99. Sayı: "Medresetü'z-Zehra: Üniversite Projesi Mi, Medeniyet Projeksiyonu Mu?"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHalk, ca’l ve ruhun mec’ûliyet ciheti
İbadet

Zerrelerden kürelere uzanan ve aklımızın almadığı, alamayacağı boyutlar içinde ce­reyan eden halk etme, bir şeyi yoktan var etme hakikati iki suretle gerçekleşiyor. Biri ibda’ denilen, tamamen hiçten, yok­tan, örneksiz var etme; diğeri ise inşa ta­bir edilen, daha önce yaratılmış olan yapı taşlarından o ana kadar hiç olmayan yeni bir şeyi terkip ederek yaratma. Evrende hiçbir şey tesadüfen meydana gel­miyor. Tesadüf kelimesi lügatlerde ancak mecaz olarak var. Her şey nihayetsiz bir hikmet altında ve aralarında birbirinden ayrılması imkânsız ilişkiler yumağı içinde kuşatıcı bir kasıt ve irade altında milim milim bir dantel gibi işleniyor. Öylesine ki bütün kâinat, hikmet boyu­tunda tek taşını bile yerinden oynatama­yacağımız bütünlükle âdeta tek bir varlık ve bir insan-ı ekber hükmünde. Sahip ol­­makla gururlandığımız bütün ilimler bü­tün incelikleriyle hep kâinatın eczası ara­sında ilim, irade ve kudret ekseninde tesis edilen bu ilişkinin derinliği ve tartışılmaz doğruluğu üzerine kurgulanmış. “Beka, tekerrür-ü vücuddan ibarettir” di­yor Üstadımız. Filhakika içinde bulundu­ğu­muz her zaman diliminde kudret-i İlâ­hiye mütemadî bir yaratma, halk ve icad içinde, her şeyi bütün özellikleriyle varlıkta tutuyor, an be an yaratıyor, beka veriyor. O kudretten bir an nisbeti kesilen şey, o an yok olur. Halk (خَلْق) ve Ca’l ( جَعْل) Zerrelerden kürelere uzanan ve aklımızın almadığı, alamayacağı boyutlar içinde ce­reyan eden halk etme, bir şeyi yoktan var etme hakikati iki suretle gerçekleşiyor. Biri ibda’ denilen, tamamen hiçten, yok­tan, örneksiz var etme; diğeri ise inşa ta­bir edilen, daha önce yaratılmış olan yapı taşlarından o ana kadar hiç olmayan yeni bir şeyi terkip ederek yaratma. Deney boyunca sadece su ile beslenen ve bu süreçte içinde dikildiği saksı toprağının ağırlığından eksilen miktarın yüzlerce kat üzerinde ağırlık kazanan bir bitki, ağırlığı­nın ne kadarını sadece sudan veya havadan almış olabilir? Bu miktarın ne kadarının ibda’, ne kadarının inşa suretiyle olduğu meselesi gerçekçi olarak ancak ilm-i İlâ­hî’ye havale edilebilir. Gözümüzün önünde toprağa atılan kup­kuru bir çekirdeğin uyanıp açılması, türlü şekil ve ambalajlar içinde birbirinden güzel renk, tat ve kokularla her biri birer harika-i san’at olan nimetlerin bizlere bu kadar ucuz takdim edilmesi sıradan bir şey midir? İnsan ve hayvan organizmalarının akıl­ları hayrette bırakan ve hala tam ola­rak çö­zülememiş olan muhteşem ana­tomik yapı­larından öte, en basit hayat mer­tebe­sindeki bitkilerin bu denli kolaylıkla, her yerde ve çoklukla meydana gelmesi, “Ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmış; haki­kati, hakiki olarak beşerin aklı ile keşfe­dilememiş” bir imtihan sırrıdır. Evet, mikro ve makro âlem, her gün bir yaz-boz levhası gibi sürekli bir yaratılış ve hiç durmayan hummalı bir faaliyet ve resmigeçit içinde şekilden şekle giriyor, ibda’ ve inşa suretindeki hallâkıyetiyle şid­det-i zuhurundan ihtifa eden nihayetsiz bir kudrete aklımızın pencerelerini açıyor. Halk, ilm-i İlâhîde sadece vücûd-u ilmîsi bulunan bulunan namütenahî a’yân-ı sâbi­teden, sınırsız ihtimal yolları içinde ira­de-i İlâhiyenin tahsis ettiklerini, kudret-i İlâhiyenin adem-i hâricîden vücûd-u hâ­ricîye çıkarması, yani onu yoktan var et­mesidir. Bir de ca’l var. Yine ona mahsus, yine sıra dışı. Ama kudrete bedel, daha ağırlıklı ola­rak irade-i İlâhiye ile şekillenen ca’l. Kamus’ta beyan edildiği gibi, başta yarat­mak olmak üzere hemen tüm fiillere mev­zu olacak şekilde, yerine göre ondan fazla değişik anlam yüklense de, ca’l asıl yapısı itibariyle Kamus müellifinin de ifade et­tiği gibi kılmak, yapmak, işlemek, bir şeyi bir hal üzere tahsis etmek manasını mu­tazammındır. Burada ca’l’in, halk olunan şeye bir fonk­siyon tanımak, onu bir şeye mahsus kıl­mak nüktesi üzerinde du­ra­cağız. Bu itibarla halk da galip olan sıfat kudret, ca’l’de ise irade-i İlâhiyedir. Modellenecek olursa, halk, Al­lah’ın gözü bü­tün de­tay­larıyla yoktan yaratması; ca’l ise Allah’ın gözü görücü kılmasıdır. Göz, öyle bir irade olmasaydı yine var olurdu ama ih­timal ki görücü olmazdı. İşitici olabilirdi, koklayıcı ola­bilirdi veya hiç bilmediğimiz bambaşka bir fonksiyon icra edebilirdi. Göz, halk itibariyle mahlûk, ca’l iti­bariyle de mec’ûl olur. Halk bir şeyi hiçten var eder, vücud verir; ca’l ise o şeyi bir sıfatla muttasıf kılar, ona bir statü kazandırır. Yaratılan her şeye irade-i İlâhiye nihayetsiz ilim ve hikmetiyle bir fonksiyon tayin eder. Sözgelimi hepsinin kanla ilgili ayrı ayrı fonksiyonları olsa da vücudumuzda böbreğin gördüğü iş ile karaciğerin, akci­ğerin veya pankreasın yapacağı vazife bir değildir. Kan, birbirine eklenecek olsa yak­laşık yüz bin kilometre uzunluğunda olan damarlar aracılığıyla her biri ayrı bir görev tanımlamasıyla çalışan organlara ulaşır. Sadece vücudumuzda değil, şu kâinatta canlı veya câmid her bir şeye kendine has bir fonksiyon tanımlaması yapılmıştır ve her şey hayatının lisan-ı haliyle o kemale doğru meyleder. Aynı elektronik devre, kullanım maksadı çerçevesinde değişik görevler üslendiği gibi; dünya âhiret yaratılmış her şeyin -tabir câizse- donanımı kudretle, yazılımı ise iradeyle şekillenir. İşte bu noktada ca’l, çok güzel bir şey gö­rüldüğünde zihinlere terettüp eden, “Peki bu neye yarar, sebeb-i vücudu nedir?” sua­line cevap teşkil eder. Kur’ân-ı Kerîm’de Ca’l ve Halk وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ “O (Allah) ki geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratmıştır.” (Enbiya, 33) âyeti bu dört unsurun halk cihetine işaret eder. Ama وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ لِبَاسًا yaratılmış olan aynı “Geceyi, üzerinize örtü kıldık” (Nebe’, 10) âyetinde ise nazara verilen, yeni bir yaratma değil, zaten halk edilmiş olan geceye tanınan bir fonksiyon yani ca’l ci­hetidir. Allah geceyi yaratmıştır ama onu ekser mahlûkatına bir dinlenme vakti ve karanlığında büyük-küçük, güzel-çirkin her şeyi bürüyen bir örtü kılmıştır. Keza وَجَعَلْنَا النَّهَارَ مَعَاشًا “Ve gündüzü maişet zamanı kıldık.” (Nebe’, 11) Olanca ihtişamıyla yaratılmış olan gün­düzün ca’l ile ifade edilen ciheti, onun ge­çim vakti olarak tahsis edilmiş olmasıdır. Ve yine وَجَعَلَ الْقَمَرَ فِيهِنَّ نُورًا ay (yedi kat se­ma) içinde bir nur, وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا gü­neş ise sema yüzünde bir kandil kılınmıştır. (Nuh, 16) Bir fikir vermesi adına Kur’ân-ı Kerîm’de 346 defa geçen ‘Ca’l’ maddesinin hangi ma­kamlarda nasıl zikredildiğine dair diğer âyetlerden birkaç örnek verilecek olursa: “O, yeryüzünü sizin için itâatkâr kılandır” (Mülk, 15) Yeryüzünde dilediğimizce yollar, tüneller, barajlar inşa ediyoruz. “Karnın yardım, kaz­mayınan, bel ilen. Yüzün yırttım, tır­nağınan, elinen. Gine beni karşıladı gü­linen” denilen yeryüzü, bakınız, bize itiraz etmiyor. Çünki, Cenab-ı Hak muhafaza buyursun, depremlerin, heyelanların lisan-ı haliyle hafiften itiraz etmeye başladığında, “Kaça­cak yer nerede?” diye feryat ettiğimiz arz, mutlak bir irade tarafından mühlet verilen vakte kadar bize itâatkâr kılınmış, mec’ûl kılınmıştır. “O, sizi işitme, görme ve idrak etme hassası (sahibi) kıldı.” (Nahl, 78) “Onlar, Allah’ın, semaları ve yeryüzünü ya­rattığını ve onların bir mislini daha ya­ratmaya kadir olduğunu görmüyorlar mı? Onlar için, onda (hakkında) şüphe ol­ma­yan bir ecel kıldı (belli bir süre takdir etti).” (İsra, 99) “Ana- babanın ve yakın akrabaların bıraktık­larından, herkesi mirasçı kıldık.” (Nisa, 33) “(Kundaktaki İsa) şöyle dedi: Muhakkak ki ben, Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı.” (Meryem, 30) “Sizin aranızda sevgi ve rahmet (merhamet) kıldı.” (Rum, 21) “Ve cehennemi, kâfirler için kuşatıcı kıldık.” (İsra, 8) Bu emsal ayetlerde geçen ca’l lafızlarının hepsi, farklı inceliklerle mezkûr hakikate işaret ediyor. Yeryüzüne İnsanın Halife Kılınması وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً “(Ey Habîbim!) Bir zaman Rabbin, melek­lere: ‘Şübhesiz ki ben, yeryüzünde (insanı) bir halîfe kılacak olanım’ buyurmuştu. (Melekler:) ‘Orada fesad çıkaracak ve orada kanlar dökecek bir kimse mi kılacaksın? Hâlbuki biz hamdin ile (seni) tesbîh ve takdîs ediyoruz’ dediler. (Rabbin de onlara:) ‘Sizin bilemeyeceğiniz şeyleri, şübhesiz ki ben bilirim!’ buyurdu.” (Bakara, 30) Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, me­lek­leri bu makamda şaşırtan cihetin, insan­ların halk’ı yani yaratılması ciheti değil, beşerin arza halife olarak tahsis edilmesi yani ca’l ciheti olduğunu ifade ediyor. İşârâtü’l-İ’câz’dan anlıyoruz ki, bu sualde meleklerin maksadı bir itiraz değildi. On­lar Cenab-ı Hakk’a insanın yaratılışını, halk cihetini değil, ona halife fonksiyonu tanınmasının sebep ve hikmetini yani ca’l cihetini sual ettiler. Ve yine Hz Üstad âyette ‘Câ’il’ kelimesinin ‘Hâlik’ kelimesine bedel tercih edilmiş olmasının, bu nükteye işaret ettiğini vur­gulayarak “Ca’l tabirinden anlaşılıyor ki insanın ahvali, vaziyetleri ne tabiatın ikti­zasıdır ve ne de fıtratın icabıdır. Ancak bir Câ’il’in ca’li iledir” diyor. Yani insanların türlü tercihler içinde şekil­lenen malum ahvalleri, kudretin muktezası olsaydı ve yaptıkları işe fıtratları onları cebretseydi, bu yaptıklarından haliyle mes’ul olmazlardı. Malumdur ki kudretin konuştuğu yerde cüz’i ihtiyarî susar. Hâlbuki insanların ca’l eksenindeki bu hal­leri, onlara tanınan bir inisiyatiftir, bir fırsat vermedir, bir opsiyondur. Daire-i tek­lifleri içinde onlara bir fonksiyon tanıma­­dır. Cüz’i ihtiyarîlerini bu cihetle serbest ola­rak kullanabilirler. Bu hal, bir yaratma neticesi ve fıtratlarının icabı olsaydı, zorunlu olan yemek-içmek gibi, yorulmak-uyumak gibi nihayetinde insana sorumluluk terettüp etmeyen fıtrî bir ahval söz konusu olurdu ve imtihan olmazdı. Ruh Bir Kanun-u Emrîdir Yeryüzünde cari bütün kanunlar irade-i İlâ­hiyenin bir tecellisidir. Bizler insan ola­rak, bu bağlayıcı ve mutlak kanunların öy­lesine mahkûmuyuz ki aksini tasavvur bile edemiyoruz. Dünyanın neresinde bir damla su varsa, iki hidrojen bir oksijenden oluşmuştur ve bu hidrojen atomları arasındaki açı her yer­de 104,45 derecedir. Atomlar arasındaki moleküler yapının milim şaşmaz kuralları vardır. Suyun kaldırma kuvveti gibi, hangi ölçüde olursa olsun üçgenin iç açılar toplamının 180 derece olması gibi bizi kuşatan ve fizik, kimya, matematik gibi tüm fen bilimlerinin temelini teşkil eden kanunların her biri, hakikatte irade-i İlâhiyenin birer tecellisidir. Birer İlâhî sıfat olarak, ilmin şe’ni bir şeyi olduğu hal üzere bütün mahiyetiyle bilmek, iradenin şe’ni o şeyin olmasını dilemek, kudretin şe’ni ise onu yoktan var etmek, yaratmaktır. Yani ilim bilir, irade tahsis eder, kudret ise yapar. Bu itibarla ilmin taalluk ettiği şeye ma’lum, iradeninkine kanun, kudretin eserine ise mahlûk denir. İlmin, mahiyetini temyiz ettiği ve kudretin yarattığı herhangi bir şeyin, varlık olarak tüm hususiyetlerinin nihaî sınırını ve fonksiyonunu ise irade belirler. Üstadımız, ruha benzeyen ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden, ruha bir derece muvâfık o kanunlar bir vücûd-u hâricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu, diyor. Mahiyeti itibariyle kâinatta cari olan niha­yetsiz kanunlar gibi ruh da bir kanun-u emrîdir. Ancak akıllara durgunluk veren bir program ve yazılım mahiyetindeki ruh, diğer kanunlardan farklı olarak vücûd-u hâricî giydirilmiş yani yaratılmış, aynı zamanda zîhayat ve zîşuur, hayat ve idrak sahibi kılınmıştır. Ruh nuranî, câmi’, gerek âlem-i vücûba, ge­rekse âlem-i imkâna yönelik bakış açısıyla gayet cemiyetli ve yüksek bir mahiyete mâliktir. Sanal ve itibarî bir şey değil, ha­kikattardır. Küçük ve basit olmakla birlikte âlemi kuşatacak şekilde külliyet kesb et­meye, inkişaf etmeye müstaid olarak yara­tılmıştır. Ruhun derece-i hayatına ulaşan ve bir ay­lık mesafeden Sâriye namındaki kumanda­nına dağa çekilmesi için minber üstünden seslenen Hz. Ömer işte bu istidad ile mesafe tanımadan ordusuna komuta eder. Aylar sonra Hz. Sâriye İran seferinden Medine’ye döndüğünde “Biz Ömer’in sesini işittik! Dediği gibi önümüzdeki geçidi geçmeyip dağa yöneldik. Allah böylece bize zafer nasib kıldı” diyecektir. Ruhun mahlûk olan hususiyetlerinin öte­sindeki en galip sıfatı, bir ağacın tüm detaylarını belirleyen teşekkülât kanunu gibi, bizim bir insan olarak bütün hare­kâtımızın mihveri olması itibariyle, insan mahiyetine derç edilmiş, ilim ve irade-i İlâhiyenin tecellisine mazhar, harika ve muh­teşem bir kanun, bir program hük­münde olmasıdır. Ruhun Mec’uliyeti Bu makamda Sa’d-ı Taftazânî’nin ruhu biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere ikiye taksim ettikten sonra, “Mevte mâruz kalan, yalnız ruh-u hayvanîdir. Ruh-u insanî ise mahlûk değildir. Ve onunla Allah beyninde nispet ve sebep yoktur” demesi, işte halk ile ca’l arasındaki bu nükteye işarettir. Üstadımızın beyan ettiği gibi, “Ruhun mahiyeti, zîhayat bir kanun-u emrî, zîşuûr bir âyine-i ism-i Hayy, zîcevher bir cilve-i hayat-ı sermedî olduğundan mec’ûldür. Bu cihetle, mahlûktur denilemez.” Hâsılı, ruhun kudret-i İlâhiye ile yaratılmış olması yani halk ciheti ayrı bir şeydir; ruha irade-i İlâhiyenin bir tecellisi olarak bir kanun mahiyetinde, bütün varlığımızın stratejik planlama ve harekât merkezi, programı ve gerçek kimliği olacak şekilde fonksiyon tanımlanmış olması ise ca’l ciheti olarak ayrı bir şeydir. Ruh kudrete âyine olması itibariyle mahlûk, iradeye taalluku cihetiyle mec’ûldür. Ruhumuz ölüme maruz kalarak beden elbisesinden ayrılır ve âlem-i berzahtan âlem-i âhirete, ebed cihetine intikal eder. Ruhun mec’ûl olan kanuniyet ciheti ise iradenin birer tecellisi olan diğer lâyemut kanunlar gibi, bize ait değildir. Allahu a’lemü bissavab.

