09. Sayı: "Ahmed Husrev Altınbaşak Hz."Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiDin, Güzel Ahlâktır!
Kültür ve Medeniyet

Bir kandil düşünün. İçi islemiş, dışı tozlanmış ve fitilinin yanan kısmı kesilmemiş. Bu bakımı yapılmamış ve körleşmiş kandil dışarıya ne kadar ışık verebilir ki?! Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim. (Buhari, Hâkim, Beyhaki)buyuran Resulullah Efendimiz (asm) bir nevi insanlara kötü hasletlerden temizlemenin yolunu göstermek için gönderildiğini bu hadîs-i şerifiyle ifade etmektedir. Zira ahlâk nefsi arındırmaktır.Girdim ilim meclisine ettim ilim talep,İlim gerilerde kaldı illa edep, illa edep. İşte bu beyit eski medreslerin duvarlarına levhalarla asılan ve her gelen talebeye ezberletilen meşhur bir beyitmiş bir zamanlar. Günümüzde medreselerin tarih olması gibi ilim ile ahlâkın bütünleşmesi de tarih mi oldu dersiniz?Bir büyüğümden işitmiştim ki: Ahlâk olmadığında îman tesir etmez! ve kimi insan vardır, edepsizdir, ilmini de edepsiz yapar.  Ahlâkın mahiyetini özetler gibi veciz ifade edilmiş şu iki cümle ve on bir yaşımda ezberlediğim bir beyit hâfıza levhama hiç silinmemek üzere kazınmıştı. KEMÂLÂTIN ANAHTARI GÜZEL AHLÂKTIR Allah insanları sureten farklı yaratmış. Fakat bu farklar pek azdır. Hayvanlar ise sureten çok farklı oldukları halde ruhen ekseriya denktirler. İnsanlardan biri yeşil gözlüyken diğeri kahverengi gözlüdür. Fakat  bütün insanlar nitekim iki gözlüdür. Biri uzun boyluyken diğeri kısa, biri esmerken, diğeri sarışın, biri kadınken diğeri erkektir vs. Manevi ve ruhî olarak ise zerre ile şems, yer ile gök kadar farklılık gösterirler. Ruhlar iman ve güzel ahlâkın inkişafı ile terakki ederler. Ve yüksek ahlâk, ulvî ruh sahibi peygamberleri, velileri ve sıddîkları netice verirken, kötü ahlâkın inkişafı ile de ruhlar tedenni eder ve nemrutlar, firavunlar hasıl olur. AHLÂK SABİT DEĞİLDİR, DEĞİŞTİRİLEBİLİR Halk kelimesi insanın bedenî yaratılışını ifade eder. Manevi yaratılış ise hulk kelimesi ile anlatılır. Ahlâk hulk kelimesinin çoğuludur. Yani ahlâk; manevi yaratılışlar manzumesi gibi bir anlam taşımaktadır. İnsan fiziksel yönüyle ebeveynine veya akrabalarına benzeyebildiği gibi ahlâkî özellikleri ile de benzeyebilir. Fakat ahlâk kalıtsal değildir. Değişebilir. Dolayısı ile bir insan ne yapayım ben böyleyim, beni böyle kabul edin! diyemez. Bu kötü ahlâkta ısrar etmekten başka bir şey değildir. İnsan istedikten sonra hasletlerinin mecrasını değiştirilebilir. Bir insan belki kıskanç olabilir. Fakat öğrendiği hakikatler ve İslâm terbiyesi gereği hasedini gıptaya çevirerek güzel insanların güzel hallerini arzu eder. Kimi insanda da kendini aciz düşürecek derecede düşmanlık hisleri bulunabilir. İllaki birilerine düşman olmak ister. Aldığı İslâm terbiyesi ile bu hissini mümin kardeşleri ve arkadaşları üzerinde değil, kendini daima şerre sevk edip cennetten uzaklaştıran şeytan ve şeytanın arkadaşlarına yönelik istimal edebilir. Yani İslâm terbiyesi ile hırs azime, inat sebata, gurur vakara vs. dönerek kötü ahlâk güzel ahlâka inkılâp etmiş olur.  KUR'ÂN, SÜNNET VE CEHT GÜZEL AHLÂKIN İNKİŞAFINA VESİLEDİR Kur'ân ve sünnettir insanı yüksek ahlâk nurlarına ulaştıran. Tarihte kim ki yüksek ahlâk ve seciyeleriyle şöhret bulmuş; mutlaka üstadları Kur' ân ve Sünnet olmuştur. Kur'ân ve sünnet öncelikle güzel ahlâk sahibi olmak için öğrenilmeli. Zira hadîs-i şerifte buyrulduğu gibi; ahlâk, dînin kabıdır. (Hâkim)  Ve çalışmak! İnsanların yeteri kadar meşguliyeti ve gerek zihinsel gerek bedensel yüksek gayeli idealler doğrultusunda çabaları varsa kötü ahlâka sebebiyet verecek şeylerle meşgul olmaya zamanları kalır mı sizce? Koşuşturan, bir faaliyet içinde olan insanlardan çok, bedensel ve zihinsel aktivitesi az olan dolayısı ile  boş duran, boş oturan, boş düşünen insanlar değil midir onun bunun aleyhinde konuşanlar. Kim ne yapmış, ne etmiş diye merakla takip ederken gıybet, iftira, haset gibi menfi hasletlerle farkında olmadan kişinin su-i ahlâkı inkişaf eder. Evet boş duran ve boş düşünenler ya fısıltı gazetesinin muhabirliği yaparlar yada sefahat ile sarhoşluğu tercih ederler.