışmalar sırasınca büyük yararlılıklar gösteren Zenci Musa, Eşref Bey’in emireri, adeta gölgesi oldu. Bu seferlerde Zenci Musa adeta bir Osmanlı akıncısı gibiydi. Mondros Mütarekesi’yle her şey biter ve Sudan’lı Zenci Musa İstanbul'a gelir; Mondros Mütakeresinin imzalanmasıyla itilaf kuvvetleri İstanbul’u işgal eder. Zenci Musa Galata gümrüğünde hamallık yapmaya başlar. İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington, İstanbul’da Galata gümrüğünü gezdiği sırada, kendisine “İşte 300 bin altını Yemen’e kaçıran Zenci Musa bu” denildiğinde hemen onun yanına gider ve şöyle der: “Eğer bizimle çalışırsan seni altına boğarım.” Zenci Musa’nın bu sözlere karşı verdiği cevap, bir kişinin değil; haysiyetin, asliyetin, şahsiyetin ve bin yıldır İslam Medeniyetine bayraktarlık yapmış bir milletin cevabı idi: “Her teklif herkese yapılmaz. Bu sözleriniz beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var: “Devlet-i Osmani” bir bayrağım var: “Ay-Yıldızlı Bayrak”, bir kumandanım var: “Eşref Bey”. Bu iş daha bitmedi, sizinle mücadelemiz devam edecek...” Zenci Musa, gündüz Galata gümrüğünde hamallık yapıp, gece Milli Mücadele için Anadolu’ya silah kaçırırken zayıf düşen bedeni vereme yakalanıyor. Ali Sait Paşa’nın bütün ısrarına rağmen bir sanatoryuma yatmayı kabul etmeyen Zenci Musa, bavulunu alıp Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’ne gidiyor. Zenci Musa veremden kurtulamayarak kısa süre sonra burada vefat ettiğinde, bavulundan; Kur’ân-ı Kerim, Ay yıldızlı Osmanlı Bayrağı, Osmanlı Haritası, Eşref Beyin soluk bir fotoğrafı ve kefen bezi çıkıyor. İşte o Batılı sömürgecilerin, zenginliklerini elinden alarak köleleştirdiği, onurlarını kırıp, açlık ve sefalete mahkum ettiği Afrika’nın; yani bu mahsun ve mahsum kıtanın kahraman bir evladı olan Zenci Musa işte böyle yaşadı ve öldü. Kabri Üsküdar Özbekler Tekkesi haziresindedir. Ruhlu şad, mekanı cennet olsun İnşaallah. Osmanlıdan Cumhuriyete intikal eden önemli hattatlarımızdan Halim Özyazıcı’nın annesi de Sudan’lıdır. Babası da Kırım’lı olan Halim hoca tam bir Osmanlı evlâdıdır.

Her şeyi tanıdık, kendimizi unuttuk. Bir medeniyet çağrısına sevdalandık, kendi sahilimizi kaybettik. Dünyaya açılmaya heveslendik, kökleri sökülen ağaç gibi topraksız ve semeresiz kalakaldık. Ne olduysa, neyle karşı karşıya geldiysek hep biz kendimize yaptık. Hâlbuki Yunus Emre, “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendin bilmezsin / Ya nice okumaktır.” diyordu. Yani pergelin bir ucu hep sabit kalacak. İnsan kendinden ve kendine ait olandan ayrılmadan büyütecek alanını. Bilinmezi bilmek için, önce kendini bileceksin. İleri medeniyet tasavvuru için, kendi medeniyetini merkez alarak kuşatacaksın geleceği. İstikbali inşa etmek için, geçmişini, tarihini, yazını, lisanını bileceksin. Tarih yazmak için, tarihte olandan ibret ve ders alacaksın. Kul olarak kalabilmek için, Yaratanı tanıyacaksın. Çünkü ipi kopan uçurtma ne gökte tutunabilir ne yerde. İpi kopmuş bir sandal veya çapası kırılmış bir gemi rüzgârın estiği yöne kapılıp gidecektir. Tutunduğu dalı bırakan bir meyve ise, çürüyüp kokuşmaya mahkûmdur. Bu mevzuu, çağını ve fazlasını okuyabilmiş ve hadisatı en derinlikli şekilde yaşamış bir insan olan Bediüzzaman Hazretlerinin medeniyet tasavvurundan yola çıkarak Yusuf Kaplan’ın kaleminden ele aldık ve kapağa taşıdık: Medresetü’z-zehrâ: üniversite projesi mi, medeniyet projeksiyonu mu? İnsan yaklaşık iki yüz yıldır yeni yeni merkeze doğru geliyor. Her ne kadar -maalesef- dünyada insanlığın haddini aşarak kendi kendini yok eder canavar hali devam ediyor olsa da “İstikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacaktır!” hakikati müjde-i Nebevi