Ali KURT 01 Şubat
Konu resmiBugün Bir Hastayı Ziyaret Ettiniz mi?
Sağlık

“Bugün hasta ziyaretine gideniniz var mı?”Günümüzde ne yazık ki; bir cenazeye katılmayı bırakın, “Allah rahmet eylesin” demek bile insanlara çok zor gelmekte. Bugün kim ne yaptı? Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Bir defasında Peygamber Efendimiz (asm): “Bugün içi­nizden kim oruç tuttu?” diye sordu. Hz. Ebu Bekir (ra): “Ben” dedi. Peygamber Efen­dimiz (asm): “Hasta ziyaretine gide­niniz var mı?” diye sordu. Yine Hz. Ebu Bekir (ra): “Ben” dedi. Peygamber Efen­dimiz (asm): “Hanginiz bir cenazenin teşyiinde bulundu?” diye sordu. Yine Hz. Ebu Bekir (ra): “Ben” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “Bugün kim bir fakirin karnını doyurdu?” diye sordu. Yine Hz. Ebu Bekir (ra): “Ben” deyince; Peygamber Efendimiz (asm): “Bu hasletleri bir günde kendisinde toplayan adam muhakkak cen­nete girer” buyurdu. (Hayâtü’s-Sahâbe) Asr-ı Saâdet’ten günümüze dersler Yukarıdaki hâdise, Asr-ı Saâdet’ten günü­müze mükemmel bir dersi barındırmakta içinde... Komşunun komşuyu tanımadığı ya da tanımamazlıktan geldiği, çocukları yaşadığı hâlde huzurevlerinde birçok yaş­lı insanın barındığı ve başsağlığı dile­me­nin veya geçmiş olsun demenin bile çok görüldüğü bir zamanda yaşıyoruz. Pey­gamber Efendimizin (asm) ashabına sor­duğu bu soruları biz bir mecliste sorsak, bu sorulardan herhangi birine kaç kişi ‘evet’ der acaba? Peygamber Efendimizin (asm) bu soruları ardarda sormasının altında yatan hikmetler zinciri tefekkür etmemiz gereken önemli bir husus. Çıkarmamız gereken birinci ders, elbette ki; orucun Ramazan’a mahsus olmadığıdır. Ramazan ayının hâricinde de farklı günler vesîle edilerek nâfile oruçların tutulması, Peygamber Efendimizin (asm) sünnetleri arasındadır. Çıkaracağımız ikinci ders ise, sosyal haya­tımızla ilgili. Hasta ziyareti, bunlardan bi­rincisi. Akrabalarımızın, komşularımızın, ar­­­ka­daşlarımızın veya tanıdıklarımızın ha­­­­yat­­ta iken zor günlerinde, hâllerini ha­tır­larını sormak, bir geçmiş olsun de­yip; şifaları için dua etmek çok da zor ol­masa gerek. Yalnız burada önemli bir husus, hasta ziyaretinin abartılmaması ve mümkün olduğunca kısa kesilmesidir. Zi­yaretin hastayı rahatsız etmeyecek, ona zarar vermeyecek ve onu teselli edecek mahiyette olması gereklidir. Hastalıktan ders çıkarılması ve manevî teselli nok­tasında 25. Lem’a Hastalar Risâlesi, yolu­muzu aydınlatacaktır. Yine vefat eden bir yakınımızın veya tanı­dığımızın cenazesinde bulunmak, cenaze işlemleri için ailesine yardım etmek, zor günlerinde onlara te­selli vermek de, ehl-i cennetin özellikleri arasında. Günümüzde ne yazık ki; cenazeye katılmayı bırakın, “Allah rahmet eylesin” demek bile insanlara çok zor gelmekte. Ama zaten ‘Ebu Bekirleri’ diğerlerinden ayıran özellikler de işte bu tür durumlarda ortaya çıkıyor. Çıkaracağımız son ders ise, infak hususunda. “Komşusu açken tok yatmayan” medeniyet anlayışımızın gereğini yüzyıllarca en güzel şekilde göstermişiz cümle âleme. Arada bir kopukluk dönemi yaşasak da, günümüzde bu konuda tekrar çok güzel çalışmalar yapılıyor. Hayrat İnsanî Yardım Derneği ve diğer bütün yardım kuruluşlarının faa­liyetlerini, sevinçle izliyoruz. Hem mem­leketimizde hem de İslâm dünyasında sı­kıntı içinde olan, kimi zaman yiyecek bir parça ekmek dahi bulamayan Müslüman kardeşlerimize elimizden geldiğince yardım etmek zorundayız. Bunu nafile bir ibadet olarak değil de önemli bir görev olarak görmeliyiz. Peygamber Efendimizin (asm) bir gün için saydığı bu hayırlı amelleri her gün yapamasak bile haftada birer kere dahi yapsak; hem enfüsî hem de içtimâî dairede önemli aşamalar katedeceğimize inanıyorum.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiİlk Dönem Anonim Osmanlı Tarihî Kaynakları
Tarih

Osmanlı devletinin ilk iki yüzyıllık tarihi için arşiv kaynakları yok denecek kadar az­dır. O yüzden Osmanlı tarihinde kullanı­lan yerli kaynakların esas itibariyle iki te­mel türü vardır. Bunlardan birincisi kitabi kaynaklardır. Diğeri ise arşiv kaynaklarıdır. Osmanlı Tarihçiliğinin Başlangıcı Osmanlı devletinin ilk iki yüzyıllık tarihi için arşiv kaynakları yok denecek kadar az­dır. O yüzden Osmanlı tarihinde kullanı­lan yerli kaynakların esas itibariyle iki te­mel türü vardır. Bunlardan birincisi kitabi kaynaklardır. Diğeri ise arşiv kaynaklarıdır. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrine ait kitabi kaynakların önemli bir kısmını “Tevârîh-i Âl-i Osmân”lar oluşturmaktadır. Fakat Osmanlılarda tarih yazıcılığı, Os­manlı devletinin kuruluşu ile birlikte de­ğil­dir. Yani kuruluştan XV. yüzyılın baş­larına kadar olan dönemde, Türkçe ya­­zıl­mış herhangi bir tarih kaynağına rast­lan­mamıştır. Osmanlı’nın yazarı belli olan ilk tarihi Ahmedî’nin Tevarih-i Mülûk-ı Âl-i ‘Osmân’ıdır. Ahmedî dönemi 1410’lara ka­dar sürmüştür. Fetret döneminde ise Os­manlı tarihçiliği açısından bir boşluk vardır. Daha sonra ya­zılan kimi tarihlere kaynaklık ettiği bilinen “Yahşi Fakih'in Menakıpnamesi” ise ne yazık ki bugün ortada yoktur. Bundan sonra 2. Murad dönemi telifleri öne çıkmaktadır. Çelebi Mehmet döne­minde başlayan ve özellikle 2. Murad devri (1421-1451), Türk kültü­rünün gelişmeye başladığı, Os­manlı tarih­çiliğinin temellerinin atıldığı bir dönem olarak kabul edilir ve bu döne­minde mey­­dana getirilen eserler, tarih yazımı hu­susunda büyük bir artış gösterir. Yine bu devirde, Farsça ve Arapçadan tercüme yoluyla Türk kültürüne kazandırılan eserler yanında, Osmanlı tarihini konu edinen ki­mi eserler de yazılmıştır. Bunlar, kronolojik bir düzen içerisinde olayların çok kısa olarak anlatıldığı, orijinal şekilleriyle elimize ge­çen yıllık olarak da adlandırılan tarih Tak­vimler (Saray Takvimleri) ile Fetihname ve Gazavatnâme türünden eserlerdir Osmanlı devletinin tarihinin yazılmasına karşı duyulan ilgi, devletin güç ve kuvvet kazanmasına paralel olarak gelişme göster­miş, bunun sonucu olarak Fatih Sultan Mehmet devrinde (1451-1481) Osmanlı ta­rihinin temel yerli kaynakları ortaya çık­maya başlamıştır. II. Bayezid zamanında da (1481-1512) sistematik bir biçimde gelişme gösteren tarih yazıcılığı kendine seçkin bir yer edinmiştir. Bayezid devrinde Osmanlı tarihini, dev­letin kuruluşundan müellifin bulunduğu zamana kadar getiren, genel olarak padi­şahların siyasî ve askeri faaliyetlerini, eği­tim, sağlık ve sosyal hizmete yönelik olarak yaptırdıkları kurumları anlatan, toplumun değişik kesimlerine, yani saray çevresine, askeri zümreye ve halka hitabeden, pek çok tarih eseri yazılmıştır. Bu tür eserler genel olarak “Tevârih-i Al-i Osman” adı ile literatüre geçmişlerdir. Âşık Paşazade, Neşri ve Oruç Bey gibi çokça bilinen tarihçilerin eserleri yanında, kimler tarafından yazıl­dığı bilinmeyen anonim Tevârih-i Âli Os­manlar da bu yüz­yılda ortaya çıkmıştır. Anonim Osmanlı Tarihi Kaynakları Küçük farklılıklar dışında genelde birbir­lerine benzeyen, yurt içi ve dışında pek çok nüshası bulunan anonim eski Osmanlı kronikleri, her türlü sanat endişesinden uzak. XV. yüzyılın sade Türkçesiyle yazıl­mışlardır. Nüsha sayılarının çokluğuna ba­kılırsa, o devirde bu tür popüler tarihlere büyük bir ilgi gösterildiği anlaşılmaktadır. II. Bayezid devrinde, Osmanlı hanedanı­nın tarihinin yazılmasına karşı duyulan ilgi zirveye ulaşmış, köklü bir geleneğe dönüşen bu çeşit tarih yazımı. XVI. yüzyılda da kısmen devam etmiş, daha sonra yüzyılın ortalarında ise yerini resmi tarihçiliğe, yani vakanüvisliğe terk etmiştir Anonim Tevârih-i Âl-i Osmanlar değişik bakımlardan kaynak olma özelliğine sa­hip­tirler. Devletin kuruluş yılıyla İl­gi­­li çok önemli bazı kayıtları Bizans tarih­leri yanında anonim teravihlerde de bu­lunmak­ta­dır. Nitekim Osmanlı beyliği ile Bizans devleti arasında yaşanan bazı olaylara dair anonim terâvihlerde verilen bilgilerin, çağdaş Bizans tarihçilerinin anlattıklarıyla örtüştüğü görülmektedir. Hatta anonimlerde yazarı bilinen ta­rih­­lerde yer almayan geniş bilgiler bu­lun­­maktadır. Anonim kroniklerin pek ço­ğunun harekeli oluşu, Osmanlı tarihi­nin özellikle İlk dönemlerine dair kimi yer ve şahıs isimlerinin doğru olarak tes­pitinde araştırıcılara büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Bir diğer önemi de anonim tarihler yazıldıkları II. Bayezid dönemi tarihi için de hususî bir değer taşırlar. Ay­rıca Türk dili araştırmaları yönünden de ilgi çekicidirler. Murad devrinde vakayiname olarak kar­şımıza çıkan eserlerin bir araya getirilerek anonim şekilde Tevârîh-i Âl-i Osmân tarzı eserlerinin oluşturulduğunu görmekteyiz. İş­­te bu anonim eserlerin olgunlaşması ve der­lenmesi 2. Bayezid devrinde ta­mamlandı. 2. Murad devrinde teşekkül edip 2. Bayezid devrinde düzenlenen bu eserler genellikle Osmanlının kuruluşunu, Ertuğrul Gazi ve Süleyman Şâh ile başla­dığını görüyoruz. Bu eserlerdeki, aşağı yu­karı 2. Murad devrine kadar verilen bilgi­lerin üslubu ile 2. Murad devrinden sonraki üslup arasında ciddî farklılıkların olduğu­nu tespit ediyoruz. Anonimlerin hemen hepsi ortak olarak Süleyman Şah’ın Anadolu’ya girmesiyle başlıyor. Anonimlerin bitişi ise muhteliftir. Hemen hepsi ortak olarak İstanbul’un fet­hini kısa tutmuştur. İstanbul’un kurul­masını ve Ayasofya’nın efsanelerini ver­miş­tir. İstanbul’un geçmişi hakkında bil­gi­lerin, İstanbul efsanelerinin kimden ve­ya kimlerden alındığı meçhuldür. ‘Âşık paşa­zade hariç hemen hepsi bunları almıştır ki bu âdet, 16. yüzyıla kadar geçmiştir. Anonimlerin malzeme niteliği hususunda, ‘Âşık paşazade, Neşri, Oruç Bey’in tarihi benzerlik göstermektedir. Kimin neyden istifade ettiği anlaşılamamıştır. Anonimleri tarihleri iki kısımda toplaya­biliriz. Bu anonimlerin önemli bir bölü­münü, Friedrich Giese bir arada toplayarak tek bir nüsha hâline getirmiştir. Anonim Tevârîh-i Âl-i Osmânların tespit edilen 13 nüshası vardır.  Birinci kısım tarihler 2. Bayezid devinimin ortalarına kadar düzen­lenen anonimler. İkinci kısım anonimler ise 16. yüzyılın ortalarına (Kanuni devrine) kadar gelir. Bunların o dönemde derleyeni Muhyiddîn Cemali’dir. Anonimlerin Faydalandığı Kaynaklar Birçok eksikliklerine ve oldukça geç bir dö­nemde yazılmış olmalarına rağmen, adı geçen yüzyılları kapsayan Osmanlı tari­hinin yazılmasında, bütün kronikler ana kaynak değerindedirler. O yüzden anonim tarihlerin faydalandığı kaynakların en ba­şında takvimler gelmektedir. Tarihî yö­nüyle kuruluş devrinin aydınlatılmasına ışık tutan bu türün ilk örnekleri olan ilk Os­manlı kronikleri kuruluştan yaklaşık 100 - 150 yıl sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. Olaylar sondan başa anlatılıyordu. Yıldız­ların olaylara tesirleri hakkında bilgi ve­ren, insanların başından geçen vakaları gösteren küçük eserlerdir. Tertip edildiği yıldan geriye doğru gidilerek mecmualar oluşturulmuştur. Bazılarında hicrî takvim vardır, bazılarında yoktur. Takvimlerde olaylar genellikle kısa olarak anlatılmasına rağmen daha sonra gelecek kroniklerin malzemesi olduğundan değerlidir. Münec­cimler tarafından padişaha sunulmak üzere hazırlanan bu takvimlerin, tertip olunduğu yıl bilindiğinden geriye doğru gidilerek kaç yıl geçmişse o olayı kaydetmektedir. Böylece hâdisenin hicrî yılını tespit etmek mümkündür. Bu takvimler, nüshalar hâlinde yayınlandı. Başlıca 3 nüsha takvim vardır. Bunlardan birincisi H. 824 (M. 1424) tarihli takvim. Çelebi 1. Mehmet’e Farsça sunulmuştur. Hz. Âdem’den itibaren Selçuklu Gazân Han’a kadar ele alır. Ardından Karaman ve Osmanlı tarihleriyle ilgili kayıtlar vardır. İkincisi H. 835 tarihli Türkçe takvim. Üçüncüsü H. 843 tarihli takvim ise Enbiya tarihi, din, ulema, hâkim, hükümdarlar anlatılır. Selçuklulardan sonra 2. Murad dönemine kadar Osmanlı tarihi kaydı vardır. Anonimlerin faydalandığı kaynaklardan birisi de Âşık paşazade Tarihi içerisinde “Yahşi Fakih (Orhan Gazi’nin imamının oğlu) Menakıp namesi olduğu bazı araş­tırmacılar tarafından iddia edilmiştir. Bu eser bugün mevcut değildir. Âşık paşa­zadenin eserinde bundan bahsedilir. Bu menakıpnamenin nüshası yoktur. Böyle bir eserin varlığını sâdece ‘Âşık paşaza­deden biliyoruz. Orhan Gazi’nin imamı İshak Falih’in oğlu Yahşi fakihin evinde bir gece misafir olur, o gece Yahşi Fakih Me­nakıpnamesini okuduğunu anlatır. Bu mena­kıp, belki Osmanlı’nın ilk kay­nağı olarak kabul edilebilir. Burada şu sorulur: Âşık paşazade, bu eseri aynen mi nakletti, yoksa eklemeler çıkarmalar yaparak mı nakletti? Eserdeki bilgiler Bi­zans kronikleriyle mukayese edilmiştir ve doğrudur. Anonimlerin faydalandığı kaynaklardan bir diğeri ise Ahmedî’nin Türkçe manzu­me olan “İskendernâme” sinin son kıs­mı­na eklediği Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Os­man’ıdır. Bu eser, Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren başlayarak Yıldırım Bayezid’in ölümü ve Bayezid’in oğullarından şehzâde Süleyman’ın tahta çıkışına kadar kapsamaktadır. 2 ayı aş­kın görev yapmıştır. Anonim tarihler Ah­medî’nin eseri Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân’dan olayları bazen olduğu gibi aktarılmıştır. Kaynakça: Emecen, Feridun M. 2012, Ders Notları.Öztürk, Necdet, (2000), Anonim Osmanlı Tarihi 1299-1512, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.Özcan, Abdulkadir (2000), Anonim Osmanlı Tarihi, Ankara: Türk Tarih kurumu Basımevi.Özcan, Abdulkadir, Osmanlı Tarihçiliği ve Tarih KaynaklarıUluocak, Mustafa ve Baştürk, Şükrü (2010), Anonim Bir Târîh-İ Âl-İ Osmân Nüshasının Sözvarlığında Kalıp Yapılar ve Arkaik Kelimeler, U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11, Sayı: 19, 2010/2

Ahmet Said KÜTGÜL 01 Şubat
Konu resmiEğitim Sisteminin Temel Felsefesi Değiştirilmeli
Eğitim