Üstadımız hazretleri işaratül i'cazda ne güzel ifade etmiş ..yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşv ü neması, ancak mücahede ve içtihad ile olur. AHLÂKIN EN GÜZELİ ALLAH'IN YÜCE AHLÂKIDIR  Bir hadîsinde Hz. Peygamber (asm): Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanın buyurur. Mesela Allah'ın (c.c) sıfatlarından biri Gafurdur. Günahları bağışlayıcı demektir. Bu sıfatla sıfatlanan bir kimse kusurları bağışlayıcı olmalıdır. Diğer bir sıfatı Halîmdir. Bu sıfatı kendisinde huy edinen bir kimse sert olmamalı, yumuşak başlı ve mütevazi olmalıdır. Yine Allah'ın (c.c) sıfatlarından biri Settardır. Yani günahları örtücüdür. Müslüman da, din kardeşinin kusurunu örtmelidir. Allah (c.c) Kerîmdir, Rahîmdir. Yani lütfu, ihsanı bol ve merhameti çoktur. Müslüman da, cömert ve merhametli olmalıdır! Yani bütün hareket ve davranışları hikmetli, isabetli ve Allah'ın rızasına uygun olmalıdır. Böylece Allah'ın güzel ahlâkıyla ahlâklanmış olur. İşte Allah'ın sevdikleri ve Allah'a yakın sevgili kullar esma-i hüsnanın tecellisine mazhar olurlar, güzel ahlâk sahibi olurlar GÜZEL AHLÂKIN ALÂMETLERİ Bedîüzzaman hazretleri güzel ahlâk insana güzel fikirler verir. Fena ahlâk sahibi ise fena düşündüğünden fena levhalar görür diyerek güzel düşünmeyi ve güzel bakmayı güzel ahlâkın alâmeti olarak gösterirken, kötü düşünce menbaını da kötü ahlâk olarak belirlemiştir.. İnsaflı olmak, insanların hatasını görmemek, hüsnü zan etmek, su-i zandan kaçınmak, arkadaşlarının eziyetlerine göğüs germek, onlardan şikayetçi olmamak, hep kendi ayıp ve kusurlarıyla meşgul olmak, kendi nefsini kınamak, güler yüzlü olup, herkesle yumuşak konuşmak güzel ahlâkın en bariz alametlerindendir. Güzel ahlâklı kimse, edeplidir az konuşur, hatası azdır, gıybet etmez, Allah için sever, Allah için buğzeder, emanete riayet eder, komşu ve arkadaşını korur. Bütün hasletlerin başı ise hayadır. AHLÂKÎ ÇÖKÜŞE SEBEP SIKINTI, ZULÜM VE YEİSTİR İman zayıflığı ve namazsızlık ile hasıl olan ruhî sıkıntılar ve zulme uğramak ahlâkın bozulması ve sefahate önde gösterilen sebeplerdendir. Zira sıkıntı ve zulme uğrayanda ekseriya ümitsizlik hasıl olur. Yeis ise güzel ahlâkı kötü ahlâka değiştirebilecek kadar şedid bir zehirdir! Ve bazı insanlar görürüz. Aslında hiç de fena insanlar değillerdir. Fakat üstadın da dediği gibi para ve makam sevgisi onların kötü ahlâka düşmesine sebep olmuştur.  Para hırsı ve makam sevgisi ile kendilerinde fıtrî olmayan riya, yaltaklanmak ve yalan gibi bir çok menfi hasletler artık yokken var olur. Burada Efendimiz'in (asm) şu mübarek sözleri geliyor aklımıza; bütün hataların başı, dünya sevgisidir  Muhitin ahlâk üzerinde çok tesiri olduğu da şüphesizdir. Sıcak bir şey soğuk bir ortamda tutulursa, bir müddet sonra soğur. Soğuk bir şey de sıcakta bir müddet sonra ısınır. Evet çevre kesinlikle baskındır. Ahir zaman çevresi ise malum! Yapılacak şey; iman ve ahlâk sahibi kişilerle çok sık birliktelik sağlamaktır. Efendimiz (asm) İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibi olur buyurmuştur. İKİ DÜNYA SAADETİNE VESİLE GÜZEL AHLÂKTIR İslâm hakiki medeniyettir! Amennâ. Peki hem maddi hem manevi yükselişken İslâm, İslâm âleminin şu vahim haline sebep nedir? Üstad hazretleri buna ne güzel de cevap vermiş:  Medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hâzıradan geri kalmış. Güya İslâmiyet su-i ahlâkımızdan darılmış mazi tarafına dönüp gidiyor, zaman-ı saadete bizi şikâyet edecektir. Evet İslâm Müslümanlara küsmüştür. Sebep: Kötü ahlâk. Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i îmaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz'ın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler. Demek ki; güzel ahlâk ile İslâm'ı hakiki olarak yaşasa Müslümanlar değil âlem-i İslâm tüm dünya belki kainat gül gülistan olacak.  Ey Allah'ım! Beni ahlâkların en güzeline hidayet et! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen hidayet edersin. Benden huyların rezillerini uzaklaştır. Çünkü senden başka kötü ahlâkı uzaklaştıracak yoktur. (Müslim) PEYGAMBERİMİZİN AHLÂKI Hz. Ali (ra)'nın oğlu Hz. Hüseyin (ra) naklediyor: Babam Hz. Ali'den, Peygamber Efendimiz'in, meclisinde bulunan dost ve arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını sorduğumda şöyle anlattılar: Resulullah (sav) Efendimiz: Her zaman güler yüzlü yumuşak huylu ve alçak gönüllü idiler. Asla asık suratlı katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildiler. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir; kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onları, isteklerinden tamamen mahrum bırakmazdı. Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı: Ağız kavgası, boş boğazlık ve malâya'ni! Şu üç husustan da titizlikle sakınırlardı: Hiç kimseyi kötülemezler, kınamazlar ve hiç kimsenin aybı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazlardı. Sadece yararlı olacağını ümid ettikleri konularda konuşurlardı. Hz. Peygamber konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Zât-ı Risâletleri  susunca da konuşma ihtiyacı duyanlar söz alırlardı. Ashab, Resul-i Ekrem'in  huzurunda konuşurlarken bir birleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisiResulullah (sav)'ın huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağıyla konuşanı dinlerdi.Peygamber Efendimiz'in katında onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü. Ashabın güldüklerine kendileri de güler, onların taaccüb ettikleri şeylere kendileri de hayretlerini ifade ederdi. Huzurlarına gelen gariblerin (bedevilerin) kaba-saba konuşmaları ile pervasızca suallerinin yol açtığı tatsızlıklara sabrederlerdi. Ashabı ise, onların gelip sual sormalarını çok isterlerdi. Peygamber Efendimiz: Hacetinin giderilmesini isteyen bir ihtiyaç sahibi ile karşılaştığınız zaman ona yardımcı olunuz buyururlardı. Hz. Peygamber, ancak yapılan iyiliğe denk düşen ve fazla dalkavukluğa kaçmayan övgüleri kabul eder ve haddi tecavüz etmediği müddetçe hiç kimsenin sözünü kesmezdi. Şayet yüksek huzurlarında haddi aşacak şekilde konuşulursa, o zaman, ya konuşanı susturmak ya da o meclisten kalkıp gitmek suretiyle ona engel olurlardı. GÜZEL AHLÂK KÂMİL İMAN ALAMETİDİR Katade oğlu Umeyr der ki: Bir adam: Hangi Mü'minin imanı daha kamildir? deyince de: Rasulullah (sav): Ahlâkı en güzel olanların imanıdır buyurdu. (Taberani) İki haslet vardır ki, mü'minde bir araya gelmezler: Cimrilik ve çirkin ahlâk. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace) Mü' minlerin iman bakımından en olgun olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır. En hayırlılarınız kadınlarına en hayırlı olanınızdır. (Ebu Davud) GÜZEL AHLÂK İBADETTİR Size yorulmadan yapılan en kolay ibadeti bildireyim, o da susmak, boş laf konuşmamak ve güzel ahlâktır. (İbni Ebi'd-Dünya) Kişi güzel ahlâkı sayesinde gece ibadet eden ve kavurucu sıcakta susuzluk çeken oruçlunun derecesine ulaşır. (Taberani) GÜZEL AHLÂK ALLAH(C.C) VE RESÛLÜNÜN (ASM) SEVGİSİNİN ALÂMETİDİR Güzel huylar Allah katında bir hazine gibi korunmaktadır. Allah bir kulunu sevince, ona güzel bir huy ihsan eder. (Hâkim) Bana en sevgili olanınız ve bana ahirette de en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır. Sizden en çok kızdıklarım ve ahirette bana en uzak olnalarınız da, ahlâkı kötü olanlar, gevezeler, böbürlenenler ve boş boğazlardır. (Ahmed, Taberani, İbni Hıbban, Tirmizi) GÜZEL AHLÂK GÜNAHLARI YOK EDER Güzel ahlâk, güneşin kırağıyı erittiği gibi, günahları eritir. (Haraitî) Suyun buzu erittiği gibi, güzel ahlâk da günahları eritir. (Yok eder.) Kötü ahlâk da, sirkenin balı bozduğu gibi (güzel) amelleri bozar. (Taberani) İşarat'ül İ'caz, Mektubat, Zülfikar, Tergip ve Terhip, İhya-i Ulum'id-din, Peygamberimiz'in Şemaili, Câmiü's-Sağir Ahlâk olmadığında iman tesir etmez! Güzel ahlâk insana güzel fikirler verir. Fena ahlâk sahibi ise fena düşündüğünden fena levhalar görürBediüzzaman hazretleri Evet İslâm Müslümanlara küsmüştür. Sebep: Kötü ahlâk. İki haslet vardır ki, mü'minde bir araya gelmezler: Cimrilik ve çirkin ahlâk.(Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace)

Mehlika YAĞMUR 01 Ağustos
Konu resmiSevgili'yi Sevenler Özler

duy beni, gör beni ey Yârdünyâ artık daha kalabalık ve daha karanlıkbu şehrin duvarları sağırbu şehir Sen'den sonra darmadağın, harâbbak, kayıp gidiyor yıldızlar avuçlarımdansana yabancı bu çağlardaartık her insan bir başına, yapayalnız ve çâresizbeni bu sahte kalabalıklarda Sen'siz bırakma  saâdet çağının uzağında kaldı adımlarımmevsim boranmevsim kaç asırdır yalancı bahâryeminlerin, biâtlerin ırağındazakkum ağacının kökünü saldılarkızılca kıyâmet hangi yana baksamrenkler ölümüne ağlıyor peşindengüneşin uyanışını bekleyen perdeleriSen'siz bomboş kalan ellerimi doldururmuşçasınaindiriyor ama kaldıramıyorum gözlerim akıyor yollaradokunsun diye sanaduâlarla kuşattım acılar mahzenimiSen'in gurbet iklimindeçâresiz firaklar baskınındauzaklara bırakma benianlatır Sen'i bir çift güvercinbir örümcek ve Kusvâyakından görmeliydim