çerçevesinde kendisini göstereceğine imanımız tamdır. Bir şartla ki, bizler ahval, akval ve etvarımızla İslamiyet’in güzelliklerini yaşayıp başkalarına da gösterebilelim. Kendini merkeze alarak insanı ve buna bağlı olarak çağı ve Yaradana karşı vaziyeti fark eden Bediüzzaman Hazretleri, gerek kendi hayatında gerekse etrafında teşekkül eden cemaatte / insanlarda “Kendini bilen Rabbini bilir” hükmünce hakaik-i imaniye perspektifi ile hem çağının problemlerine hem de ileri medeniyet projeksiyonuna kuvvet vermiştir. Demem o ki, çağı/geleceği kuşatmak için Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve ortaya koyduğu Risale-i Nur eserleri hem memleketimiz, hem insanımız, hem de bağlarımızın var olduğu bütün ilişkiler, bölge ve insanlarını kuşatacak yeni medeniyet tasavvurunun vücud bulmasına imkan tanıyacaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin Afyon Emniyet Müdürüne söylediği ve Emirdağ Lahikasına aldığı şu cümleler inşallah yakın zamanda tecessüm edecek ve karşılığını bulacaktır. “Risale-i Nur’a ait mesele, bu vatan ve millete pek çok ehemmiyeti var. Size katiyen ve çok emarelerle ve kati kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükumet, alem-i İslam’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.” Her şey insanın kendisini fark etmesi ve ıslah etmesiyle başlayacak. Derginin sayfaları arasında gezindikçe kendinizi bulacaksınız. Kendisini bulan sayısı arttıkça da etraf ve âlem değişecektir. Bu, adetullahtan olduğu için akıldan vareste değildir. Sizleri derginin satırlarında gezinmeye davet ediyor, dualarınızla güzel günleri ümit ediyoruz. Allah’a emanet olunuz. Kalın sağlıcakla.

Hemen söylemek gerekirse çocuksu, sevimli defterim, bir günlük defteri değil, anı değil, hesap- kitap defteri değil, rutin işlerle ilgili bir ajanda da değil. Bana ait mahrem hiçbir şey yok onda. Hayatın bam teline dokunan her şey var ama. Ayet, hadis, şiir, vecize, anekdot vesaire… Bir kırtasiyenin tozlu raflarında dururken tanışmıştım onunla. Üzerinde çizgi film karakterlerinden birinin resim vardı sadece. Kareli, mavi renkli, basit, küçücük bir defterdi bu. Maddi değeri 3 lira, bilemediniz 4 lira… Manevi değeri ise pek kıymetli benim için. Her şeyim o benim. Hafızamın, duyuşumun, duruşumun ve rengimin anahtarı… Canımdan bir parça sanki. Gittiğim her yerin değişmez misafiri. Size tuhaf gelebilir ama yanımda olmayışından ıstırap duyar, kayboluşunda kaybolurum. Ne yazık ki seneler benimle birlikte onu da eskitiverdi. Solmuş ve buruşmuş mavi defterimin her sayfası üzerinde yılların derin izini okumak mümkün. Artık gençliğimin ilk yıllarına şahitlik eden küçücük defterimin bir köşeye bırakılma zamanı geldi de geçti bile… Fakat bu el kadar defteri size tanıştırmadan nasıl veda edebilirim? Hemen söylemek gerekirse çocuksu, sevimli defterim, bir günlük defteri değil, anı değil, hesap- kitap defteri değil, rutin işlerle ilgili bir ajanda da değil. Bana ait mahrem hiçbir şey yok onda. Hayatın bam teline dokunan her şey var ama. Ayet, hadis, şiir, vecize, anekdot vesaire… Şimdi vakit kaybetmeden içerisine dalma zamanı... İlkin aklımda yer tutan ayetlerden biri çıkıyor karşıma سَيَجْعَلُ اللَّهُ بَعْدَ عُسْرٍ يُسْرًا -“Allah her zorluktan sonra bir kolaylık verecektir.” Yoluna yol olana yollar açılır birden. Doğum sancısı bir çocuğu müjdecisi. Gecenin zifiri karanlığı aydınlığın habercisi. Zahmetin tutunduğu dalda vardır rahmet… Zorluk, müstakbel ve mazi arasındaki ipin girift bir düğümüdür hep. Kolaylık ise düğümlü ipin tek tek çözümlü bilmecesi. Çözmeden hangi zorluk kalkar ki… Hani bir hikâye anlatılır, “Bir gün, adamın biri ormanda gezerken bir kelebeğin kozasından çıkmaya çalıştığını