Eğitim; insanlara bir şeyler öğreterek, onların fikir ve davranışlarını değiştirme faaliyetidir. Öğretilen şey, önce fikirleri sonra da davranışları değiştirmeye başlar. Fikir ve davranış değişikliği sağlandığı zaman, eğitim hedefine ulaşmış demektir. Pozitivist Eğitim Felsefesi Günümüz eğitim sisteminde, fen bilim­lerinin öğrenciye verilişinde hâkim olan fel­sefe; pozitivist felsefedir. Pozitivist eği­tim felsefesi; varlıkları kendi kendi­lerine hareket eden varlıklar olarak kabul eder. Varlıkların birbirleriyle olan münasebetlerini detaylı bir şekilde ama maddî bir bakış açısıyla anlatır. Meselâ Coğrafya; yağmurun oluşumunu, havadaki su buharının soğuk hava tabakasına rast geldiğinde yoğunlaşıp yere düşmesi şeklinde anlatır. Rüzgârın oluşumunu, yüksek basınç alanından alçak basınç alanına havanın hareket etmesi şeklinde takdim eder. Dağların oluşumunu, biri sert diğeri yumuşak iki toprak tabakasının çarpışması sonrası oluşmakla tarif eder. Biyoloji; hücrenin dıştan içe, sırasıyla zar, stoplazma ve çekirdekten oluştuğunu söyler. Zarın özellikleri, stoplazmanın vazifeleri, stoplazmadaki organellerin tek tek vazifelerinin ne olduğu, çekirdeğin yapısı ve vazifelerinin neler olduğunu detaylı bir şekilde anlatır. Fizik; güneşin dünya ve diğer gezegenleri çekmesinin sebebinin, ‘kütle çekim yasası’ ile olduğunu detaylı bir şekilde formülize ederek anlatır. Meselâ, yüksekten bırakılan her cisim yere doğru düşer. Öyleyse, birkaç kilometre yukarıdan düşmeye başlayan yağmur damlaları, birer mermi süratinde düşmesi lazım gelirken, başlarımızı okşarcasına süzülerek düşerler. Hakikatte Rabbimizin rahmetinin bir delili olan bu hâdise, pozitivist bir anlayışla ‘limit hız’ denen bir kanun ile izah edilir ve bir rahmet delilinin üstü örtülür. Fizik, ‘limit hız kanunu’ ile der ki: “Yüksekten bırakılan ve serbest düşmeye başlayan her cismin, her saniye hızı artar. Fakat düşen cismin yüzeyinin havayla sürtünmesi neticesinde hızı belli bir seviyeye gelince sabitlenir ve geri kalan hareketini hızı artmadan sabit hızla tamamlar.” Yani, “Bu olayın öyle rahmetle hikmetle alâkası yoktur. Tamamen limit hız kanunun gereği olarak gerçekleşen bir tabiat olayıdır.” Burada şuna dikkat edilmelidir; ‘limit hız kanunu’, Allah’ın irâdesi ile koyduğu diğer kanunlar gibi bir kanundur. Rabbimiz o kadar merhametlidir ki, yüksekten düşen cisimlerin hızını bir noktaya kadar hızlandırıyor, sonra da sabitliyor. Eğer böyle olmasaydı, her yağmur yağdığında mermi gibi düşen damla bombardımanına maruz kalır, hayatımız yaşanmaz bir hale gelirdi. Yani, ‘limit hız kanunu’ ve bütün kanunlar, kâinatın düzen ve intizamını sağlamak için Allah’ın rahmetli irâdesiyle koyduğu ve kudretiyle de uyguladığı birer kanunlardır. Netice olarak; pozitivist eğitim felsefesinde Allah’ın hiç müdahale etmediği, kendi kendine tabiat kanunları gereği işleyen, sebeplerin yaratıcı olduğu bir kâinat anlatılır, resmedilir. Yani, dağlar tabiat kanunları gereği oluşur, hücre kendi kendine işleyen bir fabrika gibidir, balı arı yapar, sütü inek verir, depremi fay hatları oluşturur, ateş yakar, su kaldırır, yer çeker, oksijeni ağaçlar üretir. Yani, sebep-sonuç ilişkisi içinde, sebeplerin etki gücüne sahip bir fâil (fiil yapan) olduğu zihinlere ve bilinçaltına kazınır. Ve bu, objektiflik ve bilimsellik söylemi altında ustaca işlenir. Bütün bunlar olurken Allah’ın müdahalesi yoktur. Kendi kendine veya tabiat ka­nunları veya sebeplerin etkisiyle bu işler olur biter. Telkinin Gücü İyi bir insana, sürekli kötü olduğu telkin edilse, o insan hakikaten kötüleşmeye baş­lar. Kötü ahlaklı birisine de devamlı iyi olduğuna dair telkin yapılsa, gerçekten o insan iyi şeyler yapmaya başlar. Tekrar tekrar bir fikrin telkin edilmesi, o fikrin zihinde ve bilinçaltında sabit bir şekilde kökleşmesini sağladığı gibi, davranışları da doğrudan etkiler. Telkinin bu etkisini çok iyi bilen siyasetçiler, tarih boyunca kitleleri harekete geçirerek bir tarafa kanalize etmeyi başarmışlardır. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi 6 ya­şından itibaren, ‘eşyanın, kendi kendine oluş­tuğu’ anlayışıyla varlıkları tanıyan bir öğrencinin 16 senelik ilk, orta, lise ve üniversite öğrenim hayatı boyunca aldığı bu telkin neticesinde fen bilimlerinin bi­risinde uzmanlaşsa dahi, Allah’ı tanıma­yan, sevmeyen, Allah’ın müdahale etmedi­ği bir kainat anlayışının bilinçaltına yerleşti­ği, kendi kendine işleyen bir kainat modeli­ne inanan, imanı zayıf, marifetullahtan yoksun, nefsânî arzularının esiri nesiller ortaya çıkıyor. Eşyanın Hakikati Halbuki hakikat bu değildir. Allah kainata her an müdahildir. Kainattaki her şey ve her fiil Allah’ın ilmi ve iradesi ile belirlenir, kudreti ile de yaratılır. Her bir fen bilimi, kendi alanında Allah’ın koyduğu düzenin şahidi ve ilâncısıdır aslında. Bediüzzaman Hazretleri’nin, öğretmenlerinin hiç Al­lah’tan bahsetmediklerinden şikayet eden liseli gençlere dediği gibi; “Her fen, ken­di lisân-ı mahsûsuyla, mütemâdiyen Al­lah’tan bahsediyor. O’nu tanıtıyor. Sizler, muallimleri değil o fenleri dinleyin.”1 Pozitivist Eğitim Felsefesi Bizim Bünye­mize Uygun Değildir Pek çok bâtıl âdetimiz gibi bu pozitivist eğitim sistemi de bize Avrupa’dan ithaldir. Madde ve tabiat felsefesinin hâkim olduğu Avrupa’da gelişim sürecini yaşamış olan fen bilimleri, İslâm dünyasına servis edilirken, maalesef bu zehirli hâliyle servis edilmiştir. Madde ve tabiat tepsisinde sunulan bu fen bilimlerini bu şekliyle almamak, maddeten geri kalmak ve Batı’nın maddî hâkimiyetini kabul etmek anlamına geliyor. Aynen kabul edip almak da, ateist ve dinsiz nesillerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu hal, belki de son iki asırdır İslâm dünyasının en tehlikeli ve en ciddi sıkıntısıdır. Nazar (Bakış Açısı) Eşyanın Mâhiyetini Değiştirir Büyük müceddid Bediüzzaman Hazret­leri, nazarın, yani bakış açısının eşyanın mâhiyetini değiştirdiğini ifade eder.2 Yani, limit hız olayında olduğu gibi, yağmur damlalarının yavaşça düşmesine Allah adı­na bakılırsa, ortada imanın artmasına ve­sile olan bir rahmet ve tevhid delili vardır. Ama aynı olaya tabiat ve madde gözüyle bakılırsa, ortada sıradan bir tabiat olayı vardır. Kâinata, eşyaya ve olaylara hangi bakış açısıyla bakmamız lâzım geldiğini Kur’ân ilk nâzil olan âyetiyle ifade eder: “Ya­ra­tan Rabbinin ismiyle oku!”3 Yani, okuma­larımızı yaratan Rabbimizin ismiyle yap­malıyız. Kendimizi, eşyayı, olayları, kâinatı okurken, yani manâsını çözmeye çalışırken Allah adına bakmalıyız. Okumalıyız.  Olması Gereken Eşyaya (maddeye) ve olaylara kendileri için değil, Allah adına bakmak gerekir. Çünkü eşyayı yaratan ve istihdâm eden İlâhî kud­rettir. Meselâ çiçeğe bakıldığında, Allah ile irti­batını keserek, çiçeğin zatına odaklanıp, fizikî özellikleri açısından bakmak yerine; çiçeğin Allah’ın kudretinin bir mucizesi, bir sanat harikası, Allah’ın isim ve sıfatları­nı aksettiren bir ayna olması açısından bak­mak gerekir. Bu bakış açısının, yani Allah adına bak­manın, çocuklarımıza ve gençlerimize eği­timin ilk zamanlarında öğretilmesi lazım­dır. Her bir fen biliminin Allah’ı tanıtan ve anlatan bir ilânnâme olduğunun çok iyi kavratılması lazımdır. Allah Adına Kâinata Bakmak Fen Bilim­lerinin Öğrenilmesine Engel Değildir Allah adına kâinata ve eşyaya bakmak, fen bilimlerini öğrenmeye engel değildir. Hat­tâ tam aksine fen bilimlerini öğrenme az­minin ve şevkinin artmasına vesile olur. Çünkü fen bilimlerinin her biri, kendi sa­hasında madde ve hareketi hakkında de­­rin­lemesine bilgi sahibi olmayı sağlar. Mad­denin cansız, sağır, kör ve şuur­suz olduğu halde görüyormuşçasına, biliyor­muşçasına ve şuuru varmışçasına hareket etmesi Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin bir eseridir. Dolayısıyla, madde ve hareketinde derinlemesine bilgi sahibi olmak demek, İlâhî kudretin o işi hangi düsturlarla, ne gibi detaylarla, nasıl bir sanatla yaptığını yakinen görmek ve anlamak manâsına gelir. Bu da, marifetullah denilen Allah’ı tanımayı netice verir. Bu netice de o fen bilimini öğrenme arzusunu kamçılar. Özetle, fen bilimlerinin dürbünüyle Allah adına maddeye ve hareketine bakan birisi, Rabbini tanır. Tanıdıkça sever. Sevdikçe de kendini sevdirmenin yollarını aramaya başlar. Yukarıda adı geçen ‘limit hız kanunu’nu, fizik ilmi sayesinde öğrenen birisi, hem bu kanunu bütün incelikleriyle, formülüyle öğrenir; hem de Rabbinin rahmetinin bir delili olarak bu kanunu okuduğundan Allah’a olan marifeti ve sevgisi artar. Bir Teklif “Varlıklar nasıl ortaya çıktı?” sorusunun ce­vabında, aklen ve mantıken şu dört ihti­malden başka ihtimalin olmadığını söyler Bediüzzaman Hazretleri: Birinci ihtimal; hava, toprak, su, ateş, ele­ment, atom gibi sebepler biraraya gelip varlıkları oluşturur. İkinci ihtimal; tabiatın gereği olarak var­lıklar ortaya çıkar. Üçüncü ihtimal; kendi kendine tesadüfen varlıklar oluşur. Dördüncü ihtimal; Allah’ın yaratmasıyla varlıklar ortaya çıkar. İlk üç ihtimalin imkânsızlığı ve çürüklüğü, dördüncü ihtimal olan Allah’ın yaratması ihtimalinin de kesinliği, aklî ve mantıkî delillerle hiç bir şüphe kalmayacak şekil­de ispat edilmelidir. Pozitivist eğitim sis­teminin, üstüne bina edildiği üç ana direği çökertilip, tevhid esası üzerine oturan bir eğitim sistemi geliştirilmelidir. Bunu geliştirirken, Bediüzzaman’ın şahese­ri olan Risâle-i Nur Külliyatından tam is­tifade edilmelidir. Hususen din dersi kitapları, asrın Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur’dan istifade ile günümüz anlayış seviyesine uygun bir for­matta hazırlanmalıdır. Fen bilimleri ders kitaplarında, her ünite­nin sonunda, o ünitede anlatılan konunun Allah’ın varlık, birlik, isim ve sıfatlarına nasıl işaret ettiğini gösteren bir makale konulmalıdır. Bu sayede, hem o fen bi­liminin konuları öğrenciye verilir hem de, asıl gaye olan Allah’ı tanımak ve sevmek temin edilmiş olur. Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözü eği­tim sisteminin yeniden yapılandırılmasında te­mel esas olmalıdır: “Aklın nûru, fünun-u medeniyedir (fen bilimleridir). Vicdanın ziyası (ışığı), ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). İkisi­nin imtizacıyla (kaynaşmasıyla) hakikat tecelli eder.” Kaynaklar: 1- Asâ-yı Mûsa, 6. Mesele2- Mesnevi-i Nûriye, Katre3- Alâk, 1

Mustafa TOPÖZ 01 Şubat
Konu resmiMüsbet Hareket
İnsan

Müsbet hareketi kısaca şöyle tarif edebiliriz: Emniyet ve asa­yişi bozmadan, başkalarına ilişmeden ve Cenab-ı Hak­k'ın va­zifesine karışmayarak sabır ve tahammülle kendi hiz­me­ti­mizi yapmaktır. Dâhili cihada yani silahların sustuğu ka­lemlerin ve fikirlerin konuştuğu ilmi ve fikri cihad sahasında ikna metoduyla mücahede için lazım olan sükûnet ve emniyeti temin etmektir.  Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yaz­dığı bir mektubunda konuyu şöyle izah ediyor: “Haricî tecavüze karşı kuvvetle mu­kabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şim­di milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhil­de ancak asayişi muhafaza için müsbet ha­reket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariç­teki cihad-ı manevideki fark, pek azimdir.” Hazret-i Üstad’ın Eski Said döneminde “Benim fıtratım zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslamiye beni bu vaziyette bulunmaktan şiddetle men’ ediyor. Böyle bir vaziyete düşünce karşımdaki kim olursa olsun isterse en zalim bir cabbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsun zulmünü hunharlığını suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehbasına götürür hiç ehemiyeti yoktur.” ifadesinden de anlaşıldığı gibi zorbalığı ve hakareti ka­bullenemeyen ve İslam’ın izzeti için hayatını hiçe sayacak şekilde hareket ettiği halde; Yeni Said döneminde yine İslam’ın izzetini muhafaza ile birlikte müsbet iman hizmeti için kendisini tahrik için yapılan birçok hakaretlere, zülümlere ve işkencelere karşı sabırla ve tahammülle mukabele etmiştir. Hatta kendisine kötülük yapanlara beddua etmemiş ve hakkını helal etmiştir. Gizli dinsiz komite üstadımızla çok çeşitli şe­killerde uğraşmış. Birçok hakaretlerle, iş­kencelerle, maddi-manevi baskılarla hid­dete getirip yeter artık dedirtip hadise çı­karttırarak imha etmeye çalışmış. Hz. Üs­tad bir eserinde bu hadiseden şöyle bah­sediyor: “Gizli komitenin maksadları benim sabrım tükensin artık yeter dedirt­sinler. Zaten onların şimdi benden kız­dıklarının bir sebebi, sükûtumdur. Dün­yaya karışmamaktır. Adeta niçin karış­mıyorsun? Ta karışsın maksadımız yerine gelsin diyorlar.” Hazret-i Üstad da tahriklere kapılmadan, devamlı müsbet hareket ederek onların planlarını boşa çıkarmış; talebelerine dai­ma sabır ve tahammül ile yalnız iman ve İslâmiyet’e çalışmayı tavsiye etmiştir. “Bir­kaç adamın hatasıyla yüzer adamların za­rar görmesine sebeb olunamaz” demiştir. Bu­nun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler esnasında bir tek hadise meyda­na gelmemiştir. Hem aleyhlerinde yapılan bu kadar menfi propagandalara rağmen gazete, radyo, televizyon gibi yayın organ­larında nur talebelerinin asayişi bozacak ha­reketlerine veya suç işlediklerine dair herhangi bir haber çıkmamıştır. Risale-i Nur Hizmetindeki Müsbet Hareket Prensipleri Haklı her meslek sahibinin (başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde) hakkı: “Mesleğim haktır. Yahut daha güzeldir” di­yebilir. Yoksa başkasının mesleğinin hak­sızlığını veya çirkinliğini ima eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir ve yahut güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek. Kendi mesleğimizin muhabbetiyle hare­ket etmekle beraber, başka mesleklerin düş­manlığı ile hareket etmemek. 3.xKendi vazifemizi yapmak, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamak. Muvaffak et­mek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın va­zifesidir. Bizim vazifemiz değil. Biz va­zifemizi yapmakla mükellefiz. Bizim vazifemiz hizmet-i imaniyedir. Kur’an ve sünnet dairesinde hizmet etmektir. “Beşer zulüm eder, kader adalet eder” sırrıyla beşerin zulümlerine karşı tedbir almakla birlikte başımıza gelen bela ve sıkıntıların Allah tarafından olduğunu bi­lerek sabır ve şükürle mukabele ederek ka­derin hissesine razı olmak; rahmet, hikmet ve adalet cihetini düşünmek. Müslümanlar içinde fitneden korkarak menfi hareket etmemek, asayişi muhafaza etmek ve bunun için sıkıntılara katlanmak. Çünkü dâhilde cihad, silahla değil ilimle yapılan manevi cihaddır. Hizmetteki kuv­veti dâhilde yanlış şekilde kullanmayıp asa­yişi muhafaza için kullanmak. Bu noktada bize numune olacak iki misal: Birinci misal: “Eski harb-i umumiden evvel ben Van’da iken bazı muttaki zatlar yanıma geldiler, dediler ki: ‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel bize iştirak et. Biz bu münafık reislere itaat etmeyeceğiz.’ Ben de dedim: ‘O fenalıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu, onlarla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem. Size iştirak etmem.’ O zatlar benden ayrıldılar. Kılıç çektiler. Neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az bir zaman sonra harb-i umumi patladı. O ordu, din-i İslam namına harbe iştirak etti. Cihada girdi. O ordudan yüz bin şehit evliya mer­tebesine çıktılar. Beni o davamda tas­dik ettiler.” (Şualar) İkinci misal: “Şark hadisesinde Şeyh Sa­id ve askerleri üstadımız Bediüzzaman’ı şark­taki büyük nüfuzundan istifade için mü­cadeleye iştirake davet ettikleri zaman cevaben demiş. ‘Yaptığınız müca­dele kar­­de­şi kardeşe öldürtmektir. Ve neti­ce­siz­­dir. Çünkü Türk milleti bin senedir İslami­yet’e bayraktarlık etmiş. Dini uğrunda bin­lerle şehit vermiş ve binlerle veli yetiş­tirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve feda­kâr İslam müdafilerinin torunlarına yani Türk milletine kılıç çekilmez. Ve ben de çekmem.’ diyerek hem ret cevabı vermiş hem mücadelesinden vazgeçmesini söy­le­miştir.” (Asa-yı Musa) Müslüman olmayanlara da İs­lam’ı müs­­­­­­­­bet bir hare­ket ve üslup ile tebliğ et­­­mek. Fa­kat bu­nu yaparken onlara hoş gö­rün­mek adına dinimizden de ta­viz ver­­­me­mek. Bu meselede üstadımız şöy­le buyuruyor: “Umur-u diniyede (din iş­lerinde) müsamaha ve teşebbühle (benze­mekle) me­de­nilere yanaşmayın. Çünkü ara­mızdaki dere pek derindir. O dereyi dol­durup hatt-ı muvasalayı (kavuşma hat­tını) temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz. Veya dalalete düşer boğu­lursunuz.”(Mesnevi-i Nuriye) İslam dairesinde hangi meslek ve cemaat olursa olsun Müslümanlarla muhabbet nok­talarını düşünerek ortak düşman olan din­sizliğe karşı ittifak etmek ve ihtilafları terk etmek. Hakkın izzeti ve hatırı için nefsini, enâ­niyetini, yanlış düşündüğü izzetini ve ehem­miyetsiz rekâbetkârane hissiyatını terk etmek. İhlâs ve hakperestlik gereği olarak Müs­lümanların nereden ve kimden olursa ol­sun istifadesine taraftar olmak. Her söylediğin doğru olmalı. Ama her doğruyu söylemek doğru değildir. Çünkü bazen damara dokunur aksü’l-amel yapar. Onun için nerde, neyi, nasıl ve ne şekilde söyleyeceğimizi iyi hesaplayıp ona göre söylemek. Haksız itirazlara karşı haklı, fakat zarar­lı hiddetten çekinmek. Böyle hadiselerin vu­kuunda soğukkanlılıkla, sarsılmamakla ve düşmanlığa girmeden karşılayıp muhalif­lerin veya itiraz edenlerin reislerini çürüt­memektir. Bize düşmanlık edenlere karşı inti­kam hissiyle hareket etmemek. Onlar için hidayet temennisinde bulunmak. Bu madde ile ilgili Üstadımızın şu tavsiyesi dikkat çekicidir. “Benimle beraber çok ta­lebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar. Ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helal etmelerini is­terim. Çünkü onlar, bilmeyerek kader-i ilahinin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim davamıza, hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için hidayet temenni­sinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere kar­şı hiçbir talebemin kalbinde zerre ka­dar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nura sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.” (Emirdağ Lahikası) Bediüzzaman Hazretleri, yapmış olduğu bu imanî ve vatanî Kur’an hizmetine mukabil kendisini zindanlara ve çilelere mahkûm eden zihniyete karşı şöyle sesleniyordu: “Benim bir tek gayem vardır. O da: Mezara yaklaştığım bu zamanda, İslam memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşların sesini işitiyorum. Bu ses alem-i İslam’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı bilhassa gençleri imansız yaparak kendine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücadelemle in­şallah Allah’ın huzuruna girmek istiyo­rum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlarda korkarım ki Bol­şevikler olsun. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle komünizmle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah’ın birliğine hizmet edelim.”

İlyas BUÇAKÇI 01 Şubat
Konu resmiDünyaya Açılan Kapı: Hayrat Student
Kültür ve Medeniyet

Hayrat Uluslararası Öğrenci Derneği olarak bizler, sorum­luğumuz altındaki öğrencilere sadece barınma imkânı sağ­layıp maddi ihtiyaçlarını gidermenin yeterli olmadığını dü­şünüyoruz. Kaliteyi, donanımlı olmayı ve fedakarlık bilincini ön planda tutmakta, öğrenciyi Türkiye’deki eğitimi süresince maddi-manevi yetiştirmekte, ülkesine dönerken ülkesine Türkiye modelini taşıyan ve ülkesi, bölgesi ve ümmeti için hizmet edecek bir ruhla hareket eden öğrenci profili planlamakta ve adımlarımızı buna göre atmaktayız. Üç kıtada nam salmış, irili-ufaklı pek çok ülkeyi tek bir hâkimiyet altında yönetmiş, insanlığın hasret kaldığı adalet kavramının adeta tecessüm edip devletleşmiş hali olan Osmanlı’nın yıkılmasından sonra asırlar­dır aynı sancak altında yaşadığımız, aynı sınır­lar içinde kardeşçe büyüdüğümüz, aynı de­ğerlere sevinip üzüldüğümüz Ortadoğu, Bal­kanlar ve Afrika’daki kardeşlerimizle ay­rı kaldık ve birbirimizden uzaklaştık. Bu uzaklaşmanın neticesi olarak asırlardır muhabbetle ördüğümüz aramızdaki kop­maz bağlar tel tel dökülmeye başladı ve biz de birbirimize yabancılaşmaya başladık. Öyle ki tek devletin bir milletiyken farklı devletlerin birbirinden ayrışan, hatta bir­birine düşmanlaşan milletleri haline gel­dik. Bu hal ise ülkemiz ve diğer bölge ül­kelerinin kendi kabuğuna çekilmesine ve yalnızlaşmasına neden oldu. Bu vahim vaziyetten kurtulma çaresi ise, bu bölgelerdeki kardeşlerimizle olan ka­dim bağlarımızın tekrar canlandırılmasıyla mümkündür. Toplumun can damarı olan gençlerin, bu canlanma ve kenetlenmenin de can damarı olacakları su götürmez bir gerçektir. Türkiye’nin son yıllarda bölge ve bölge insanını ilgilendiren konularda aldığı inisiyatiflerle etkin rol oynamasının, bölge insanının ve gençlerin Türkiye’ye tekrar umutlu ve müspet bir nazarla bakmalarını sağladığını ve bölge insanının gözünde bir cazibe merkezi haline geldiğini göz önünde bulundurursak, bölgenin genç kesiminin Türkiye’ye gelip öğrenimlerini burada sür­dürmeleri, Türk kültür ve değerlerini ta­nı­yıp bu maddî ve manevî değerleri ve tecrübeleri ülkelerine taşımaları ve ülke­lerinde Türkiye’nin birer kültür elçileri ol­maları azami önem taşımaktadır. Bu açıdan, ülkemizde bulunan 80 bin ulus­lararası/misafir öğrencinin ülkemizin kay­naklarından ve imkânlarından fayda­lan­dı­rı­larak kendilerine rahat ve gelişmelerine katkı sağlayacak bir ortam sağlanması önem arz etmektedir. Bu bağlamda bu öğrencilerle Türkiye’de bulundukları sü­re zarfında ilgilenilerek onların maddi-mane­vi ihtiyaçlarına yardımcı olunması, bu gençlerin zararlı çevrelerden uzak tutulması ve kaliteli birer birey olarak yetiştirilmelerinde uluslararası öğrenci der­neklerine büyük görev düşmektedir. Hayrat Uluslararası Öğrenci Derneği ola­rak bizler, sorumluğumuz altındaki öğrenci­lere sadece barınma imkânı sağlayıp maddi ihtiyaçlarını gidermenin yeterli olmadığını düşünüyoruz. Kaliteyi, donanımlı olmayı ve fedakarlık bilincini ön planda tutmakta, öğrenciyi Türkiye’deki eğitimi süresince maddi-manevi yetiştirmekte, ülkesine dö­nerken ülkesine Türkiye modelini taşıyan ve ülkesi, bölgesi ve ümmeti için hizmet edecek bir ruhla hareket eden öğrenci profili planlamakta ve adımlarımızı buna göre atmaktayız. Bizler tevarüs ettiğimiz İslam medeniyeti mirasıyla, tevhid esasları üzerinde yüksele­cek, dünyada adaletin, doğruluğun ve iyiliğin savunucuları olacak bir nesil ye­tiştirmek istiyoruz. Bu nesil, insanın varoluşunu anlamlandırmış, bilgi kay­nak­ları çok katmanlı ve çeşitli olan, kendi metodolojilerine sahip kişiler ola­rak Müslüman kimliğinden taviz ver­me­den, modern dünyanın meydan oku­ma­larına karşı İslam medeniyetinin sa­hih ve selim cevaplarını verecektir. Aşağı­lık duygusundan kurtulmuş, kendi değer­lerine sahip çıkan özgüvenli Müslüman bireyler dünyanın zalimlerin satranç tahtası olmasına izin vermeyecek, her hal ve şartta zulme karşı duracak, hakkı tutup kaldıracaklardır. Bilimde ve sanatta tek boyutlu ve indirgemeci olmaktan kaçınacak, hayatın ve bilginin farklı katmanlarına eşit derecede nüfuz edeceklerdir. Tevhid esaslarını bireysel ve toplumsal düzeyde yeşertecek, başka medeniyetlerle de bir arada ve barış içinde yaşayacakları bir dünya inşa edeceklerdir. Dünyanın farklı coğrafyalarından getirip burada yetiştireceğimiz öğrenciler birer “mu­vahhid” olacaklar, bilimde ve sanat­ta “çokluktan birliğe” ulaşacaklardır. Yu­nusla, Mevlana ile, Hacı Bayram Veli ile buluşacaklar, “Yaratılanı severiz Yara­tan’dan ötürü” felsefesiyle dünyanın dört bir tarafına İslam’ın şefkat tohumlarını ekeceklerdir. Osmanlı geleneği ile tanı­şacaklar, bu topraklarda asırlarca hüküm süren adalet ve refahın izlerini süreceklerdir. İman hakikatleriyle bugün bir kez daha dünyanın sorunlarına bizim zaviyemiz­den, kendi ilaçlarını üreteceklerdir. Kur’an ve Sünnet’in taptaze hakikatleriyle ferdî ve toplumsal bir diriliş gayesiyle yaşaya­caklardır. Bunun için İslam medeniyeti, İslam coğ­rafyası, İslam düşüncesi, Osmanlı Tarihi dersleri verilecek, geçmiş mirasımızdan yola çıkarak Kur’an ve Sünnet’in rehber­liğinde tevhid merkezli bir toplum inşası için çalışacak bireyler yetiştirilecektir. Türkçeyi en güzel bir şekilde öğrenecekler, Anadolu irfanıyla buluşacaklardır. Yunus’u, Akif’i, Bediüzzaman’ı Türkçe okuyacaklar, hikmet ve marifetle dünyaya bakacaklardır. Kendi memleketlerine döndüklerinde Müs­­­lüman “ben idrakine” sahip, özgüvenli birey­­ler olarak bilim ve sanatta, ekonomi ve siyasette tevhid esaslarını yeşerteceklerdir. Dava şuuruna sahip, fedakâr, hakkı ve adaleti gözeten, İslamın güzellikleri haya­tına ve davranışlarına yansımış kişiler ola­rak miras ve geleneklerini dünyaya taşı­ya­caklardır. Özetle geleceği inşa edip söz sahibi ola­cakların “hizmetkâr liderler” olacağına dair kuvvetli ümit beslemekte ve bütün mesa­isini bu seçkin nesli yetiştirmeye adayan bir ekip olduğumuzu iftiharla ifade eder, saygılarımı sunarım.