elleriniellerini kaldırdığında ikiye yarılışını ayınBedir'de ellerini görmeliydimSen duâ olupyağmur yağmur yağarken yeryüzünegörmeliydim gülistân ellerini kalbim sökülüyor yuvasındanrengini yitiren zamânlardakalan mı benim, giden miyokluğunda gidenler mi yoksa kalanlar mı gurbetçibırakma beni sensizliğin bitimsiz kuytuluğunasıcak bir aşkın en müntehâ kapısındasana kavuşmadan unutmam beklemeyiSen'i unutmam, unutmam çağların çağınıbiliyorum bir gün ansızın geleceksinSen'in yağmurunda ıslanacak dünyâyaşanmamış bahârları getirmek içinyeniden yazmak için aynaların sırrınırahvan atlarla geleceksin biliyorum en çok, tanımamalar kanatır benitanıyan sever, sevenler özler Sen'iburalar gayrı şaşkınlığın son halkasıgayrı buralar acem mülküsevdâlar acem, karlar, yağmurlar acemmartılar bu denizi terk edeli berirüyalarıma da uğramıyorsun artıközlemler rüyada başlar, sevdâlar rüyada dâimSen'den başka sığınacak divan yokgüneşe renk veren renkler ülkesindehuzur ver içimdeki yalnızlığa sesinleutanmıyorum gözyaşlarımdan anarken Sen'i sana geç kalmışlığımdanbu şehre depremler iniyor bir birSen'siz her şeyde yarım kalmışlığın iziSen'i unuttuğumdankuşlar da terk ediyor benişehirler gibi şiirler de kirlendi ardındanperdeler kalkmadı, filizlenmedi tanyeripişmanlıklar kalbimde tutam tutam gülbu karda/kışta, bu ışıksız duldalıktabeni, sevenlerini, özleyenlerinikorku tufanında hiçlik karanlığına bırakma yokluğunda, anne bağrı da gurbet, vatan dakuru bir hurma kütüğü kadar olmasa dayokluğunu yoksulluk sayan bütün kalbimleözledim diyorum, özledim Sen'isüvâriler vuruldu, Sen gelmedin, bahâr gelmedibelli ki Sen'i özlemeyi bile beceremiyorum

Zafer ŞIK 01 Ağustos
Konu resmiTürk milletinin kahramanı: Husrev Altınbaşak
Risale-i Nur

Husrev Efendi, 1931'de tam intisap ettiği üstadının en mümtaz yardımcısı olmuştur ve üstadının ifadeleriyle: Bu zat müstesna ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risaleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kır(mış) ve tecavüzünü durdur(muş) ve bu mübarek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli tiryakları her tarafa yetiştir(miştir). Türk gençlerini ve nesl-i atiyi büyük bir tehlikeden kurtarmağa vesile ol(muştur). Ben dava eder ve ispat ederim ki: Bu soğukta soğuk muamele gören ve millete ve vatana zararlı tevehhüm edilen ve vücutça hastalıklı bulunan Husrev; Türk milletinin manevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halaskârıdır ve Türk milleti onun ile iftihar edecek bir hâlis fedakârıdır. diyordu Bedîüzzaman Hazretleri. Nasıl demesin ki! Millet ve memleketin selameti noktasında her şeye rağmen davasına sahip çıktığı çileli hayatının en yakın omuzdaşı Husrev Efendi olmuştur her zaman. Hem Husrev Efendi, varisi olduğu malının hemen hemen hepsini ve çile içinde geçen ömrünü, -üstadıyla beraber- bu milletin selameti için fedâ etmekten hiçbir zaman kaçınmamıştır. MİLLÎ KAHRAMANLIK Milletin gerçek kahramanları, milleti millet yapan değerlere sahip çıkan insanlardır. Millet; din, dil ve vatan temel değerlerinde birleşen topluluklara verilen isimdir. Her kim, dinine, diline ve vatanın bölünmez bütünlüğüne –hepsine birden eş zamanlı olarak- sahip çıkıyorsa, ancak o zaman milletinin kahramanıdır. Televizyon dizilerinde verilmeye çalışılan kahramanlık kavramları, faydadan çok zarar verecek türdendir. Zira kahramanlık, bizim haricimizdeki her şeyi düşman veya hain görmek demek değildir.  Türkler İslâm'la şereflendikten sonra, İslâm'ın en mümtaz taşıyıcıları olmuşlardır. İslâm'a sahip çıktıkları nispette değer kazanmışlar ve bütün dünya Müslümanlarının abisi hükmünde olarak hilafeti deruhte etmişlerdir. Türklüklerini İslâm'a kale yapmışlar, Osmanlı Devleti şahs-ı manevîsi altında muazzam bir organizasyon gerçekleştirmişlerdir. Bu organizasyonda tüm insanların, dinlerin ve dillerin hukuku muhafaza edilmiştir. İslâm'ın saadet halini dünya, bir kez de Osmanlı Devleti'ninşahsında görmüştür. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, bu mevzu ile alâkalı olarak şöyle diyor: Önce Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, bundan sonra Emeviler'in son zamanlarında olduğu gibi bu hizmet, Arap'tan Acem'e doğru geçmiş, hadîs-işerîfin de gösterdiği üzere Fars kavmi maddî ve manevî olarak İslâm'a çok büyük hizmetler etmiş, sonra bunlar da aynı hale gelmiş, bu defa da Allah Türkleri göndermiş; Arapların, Farsların kıymetini bilemeyip kaybettikleri İslâm devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan yeryüzünün her kıtasına yaymışlardır. Şu halde «Ebnâ-i Fâris» hadisinin delaleti ve İstanbul'un fethi ile ilgili hadisin açıklığı ve ‘Umulur ki Allah, bir fetih ihsan eder ve katından bir emir getirir.' (Maide, 5/52) ilâhî vaadinin mutlak oluşu ve işareti ile Türkler de, müjdesine girmişlerdir. Demek ki, onlar da bu nimetin kadrini, kıymetini bilmez, küfür ve küfrâna doğru giderlerse yerlerini Allah'ın göndereceği diğer bir topluma terketmeye mecbur olacaklardır. (1) HUSREV, TÜRK MİLLETİNİN VE BU VATANIN BİR HALASKÂRIDIR Hz. Ali (kv), bütün İslâm tarihi boyunca İslâm'a zarar verecek manevî iki büyük hadiseden bahseder. (2) Birincisinden daha büyük ve tehlikeli olan ikinci hadise, 1900'lü yılların ikinci çeyreğine rastlamaktadır. 1800'lerden itibaren tecdit hareketlerinin başlamasıyla, bütün alem-i İslâm'ın abisi hükmünde olan Osmanlı, nazarını Avrupa'ya çevirmiş, terakki ve tekamülün Avrupa'ya benzemek olduğu yanlışına kapılmıştır. Alış-verişi onlar gibi olmak zannıyla karıştırmak bu millete çok pahalıya mal olmuştur. Tekâmül ve ilerleme hırsı, bize âit ne varsa alıp götürmüştür adeta. Özellikle de harf ve lisanımızın değişmesiyle, millet olmanın temelindeki unsurlardan en önemlisi kaybedilmiştir. Bütün nazarlar düşmandan kurtulmaya odaklandığı 1922'li yıllarda ise, dine zarar verecek efkarın toplum içerisinde hızla yayılıyor olması gözlerden kaçırılmıştır. Millet olmak, düşmandan kurtulmakla eşdeğer kabul edilmiştir. O gün bu gündür –politik, siyasi, vatanperverlik adına- milliyet, İslâm'dan önde tutulur olmuştur.  Halbuki hakiki milliyetimiz İslâmiyetimizdir. İslâmiyetini kaybeden Türk topluluklarının, Türklüklerini de kaybettikleri vakıadır. (Budizmi kabul eden Tabgaçlar,  Museviliği kabul eden Hazarlar ve Hunlar gibi.) İşte Husrev Efendi, 1931'de tam intisap ettiği üstadının en mümtaz yardımcısı olmuştur ve üstadının ifadeleriyle: Bu zat müstesna ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risaleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kır(mış) ve tecavüzünü durdur(muş) ve bu mübarek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli tiryakları her tarafa yetiştir(miştir). Türk gençlerini ve nesl-i atiyi büyük bir tehlikeden kurtarmağa vesileol(muştur). (3) EY TÜRK MİLLETİ! Bugün var olmaktan bahsedebiliyorsak bu manevî kahramanlar ve hizmetleri sayesinde olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım. Bilelim ki, herbir eşyanın bir ismi, bir tanımı ve vazifesi vardır. Milletlerin isimlerinin, tanım ve tanınma için olduğunu Kur'an söylüyor. Vazifelerine gelince: Bazıları vazifelerini bitirir, kullanılmayan eşyaların bir köşeye kaldırıldığı gibi, tarih olur gider. Bazılarının vazifeleri ise, devam eder; isimleri, dahil oldukalrı şahs-ı manevî içerisinde ebediyen yaşar.  Kaderin ve tarihin ve daha bir çok unsurun, Türk Milleti'nin omuzuna yüklediği İslâm'a hizmet vazifesinin elan devam ettiği aşikardır. Bu millet sadece kendisine değil, bütün insanlığa hizmet edecektir inşaallah. Bu da herkesi kuşatan ve kucaklayan bir nazar ve sistemle olmalıdır ki, o da ancak İslâmiyet'tir. Ve bu vazifeyi bu zamanda en mükemmel surette yapan, Risâle-i Nur'dur. Evet, bütün hayatını bütün dünyanın selametine vesile olacak bir hizmete vakfeden ve bütün ömrünce hiç tereddütsüz, Allah için insanlığın selametine sarfeden bu isimsiz hakiki kahramanlar, elbette ki hatırlanacak, hizmetleri herkes tarafından bilinecektir. Hazineyi uzakta aramaya gerek yok. Motivasyon istiyorsanız, işte Çanakkale. Hedef istiyorsanız, Allah'ın rızasından gayrısı yalan. Kudret istiyorsanız, kalbinize bakınız. İmanınınzın üstündeki külleri üfleyiniz.Sizler Allah'ın kullarısınız. Herbiriniz -müslüman olmak kaydıyla- dünyalara bedelsiniz.Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c: 8, sh:Geniş bilgi için: Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi Mecmuası, 18. Lema, sh: 132Said Nursi, Şualar II Mecmuası, sh: 547 AHMET HUSREV ALTINBAŞAK HAZRETLERİ (RH) 1899 yılında Isparta'da dünyaya geldi. İdâdi mektebini bitirdikten sonra, teğmen rütbesiyle Batı Cephesinde Kurtuluş savaşına katıldı. 