görür. Kozasındaki küçük delikten çıkmaya çabalayan kelebeği saatlerce izler. Sonra adam, kelebeğin kozadan çıkmak için çabalamaktan vazgeçtiğini, gücünün kalmadığını düşünerek kelebeğin rahatça çıkması için kozadaki deliği büyütür. Bu sayede kelebek kozasından kolayca çıkar. Çıkar çıkmasına ama fakat daha hazır olmadığı için bedeni hala kuru ve kanatları ise buruş buruştur. Adam, kelebeğin gücünü toplayıp, kanatlarını açıp, uçacağını düşünüyordur. Oysa kelebek kozasından zamanından önce çıktığı için ne kadar çabalasa da nafile… Kelebek uçamadı… Buruşmuş kanatlarıyla yerde sürünmeye devam edip durdu. Adam, iyi niyetli bir şekilde kelebeğe yardım etmeyi istemişti aslında, ama bilemediği nokta; kelebeğin kozadan çıkmak için çabalaması, bedenindeki sıvının kanatlarına gitmesini ve bu sayede doğru zamanda kozasından çıkmasını ve uçabilmesini sağlayacaktı.” Kelebek olmak için koza ve çırpınış nasıl gerekliyse insan-ı kâmil olmak içinde zorlu hayat merdivenini tırmanmak bir o kadar şart. Tasaffi etmenin biricik şartı mücadele ve mücahade… Küçücük not defterimden bir sayfa daha açıyorum sonra. Öfkeyi yenen, cemiyeti cinnetten cennete çeviren hazine değerinde bir ayet çıkıyor karşıma وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَوَالْعَافِينَعَنِالنَّاسِ - “O müminler ki sinirlendiklerinde öfkelerini yutarlar ve insanları affederler.” Bir mümini tavsif eden ne de güzel bir ayet… Herkes heybesinde ne varsa onu sunar karşısındakine. Gül bahçesine uğrayan bilir ancak gülün kokusunu. Bu yüzden içinde bulunduğu ortama dikkat etmeli insan. Çevrenizde bir nefret iklimi yaygınsa şayet akıllıca olanı terk-i diyar etmektir oradan. Dış kaynaktan ya da insanın kendi yapısından veyahut yaşadığı olaylardan kaynaklanmış olan öfkeyi, zapturapt altına almanın elbette birçok ilmi yöntemleri vardır. Fakat unutulmamalı ki öfkeyi kontrol etmenin en önemli yolu iman koridorunda yürümektir. Yaptığı işlerin ötesini düşünen, her faaliyetinden dolayı hesaba çekileceğini bilen bir insan, kendi davranışları gözden geçirme ihtiyacı hisseder. Hayatını devamlı surette muhasebe ve murakabe içerisinde geçirmek yanlış yapma riskini azaltır. İslam dininin topluma ve bireye ait bütün buyruklarında insana saygı vardır. İnsanı esas alan ve ona değer veren bir dinin mensupları asla başkasına zarar veremez. Bir takım sebepler öne sürerek kamu düzenini bozmak, ortalığı yakıp yıkmak, insanların can ve mal güvenliğine kast etmek akılla izah edilebilecek bir durum değildir. Konuyla bağlantılı olarak; Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mal-i sâlihadır. Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, Hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.” Bu enfes tespitte görüldüğü üzere insanların hukukuna riayet etmek salih amel olarak değerlendirilmiştir. Umumun hukukunu bahsimizden hariç tutarsak şahsa karşı yapılan haksızlığa misliyle karşılık vermek kolay bir iş olsa gerek. Zor olanı ise sanırım affetmektir. Öfkeyi açığa vurmak o an için kısmi bir rahatlama verse de neticesi vahimdir. Bir bardak suda fırtınalar koparanların o fırtına da savrulma ihtimalleri pek yüksektir. Bu yüzden “Öfkeyle kalkan, zararla oturur.” atasözü boşuna söylenmemiştir. Öfke kalbi paralar, vicdanı yaralar. Affetmek ise uzun vadede bile olsa ruhu paklar. İnsana deruni bir huzur kazandırır. Kudretinin zirvesindeyken kudretsize el atmak bir erdem işidir. Ve dikkat edilmesi gereken önemli bir hususta insanları affetmenin af edicinin affına mazhar olmak için en önemli bir vesile kaynağı olduğudur. Not defterimdeki yolculuğum devam ediyor hâlâ… Şimdi de tıpkı sayfalarımın arasında kalmış gibi yıllardır yabancısı olduğumuz bir hadis ilişiyor