Celaleddin GÜNAYDIN 01 Şubat
Konu resmiMedresetü’z-Zehrâ: Üniversite projesi mi, medeniyet projeksiyonu mu?
Eğitim

Medresetü’z-Zehrâ, bir üniversite projesi değildir. Bu proje, görünüşte, bir üniversite projesidir ama gerçekte, üni­versite projesi, bu projenin yalnızca bir par­çasını teşkil eder. Üstad Bediüzzaman’ın yapmaya çalıştığı, ne­redeyse, hayatı boyunca mücadele ettiği şey, bir üniversite projesi olabilir mi, bir üniversite projesine indirgenebilir mi? Elbette ki, hayır.  Bediüzzaman, çağrısı çağını kuracak bir kül­­liyat bıraktı bize. Çağ aşacak ve çağ aça­cak bir külliyat. Bu külliyatı ne kadar kavra­ya­biliyoruz acaba? Bu sorunun cevabını verebilmemiz için ön­ce rahatımızı kaçıracak birkaç kışkırtıcı soru sormamız gerekiyor: Bediüzzaman Hazretleri, ne zaman yaşamıştı? Bediüz­zaman’ın ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığını bihakkın bil­diğimizden pek emin değilim; o yüzden, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilecek böylesi bir soru soruyorum. Bu sorunun cevabı, biraz da ikinci sora­cağım soruda gizli: Medresetü’z-Zehrâ “proje”si, bir üniversite projesi midir hakikaten? Görünüşte öyle; ama gerçekte de öyle mi acaba? Aslında bu iki sorunun cevabı da bizzat Külliyatta var; ama bir alt metin olarak derç edilmiş ya da “şifrelenmiş” olarak var. Bir Üniversite Projesi Değil… Birinci sorunun cevabını vuzûha kavuştu­rabilmenin yolunun, ikinci sorunun ceva­bına bihakkın açıklık kazandırmaktan geç­tiğini söylemiştim. O hâlde, meseleye, ikinci sorudan başlayarak açıklık kazandırmaya çalışalım. İkinci soruya verilebilecek net bir cevap var. Şu: Medresetü’z-Zehrâ, bir üniversite projesi değildir. Bu proje, görünüşte, bir üniversite projesidir ama gerçekte, üni­versite projesi, bu projenin yalnızca bir par­çasını teşkil eder. Üstad Bediüzzaman’ın yapmaya çalıştığı, ne­redeyse, hayatı boyunca mücadele ettiği şey, bir üniversite projesi olabilir mi, bir üniversite projesine indirgenebilir mi? Elbette ki, hayır. Bediüzzaman, bu “proje”siyle aslında da­ha esaslı, daha kalıcı, daha köklü, daha muhkem bir şey yapmak istiyordu. Tabir câizse, üniversite, bir “bahane”ydi; bir “vesile”ydi asıl yapmak istediği, hayata ge­çirmek istediği, hayatını ortaya koyduğu, mücadelesini ve mücahedesini verdiği şeyi gerçekleştirebilme sürecinde. Medresetü’z-Zehrâ’nın, sadece bir üniver­site projesi olmadığını, bir üniversite pro­jesinden çok daha fazla, çok daha muaz­zam ve muazzez bir şey olduğunu nereden çıkarıyorum ve bunu nasıl anlayacağız? Bir Medeniyet Projeksiyonu… Medresetü’z-Zehrâ projesinin bir üniversite projesinden daha fazla bir şey olduğunu bizatihî Bediüzzaman’ın söylediklerinden çıkarıyorum. Bediüzzaman, bu projenin ge­rekçesini Münâzarât’ta, bu projeyi sorulu cevaplı Sokratik bir yöntemle münazara ederek izah ettiği ilgili bölümde şöyle açık­lıyor: “Vilâyât-ı şarkiye ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm bir şey isteriz.” (İlk Dönem Eserleri, s.507). Bediüzzaman, istediği şeyi dile getirirken ve gerekçelendirirken kurduğu cümlelerin ilk bakışta maksadını anlatmak için kifâyet etmeyeceğinin ve belki de bugünleri de öngörerek yanlış anlaşılabileceğinin son derece farkında olduğunu gösteren bir su­al’le istediği şeyin ne olduğunu vuzuha kavuşturuyor. Sorduğu sual şu: “Maksadını müphem bı­rakma, ne istersin?” Üstadın, deyim yerindeyse, Derrida’vârî dekonstrüksiyon / yapısökümcülük yapar­casına özenle seçtiği kelimeler ve kurduğu cümlelerle, bu soruya verdiği cevap, talep edilen şeyin çekirdeğini “üniversite”nin teş­kil ettiğini ama asıl maksadın, asıl hedefin üniversiteyi ziyadesiyle açtığını gösteren bir cevap. Cevap’ta Bediüzzaman, Bitlis’te ve “Bitlis’in iki refikası” olan Van ve Diyarbakır’da Med­restü’z-Zehrâ adıyla kurulacak “dârülfü­nûnu mutazammın pek âli bir medrese” olduğunu vurguluyor ve bu “medrese”nin kuruluş gerekçesini -biraz önce alıntıla­dı­ğım gerekçeleri daha pekiştirecek bir şe­kilde- şöyle açıklıyor: “Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakî­nen biliyoruz ki, ictimâî hayatımız, Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.”(s.507). Daha sonra bu Medresetü’z-Zehrâ’nın, ne­den medrese olarak isimlendirilmesi gerek­tiğini, mektep-medrese-tekke’den oluşacak bu tasarı’nın/tasavvur’un amacının “şu ha­vuza tevhid-i medâris (medreselerin birleştirilmesi) tarikiyle mühim bir çeş­meyi akıtmak“ olduğunu belirtiyor (s.509) Bediüzzaman’ın gerçekleştirmek istediği şey, herhangi bir üniversite kurulması çabası değildir. Bilakis, Bediüzzaman’ın yapmak istediği şey, İslâm medeniyetinin yaşadığı bu ikinci büyük buhranı anlam­landırabilecek ve aşabilecek kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirleyerek, bu he­defleri adım adım hayata geçirmeyi müm­kün kılacak, bir medeniyetin teşekkül süreçlerini oluşturan bir biliş (ilim/mek­tep/Mekke süreci), oluş (medrese/irfan/Medine süreci) ve varoluş (felsefedeki de­ğil, tasavvuftaki anlamıyla hikmet/tekke-za­viye/medeniyet süreci) yolculuğunun te­mellerini atmak, böylesi bir yolculuğa bizatihî öncülük etmektir. Tam da ayette (Fussılet: 41/53) belirtildi­ği üzere, âfâk’tan enfüs’e doğru gerçekleş­tirilecek, bütün zamanları seferber edecek, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilecek ve bütün zamanların çocuğu olmasını sağ­layabilecek bir ümmîleşme yolculuğuna, çağ aşacak, çığır açacak ve taze/leyici bir çağ açacak nebevî bir yolculuğa, hakikat yolculuğuna soyunmak… Bediüzzaman’ın bizatihî kendisi bunu ya­pı­­yor ve bu yolculuğun Müslümanlar ta­ra­fından da nasıl yapılabileceğinin prog­ra­mını, yol haritası sunuyor bize Medre­setü’z-Zehrâ’yla... Bediüzzaman, bu gözlemlerimi doğrulayan enfes bir paragrafla bitiriyor Medresetü’z-Zehrâ tasarısı, tasavvuru veya tahayyülü hakkında söylediklerini: “Elhâsıl: İslâmiyet hâriçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salo­nu dahî bir mecmaü’l-küll (ortak toplanma yeri), biri diğerinin noksanını tek­mil (tamamlamak) için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî (etrafına nur saçan muhkem bir saray) timsalinde arz-ı dîdar edecektir (kendini gösterecektir). Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ dahî o kasr-ı İlâhîyi hâri­cen temsil edecektir.” (s.512) Medeniyet Buhranının Nasıl Aşılabilece­ğinin Yol Haritası… Sadece bu sonuç paragrafı bile, Medrese­tü’z-Zehrâ’nın basit bir üniversite projesi­ne indirgenemeyeceği, Medresetü’z-Zeh­râ’nın salt üniversite projesine indir­gen­mesinin Bediüzzaman’ın bütün yapmak istediklerinin bir çırpıda berhava edilmesi, anlamsızlaştırılması ve kısa devre yap­ması anlamına geleceği gerçeğinin -altının özenle çizilerek- vurgulanması gerektiğini adeta ihtar ediyor bize. Aksine bu önem­li sonuç paragrafı, bize, Medresetü’z-Zeh­­râ’nın, genelde yaşanan medeniyet buh­­ra­nı­nın anlaşılıp / idrak edilip, anlamlandırılıp/münazara edilip, nasıl aşılabileceğinin yol haritasını sunan çok katmanlı bir me­de­ni­yet tasavvuru ve yolculuğu/projek­siyonu/teklifi olduğunu yeteri kadar gösteriyor, diye düşünüyorum. Bu tespitimin en müşahhas göstergesi, Be­diüzzaman’ın, neredeyse bütün bir ömrü boyunca, Medresetü’z-Zehrâ’yı hem bilfiil, hem de bilkuvve hayata geçirmek cehdi ve gayreti içinde olmasıdır. Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehrâ’yı, bir üniversite proje­si olarak bilfiil hayata geçiremiyor; ama bir medeniyet projeksiyonu olarak hem Risalelerle, hem de bizatihî kendinde bil­kuvve hayata geçiriyor. Burada hayret-âmiz bir hikmet-i ilahî var: Rabbimizin kudret eli, Medresetü’z-Zeh­râ’nın bir üniversite projesi olarak bil­fiil hayata geçirilmesine izin vermiyor. En doğrusunu hiç şüphesiz ki, Allah bi­lir, ama, eğer Medresetü’z-Zehrâ, bir üni­versite projesi olarak hayata geçirilmiş ol­saydı; İslâmî bir vasat’ın hükümferma ol­mamasından ötürü (ki, bu nokta çok hayatî bir noktadır; lütfen dikkat edilsin), bir üniversite projesi olarak aslâ beklenen sonucu vermezdi ve daha önemlisi de, Be­diüzzaman’ın yapmak istediği, daha doğ­rusu İlâhî kudret’in “Bediüzzaman eli”yle asıl yaptırmak istediği şey, yapılamazdı. Şunu söylemek istiyorum: Medresetü’z-Zeh­râ, bir proje değil; hele de salt bir üni­versite projesi değil; bilakis, bir medeniyet projeksiyonuydu/teklifiydi. Bu teklif, bi­hak­kın mükellef olabilecek, bedel öde­meye hazır asil, asalet sahibi (yani yazının ilerleyen bölümlerinde vuzuha kavuşturacağım se­mantik intiharı fark etmiş ve aşmış) insan­lar ve İslâmî bir vasat inşa edilebildiği zaman, hayata geçirilebilirdi ve (buraya dikkat!) işte Medresetü’z-Zehrâ da, bu asalet sahibi (epistemolojik olarak özgün ve özgürleşmiş, semantik intiharı/çağ körleşmesini aşmış) in­sanlar ve bu insanların tekevvün ettik­leri bir mekân/İslâmî vasat inşası projek­siyonu, tasavvuru, tahayyülü anlamında bir varoluş “proje”siydi. Burada fark edilmesi gereken en temel mesele ve buraya kadar geliştirdiğim ar­gü­manlardan sonra gelinmesi gereken en temel nokta şu: Medresetü’z-Zehrâ, Bedi­üzzaman’ın İslâm dünyasının yaşadığı bu ikinci büyük medeniyet buhranının hem epistemolojik/zihnî arınma, hem fe­no­me­nolojik/İslâmî vasatın inşası, hem de on­tolojik / hakikatin bihakkın hayat bulması, hayat olması ve herkese hayat sunması sü­reçlerinin nasıl hayata geçirilebileceğinin yol haritasını bilkuvve sunan ama bunun müşahhas timsalini temsil eden bir “pro­je”dir. Özlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, şunu demek istiyorum: Medresetü’z-Zeh­râ, Risale-i Nûr’un, Müslümanların ya­şadığı medeniyet buhranını nasıl aşa­bileceklerini gösteren üç aşamalı yol ha­ritasının programıdır. Yol Haritasının Anahtarı: Ümmîleşmek Tam bu noktada sorulması ve izi sürülmesi gereken hayatî soru şu: Biz, bu programı, nasıl hayata geçirebiliriz? Ya da şöyle sorayım: Bediüzzaman’ın bilkuvve hayata geçirdiğini söylediğim ve Medresetü’z-Zeh­râ tasavvurunda tecessüm eden, ete kemiğe büründürülen bu programı, nasıl bilfiil hayata geçirerek gerçeğe dönüştürebiliriz? Bu sorunun tek cevabı var: Tıpkı veraset-i risâleti üstlenen Bediüzzaman’ın yaptığı gibi, Ümmîleşerek. Yani? Yani’si şu: Algı kapılarımızı kapatan, algı­lama/idrak biçimlerimizi tersyüz ede­rek bizi çağın ağlarına ve bağlarına, kavram­larına ve bağlamlarına mahkûm eden se­mantik intiharla (anlam, istikamet ve va­sat’ın yitirilmesi’yle) sonuçlanan çağ kör­leşmesinin önce farkına vararak, sonra da zihnimizi çağın ağlarından ve bağlarından arındıracak çok yönlü, çok katmanlı bir bi­liş, bir oluş, bir varoluş yolculuğuna so­yu­na­rak. Tıpkı Efendimiz’in sünnet-i se­niyye’siyle (biliş/ilme’l-yakîn, oluş/aynel-ya­kîn ve varoluş/hakka’l-yakîn süreçleriyle) yaptığı, hayata geçirdiği gibi, hakikati bü­tün boyutlarıyla hayata geçirerek. İşte Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehrâ pro­jeksiyonu, bize, çağımızda tam da bu­nun nasıl hayata ve harekete geçirileceğinin -bugüne kadar geliştirilmiş- en mükemmel, en emniyetli ama en zorlu programını sunuyor. Bediüzzaman’ı çağının diğer bütün âlim­lerinden, mütefekkirlerinden ayıran, ayrık­sı bir yere yerleştirmemize imkân tanıyan püf nokta burada gizli. Yazının başında sorduğum iki sorudan ilkinin (yani, Bedi­üzzaman’ın “ne zaman, hangi zaman ara­lığında, nasıl bir zamanda yaşadığından gerçekten emin miyiz?” şeklinde sorduğum sorunun) cevabını da bu “püf nokta”yı açıklığa kavuşturduğumuz zaman cevap­landırma imkânına kavuşabiliriz. Bu püf nokta’yı şöyle vuzuha kavuştura­bileceğimizi düşünüyorum. Çağ Körleşmesini Aşmadan Kur’ân’dan İlham Alınabilir mi? Bediüzzaman, daha önce de dikkat çekti­­ğim gibi, hem çağının çocuğu bir mütefekkir­­dir; hem de çağ aşan ve çağ açacak nev-i şah­sına münhasır tek mütefekkirdir çağımızda. O yüzden, izlenecek yolun, ümmîleşme ol­duğunun idrakindedir: “Kur’ân’dan alıp ilhamı, asrın idrakine İslâm’ı söy­letme”nin asrın idrakini, Kur’ân’a söy­letmek olacağını, Kur’ân’ı ancak asrın id­rakiyle söyletmeye izin vereceğini; bunun, cinayetle sonuçlanabileceğini -deyim ye­rindeyse- iliklerine, hücrelerine kadar bi­hakkın idrak etmiş yegâne mütefekkirdir. Eğer Risalelere bir bütün olarak baka­bilme düzlemine çıkabilirsek, bizatihî ken­di ifadesiyle, “mihenge vurmasını” bile­bilirsek, yani metni, semantik intiharın/çağ körleşmesinin mahkûmları olarak değil, çağ körleşmesinin farkına varan ve bu se­mantik intiharın nasıl aşılması gerektiği konusunda dikkate değer bir mesafe kateden kişiler katına yükselebilirsek, Be­diüzzaman’ın yaşadığımız medeniyet buh­ranının anlaşılması (mektep/ilim), anlam­landırılması (medrese/irfan) ve aşılması (tek­ke/tasavvufî hikmet) sürecinde nasıl hay­ret-âmiz ve harikulâde bir ümmîleşme prog­ramı uyguladığını da fark ve idrak edebiliriz. Bunun için tıpkı Efendimiz’in (sav) yaptığı, tıpkı veraset-i risaleti bihakkın üstlenmek için her şeyini feda eden, her türlü bedeli ödemekten bir an için olsun çekinmeyen Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu gibi, önce firak ateşiyle yanmalıyız: Yani, Teşbîhî/beşerî düzlemin iliklerimize kadar ya­şat­tığı firak ateşi her bir tarafımızı yaka­bilme­li, Tevhid/İlahî şuur vücud bu­la­bilmeli (mek­tep/ayne’l-yakîn/akval-söz/bi­liş/Mek­ke süreci); sonra bu firak ateşinin tattırdığı hakikat nurunun tefrik meşalesini eli­mi­ze alabilecek bir mertebeye/Tenzih mer­­tebesine yükselebilmeyiz (medrese/ay­­ne’l-yakîn/ef’al/oluş/Medine süreci) ve son olarak da, bizi hakikate eriştiren, ha­ki­­kat­­le buluşturan ve hakikatle hemhâl, hemdost, hemdert kılan, biliş ve oluş sü­reç­lerine hayatiyet kazandıran varoluş (tek­ke/hakka’l-yakîn/ahvâl/medeniyet yol­cu­luğu) sürecine çıkabilelim ve fark ola­lım; hakikatin temin, tesis ve teşekkül ettirdiği fark’ın farkını, yani (vahiy sonrası süreçte, yalnızca teşbîhî düzlemde yaşamak zorunda kalan insanın, İlâhî Şu­ur’la/Tevhid’le donanan Nebevî Şuur’un kusursuz yansıması hâline gelen Teşbîhî/beşerî düzleme katıksız Tevhîdî bir boyut kazandıran) hakikat güneşini yansıtan bir ayna vazifesi gören, dolayısıyla hakikati insana ve bütün insanlığa sunabilecek bir kıvama/ahsen-i takvîm’e ulaşabilelim. İşte bu uzun ve zor’lu cümlede özetlediğim -ve belki birkaç kez okunduğunda bihak­kın anlaşılabilecek- Bediüzzaman’ın bir mede­niyet projeksiyonu olarak Medresetü’z-Zeh­râ tasavvuru bu çerçevede idrak edile­bildiği zaman hakikaten anlaşılabilir ve hayata geçirilebilir. Ulûm-u Diniyye ile Fünûn-u Medeni­ye’nin Mezcedilmesi Ne Demek? Burada Bediüzzaman’ın, semantik intiharın kurbanı olmak şöyle dursun, bu semantik intiharı yerle bir eden, çift yönlü işleyen, muazzam bir dil kurduğunu görmemiz ge­rekiyor öncelikle. Bir yandan, “ülûm-u diniye ile fünûn-u medeniyenin imtizacı”ndan sözediyor, bu imtizac’tan hakikatin doğacağını; ama öte yandan da, Medresetü’z-Zehrâ tasarısı’nın üç sütununu -sırasıyla- mektep, medrese ve tekke’nin oluşturacağını söylüyor. Dikkatli bir gözle bakıldığında, burada, Bediüzzaman gibi bir mütefekkirde görül­meyecek, olmaması gereken ciddî bir çeliş­ki olduğu görülecektir. Şöyle bir çelişki: Mektep’te ne öğretilecek? Akla dayalı “fü­nûn-u medeniye” veya “fünûn-u cedîde” yani “modern bilimler”. Medrese’de ne öğretilecek? Kalb’i eksene alan “Ulûm-u diniye”. Tekke’de ne öğretilecek? Vicdan’ın hâlleri. Düz mantıkla ya da Bektaşî mantığıyla bakıldığında, böyle bir proje var karşımızda. Oysa böylesi bir proje, Bediüzzaman’ın kendi ifadesiyle “İslâm’a hizmet etmek” ya da “İslâm’ı canlandırmak” yerine; tam bir hezimetle sonuçlanacak, İslâm’ı tanınamaz hâle getirecek bir projedir. O hâlde bugün kavramakta zorlandığı­mız çok hayatî bir mesele var burada: Bediüz­zaman, görünüşte, “modern bilim­ler”le “İs­lâmî ilimler”in mezcedilmesinden söz edi­yor. Ama gerçekte, önerdiği şey, bu kadar sığ ve zihnimizi tarumâr edecek ve sığlaştıracak kadar basit bir proje olabilir mi? Kesinlikle hayır! Bediüzzaman’ın ilkin böyle bir dil kullanması; onun çağının sorunlarını derinlemesine kavrayan, çağının çocuğu olmasını sağlayan bir düşünür olmasının zorunlu bir sonucudur. Ama Bediüzzaman, yaşadığı çağın çocuğu değildir yalnızca. Eğer Bediüzzaman yalnızca yaşadığı çağın çocuğu olsaydı, çağ aşan ve çağ açacak bir düşünür olarak görülemez; sadece yaşadığı çağın ağlarına ve bağlarına takılıp kalan bir kişi olarak tarihteki yerini alırdı. Yani Bediüzzaman, çağının içinden geçti­ği, bütün insanlığın iliklerine kadar yaşa­dığı derin varoluşsal sorunları müdrik bir mütefekkir olarak bidayette böylesi bir beşerî dil kurmak ve çağının dilini kullanmak zorundaydı. Ama bu nihayete kadar böyle bir dil olabilir mi/ydi? Olamaz/dı tabiî ki. Beşerî Dil’den Nebevî Dil’e… O yüzden Bediüzzaman, Medresetü’z-Zeh­râ tasarısını açıkladığı yerde de, külliyatın başka yerlerinde de sadece çağının çocuğu olmakla kalmayıp, çağını aşan ve çağ açacak bir düşünür olduğunu gösteren bir ikinci dil daha kuruyor. Bu ikinci dil, onun da bizim de hâ­len iliklerimize kadar yaşadığımız me­deniyet buhranının anlaşılmasını, anlam­landırılmasını ve aşılmasını mümkün kıla­cak nebevî bir dildir: Ümmîleşme dili. O yüzden, bu üç sütundan oluşan tasarısını açıklarken, şöyle bir vuzûhiyet kazandırıyor diline: “Şu medrese, neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslamiyet’e edeceği hizmetle ukûl yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir.” (s.510) Peki, mektebin eksenini oluşturacak “mo­dern bilimler”in tahsiline vasıta olacak “akıl”, hangi akıldır? Bu akıl, seküler/modern akıl olabilir mi? Kesinlikle, hayır. Bunu, yukarıda alıntıladığım pasajda, bu mektebin “âlâ bir mektep” olacağını söyleyerek çok örtük bir şekilde ifade ediyor Bediüzzaman. Dikkat! “âlî/yük­sek” değil, “âlâ / yüce” bir mektepten bah­sediyor Bediüzzaman. Yine “ekmel bir medrese”den yani insan-ı kâmil hedefini gerçekleştirecek bir “medrese”den ve “en mukaddes bir zaviye”den yani, insan-ı kâmil hedefini münferit ve müşterek (ferdî, ictimâî ve kürevî) düzlemlerde gerçeğe dönüştürebilecek bir zaviye’den söz ediyor, böylesi bir “zaviye”den bakıyor her şeye ve bu üç talim, terbiye ve tezkiye sürecinin gerçekleştirileceği “yer”in adının medrese olduğuna özellikle vurgu yapıyor birkaç kez. Demek ki, mektep’te ilim talim edilerek zihin arındırılacak; medresede irfan tahsil edilerek fert ve toplum terbiyesi gerçekleştirilecek; tekke’de ise hikmet’in izi sürülerek tastamam bir nefs tasfiyesi ve tezkiyesi hayata geçirilecek. Burada âyette belirtildiği üzere, âfâk’tan (dış dünyadan) enfüs’e (kendi dünyamıza) doğru gerçekleştirilecek bir biliş, oluş ve varoluş yolculuğuyla karşı karşıyayız. Başka bir ifadeyle, bir medeniyetin bütün varoluş menzillerini hayata geçirecek bir medeniyet projeksiyonu var karşımızda. Bediüzzaman, Gazalî’nin Yaptığı İşi Yapıyor Peki, nedir bu? Elbette ki, Müslümanların tarihte yaşadıkları birinci medeniyet buh­ranının aşılmasında anahtar rol üstelenen Gazalî’nin başlattığı bütün beşerî bilim tecrübelerinin ve birikimlerinin, vahyin filtresinden geçirilerek gayr-ı İslâmî nitelik­lerinden arındırılması ve İslâmî bir üst dille sil baştan yenilenmesi, hamlesinin, bu kez ikinci büyük medeniyet buhranının anlaşılması, anlamlandırılması ve aşılması sürecinde Bediüzzaman tarafından gerçek­leştirilmesi girişimidir. 12 ciltlik Fütûhât-ı Medeniyye: Sünnet-i Seniyye başlıklı -henüz yayımlamadığım, hâlâ demlenen- çalışmamda geliştirdiğim medeniyet tasavvurunun dayandığı üç sütunu burada kısaca özetlemem ve ya­şadığımız Medeniyet buhranının anlaşı­labilmesi ve aşılabilmesi sürecinde Beidüz­zaman’ın külliyatında nasıl tezahür ettiğini göstermem gerekiyor. Geliştirdiğim medeniyet tasavvuru, aynı anda Kur’ân’a, Sünnet’e ve bu iki kaynak­tan beslenerek oluşturulan tarihî tecrübeye dayanıyor. Kur’ân’da, İslâm’ın hakikat tasavvuru, üç aşamalı olarak şöyle açıklanır: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn. Bendenizin İslâm düşüncesine yaptığım katkı İslâm’ın bu üç aşamalı hakikat tasavvurunu Sünnet-i Seniyye ile buluş­turmak oldu/olacak âcizâne: Bu hakikat tasavvuru, Sünnet-i Seniyye’de bizzat tatbi­kata dönüştürülen akvâl, ef’al ve ahval süreçlerinden oluşuyor. Bu iki kaynağa ayrıca meşhur Cibrîl ha­dîsinde dikkat çekilen islâm, iman ve ihsan süreçlerini de ilâve edeyim. Bu üç kaynaktan yola çıkarak medeniyet tasavvurunu şöyle açıklayabileceğimizi dü­şünüyorum: İlim+İrfan=Hikmet. Bu üçlü formül, Efendimiz’in hayat’ında şöyle teza­hür ediyor: Mekke/Çağrı+Medine/Çağ= Me­deniyet/Çağlayan. Bu matematik işlem, son derece hayatî: İs­lâm’ın hayat-dünya tasavvurunun, bölmeli/seküler bir zihne, idrake dayanmadığını, bütüncül/küllî bir idrake dayandığını gös­termeyi amaçlıyor. Özetle, 13 ve 14. yüzyıllarda yaşadığımız birinci medeniyet buhranı, ilim/âlim mer­halesini Gazâlî’nin, irfan/ârif merhalesini İbn Arabî Hazretlerinin, hikmet/hakîm mer­halesini ise Gazâlî-Râzî geleneğinden süt emen, tarihin hikmetlerini çözen bir üstdil geliştiren İbn Haldun’un gerçek­leştirdikleri fikrî atılımla aşılmıştı. İşte Bediüzzaman, bu üç süreci aynı anda üçünü birden topyekûn temsil eden tek mütefekkir çağımızda. Hem âlim/Eski Said dönemi; hem ârif/Yeni Said dönemi; hem de hakîm/Üçüncü Said dönemi. O yüzden, Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said döneminde bütün beşerî b/ilimleri tahsil etmiş (“mektep menzili”ni takip etmiş); Yeni Said döneminde marifetin bütün katmanlarını idrak edebilmek için “medrese hücresi”ne kapanmış; Üçüncü Said döneminde ise “zaviye köşesine” çe­kilmiş; bütün bunların hakikat ha­vu­zuna (mecmaü’l-küll’e) akmasını sağlaya­cak koridorlarını (çeşmeleri) birer birer döşemiş; bir meclis-i şûrâ bina ederek “biri diğerinin noksanlarını tekmil edecek”, birbirlerini tenevvür edecek ve oradan hakikat nurunu etrafa/dünyaya/hayata yayacak bir hakikat sarayı (kasr-ı meşîd-i nûranî) inşa etmiş; böylelikle, Medresetü’z-Zehrâ’nın, yaşadığımız medeniyet buhra­nının ancak bu üç aşamanın eşzamanlı ve ardışık olarak hayata ve harekete geçirilmesi hâlinde aşılmasını sağlayabilecek bir yol haritası programı olduğunu sarih ve enfes bir şekilde, gören gözlerin önüne sermiştir. Bu satırları yazdığımda, “daha esaslı cüm­leler kurmalıyım”, diyerek, kendimle müca­dele ede ede odada dört duvar arasında mekik dokuyup duruyordum: Beynim zonkluyordu. Kütüphanemde, bir ânda, El­madağ Risalesi gözüme ilişti. Elime alıp bir­kaç sayfa ileri geri çevirdikten sonra Bediüzzaman’ın mevcut idrak biçimlerini ve bilimleri nasıl esaslı bir semantik dönüşüme tabi tuttuğunu enfes ve veciz bir şekilde özetlediği 53. Mektup’taki şu satırları okuyunca, “çok şükür” dedim ve rahat nefes aldım: “Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantîkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaika bir yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü’d-din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış, ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor; meydandadır.” İşte çağımızın Gazalî’si Bediüzzaman’ın -burada kendi kalemiyle özetle aktardığı- yaptığı muazzam iş, ilimden irfan menzi­line, hikmetten ilim menziline geçilmesini mümkün kılacak, kendi deyimiyle, bü­tün medreseleri, dolayısıyla ilimleri Tev­hid ilkesinin altında toplayarak birbir­lerini ikmal etmek için sürekli olarak birbirleri arasında devr-i dâim ederek, birbirleri arasındaki irtibatı, alışverişi, geçişkenliği, akışkanlığı, besleyiciliği muh­kem­leştirmelerine imkân tanıyan muaz­zam bir koridor açıyor önümüze. Bediüzzaman’ın yaptığı bu iş, yaşadığımız medeniyet buhranının da, insanlığın yaşadığı küresel buhranın da nasıl aşıla­bileceğinin anahtarlarını sunuyor bize. Ama gören, görebilen gözlere elbette… Böylesine muazzam bir işi, ancak Müslü­manları çağ körleşmesinin eşiğine getirip bırakan semantik intiharı yerle bir ede­cek ölçüde beşerî/çağdaş dili aşarak üm­mîleşme mertebesine ulaşabilen, çağ aşan ve çağ açacak nebevî bir dil kurabilen, yani bütün zamanları seferber edebilme, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilme ve bütün zamanların çocuğu olabilme imkânlarını harekete geçirebilecek bir seyyaliyete ve seyyariyete kavuşarak verâset-i risâlet ze­mi­nine çıkabilen, aynı zamanda hem âlim, hem ârif, hem de hakîm olan bir mütefekkir yapabilirdi. Zihin, İnsan ve Vasat İnşası… Ezcümle… Medresetü’z-Zehrâ, önce, zih­­nî arınmamızı sağlayabilecek bir “med­re­se”/“üniversite” tasavvuru’dur; bu, episte­mo­lojik sürecin/ilme’l-yakîn/biliş/Mek­ke sürecinin işletilmesi demektir. İkinci olarak, Medresetü’z-Zehrâ, Müslü­man bir şahsiyetin inşasını sağlayabilecek bir insan inşası projesidir; bu, fenomenolo­jik/ayne’l-yakîn/oluş sürecinin/Medine iş­le­tilmesi demektir. Üçüncü olarak da, Medresetü’z-Zehrâ, Müs­­­lüman bir cemiyetin/ümmetin var ol­ma­sını sağlayabilecek İslâmî bir vasat’ın inşası projesidir; bu da, ontolojik/hakka’l-yakîn/varoluş/medeniyet sürecinin işletil­me­si, hayata geçirilmesi demektir. Bediüzzaman Hazretleri’nin de Risalelerin çeşitli yerlerinde örtük ola­rak telâffuz ettiği gibi, Medresetü’z-Zeh­râ programı, bizatihî Bediüzzaman tara­fından hayata geçirilmişti zaten. Bendeniz, bütün bunlara şunu ilâve edi­yorum yalnızca: Medresetü’z-Zehrâ tasarı­sı, bilkuvve hayata geçirilmiştir ama bize, sözünü ettiğim üç süreci bilfiil harekete ve hayata geçirmemizi icbar eden bir medeniyet projeksiyonu sunuyor ve an­cak bu projeksiyon ışığında, yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılması, an­lam­­­lan­­dırılması ve aşılmasının müm­kün olabileceğini ihtar ediyor, diye düşü­nü­yorum acizâne.