1931 yılında Bedîüzzaman Hazretleri ile tanışması, hayatının en büyük dönüm noktası oldu. 1926 yılında sürgün olarak Isparta'ya gelip Barla'da ikamet etmekte olan Bedîüzzaman Hazretleri ile tanıştıktan sonra, artık hayatını îman ve Kur'ân dâvâsına vakfederek Onun en sâdık talebesi, ve en samimi dava arkadaşı olmuştu. O yıllarda, Kur'ân-ı Kerîm'in tevâfuklu olarak yazılması vazifesi açılmış, ve bu büyük vazife on kişi içerisinde kendisine tevdî edilmişti. Husrev Efendi, üzerinde kırk sene çalışarak, Kur'ân-ı Kerîm'i dokuz defa yazdı. O, aynı zamanda, kaleminden nurlar saçan, yorulmaz bir Risâle-i Nur Kâtibi idi. Hayatı, Üstadının hayatı gibi çilelerle dolu geçti. Eskişehir (1935), Denizli (1944), Afyon (1948), Isparta (1960), Eskisehir (1971) tevkif ve mahkemeleri ile Bursa, Bergama, İzmir ve Buca cezaevlerinde yedi yıl hapis yatmıştı. Husrev Efendi, çile ve mücadele dolu bir hayat sonunda, 1977 yılı Ramazan ayında, 19 Ağustos'ta İstanbul'da Hakk'ın rahmetine kavuştu. Geride, yazdığı Tevâfuklu Kur'ân-ı Kerîm, yazdığı binlerce nüsha Nur Risâleleri yanında, yetiştirdiği çok sayıda talebeleri gibi büyük eserler bıraktı. Allah Ondan razı olsun! Sahip olduğu iman şuuru ve ihlâstan bizleri de nasipdar eylesin! (Âmîn) İngiliz kralı, sömürgeler bakanına sorar: Sence sömürgeler mi önemlidir, yoksa donanma mı? Bakan, donanma diye cevap verir. Zira sömürgeler kaybedilebilir, fakat donanmanız varsa yeni sömürgeler elde edebilirsiniz. Kral bu kez, Peki, asker mi önemlidir, donanma mı? diye sorar. Bakan, Asker daha önemlidir. Çünkü, donanma harap olup eskiyebilir, fakat askeriniz olursa yenisini inşa etmek mümkündür. der. Kral son olarak: Asker mi önemlidir, Şekspir mi? der. Bakan hiç tereddüt etmeden Şekspir diye cevap verir. Kral neden? der. Bakan: Çünkü askerleriniz ölebilir, kaybolabilir. Fakat elinizde Şekspirinki gibi bir eser olursa, İngiliz ruhuna uygun yeni askerler yetiştirebilirsiniz diye cevap vermiştir. Halbuki hakiki milliyetimiz İslâmiyetimizdir. İslâmiyetini kaybeden Türk topluluklarının, Türklüklerini de kaybettikleri vakıadır.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Ağustos
Konu resmiElmas Kalemli Husrev Efendi!
Risale-i Nur

Hazret-i Ali (kv)'nin Biz Âl-i Beyt'ten birer Gavs çıkıp her kürbet ve şiddet zamanında imdat ediyoruz. müjdesinin âhirzamanda tahakkukuna bizzat vesîle olan Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risâle-i Nur hizmetinin parlak netîcelerini ve müceddidliği sadece şahsı nâmına kabul etmez. Onun bu tavrı îmânından kaynaklanan tevâzusunun cilvesi olmakla beraber mühim bir hakikatin de ifâdesidir. Bu tavrının sebebini de yine bizzat kendisi vermiştir: Kendisine her fırsatta minnettarlıklarını ifâde eden Ahmed Husrev Altınbaşak gibi bazı talebelerinin ‘iktiran'ı ‘illet'le iltibas ettiklerini söylemiş ve Eğer Üstâdımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illettir. diyen talebelerine şöyle cevap vermiştir: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakk'ın bana da sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti de Rahmet-i İlâhiyyedir. Ben de sizin gibi iktirânı illetle iltibâs ederek, bir vakit Risâle-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirdlerine çok minnetdarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçâre nasıl hizmet edecekti? Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyle olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakıyet ihsân etmiş. Birbirine iktirân etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnetdarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz. (1) Burada Hazret-i Üstâd'ın dikkat çektiği ve kendisine ihsân edilen birinci nimet Risâle-i Nurları ‘ifâde' nimetidir. Diğer bir ifâdeyle ‘te'lîf' nimetidir. Birinci nimetle beraber ihsân edilne ikinci nimet ise ‘kalem vâsıtasıyla olan kudsî hizmet'tir. Yani ‘neşir' nimetidir. Bu iki nimetin ihsânı, te'lîf ve neşirdeki muvaffakiyet, Risâle-i Nur'un te'sirinin azametindeki ve Risâle-i Nur hizmetinin cihanşümul bir da'vâ olmasındaki ve milyonlarca kalp ve dimağda ma'kes bulmasındaki esas iki âmildir. Bedîüzzaman Hazretleri de bu iki nimete dikkat çekmekte ve ikinci nimete mazhar olan talebelerini tebrîk etmektedir. İkinci nimet olan ‘kalem vâsıtasıyla olan kudsî hizmet' yani neşir vazifesine en ziyâde mazhar olan Nur Talebeleri ise, Hazret-i Üstâd'ın Benim şahsımın da hakikî vekîlimdirler. (2) dediği ve Medresetü'z-Zehrâ Erkânları diye tavsîf ettiği zâtlar ve bu mübârek erkânın mümessili olan ve Hazret-i Üstad tarafından kendisine ‘Gül Fabrikası' (3) ünvânı