gözüme. مَنْتَمَسَّكَبِسُنَّتِيعِنْدَفَسَادِأُمَّتِي فَلَهُ أَجْرُ مِائَةِ شَهِيدٍ -“Ümmetimin fesada düştüğü zamanda her kim ki benim bir sünnetimi işlerse, bir sünnete karşılık ona 100 şehit sevabı vardır.” Unutulan sünnetleri unutmayanı Efendimiz de (sav) unutmayacaktır. O halde değerli kardeşlerim! Geliniz önce Peygamberimizin ameli, ahlaki ve cemiyete dair unutulan sünnetlerini maddeler halinde bir kenara yazmakla işe başlayalım. Ve sonra bunları çocuklarımızla, eşimizle, yakınlarımızla paylaşalım. Bunların kaçta kaçını hayatımıza tatbik edip etmediğimizi tartışıp murakabe ve muhasebe edelim. Gerekirse hayatımıza uygulayabildiğimiz her bir sünnete çetele atalım. İnanınız attığımız her bir çetele dünyevi ve uhrevi saadetimizin bir anahtarı olacaktır. Sünnet bahsi üstadın bir sözünü hatırlatıyor bana. “Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, mutlaka gayet kıymettardır. Hususen bid’aların istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmek daha ziyade kıymettardır. Hususan fesâd-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâât etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittibâ etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı hatıra getiriyor. O ihtardan, o hâtıra, bir huzur-u İlâhi hâtırasına ink¨lap eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyyeyi mürâât ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor. Çünkü o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ittibâını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan, Şâri-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakka kalbi müteveccih olur. Bir nevi huzur ve ibadet kazanır. İşte, bu sırra binaen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.” Ayet ve Hadis üzerindeki yolcuğumdan sonra not defterimin satır aralarında ayrı bir yer tutan divan edebiyatının usta şairlerinin beyitlerine kulak tıkamak mümkün mü? Fuzuli, Baki, Şeyh Galip, Ziya Paşa, Şeyh Galip… Şimdikilere bedel hepsi bir Yıldız… Nabi’nin bir beytinde duraksıyorum. “Bağ-ı dehrin hem hazanın, hem baharın görmüşüz Biz neşatında gamında rüzügârın görmüşüz.” Güneşin ve bulutun kol kola gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Biri ötekinden hali değildir. Farklı zamanlarda esse de yüreğimizde ayrı bir iz bırakır sürurun ve hüznün rüzgârları. Geçmişimiz, hatta hal-i hazır acısıyla, tatlısıyla yaşam kumbarasına atılan bir tecrübe değil midir? Allah’ın “Hay” ismiyle birlikte hayat, hayatın akışıyla birlikte de anlar kaçınılmaz olur. Bebeklik, çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık dönemleri her anın birikmiş anıları ve duraklarıdır aslında. Duraklar, duraklar… Bazen buzlu cam gibi puslu; bazen berrak bir su gibi tertemiz… Eğer durduğunuz yerdeki durağınıza gam yerine neşe ve huzur rüzgârlarının esmesini istiyorsanız; iyilerle olun önce, olun ki, iyilik bulup, iyilik yapasınız herkese. Sözün nihayetine doğru gelmişken aslında amacım sadece sizlere not defterimin içindekileri tanıtmak değildi elbet. Not defterinden bahsederken not almanın öneminden de bahsetmekti belki. Herkesçe malum olan bir araştırmaya göre insanoğlu işittiklerinin % 20’ sini, gördüklerinin % 40’nı, gördüklerinin ve işittiklerinin % 60’ı gördüğü, işittiği ve yazdığının ise % 80’ini hatırlayabiliyor. Bu nedenle zihnin ağır yükünü hafifleten, kişilerin hayatlarını disipline eden önemli yöntemlerden birinin de not alma olduğunu söyleyebiliriz. Damla damla biriktirilen notların birgün ummana dönüşeceği ve başarının kapısını açacağı gözden ırak tutulmamalıdır. O halde geliniz sanal âlemimizden bir an olsun kurtulup bir iyilik yapalım kendimize HAYATIN RESMİNİ ÇİZMEK İÇİN küçücük bir not defteri alalım elimize…