Yusuf KAPLAN 01 Şubat
Konu resmiİrade Sağlamlığı
İnsan

Sual: Her insanın zaafları var. İnsan­ların bu zaaflarına yönelik her yönden çok kuvvetli saldırılar var. Bir insan, bu kadar saldırı karşısında iradesine nasıl hâkim olabilir? Cevap: Bu saldırılar karşısında, insanın iradesini güçlendirmek için şu hususlara çok dikkat etmesi şarttır: Bilindiği gibi cihad iki kısımdır. Biri maddi ve dış düşmana karşı yapılan cihaddır. İkincisi ise manevi olarak nefis ve şeytana karşı yapılan cihaddır. Bu ikinci cihad daha zor ve daha müşkilatlıdır. Peygamberimiz (asm) Tebük Seferinden dö­nüşte ashabına şöyle buyurmuştur: “Kü­çük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ’, I, 425) Bu hadi­sinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük Seferini ‘küçük cihad’ olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi ‘büyük cihad’ olarak nitelendirmektedir. “Hakiki mücahid, nef­­sine karşı cihad açan kimsedir.” (Tir­mizî, Cihad, 2) “Nefse, şeytana ve azgın isteklere karşı ve­rilen cihada ‘büyük cihad’ isminin verilme­sinin sebebi şudur: Nefse ve azgın arzulara karşı verilen cihad, aralıksızdır. Oysa kâfi­re karşı ara sıra savaş verilir. Hem cephe savaşçısı düşmanını görür; fakat şeytan gö­rünmez. Görünür düşmana karşı ci­had vermek, görünmez düşmanla cihad et­mekten daha kolaydır. Ayrıca şeytana karşı savaşırken onun, senin nefsinde bir destekçisi vardır; bu destekçi nefsin azgın arzularıdır, oysaki kâfirlerle yapılan savaşta seninle beraber onların bir yardımcısı yoktur. Bu yüzden şeytana karşı verilen cihad daha zordur. Yine savaşta kâfir öldürürsen zafer ve ganimet elde edersin. Kâfir seni öldürürse şehitlik rütbesi ile cennet kazanırsın. Hâlbuki şeytanı öldüre­mezsin, ama o seni öldürecek olursa Al­lah’ın cezasına çarpılırsın. Nitekim derler ki: “Savaşta atını elinden kaçıran kimse düşmanın eline düşer. Buna karşılık imanını yitiren kimse Allah’ın gazabına uğrar. Böyle bir şeyden Allah’a sığınırız!” (İmam Gazali) Bu zamanda Kur’an-ı Kerim’in en çok ehemmiyet verdiği şey, günahlara karşı takva ve amel-i salih esaslarıdır. Takva, günahlardan ve Cenab-ı Hakk’ın yasak et­tiği şeylerden sakınmaktır. Amel-i sa­lih ise, ibadetleri, hayır ve hasenatları ka­zanmaktır. Aynı zamanda takva ile her bir günahı terk etmek farz olduğundan, o da bir amel-i salih olduğu gibi, her bir farz ibadeti terk etmek de haram olduğundan o haramı işlememek de takva sayılır. Günahların böyle her tarafı istila ettiği bir zamanda, toplum içinde yaşayan bir kimse, her dakikada yüz günaha maruz kalır. Takva ve sakınmak niyetiyle o günahları terk etmek, yüz amel-i salih hükmüne geçer. Zira her bir günahın terki bir farz olduğundan, bir farz da birçok sünnetlere mukabil sevab kazandırır. Bu sevablar -diğer ibadetlerin sevablarıyla birlikte- insanda iyilik yapma meylini kuvvetlendirdiği gibi, günahlara karşı meyli de kırmaya vesile olur. Zaten sabır üç çeşittir; birisi de takva olarak günahlara karşı sabredip o günahları işlememektir. Şu sabır “Şübhesiz ki Allah inayetiyle, muvaffakiyetiyle, takva sahip­leriyle beraberdir” ayetinin sırrına mazhar olarak Allah’ın yardımına vesile olur. İhsan hadisinde geçen “Allah’ı görüyor­muşçasına ona ibadet et. Eğer sen onu görmüyorsan, şübhesiz ki O seni görü­yor” emrine binaen her an huzur-u İlahi­de olduğumuzun farkında olmamız gerekir. Allah mekândan münezzeh ve beri olmakla beraber, her yerde hazır ve nazırdır. Yani her an sıfatlarıyla bizimle beraberdir ve biz O’nun gözetimi altındayız. O’nsuz hiçbir ânımız yoktur. Zaten imanın verdiği şuur ile varlıkları tefekkür ettiğimizde O’nun bizim yanımızda olup gözetimi altında bulunduğumuzu anlarız. Nasıl ki canlı yayınlarda televizyon vasıtasıyla çok uzak yerleri ve sesleri görüp işitiyoruz. Aramızda bulunan varlıklar ve mesafe bir engel teşkil etmiyor. Hatta televizyon kablosu, görmemize ve işitmemize engel olmadığı gibi görüp işitmemize vesile olmaktadır. Aynen öyle de Cenab- ı Hakk’ın, her an varlıkların seslerini işitip ihtiyaçlarını görmesi ve vücutlarını istediği gibi işleyip tasarruf etmesi gösterir ki, bizimle Allah arasında olan şeyler, O’nun bizi görmesine ve seslerimizi işitmesine ve beraber olmamıza engel olmadığı gibi, olsa olsa ancak birer vesile olabilir. Öyleyse bir günahı işleyeceğimiz zaman onun huzurunda ve gözetimi altında olduğumuzu bilmeliyiz. Bir tarafta Cenab-ı Hak manen: “Ey kulum! Bu günahın sana zararı var, işleme!” diyor. Diğer tarafta arkadan nefis ve şeytan bizi dürterek: “Ey Allah’ın kulu! Seni yaratan Rabbini değil, beni dinle! (Zehirli bir bala benzeyen o günahı geçici lezzete binaen işle!)” diyor. Bu manzara karşısında hiçbir zaman bozulmamış veya gaflet içinde bulunmayan bir vicdan, bile bile Rabbine karşı gelip, hem kendisinin hem Rabbinin düşmanı olan şeytana uyar mı? Bu tefekkürden herkes derecesine göre istifade edebilir. Dünya’da her günahın içinde bulunan cüz’i bir lezzetle beraber, bazen bin elemin de bulunduğunu düşünüp akıl gözüyle görmek gerekir. Hissiyat-ı insaniye kör­dür. Akıbetleri ve neticeleri görmez. Her zaman hazır bir gram lezzeti ilerideki birçok lezzetlere tercih eder. Hazır bir elem ve azaptan da çekinir. İlerideki çok elem ve azaplara maruz kalır. Mesela, gençliğimizi kötüye kullanıp günahlara girersek kabir, ahiret ve cehennem azabından başka, o günahların verdiği nefse ait cüz’i lezzetlere bedel vicdan azabı, düşman kazanmak, hastalıklar ve hapishanelere düşmek gibi binlerce elem ve sıkıntı vardır. Hem küfür ve dalalette muvakkat ve geçici haram lezzetlerle beraber, kafirler için ölümü yokluk kabul etmek, günahkarlar için kabir kapısını, günahların cezası olarak, ebedi bir cehennem kapısı olduğunu görmek dünyada dahi küfür ve günahlardaki o lezzetten binler kat daha ziyade elem verir. Çünkü bir insan için verilen bir-iki sene veya beş-on sene sonra vukuu kesin bir idam kararı karşısında, o insan idam olun­caya kadar yaşadığı hayatından hiç lezzet alamadığı gibi o kararı düşündükçe de idam ediliyormuş gibi elem ve azap çeker. Öyle de kâfir, ölümü kendi hakkında kesinlikle vukuu bulacak bir idam kararı olarak gördüğünden, her an ölebilirim beklentisinden dolayı hayatından aldığı lezzetten binler derece fazla elem ve azap çeker. Bunun gibi fasık ve günahkâr adam da, kabri günahlarının cezasını çekmek için bir cezaevi kapısı olarak gördüğünden, her an “Ölüp o kapıdan gireceğim” diye beklediği için, dünya hayatında dahi o günahlardan aldığı lezzetten bin derece fazla sıkıntı ve elem çeker. Buna mukabil insan, gençliğini ibadet ve hayırda sarf edip, kabrin kendi hakkında saadet-i ebediye ve cennet kapısı olduğuna inanmakla, dünya hayatında iman ve iba­det yolunda çektiği sıkıntı ve elemlere bedel, binler derece fazla zevk ve lezzet alır. Diğer ibadetler ve günahlar da bunlara kıyas edilirse, şüphesiz iman ve ibadette bir tuba-yı cennet çekirdeği saklı olduğu gibi, küfür ve dalalette de bir zakkum-u cehennem bulunduğu anlaşılır. Nefsimizin azmasına engel olan az ye­mek, az içmek, az uyumak gibi esaslara uymaktır. Peygamber efendimiz (asm) şöy­le buyurmuşlardır: “Şeytan, insan vü­cu­dunda kan damarları yolu ile dola­şır. Buna binaen siz onun dolaşım yolunu açlıkla daraltınız. Kıyamet günü, insanların Allah’a en yakın olanı, en uzun müddet aç ve susuz kalanıdır.” “Tahkike göre mide aşırı arzuların kaynağıdır. Hik­met ehlinden biri der ki, ‘Nefsinin kontrolü altına giren kimse, onun azgın arzularından hoşlanmaya mahkûm olmuş, onun yanılmalar zindanında tutuklanmış ve kalbini faydalı şeylerden mahrum etmiş olur’. Vücud azaları toprağını azgın arzularla sulayanlar, kalblerinde pişmanlık ağacı dikmiş olurlar.” (İmam Gazali) Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri de şu açıklamayı yapmıştır:  “Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmet­lerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis Rab­bisini tanımak istemiyor, firavunane ken­di rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çek­tirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir. Hadîsin rivâyetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: (Ben neyim, sen nesin?) Nefis demiş: Ben benim, sen sensin Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: (Ene ene, ente ente.) Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vaz­geçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: (Men ene vema ente?) Nefis demiş: Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim.” (Mektubat 254) Yaptığımız dua ve tevekkül, hayırlara olan meylimizi kuvvetlendirdiği gibi, tevbe ve istiğfar dahi şerlere olan mey­limizi kırar. “Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz’-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-ı cehenneme yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, me­yelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” (Kader Risalesi, Tılsımlar 85) İnsan fıtraten her türlü iyiliği yapma istidadına sahip olduğu gibi, her türlü fenalığı da işleyebilir bir yaradılışa sahiptir. Onun için insanın, günahların yaşanabileceği ortam ve mekânlardan uzak durması ve iyiliklerin yaşandığı yerleri tercih etmesi icab eder. Ayrıca insan, kötü çevre ve arkadaşlardan uzaklaşıp, iyi çevre ve arkadaşlar edinmelidir. Çünkü hadis-i şerifte: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde herkes kiminle arkadaşlık yap­tığına baksın.” (Ebu Davud, Edeb, 19; Tirmizi, Zühd, 45) buyrulmuştur. Gavsü’l-A’zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rah) kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyurur: “Kötü arkadaşları ter­ket. Onlara sevgi duyma, sâlihleri sev. Ya­kının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla berâber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.” Son olarak, hadiste geçtiği gibi nefsimize sürekli, “Ateşe dayanabileceğin kadar gü­nah işle” sözünü hatırlatarak onun gü­nahlara karşı meylini kırmamız mümkün olabilir. Rabbimiz bizleri nefislerimizden, cinni ve insi şeytanların şerrinden muhafaza eylesin. Âmin.   اللّٰه ايچون ايشله يڭز، اللّٰه ايچون گوروشيڭز، اللّٰه ايچون چاليشيڭز. اخلاص ايله  كيم نه  ايسترسه  اللّٰه ويرر. جناب حقّڭ رضاسي اخلاص ايله  قزانيلير. كثرت اتباع ايله  و فضله  موفّقيت ايله  دگلدر. هنر، كثرت اتباع ايله  دگلدر. بلكه  هنر، رضاي الهي يي قزانمقله در. بتون قوتڭزي اخلاصده  و حقده  بيلمليسڭز. اوت، قوت حقده در و اخلاصده در. حقسزلرڭ قوتي دخي، حقسزلقلري ايچنده  گوستردكلري اخلاص و صميميت يوزندن قوت قازانييورلر. اطرافنه  طوپلانديغمز خدمت قرآنيه ، انايي قبول ايتمييور. نحن ايستييور. بن ديمه يڭز، بز دييڭز دييور.   Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız.1 İhlas ile kim ne isterse Allah verir.2 Cenab-ı Hakk'ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba' ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir.3 Hüner, kesret-i etba' ile değildir. Belki hüner, rıza-yı ilahîyi kazanmakladır.4 Bütün kuvvetinizi ihlasta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlastadır. Haksızların kuvveti dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlas ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.5 Etrafına toplandığımız hizmet-i Kur'âniye, ene'yi kabul etmiyor. Nahnü istiyor. Ben demeyiniz, biz deyiniz diyor.6 Kaynaklar: 1- Lem’alar, s.142- Lem’alar, s.1573- Lem’alar, s.1594 -Lem’alar, s.1595- Lem’alar, s.1696- Mektûbât-2, s.310

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Namaz günahların affına vesiledir Bir gün Peygamber Efendimiz (asm) mesciddeyken, bir adam gelerek; “Ya Resûlallah (asm)! Ben bir günah işledim. Bana cezasını ver” dedi. Peygamberimiz (asm) cevap vermedi. Adam isteğini tekrarladı. Peygamberimiz (asm) yine cevap vermedi. Derken vakit girdi ve namaz kılındı. Peygamber Efendimiz (asm) namazdan çıkınca adam onu izledi. Efendimizin (asm) vereceği cevabı merak eden Ebû Ümâme (ra) de adamı takip etti. Peygamber Efendimiz (asm) adama; “Evinden çıkınca güzelce abdest almış mıydın?” diye sordu. Adam; “Evet! Ya Resûlallah” dedi. Efendimiz (asm); “Sonra da bizimle namaz kıldın mı?” buyurdu. Adam; “Evet! Ya Resûlallah” diye cevap verince, Peygamber Efendimiz (asm); “Öyleyse Allah günahını bağışladı” müjdesini verdi. (Süheyl Seçkinoğlu, Namaz Öyküleri) Bâb-ı Âlî Bâb-ı Âlî, Osmanlılarda Sadrazamların devlet işlerini yürütmek için kullandıkları resmî ikametgâhlarıydı. Kapı anlamına gelen bâb kelimesi ile yüce anlamına gelen âlî kelimelerinin Farsça terkîb ile bir araya getirilmesinden oluşan Bâb-ı Âlî, geniş saçaklı kapısıyla meşhûr olmuştur. Bâb-ı Âlî’nin Sultan 2. Mahmûd döneminde yapıldığı anlaşılan gösterişli kapısının her iki yanında birer çeşme bulunmaktadır. Ayrıca nöbetçi askerlerin duracağı birer niş de kapının iki tarafında yer almaktadır. Tarihî kaynaklar incelendiğinde, 17. yüzyıldan beridir Sadrazamlara mahsus bir sarayın Bâb-ı Âlî’nin bulunduğu alanda yer aldığı gözlemlenebilmektedir. Bâb-ı Âlî, Osmanlı Devletinin Başbakanlık ve hükûmet binası olarak uzun yıllar hizmet etmiştir. Bedîüzzaman Hazretlerinin Barla’da kaldığı ev Üstâd Hazretlerinin Barla’daki ikametgâhı, iki odadan ibâret bir evdir. Esâsen müstakil bir evi ve yeryüzünde mülkiyeti altında bir karış yeri dahi yoktu. Barla’da sekiz sene müddetle ikâmet ettiği ev, ehl-i İslâm’ın merkezi hükmünde ilk dershane-i nûriyesidir. Bu dershane-i nûriyenin altında, daimî akan bir çeşme vardır. Ve önünde, dershane-i nûriyeye bitişik çok kalın ve üç sütun hâlinde semaya yükselen gayet muhteşem bir çınar ağacı vardır. Çınar ağacının dalları arasında bir kulübecik yapılmıştır. Burası, Üstâd Hazretlerinin bahar ve yaz mevsimlerindeki istirahati ve tefekkür ve ibadet vazifesi için en münasip bir menzildi. (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, 1. Cild, Sayfa 349) 01 Şubat 1861Teksas, ABD’den ayrıldı Abraham Lincoln’ün ABD’de köleliği kaldıracağı vaadiyle başkanlık seçimine girerek seçimi kazanması üzerine; aralarında Teksas’ın da bulunduğu güneyli 11 eyalet, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bağımsızlığını ilan eden 11 eyalet, bir konfederasyon meydana getirdi ve kuzeydeki eyaletlerle aralarında 4 sene sürecek olan iç savaş başladı. Amerikan İç Savaşı'nın ilk yıllarında hiçbir taraf üstünlük sağlayamadı. Her iki taraftan da birçok kayıplar oldu ve her iki taraf da zaman zaman askerî başarılar elde etse de baskın çıkamadı. 1863 yılının Temmuz ayında gerçekleşen Gettysburg Muharebesi önemli bir dönüm noktası oldu. Güneyden 75 bin, kuzeyden 82 bin askerin katıldığı bu kanlı savaşta her iki taraf da askerlerinin yaklaşık üçte birini kaybettiler ama kuzeyliler tartışmasız bir üstünlük sağladı. 24 Şubat 1793Nizâm-ı CedîdOrdusu kuruldu Nizâm-ı Cedîd, Yeniçeri Ocağının yerini almak üzere Sultan 3. Selim tarafından kurdurulan ordudur. 72 maddeden meydana gelen Nizâm-ı Cedîd ordusunun programının uygulanabilmesi için Fransa’dan ve Prusya’dan danışmanlar getirtilmiştir. Yeniçerilerin tepkisini çekmemek için Bostancı Ocağı’na bağlı Bostancı Tüfenkçisi adı altında kurulmuştur. İlk kışla Cezayirli Gazi Hasan Paşa'ya ait olan Levend Çiftliği'nde kurulmuş, da­ha sonra artan destekle beraber önce Üsküdar'da daha sonra da Üsküdar merkez olmak üzere Anadolu'da ortalar kurulmuştur. Birçok ortanın kurulmasıyla birlikte, Nizâm-ı Cedîd ordusunun asker sayısı 230 bine kadar ulaşmıştır. 1807 senesindeki Kabakçı Mustafa İsyanı’nın ardından Sultan 3. Selim’in tahttan indirilmesi ile birlikte ise feshedilmiştir. 17 Şubat 1959BaşbakanAdnan Menderesdüşen uçaktansağ kurtuldu Başbakan Adnan Menderes Kıbrıs Cumhuriyeti ve Türkiye’nin garantörlüğü ile ilgili bir antlaşmayı imzalamak üzere, 17 Şubat 1959 günü beraberindeki heyetle birlikte İngiltere’ye gitmek üzere THY uçağına bindi. Bindiği uçak İngiltere’de Gatwick Havaalanı yakınlarında düştü. Bu olayda, uçaktaki sekiz mürettebattan beşi ve on altı yolcudan dokuzu hayatını kaybetti. Menderes, yaralı olarak kurtuldu. Hayatını kaybedenler arasında, Basın-Yayın ve Turizm Bakanı, Anadolu Ajansı Genel Müdürü, THY Genel Müdürü ve Başbakanlık Özel Kalem Müdürü de vardı. Menderes, kazanın ardından 19 Şubat günü hastanede anlaşmayı imzaladı. Mart ayının başında taburcu olarak yurda döndü. Yurda dönüşünde büyük tezahüratlarla karşılandı.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiOsmanlıca Yazı Dilinin Zihin Gelişimine Faydaları
Risale-i Nur

Elif, Lâm, Mîm... Son dinini, son peygamberiyle so­nun­cu Kitabıyla gönderip, O’na harflerle başlayan Rabbin adıyla... Yazının insan hayatına girişi ile birbirinden farklı yaklaşım ve öyküler olduğunu bili­yoruz. Bu belirsizlikle meşgul olmak yeri­ne konuştuğumuz dilin ve elimizdeki harf­lerin ifade ettiği anlam ve değeri anla­maya çalışmak tahmin ediyorum daha fay­dalı olacaktır. İnsanların, yazı ile ilgili se­­rüveninin yaşadıkları, düşündükleri ve ha­yal ettikleri şeyleri resim ve simgelere dö­nüştürerek başladıkları konusunda nere­deyse hiç şüphe yoktur. Bu resimlerin daha sonra bir takım soyut işaretlere dolayısıyla sistemli bir harf dizinine dönüştüğü ve alfa­beyi oluşturduğu öngörüsünde bulunmak da pek abes sayılmaz. Biz bu yazımızda “Osmanlıca Yazı” ile zi­hin gelişimi arasındaki ilişkiye değinmeye çalışacağız. Zira gerek yaşam kalitemizin gerekse davranışlarımızın niteliğinin yük­selmesinde önemli bir paya sahip olan zihnimizin, daha becerikli ve yete­nekli olması elbette hepimizi daha mut­lu edecektir. Bu sürece Osmanlıca Yazı’nın nasıl bir katkısı olacağını çeşitli açılardan anlatmaya çalışacağız. Beynimiz iki yarım küreden oluşur. Bun­lara sağ ve sol lob adı verilir. Bu loplar bir­­birinden farklı özellik ve fonksiyonlara sahip­tir. Hafıza ve beyin geliştirme eğitim­lerinde üzerinde en çok durduğumuz ve ge­liş­ti­ril­mesini en çok önemsediğimiz şeyler; 1- Hayal kurma becerisinin geliştirilmesi (özellikle de mantıksız, sıra dışı, olağanüstü, komik ve abartılı hayaller kurulması). Zi­ra bey­nimizde milyarlarca sinaptik bağ vardır ve bunların sayısının artması bizim beynimizi ne kadar ve nasıl kullandığımızla doğru orantılıdır. 2- Beynimizin tamamlama özelliğini geliş­tirecek idmanlar ve egzersizler yapılması. Bir­çok bilmece, akıl oyunu ve sudoku gibi faaliyetler bu gayeye hizmet ettiği için önem arz eder. 3- Olumlu bakış açısı ve çözümcül bece­rilerin geliştirilmesi. (Brainstorming yani beyin fırtınası yapmak) 4- Beynimizin “çağrışım gücünü” geliştir­mek. (Yani bir şeyin olabildiğince çok şeyi hatırlatmasını temin etmek) Aslında tüm bu maddelerin en genel he­defi beynin sağ ve sol yarım kürelerini ola­bildiğince müşterek yani işbirliği içinde ça­lıştırabilmektir. Beynimizin iki yarım kü­resinin aynı anda çalışmasıyla yapılan işler en mükemmel ve en muhteşem işlerdir. Yazı, dil ve konuşma beynimizin sol yarım küresinin ilgi ve faaliyet sahasına girer. Ya­ni, bizler yazı yazarken beynimizin sol ya­rım küresi çalışır. Hangi yazıyı yazarsanız ya­zın beynimizin sol yarım küresi faaldir. Buradaki en ayrıştırıcı nokta ise yazının yazıldığı yöndür. Soldan sağa doğru ya­zılan tüm yazılar (Latin harfleri, Batı dilleri) odaklanma, duyularla ilgili çö­züm­­leme alanını hareketlendirme ve üret­­ken/çözümcül düşünmeye ciddi bir fay­da temin edemezken, sağdan so­la doğru yazılan (Arapça, Aramice ve Osmanlıca) yazılar bu konuda çok büyük ve ciddi faydalara vesile olmaktadır. Bu konuda hususen dünyanın mühim nö­ropsikologlarından biri olan Robert Ornstein’ın araştırmaları önemli tespitler ihtiva etmektedir. Osmanlıca yazı dilinde kendi vazifeleri dı­şında ayrıca sesli harf olarak kullanılan “elif” “vav” “he” ve “ye” harfleri olabildiğince az ve akılcı bir şekilde kullanıldığı için, beyni­miz sesli harflerin bulunması gereken yer­lere ilişkin bir öngörüde bulunmaya ve o sözcüğü tamamlamaya çalışarak çok önem­li bir beyin faaliyeti olan “tamamlama özelliğini” ciddi bir şekilde geliştirmeye çalışmaktadır. Beynimiz bir kelimeyi, ta­mam­lama özelliğini kullanarak okumaya ça­lış­tığında beynimizde yeni sinaptik bağ­lar oluşmakta ve beynimiz bu bağların art­masından dolayı çoklu düşünme becerisi ile kurgulama becerisini geliştirmektedir. Bu­gün birçok zeka okulu ve beyin geliştirme programının en önemli amaçlarından birisi bu becerinin kazandırılmasına yöneliktir. Bir yazı okurken en büyük ihtiyacımız ilgi ve odaklanma becerimizi yitirmeden o yazıyı tamamlayabilmektir. Küçük bir ilgi kaybı, dikkatin başka bir mecraya kayması, cümlenin genel anlamını kaybetmemize ne­den olabilir. Bunun için kişinin bir met­ni okurken harcadığı enerjinin daha fazlasını odaklanma ve konsantrasyon için harcaması gerekmektedir. Latin harfleri ile yazılı bir metni okurken, hiçbir sözcük için zorlanmadığımızdan dolayı (bunun nedeni sesli harflerin çok olmasından dolayı okuyucunun herhangi bir sıra dışı tasarruf ve çaba göstermek zorunda olmaması) çoğu zaman ilgi kaybı yaşar ve sayfalarca okumamıza rağmen bir şey anlamadığımızı fark eder ve yeniden okumak zorunda ka­lırız. Osmanlıca bir metni okurken ise her ne kadar birçok kelimeyi defalarca görmüş olmaktan dolayı bir resim gibi algılayarak okusak da, her an çıkabilecek farklı ya da az kullanılan bir kelime için yoğun bir dikkat ve özel bir çaba göstermek zorunda kalırız. Bu da, Osmanlıca bir metni dalgın bir şekilde okumanıza asla izin vermeyen bir durumdur. Beyin, Osmanlıca bir me­tin ile karşı karşıya iken, dinamik ve uyanık olmak ve karşılaştığı kelimeyi doğru okuyabilmek için “an”da kalmak zorundadır. Beynimizin sol yarım küresi vücudumuz­un sağ tarafını, sağ yarım küresi ise vücu­dumuzun sol tarafını yönetir. Soldan sa­ğa doğru okunan/yazılan metinlerde beyni­miz­in sol tarafı, sağdan sola doğru oku­nan/yazılan metinlerde ise beynimizin sağ yarım küresi etkindir (göz hareketleri sola doğru ise beynin sağ tarafı, göz hareketleri sağa doğru ise beynin sol tarafı etkin olur). Dikkat becerisi beynimizin sağ ön lobunda bulunduğu için Osmanlıca gibi sağdan sola doğru göz hareketi gerek­ti­ren metinlerde dikkat kabiliyeti otoma­tik bir şekilde faal hale gelmektedir. Dolayısıyla Osmanlıca, kişiye yüksek bir dikkat üretebilmesi konusunda da yardımcı olan bir yazı dilidir. Ayrıca beynimizin estetik algısının kavis (eğrisellik) üzerine kodlandığı da dikkate alındığında, Osmanlıca harflerde keskin ve köşeli çizgilerden çok, kavisli ve yumuşak çizgilerin olması bu harflerin beynimiz tarafından çok daha kolay anlaşılmasına yol açarak daha üretken olmasını netice vermektedir. Tüm bunların yanı sıra Osmanlıca harf­lerin, Anadolu insanına hatırlattığı mukad­des kavram ve anlamların motive edici et­kisi de göz ardı edilmemeli. Cenab-ı Hak­k'ın vahyini taşımak gibi emsalsiz bir vazifeyi ifa etmiş olan bu harflerin, bizim milletimize hatırlattığı hakikatler bizim ruhumuzu, kimliğimizi ve tüm mefkûremizi içine alır. Ayrıca bize kendi tarihimizi anlatırken izlenen “savaş tarihi” anlatımlarının gizlediği, edebiyat, sanat, kültür ve estetik birikim de keşfedilmeyi bekliyor durumdadır. Sultan İkinci Meh­met, bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan büyük bir Fatih olduğu kadar muhteşem bir şairdir de, ya da saltanatı zamanında Osmanlı Devletini en büyük sınırlara ulaştıran Kanuni Sultan Süleyman’ın biri Farsça olmak üzere iki büyük divanı vardır ki şiirlerinin toplamı 15935 beyte ulaşmaktadır. Osmanlıcanın bize neleri hatırlatacağına ilişkin, hafızamızda ciddi bir boşluk vardır. Bu boşluktan kurtulmak adına Osmanlıcanın tesirli bir şekilde bu milletin hayatında layık olduğu yeri almasında büyük faydalar vardır. Kişisel gelişim eğitimlerinde insanlara kazandırmak istediğimiz, orijinal bakış açısı, çözüm odaklı bakış açısı, hızlı düşünüp doğru karar verme ve an’da yaşama gibi birçok özellik ve donanım Osmanlıca yazı ile meşgul olmanın fıtrî bir neticesi olarak hayatımıza gir­mektedir.