verilen Ahmed Husrev Altınbaşak Hazretleri'dir. Husrev Efendi'nin kalemini, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın ve Risâle-i Nur hazînelerinin kerâmetli ve yaldızlı bir anahtarı,(4) Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın ve Risâle-i Nur'un mu'cizevâri kerâmetleri ve hârikaları, (5) Risâle-i Nur'un pek kuvvetli bir kerâmeti(6) ve Kur'ân'ın altın bir anahtarı (7) gibi ifâdlerle tavsîf ve taltîf eden Bedîüzzaman Hazretleri onun Risâle-i Nur hizmetindeki vazîfelerini şöyle sıralamıştır: Husrev'i tashihte ve tevzi'de ve tedbirde ve muhâberede ve Nurların neşir ve yetiştirmesinde tebrik ve muvaffakıyetine dua ederiz. Bu ehemmiyetli vazifelerle beraber; yine o şirin ve parlak kaleminin yazılarını çok nüshalarda görüyoruz; hem müstakil nüshaları da yazıyor, mektubundan anlıyorum. (8)Husrev Efendi, Hazret-i Üstâd'ın, Hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirâyeti…(9) cümlesiyle ifade ettiği gibi, 1931 senesinden beri muhteşem bir tedbîr ve dirâyetle yine Hazret-i Üstâd' ın ifâdesiyle ‘Husrev'in Sistemi' ile, te'lîf edilen bütün eserleri hem tebyîz (redakte) etmiş hem neşretmiş, hem yaklaşık 100 merkeze tevzî etmiş (göndermiş) hemde bu merkezlerle Hazret-i Üstâd arasındaki muhâbereyi te'mîn etmiştir. Hazret-i Üstad ondaki bu terakkiyi şöyle ifâde etmiştir: Husrev'in kalemi gibi; fikri, kalbi de o nispette hârika diyebiliriz. Risâle-i Nur'a karşı irtibatı ve iştiyakı ve kanaati gittikçe terakki ve inkişaf ediyor. Hiçbir hâdise onu sarsmıyor, fütur vermiyor. Hem onun bir hârikası odur ki: Risâle-i Nur'a beş sene yabanî kaldığı halde birden intisab edip, bir ay zarfında ondört risaleyi Risâle-i Nur'dan yazmış. (10) VATANIN KURTARICISI Husrev Efendi'nin bu fevkalade hizmetlerinden dolayı Hazret-i Üstad onu Türk milletinin mânevî büyük bir kahramânı ve bu vatanın bir halâskârıdır ve Türk milleti onun ile iftihar edecek bir hâlis fedakârıdır… diye taltîf etmiş onun neşir hizmetini bir kez daha şöyle ilân etmiştir: Bu zât müstesnâ ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risâleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsâda çalışan anarşistliği kırdı ve tecâvüzünü durdurdu ve bu mübârek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli tiryakları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve nesl-i âtiyi büyük bir tehlikeden kurtarmağa vesîle oldu... (11) Husrev münâsip görmediği kısmı ta'dil, tebdil, ıslah edebilir. (12) diyerek hiçbir talebesine vermediği bir selâhiyeti, eserlerine müdahale etme selâhiyetini Husrev Efendi'ye veren Bedîüzzaman Hazretleri, onun neşir hizmetindeki hayâtî mevkiini Emirdağ'da zehirlendiği zaman kendi bedeline ölmek isteyen Husrev Efendi'ye verdiği şu cevapla bir kez daha gösterdi ve istikbâle mâtuf mühim de bir işâret verdi: Risâle-i Nur'un kahramanı Husrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te'lîf zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim. (13) ÖRNEK TALEBE Sâir talebelerini devamlı Husrev Efendi'yi ölçü alarak ‘Kastamonu'nun Husrevi', ‘Denizli'nin Husrevi', ‘ikinci bir Husrev', ‘küçük Husrev', ‘küçücük bir Husrev' ifâdeleriyle tavsîf eden Bedîüzzaman Hazretleri onun manevî makamına ve hizmetlerine devamlı surette işâret etmiş ve talebelerini de ona hürmete davet etmiştir. Hazret-i Üstad, Husrev Efendi' nin Risâle-i Nur hizmetindeki mevkiini ve Bedîüzzaman Hazretleri ve talebeleri nezdindeki mümtaz makamını gören ve bu hâli sarsmak için dessas planlar tertip eden karanlık mihrakların oyunlarına gelinmemesi için talebelerini şöyle îkaz etmiştir: Gizli düşmanlarımız iki plânı takip ediyorlar. birisi beni ihanetlerle çürütmek ikincisi mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Husrev aleyhinde bir tenkid ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki: Husrev'in bin kusuru olsa, ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünki, şimdi onun aleyhinde bulunmak doğrudan doğruya Risâle-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir... (14) Kezâ Hazret-i Üstad, Husrev Efendi'nin mümessili olduğu Medresetü'z-Zehrâ erkânlarını hiçbir surette tenkid etmemek gerektiğini şöyle ifâde etmiştir: Bilhassa Medreset-üz Zehra erkânlarının, hususan Husrev'in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâm'a hizmet-i îmaniyeleri ve tahripçi dinsizlerin desiselerine sed çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki, farz-ı