Enver NÜGAY 01 Şubat
Konu resmiİhlas Suresi’nin i’cazının bir nüktesi (2)
Risale-i Nur

Hem aciz ve muhtaç olan bir masum yavrunun ihtiyaçlarının görülmesi onun terbiye edicisini gösterdiği gibi varlığın hayatlarının devam etmesi de bütün ihti­yaçlarını gören ve hiçbir şeye muhtaç ol­mayan Allah’ı göstermektedir. Demek her şey var olmak ve varlıkta kalmak için bir zata olan ihtiyacın diliyle der ki: “Ondan başka var eden ve varlıkta tutan yoktur.” Dördüncü: يَلِدْ لَمْ dir. Bir tevhîd-i celâlî müstetirdir, envâ‘-ı şirki reddeder. Küf­rü keser bî-iştibâh. Yani tagayyür, ya tenâsül, ya tecezzî eden elbet, ne hâliktır, ne kayyûmdur, ne ilâh. Veled fikri, tevel­lüd küfrünü لَمْ reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserîsi gümrah. Ki Îsâ (as), ya Üzeyr’in (as), ya melâik, ya ukūlün tevellüd şirki meydan alıyor nev‘-i beşerde gâh bâ-gâh. Bu cümle Cenab-ı Hakkın celalî tevhid mertebesini göstermektedir. Yani O’nun kibriya, izzet, kahr, azamet, gadab, kudret ve heybetindeki tevhidi göstermektedir. “Doğurmadı” anlamına gelen bu lafız şirkin türlerini reddetmekte ve inkâr düşüncesini şüphesiz bir şekilde kökünden kesmektedir. Bir halden başka hale geçen, başkalaşan, kendisinde değişiklikler olan, birisinden doğmakla meydana gelen veya parçalara ayrılabilen, yaratıcı veya var edip varlıkta tutan bir ilah olamaz. Çünkü kendisini değişmekten alıkoyamayan, varlığı başka­sına bağlı olan, vücudu cüzlerden meydana gelerek parçalarına muhtaç olan birisi, diğer varlıklardan üstün bir farkı olamaz ki yaratıcı olabilsin. İbadet edilmeye layık olsun. İnsanlık tarihinde Yüce Allah’a çocuk is­nad etme gibi batıl fikirler görülmekte­dir. Kur’an-ı Mu’cizû’l-Beyan şöyle de­mekte­dir: “Yahudiler, ‘Üzeyir Allah'ın oğ­­lu’ dediler, Hıristiyanlar da ’Mesih Al­lah'ın oğlu’, dediler. Bu onların kendi ağız­larıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benze­tiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da sap­tırıyorlar”!1 Kur’an-ı Kerim meleklerin Yüce Allah’ın kızları olduğu iddiasını da şöyle haber ve­rerek reddetmektedir: “'Rahmân (olan Allah, melekleri) çocuk edindi' dediler; (hâşâ!) O, bundan münezzehtir. Bilakis (onlar) şerefli kılınmış kullardır.”2 Bir kısım felsefeciler de Yüce Allah’ın akl-ı evvel diye bir varlık yarattığını, bu varlığın da ikinci bir aklı, onun da üçüncü bir aklı böyle on akıl anlamına gelen ukul-ü aşere meydana geldiğini savunmuşlardır. Bun­lar akl-ı evveli Allah’ın mahlûk kabul edip Cenab-ı Hakkın diğer akıllar vasıtasıyla kâinatı idare ettiğini söylemişlerdir. Böyle­ce büyük bir şirke kapı açmışlardır. İşte Yüce Allah’ın haşa muhtaç olduğunu, vasıtalarla âlemi idare ettiğini sonuç veren bütün bu batıl fikirleri لَمْ kökünden kesip onların davasını çürütmektedir. Çünkü bu edat Yüce Allah’ın hiçbir zaman çocuk edinmediğini ifade etmektedir. Beşincisi: يُولَدْ وَلَمْ Bir tevhîd-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî ol­mazsa, olmaz İlâh. Yani ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette ol­maz şu kâinâta penâh. Esbâbperestî, nücûm­pe­rest­lik, sanemperestî, tabiatperestlik şir­kin birer nev‘idir, dalâlette birer çâh. Bu kelamda Yüce Allah’ın ezeli olduğunu gösteren tevhide işaret vardır. İlah’ın en büyük özelliği onun ezelî ve kadim olm­asıdır. Bir başlangıcının olmamasıdır. Var­lığının hiçbir şeye muhtaç olmaması ve kimse tarafından yaratılmamasıdır. Bizzat var olması ve varlığı kendinden olmasıdır. Eğer ezelî olmayıp sonradan meydan gel­diyse, ya da birinden meydana geldiyse ya­ni bir doğum tarihine sahipse, ya da bir şey­in bir parçası ise elbette İlah olamaz. Âle­min yaratıcısı olamaz. Yaratılan, yaratamaz. Sebep-sonuç ilişkisinden dolayı her şeyin kaynağını sebepte aramak, sebepleri ilah kabul etmek, varlığın kaderini gökteki ge­ze­genlerin dönüşünde görerek yıldızlara tapmak, putperestlik veya âlemdeki tabiat kanunlarını ilah kabul etmek şirkin farklı türleridir. İşte bütün bu şirkleri bu cümle reddetmektedir. Altıncı: يَكُنْ وَلَمْ Bir tevhîd-i câmi‘dir. Ne zâtında nazîri, ne ef‘âlinde şerîki, ne sıfâtında şebîhi لَمْ lafzına nazargâh. Şu altı cümle ma‘nen birbirine netice, hem birbirinin burhânı, müselseldir berâhîn, mürettebdir netâic şu sûrede karargâh. Demek şu Sûre-i İhlâs’da, kendi mikdâr-ı kametinde müselsel, hem müretteb otuz sûre münderic, bu bunlara sehergâh. لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ Bu kelam birçok yönden Yüce Allah’ın birliğini gösteren toplayıcı bir tevhid mer­tebesidir. Evet, onun zatında bir dengi yok­tur. Çünkü onun zatı idrak edilemez. Var­lıklar ise idrak edilebilir. Onun zatı hiç­bir şeye muhtaç değildir. O, vacibü’l-vücuddur. Yani varlığı kendindendir. Var­lıklar ise her şeye muhtaçtır. Yüce Allah’ın yaratmasıyla mevcutturlar. Onları varlık sahasına çıkar­mayı irade eden Allah’tır. Onun zatı, ezeli ve ebedidir. Varlıklar ise fanidir. Cenab-ı Hakkın fiillerinde de ortağı yoktur. O, fiillerinde hiçbir şeye muhtaç değildir. İnsanlar gibi yardımcılara ihti­yacı yoktur. Bir fiili diğer fiiline engel değildir. Fiilleri kayıt altına alınamaz. Sı­nırlandırılamaz. Hâl­buki hiçbir varlığın fiilleri böyle değil­dir. Varlıkların fiillerini de yaratan Allah’tır. Cenab-ı Hakkın sıfatları kendisiyle kaim, ezeli ve ebedidir. Bu yönüyle hiçbir varlık sıfatlar yönüyle de onun dengi olamaz. Demek yüce Allah zatında, fiillerinde ve sıfatlarında bir ve tektir. Ortağı ve benzeri de yoktur. İşte İhlas Suresindeki bu altı cümle birbiri­nin hem delili hem de sonucudur. Her bir cümle diğer lafızların hem delili hem de neticesidir. Mesela “Onun dengi yoktur.” Çünkü Ehad olduğu için dengi yoktur. Samed oldu­ğundan dengi yoktur. Doğurmadığı için dengi yoktur. Doğrulmadığı için dengi yoktur. O, Vacibü’l-Vücud olduğu için den­gi yoktur. “Doğurulmadı” çünkü O, Vacibü’l-Vücud olduğundan, Ehad olduğundan, Samed olduğundan, Doğurmadığından, dengi ol­­ma­dığından doğurulmadı diye diğer la­fız­lar delil olur. Böyle bakıldığında İhlas Suresinde otuz İhlas Suresi vardır denilir. Saîdü’n-Nûrsî Kaynaklar: 1- Tevbe Suresi, 30.2- Enbiyâ Suresi, 26.

Muhlis KÖRPE 01 Şubat
Konu resmiKara Afrika'nın Beyaz Yürekli İnsanlar Diyarı Tevekkül Ehli İnsanların Ülkesi Sudan
İnsan

Hayrat İnsani Yardım Derneği’nin 2014 yılı kurban organi­zasyonu nedeniyle sekiz gün organizasyon ekibi ile birlikte Sudan’daydım. Bu vesileyle sekiz gün boyunca Sudan’ın en ücra yerlerine kadar giderek kurban ve adak organizasyonu yapan Sudan Hayrat Vakfı temsilcisi İsmail KAYA’ya ve ekibine, Hayrat İnsani Yardım Derneği gönüllü Sudan temsilcisi (Adem) Sebahattin KARAGÖZ’e, Türkiye’den Su­dan Kurban organizasyonu­na eşlik eden Hayrat İnsani Yardım Derneği Elazığ tem­silcisi Servet ÖZDEMİR’e ve Hay­rat İnsani Yardım Der­neği çalışanı Tolgay ATEŞ’e emekleri ve çalışma­larından dolayı teşek­kürler…  Sudan ya da resmî adıyla Sudan Cumhuriyeti ya da Kuzey Sudan, Afrika'nın en geniş 3. Ül­kesi konumundadır. Başkenti Hartum’dur. Bir Doğu Afrika ülkesi olan Sudan kuzeyden Mısır, kuzeydoğudan Kızıldeniz, doğudan Etiyopya ve Eritre, güneyden Güney Sudan, batıdan Orta Afrika Cumhuriyeti ve Çad, kuzeybatıdan da Libya ile çevrilidir. En yüksek yerleri Marra dağı (3088 m.) ve Udah Dağı (2259 m.) olan ülkenin en önemli akarsuları Beyaz Nil ve Mavi Nil. Beyaz Nil kaynağını Uganda, Kenya ve Zaire'den; Mavi Nil ise kaynağını Etyopya dağlıklarından almaktadır. Bu iki Nil Har­tum'la Umderman şehirlerinin sınırında, Rafediye bölgesi yakınlarında birleşerek tek bir ırmak halinde Mısır'a doğru akar. İki Nil arasında kalan bölgeye el-Cezîre den­mektedir. Nil nehri Sudan'ı Güney ve Kuzey Sudan olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Su­dan'ın ortasından, dış ilişkilerinde kültü­rel, toplumsal ve ekonomik olarak büyük rol oy­nayan Nil Vadisi geçmektedir. Konumu ve sosyal dokusu itibarıyla Afro-Arap özellikte olan Sudan çok zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarına sahip bir ülkedir. İnsanların Sudan'da yaşamaya başlaması MÖ. 5000 yılına kadar uzanıyor. Sudan'ın kuzeyindeki Meroe Çölü'nde, esrarengiz ve çarpıcı görünümleriyle bugün bile halen göz kamaştıran Nubian Piramitleri yer alıyor. Nil'in güney tarafından 15 kilometre içeride çölün ortasında adını antik şehir Nubian'dan alan piramitlerin toplam sayıları 250’yi buluyor. "Siyah Firavunların Ülkesi Sudan Piramitleri" olarak da anılan bu piramitlerin Nil'in alt tarafında yaşayan zenci firavunlar tarafından yapıldığına inanılmaktadır. Ar­keologlara göre eski Mısır piramitleriyle rekabet edebilecek nitelikte olan bu pira­mitlerin dünyanın ilk piramitleri olduğu ve Mısır'daki dev türdeşlerinin Sudan’daki Nubian Piramitleri’nden esinlenerek yapıl­dığı sanılıyor. Sudan, yaklaşık 1886 milyon km²'lik yüz­ölçümü ile dünyanın en büyük 16. ülkesi. Ülkenin, 2011 yılında Sudan ve Güney Sudan olarak ikiye ayrılmasından sonra yüzölçümü bakımından Afrika'nın en büyük ülkesi olma özelliğini Cezayir'e kaptırmıştır. Nüfus bakımından 36 milyonluk nüfusuyla dünyada 40. sırada yer almaktadır. Etnik yapı itibarıyla kuzeyde genellikle Araplar ve Nubianlılar, güneyde ise Nilotikler, Su­danlılar ve Zenciler yaşıyor. Sudan hem Afrika ve hem de Ortadoğu adetlerinin, dil­lerinin ve kültürlerinin karıştığı bir ülkedir. Kuzey bölgede yaşayan insanların tama­mına yakını Müslümanlardan oluşmakta ve hemen hemen hepsi Arapça konuşmakta­dır. Bunların çoğunluğu göçebe veya yarı gö­çebe halklardan oluşmaktadır. Eski Kuş kabilesinin devamı olan Nubianlılar da Müs­­lü­man olmalarına ve Arapça bilmelerine rağ­­men kendi asıl yerli dillerini ve lehçelerini de ko­nuşuyorlar. Sudan’da genellikle Arapça ko­nuşuluyor, bununla birlikte çeşitli bölge­lerde konuşulan aşağı yukarı 80 farklı lehçe bulunmaktadır. Tarihî kaynaklarda, Sudan denirken kaste­dilen alan bugünkü Sudan’ın topraklarından çok geniş bir alandır. Araplar Afrika'ya girdikten sonra zencilerin yaşadığı ve Kızıl­deniz kıyılarından başlayarak Batı Afrika'ya kadar uzanan geniş bir alana “Bilâdu's-Su­dan” (Siyahlar Ülkesi) adını vermişlerdir. Da­ha sonra "Bilâd" kelimesi atılarak bu böl­geye sadece Sudan denilmiştir. Bugünkü Su­dan ise, Doğu Sudan denirken kastedilen bölgeyi kapsamaktadır. Mısır’ın 639'da Amr İbn’ul-As tarafından fethedilmesinden sonra bu ülkeye yerleşen Müslümanlar kısa süre sonra ticaret için Sudan pazarlarına gitmeye başlamışlardır. Sudanlılar da İslam’ı ilk olarak bu tüccarlar sayesinde tanımışlar ve kısa sürede İslam’a ısınmışlardır. Böylece, daha önce Sudan'a girmiş olan Hıristiyanlığın etkisi zayıflamaya başlamış. Mısır’a yerleşen Müslümanlar VII. yüzyılın ortalarından itibaren Sudan’a hâkim olmak için birtakım askeri hareketler gerçekleştirdiler. Bu fetih hareketleri uzun süre devam etti. 1172'de Se­lahaddin Eyyûbî'nin kardeşi Turan Şah, 1260'ta da Baybars bugünkü Sudan top­rak­larına birer sefer düzenlediler. Bu se­fer­lerden sonra buralarda İslam daha da güçlenmeye başladı. 1517'de Osmanlı Dev­leti'nin Mısır’ı fethetmesi Sudan'da da etki­sini gösterdi. İngiliz güçleri, Mısır’daki yö­ne­timin yanlış uygulamalarını düzeltmeyi amaçladıklarını ileri sürerek 1899'da Sudan'a girdiler. İngilizler ilk iş olarak Muhammed Ahmet Mehdî'nin başlattığı hareketi tü­müyle dağıttılar. 1920'lerin başlarındaki ba­­ğım­sızlık hareketleri başta İngiliz yöne­ti­mini sarsar gibi olduysa da ilerleyen bir­kaç yılda bastırıldılar ve Sudan 1 Ocak 1956'da bağımsızlığını elde edinceye kadar İngilizler’in işgali altında kaldı. Sudan’lıların en büyük ortak özelliğinin misafirperverlikleri olduğunu söyleyebiliriz; misafirleri için özellikle koyun keserek, et ağırlıklı birbirinde leziz yemekler ikram etmektedirler. Sudan’da yapılan kahve ta­ma­men buraya özgü ve başka yerlerde bu­lunmayan kendine has bir lezzete sahiptir. Özel bir kap içerisinde kömür ateşinde kavrulan kahve çekirdekleri daha sonra karanfil, zencefil ve diğer aromalarla tat­landırılarak küçük fincanlarla servis edil­mektedir. Sütlü çayları da çok lezzetli ve çok güzeldir. Sudanlıların ilginç bir özel­likleri de, gerek kahvelerini gerekse çaylarını bardaklarının yarısına kadar şeker atacak kadar çok şekerli içmeleridir. Sudan’da be­ğendiğiniz şeylere “mie mie” diyebilirsiniz. Bu tabir “Yüzde yüz güzel” anlamına gel­mekte ve herkes tarafından çok sık kul­lanılmaktadır. Sudan’ı, İslamî yönetim şeklinin ağır bastığı diğer Arap ülkelerinden ayıran belki de en dikkat çekici unsur, kadınların sosyal hayattaki varlığıdır. İşyerlerinde kadın tez­gâhtarlar, sokaklarda kadın seyyar satıcılar ağırlıktadır. Trafikte bayan sürücüler hiç de az değildir. Kız çocuklarında okuma oranı çok yüksektir. Erkek çocuklarının da eğitimine önem verilmektedir. Hafız ol­mayan gençlere kız verilmediği söyleniyor. Sudan’da hafız yetiştiren çok sayıda Kur’an kursu bulunuyor ve buralara halk tarafından yoğun ilgi gösteriliyor. Otomobil ve oto­büslerin ön kısımlarında yani şoförün he­men elinin altında Kur’ân-ı Kerim’ler gö­ze çarpıyor. Araçların teybinde Kur’ân tila­vetine sıkça şahit oluyorsunuz. Sudanlılar namaz konusunda da çok hassaslar, ezan okunduğunda insanlarda tatlı bir abdest ve namaz telaşı başlıyor. Dolaştığınız yerler­de alnı, secde nasırı tutmuş çok sayıda Su­danlıya rastlamanız mümkündür.  Sudan’da bir yerden bir yere gitmek için Hindistan ve Pakistan’da da yaygın olan üç tekerlekli ve en fazla üç yolcu taşıyabilen “Rakşa”lar kullanılmaktadır. Ayrıca “Emcet” dedikleri küçük minibüsler de daha kalabalık olan grupları taşımak için sıkça kullanılan araçlar arasındadır. Sudan’da turistler dâhil güvenlik sorunu bulunmamaktadır. Gittiğiniz yerlerde veya karşılaştığınızda, eğer ‘Selamın Aleyküm’ der sağ elinizle karşınızdakinin sol omzuna dokunursanız, Sudan'ın iyi kalpli insanları size gülümseyen bir yüzle ve samimiyetle yaklaşıp kucaklamaktadırlar. Afrika hak­kında­ki karamsarlığı ve ön yargıları yenmek için Sudan insanını tanımak ve onlarla biraz vakit geçirmek yeterli oluyor… Sudan’ın dikkat çeken güzel adetlerinden biri de, tüm yerleşim yerlerinde insanların susuzluklarını gidermesi için hayır ama­cıyla konulan su sebilleridir. Yollarda, so­kak aralarında, evlerin köşelerinde çok sık rastlanan ve genelde toprak küpler içinde bulunan suyu, doğal olarak soğuk içebilirsiniz. Bazen de bizzat soğutucu ile hizmete sunulan sebiller vardır. Su sebilleri genelde ya bir ahşap zeminde ya da demir çerçeve üzerine konularak yer­den yukarıda tutuluyor ve üstlerinde de bir gölgelik bulunuyor. Bir gölgeliği olmayan su sebillerinin yeri ise her zaman ağaç gölgelikleri olmaktadır. Bu şekilde suyun da­ha fazla soğuk kalması sağlanmaktadır. Su küplerinin üstleri bir ahşap veya benzeri bir kapak ile örtülüp, üzerine ise ağırca bir taş konur ki, kapak düşmesin ve küplerin içine toz toprak girmesin. Sudan halkı, Türkleri çok sevmektedir. Öyle ki, Birinci Dünya Savaşı’nda Güney Dar­fur’dan Osmanlı ile birlikte aynı safta sava­şan kabileler olmuştur. Diğer Afrikalılar, özellikle İngilizler tarafından Osmanlı’ya karşı kullanılırken, Sudan’dan Osmanlı’ya anlamlı bir destek gelmiş; bugün bunu halen gururla anmaktadırlar. Konu Birinci Dünya savaşından açılmışken Sudan’lı zenci Musa’yı anmadan geçmek olmaz; Mehmed Akif Ersoy’un “Eşref Bey’in emireri Zenci Musa, omuzundan arşa yükseldi Nebi İsa..” diyerek Safahat’ına dâhil ettiği Zenci Musa sadece Safahat’ta değil hepimizin gönlünde başköşede ağırlanmaya layık bir kahramandır. O, bir Osmanlı’dır. Kuş­cubaşı Eşref’in emireridir. Yüreğini Ana­doluya bağlamış özgür bir Afrikalı’dır. O, Sudanlı Zenci Musa’dır. Birinci Dünya Sa­vaşı’nda cepheden cepheye koşan Afri­ka’lı gönüllülerden biriydi Zenci Musa. 1911 yılındaki Trablusgarb işgali üzerine Libya’ya gitti ve Osmanlı subaylarıyla bir­likte direnişe katıldı. Orada tanışıp mai­yetine girdiği Kuşçubaşı Eşref’le, Ara­bistan ve Yemen’de büyük yararlılıklar gösterdi. Arabistan’da İngilizleri atlatarak Yemen’e 300 Bin Osmanlı altınını götürüp Tevfik Paşa’ya teslim etmeyi başarmıştır. Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kurulduğu ve Edirne’nin geri alındığı Harekatın da kahramanlarından biriydi. Bu çarpışmalar sırasınca büyük yararlılıklar gösteren Zenci Musa, Eşref Bey’in emireri, adeta gölgesi ol­du. Bu seferlerde Zenci Musa adeta bir Osman­­lı akıncısı gibiydi. Mondros Mütarekesi’yle her şey biter ve Sudan’lı Zenci Musa İstanbul'a gelir; Mondros Mütakeresinin imzalan­ma­sıyla itilaf kuvvetleri İstanbul’u işgal eder. Zenci Musa Galata gümrüğünde hamallık yapmaya başlar. İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington, İstanbul’da Galata gümrüğünü gezdiği sırada, kendisine “İşte 300 bin altını Yemen’e kaçıran Zenci Musa bu” denildiğinde hemen onun yanına gi­der ve şöyle der: “Eğer bizimle çalışırsan seni altına boğarım.” Zenci Musa’nın bu sözlere karşı verdiği cevap, bir kişinin değil; haysiyetin, asliyetin, şahsiyetin ve bin yıldır İslam Medeniyetine bayraktarlık yapmış bir milletin cevabı idi: “Her teklif herkese yapılmaz. Bu sözleriniz beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var: “Devlet-i Osmani” bir bayrağım var: “Ay-Yıldızlı Bayrak”, bir kumandanım var: “Eşref Bey”. Bu iş daha bitmedi, sizinle mücadelemiz devam edecek...” Zenci Musa, gündüz Gala­ta gümrüğünde hamallık yapıp, gece Milli Mücadele için Anadolu’ya silah kaçırırken zayıf düşen bedeni vereme yakalanıyor. Ali Sait Paşa’nın bütün ısrarına rağmen bir sanatoryuma yatmayı kabul etmeyen Zenci Musa, bavulunu alıp Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’ne gidiyor. Zenci Musa veremden kurtulamayarak kısa süre sonra burada vefat ettiğinde, bavulundan; Kur’ân-ı Kerim, Ay yıldızlı Osmanlı Bayrağı, Osmanlı Haritası, Eşref Beyin soluk bir fotoğrafı ve kefen bezi çıkıyor. İşte o Batılı sömürgecilerin, zenginliklerini elinden alarak köleleştirdiği, onurlarını kırıp, açlık ve sefalete mahkum ettiği Afrika’nın; yani bu mahsun ve mah­sum kıtanın kahraman bir evladı olan Zen­ci Musa işte böyle yaşadı ve öldü. Kabri Üsküdar Özbekler Tekkesi haziresindedir. Ruhlu şad, mekanı cennet olsun İnşaallah. Osmanlıdan Cumhuriyete intikal eden önem­­li hat­tatlarımızdan Halim Özyazı­cı’nın anne­si de Su­dan’lıdır. Babası da Kırım’lı olan Ha­lim hoca tam bir Osmanlı evlâdıdır.

Mustafa YILMAZ 01 Şubat
Konu resmiİleri Medeniyet Projeksiyonu
İnsan

Her şeyi tanıdık, kendimizi unuttuk. Bir me­deniyet çağrısına sevdalandık, kendi sahi­li­mizi kaybettik. Dünyaya açılmaya heves­len­dik, kökleri sökülen ağaç gibi topraksız ve semeresiz kalakaldık. Ne olduysa, neyle karşı karşıya geldiysek hep biz kendimize yaptık. Hâlbuki Yunus Emre, “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendin bil­mezsin / Ya nice okumaktır.” diyordu. Ya­ni pergelin bir ucu hep sabit kalacak. İn­san kendinden ve kendine ait olandan ayrıl­madan büyütecek alanını. Bilinmezi bilmek için, önce kendini bile­ceksin. İleri medeniyet tasavvuru için, kendi medeniyetini merkez alarak kuşatacaksın geleceği. İstikbali inşa etmek için, geçmişini, tarihini, yazını, lisanını bileceksin. Tarih yazmak için, tarihte olandan ibret ve ders alacaksın. Kul olarak kalabilmek için, Yara­tanı tanıyacaksın. Çünkü ipi kopan uçurtma ne gökte tutu­nabilir ne yerde. İpi kopmuş bir sandal ve­ya çapası kırılmış bir gemi rüzgârın estiği yöne kapılıp gidecektir. Tutunduğu dalı bırakan bir meyve ise, çürüyüp kokuşmaya mahkûmdur. Bu mevzuu, çağını ve fazlasını okuyabilmiş ve hadisatı en derinlikli şekilde yaşamış bir insan olan Bediüzzaman Hazretlerinin medeniyet tasavvurundan yola çıkarak Yusuf Kaplan’ın kaleminden ele aldık ve kapağa taşıdık: Medresetü’z-zehrâ: üniversite projesi mi, medeniyet projeksiyonu mu? İnsan yaklaşık iki yüz yıldır yeni yeni mer­keze doğru geliyor. Her ne kadar -maalesef- dünyada insanlığın haddini aşarak kendi kendini yok eder canavar hali devam ediyor olsa da “İstikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacaktır!” hakikati müjde-i Nebevi çerçevesinde kendisini gös­tereceğine imanımız tamdır. Bir şartla ki, bizler ahval, akval ve etvarı­mızla İslamiyet’in güzelliklerini yaşayıp baş­kalarına da gösterebilelim. Kendini merkeze alarak insanı ve buna bağ­­lı olarak çağı ve Yaradana karşı vaziyeti fark eden Bediüzzaman Hazretleri, gerek ken­di hayatında gerekse etrafında teşekkül eden cemaatte / insanlarda “Kendini bilen Rabbini bilir” hükmünce hakaik-i imaniye perspektifi ile hem çağının problemlerine hem de ileri medeniyet projeksiyonuna kuv­vet vermiştir. Demem o ki, çağı/gelece­ği kuşatmak için Üstad Bediüzzaman Haz­retleri ve ortaya koyduğu Risale-i Nur eserleri hem memleketimiz, hem insanımız, hem de bağlarımızın var olduğu bütün iliş­kiler, bölge ve insanlarını kuşatacak yeni medeniyet tasavvurunun vücud bulmasına imkan tanıyacaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin Afyon Emniyet Müdürüne söylediği ve Emirdağ Lahikasına aldığı şu cümleler inşallah yakın zamanda tecessüm edecek ve karşılığını bulacaktır. “Risale-i Nur’a ait mesele, bu vatan ve mil­lete pek çok ehemmiyeti var. Size katiyen ve çok emarelerle ve kati kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükumet, alem-i İslam’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibra­zıyla gösterecektir.” Her şey insanın kendisini fark etmesi ve ıslah etmesiyle başlayacak. Derginin sayfaları arasında gezindikçe kendinizi bulacaksınız. Kendisini bulan sayısı arttıkça da etraf ve âlem değişecektir. Bu, adetullahtan olduğu için akıldan vareste değildir. Sizleri derginin satırlarında gezinmeye da­vet ediyor, dualarınızla güzel günleri ümit ediyoruz. Allah’a emanet olunuz. Kalın sağlıcakla.

Metin UÇAR 01 Şubat
Konu resmiKüçük bir not defteri
İnsan

Hemen söylemek gerekirse çocuksu, sevimli defterim,  bir günlük defteri değil, anı değil, hesap- kitap defteri değil, rutin işlerle ilgili bir ajanda da değil. Bana ait mahrem hiçbir şey yok onda. Hayatın bam teline dokunan her şey var ama. Ayet, hadis, şiir, vecize, anekdot vesaire…    Bir kırtasiyenin tozlu raflarında dururken tanışmıştım onunla. Üzerinde çizgi film karakterlerinden birinin resim vardı sadece. Kareli, mavi renkli, basit, küçücük bir defterdi bu. Maddi değeri 3 lira, bilemediniz 4 lira… Manevi değeri ise pek kıymetli benim için. Her şeyim o benim. Hafızamın, duyu­şu­mun, duruşumun ve rengimin anahtarı… Canımdan bir parça sanki. Gittiğim her yerin değişmez misafiri. Size tuhaf gelebilir ama yanımda olmayışından ıstırap duyar, kayboluşunda kaybolurum. Ne yazık ki seneler benimle birlikte onu da eskitiverdi.  Solmuş ve buruşmuş mavi defterimin her sayfası üzerinde yılların derin izini okumak mümkün. Artık gençliğimin ilk yıllarına şahitlik eden küçücük defterimin bir köşeye bırakılma zamanı geldi de geçti bile… Fakat bu el kadar defteri size tanıştırmadan nasıl veda edebilirim? Hemen söylemek gerekirse çocuksu, sevimli defterim,  bir günlük defteri değil, anı değil, hesap- kitap defteri değil, rutin işlerle ilgili bir ajanda da değil. Bana ait mahrem hiçbir şey yok onda. Hayatın bam teline dokunan her şey var ama. Ayet, hadis, şiir, vecize, anekdot vesaire… Şimdi vakit kaybetmeden içerisine dalma zamanı... İlkin aklımda yer tutan ayetlerden biri çı­kıyor karşıma   سَيَجْعَلُ اللَّهُ بَعْدَ عُسْرٍ يُسْرًا  -“Allah her zorluktan sonra bir kolaylık verecektir.” Yoluna yol olana yollar açılır birden. Doğum sancısı bir çocuğu müjdecisi. Gecenin zifiri karanlığı aydınlığın habercisi. Zahmetin tutunduğu dalda vardır rahmet… Zorluk, müstakbel ve mazi arasındaki ipin girift bir düğümüdür hep. Kolaylık ise düğümlü ipin tek tek çözümlü bilmecesi. Çözmeden hangi zorluk kalkar ki… Hani bir hikâye anlatılır, “Bir gün, adamın biri ormanda gezerken bir kelebeğin ko­za­sından çıkmaya çalıştığını görür. Ko­zasındaki küçük delikten çıkmaya çaba­layan kelebeği saatlerce izler. Sonra adam, kelebeğin kozadan çıkmak için ça­ba­la­maktan vazgeçtiğini, gücünün kal­madığını düşünerek kelebeğin rahatça çıkması için kozadaki deliği büyütür. Bu sayede kelebek kozasından kolayca çıkar. Çıkar çıkmasına ama fakat daha hazır olmadığı için bedeni hala kuru ve kanatları ise buruş buruştur. Adam, kelebeğin gücünü toplayıp, kanat­larını açıp, uçacağını düşünüyordur. Oysa kelebek kozasından zamanından önce çık­tığı için ne kadar çabalasa da nafile… Kelebek uçamadı… Buruşmuş kanatlarıyla yerde sürünmeye devam edip durdu. Adam, iyi niyetli bir şekilde kelebeğe yardım etmeyi iste­mişti aslında, ama bilemediği nokta; kele­beğin kozadan çıkmak için çabalaması, bede­ninde­ki sıvının kanatlarına gitmesini ve bu sayede doğru zamanda kozasından çık­masını ve uçabilmesini sağlayacaktı.” Kelebek olmak için koza ve çırpınış nasıl gerekliyse insan-ı kâmil olmak içinde zorlu hayat merdivenini tırmanmak bir o kadar şart. Tasaffi etmenin biricik şartı mücadele ve mücahade… Küçücük not defterimden bir sayfa daha açıyorum sonra. Öfkeyi yenen, cemiyeti cinnetten cennete çeviren hazine değerinde bir ayet çıkıyor karşıma وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَوَالْعَافِينَعَنِالنَّاسِ - “O müminler ki sinirlendiklerinde öfke­lerini yutarlar ve insanları affederler.” Bir mümini tavsif eden ne de güzel bir ayet… Herkes heybesinde ne varsa onu sunar karşısındakine. Gül bahçesine uğrayan bilir ancak gülün kokusunu. Bu yüzden içinde bulunduğu ortama dikkat etmeli insan. Çevrenizde bir nefret iklimi yaygınsa şayet akıllıca olanı terk-i diyar etmektir oradan. Dış kaynaktan ya da insanın kendi yapısından veyahut yaşadığı olaylardan kay­naklanmış olan öfkeyi, zapturapt altına al­manın elbette birçok ilmi yöntemleri vardır. Fakat unutulmamalı ki öfkeyi kontrol et­menin en önemli yolu iman koridorunda yürümektir. Yaptığı işlerin ötesini düşünen, her faaliyetinden dolayı hesaba çekileceği­ni bilen bir insan, kendi davranışları göz­den geçirme ihtiyacı hisseder. Hayatını de­vamlı surette muhasebe ve murakabe içe­ri­sinde geçirmek yanlış yapma riskini azaltır.  İslam dininin topluma ve bireye ait bütün buyruklarında insana saygı var­dır. İnsanı esas alan ve ona değer veren bir dinin mensupları asla başkasına zarar veremez. Bir takım sebepler öne sürerek kamu düzenini bozmak, ortalığı yakıp yıkmak, insanların can ve mal güvenliğine kast etmek akılla izah edilebilecek bir durum değildir. Konuyla bağlantılı olarak; Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mal-i sâlihadır. Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, Hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.” Bu enfes tespitte görüldüğü üzere insanların hukukuna riayet etmek salih amel olarak değerlendirilmiştir. Umumun hukukunu bahsimizden hariç tutarsak şahsa karşı yapılan haksızlığa misliyle karşılık vermek kolay bir iş olsa gerek. Zor olanı ise sanırım affetmektir. Öfkeyi açığa vurmak o an için kısmi bir rahatlama verse de neticesi vahimdir. Bir bardak suda fırtınalar koparanların o fırtına da savrulma ihtimalleri pek yüksektir. Bu yüzden “Öfkeyle kalkan, zararla oturur.” atasözü boşuna söylenmemiştir. Öfke kalbi paralar, vicdanı yaralar. Affet­mek ise uzun vadede bile olsa ruhu pak­lar. İnsana deruni bir huzur kazandırır. Kudretinin zirvesindeyken kudretsize el atmak bir erdem işidir. Ve dikkat edilmesi gereken önemli bir hususta insanları affet­menin af edicinin affına mazhar olmak için en önemli bir vesile kaynağı olduğudur. Not defterimdeki yolculuğum devam edi­yor hâlâ… Şimdi de tıpkı sayfalarımın arasında kalmış gibi yıllardır yabancısı olduğumuz bir hadis ilişiyor gözüme.  مَنْتَمَسَّكَبِسُنَّتِيعِنْدَفَسَادِأُمَّتِي فَلَهُ أَجْرُ مِائَةِ شَهِيدٍ -“Ümmetimin fesada düştüğü zamanda her kim ki benim bir sünnetimi işlerse, bir sün­nete karşılık ona 100 şehit sevabı vardır.” Unutulan sünnetleri unutmayanı Efendi­miz de (sav) unutmayacaktır. O halde değerli kardeşlerim! Geliniz önce Peygamberimizin ameli, ahla­ki ve cemiyete dair unutulan sünnetlerini maddeler halinde bir kenara yazmakla işe başlayalım. Ve sonra bunları çocuklarımız­la, eşimizle, yakınlarımızla paylaşalım. Bun­ların kaçta kaçını hayatımıza tatbik edip etmediğimizi tartışıp murakabe ve mu­ha­sebe edelim. Gerekirse hayatımıza uygulayabildiğimiz her bir sünnete çetele atalım. İnanınız attığımız her bir çetele dünyevi ve uhrevi saadetimizin bir anahtarı olacaktır.  Sünnet bahsi üstadın bir sözünü hatırlatıyor bana.  “Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, mutlaka gayet kıymettardır. Hususen bid’aların istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmek daha ziyade kıymettardır. Hususan fesâd-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâât etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittibâ etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı hatıra getiriyor. O ihtardan, o hâtıra, bir huzur-u İlâhi hâtırasına ink¨lap eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyyeyi mürâât ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor. Çünkü o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ittibâını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan, Şâri-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakka kalbi müteveccih olur. Bir nevi huzur ve ibadet kazanır. İşte, bu sırra binaen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.” Ayet ve Hadis üzerindeki yolcuğumdan sonra not defterimin satır aralarında ayrı bir yer tutan divan edebiyatının usta şairlerinin beyitlerine kulak tıkamak mümkün mü? Fuzuli, Baki, Şeyh Galip, Ziya Paşa, Şeyh Galip… Şimdikilere bedel hepsi bir Yıldız…  Nabi’nin bir beytinde duraksıyorum. “Bağ-ı dehrin hem hazanın, hem baharın görmüşüz Biz neşatında gamında rüzügârın görmü­şüz.” Güneşin ve bulutun kol kola gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Biri ötekinden hali değildir. Farklı zamanlarda esse de yüreği­mizde ayrı bir iz bırakır sürurun ve hüz­nün rüzgârları. Geçmişimiz, hatta hal-i hazır acısıyla, tatlısıyla yaşam kumbarasına atılan bir tecrübe değil midir? Allah’ın “Hay” ismiyle birlikte hayat, hayatın akışıyla birlikte de anlar kaçınılmaz olur. Bebeklik, çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık dönemleri her anın birikmiş anıları ve duraklarıdır aslında.  Duraklar, duraklar… Bazen buzlu cam gibi puslu; bazen berrak bir su gibi tertemiz… Eğer durduğunuz yerdeki durağınıza gam yerine neşe ve huzur rüzgârlarının esmesini istiyorsanız; iyilerle olun önce, olun ki, iyilik bulup, iyilik yapasınız herkese.  Sözün nihayetine doğru gelmişken aslında amacım sadece sizlere not defterimin içindekileri tanıtmak değildi elbet. Not defterinden bahsederken not almanın öne­minden de bahsetmekti belki. Herkesçe malum olan bir araştırmaya göre insanoğlu işittiklerinin % 20’ sini, gördüklerinin % 40’nı, gördüklerinin ve işittiklerinin % 60’ı gördüğü, işittiği ve yazdığının ise % 80’ini hatırlayabiliyor. Bu nedenle zihnin ağır yükünü hafifleten, kişilerin hayatlarını disipline eden önemli yöntemlerden biri­nin de not alma olduğunu söyleyebiliriz. Damla damla biriktirilen notların birgün ummana dönüşeceği ve başarının kapısını açacağı gözden ırak tutulmamalıdır. O halde geliniz sanal âlemimizden bir an olsun kurtulup bir iyilik yapalım kendimize HAYATIN RESMİNİ ÇİZMEK İÇİN küçücük bir not defteri alalım elimize…

Necati İLMEN 01 Şubat