muhal binler seyyie olsa afvettirir. Öyle ise, başta Husrev olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkid etmemek ve kemal-i ihlas ve samimiyet ile onlara tesânüd ve tam kardeş olmak lâzımdır. (15) Husrev Efendi'yi dahîlî ve hâricî fitne ve tehlikelere karşı manevî bir zırh içerisine alan Bedîüzzaman Hazretleri talebelerinden ona hürmet etmelerini, onu da ziyâret etmelerini ve ona hizmetteki bu mümtâz mevkiinden dolayı gücenmemelerini istemiştir. Bedîüzzaman Hazretleri'nin şu ifâdeleri ise hem talebelerine bu meyanda îkâz hem de vasiyet hükmündedir: Husrev gibi bir Nur kahramanından benim yerimde ve Nur'un şahs-ı manevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir. (16) Sikke-i Tasdik-ı Gaybî, 120Emirdağ Lâhikası-I, s. 12Kastamonu Lâhikası, s. 4a.g.e., s. 154a.g.e., s. 297a.g.e., s. 155a.g.e., s. 2Emirdağ Lâhikası-I, s. 113Kastamonu Lâhikası, s. 25a.g.e., s. 70a.g.e., s. 286a.g.e., s. 335a.g.e., s. 92Şuâ'lar-II, s. 279Emirdağ Lâhkası-I, s. 29Şuâ'lar-II, s. 266 Husrev Efendi, Hazret-i Üstâdın, Hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirâyeti… cümlesiyle ifade ettiği gibi, 1931 senesinden beri muhteşem bir tedbîr ve dirâyetle yine Hazret-i Üstâd'ın ifâdesiyle ‘Husrev'in Sistemi' ile, te'lîf edilen bütün eserleri hem tebyîz (redakte) etmiş hem neşretmiş, hem yaklaşık 100 merkeze tevzî etmiş (göndermiş) hemde bu merkezlerle Hazret-i Üstâd arasındaki muhâbereyi te'mîn etmiştir. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçâre nasıl hizmet edecekti? Husrev münâsip görmediği kısmı ta'dil, tebdil, ıslah edebilir.Kastamonu Lâhikası, s. 335

Ahmed Yusuf ÖZDEMİR 01 Ağustos
Konu resmiBüyüklere Saygının Adâbı
Aile ve Çocuk

Büyüklere saygı göstermek İslâm'ın en büyük ahlâki dusturlarındandır. Büyüklere saygı göstermemek âhir zaman alâmetlerinden sayılmıştır. Büyüklere saygı göstermek İslâm'ın esaslarındandır. İbn Abbas (ra) Peygamberimiz (asm)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: Büyüklerimize saygı göstermeyen, küçüğümüze merhamet etmeyen, iyiliği emredip, kötülükten nehyetmeyen bizden değildir. (Ahmed, Tirmizi, İbn Hibban) Bir hadîste de:İlim öğreniniz. İlim için sekinet ve vakar da öğreniniz. Kendisinden ilim öğrendiğiniz kişiye de mütevazî olunuz (saygılı olunuz).(Taberânî) Diğer bir hadîste de: Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, bir kavmin büyüğü geldiğinde ona ikramda bulunsun ve saygılı olsun Büyüklerimize veya içimizden seçilmişlere itaat edilmelidir. Ey îman edenler! Allah'a itaat edin; peygambere ve sizden olan ulü'l-emre (emir sâhibi idârecilerinize) de itaat edin! O hâlde bir şey hakkında ihtilâfa düşerseniz, Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, artık onu Allah'a ve peygambere arz edin! Bu hem hayırlı, hem de netîce i‘tibârıyla daha güzeldir. (Nisa, 59) Hiçbir konuda büyüklere tekaddüm (öne geçme ve geçirme) olmamalıdır. Ey iman edenler, Allah ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin. Allah'tan korkun, çünkü Allah (her şeyi) hakkıyla işiten ve bilendir. (Hucurat, 1) Bunu: a) Din ve dünya işlerinde söz ve fiil olarak büyüklerden önce bir şey yapmaya kalkışmamak b) Büyüklerin konuşması ve karar vermesi gereken bir konuda onların önüne geçmemek şeklinde anlayabiliriz. Büyüklerin yanında konuşurken yüksek sesle konuşmamak. Mümkün olduğu kadar saygı, ağırbaşlılık, sükunet, edeb ve izinle konuşulmalıdır. a) Yüksek sesle konuşma büyüklere karşı saygısızlıktır; hem büyüklerin ihtiramını nefyeder. b) Bir mecliste çok konuşan kim ise, mütekellim odur. Büyüklerin yanında çok konuşulursa nazarlar oraya çevrilir. Bu da büyüklerin huzur edebine zıddır. Ey iman edenler, seslerinizi peygamberlerin sesi üzerine çıkarmayınız. (Hucurat, 2) Büyükleri çağırırken herhengi bir kimseye hitabedercesine hitab edilmemeli lâkaplarıyla ve ismiyle çağrılmamalıdır. Mümkünse makamıyla veya ihtiram ifade eden sözlerle hitap edilmelidir. Birbirinize yüksek sesle çağırdığınız gibi O'na da yüksek sesle çağırmayınız. Sonra amelleriniz boşa gider de farkında olamazsınız. (Hucurat, 2) Büyüklerle konuşurken kesin ve net konuşulmalı, argo ve başka anlamlara gelecek mânâlardaki kelimeler kulanılmamalıdır. Büyüklerle konuşurken onlara layık olduğu makam ve sözlerle hitap edilmelidir. Büyüklerden bir şey istenirken kibar, nazik olmalı merhamet ve sevgilerini celbedecek sözlerle istenilmelidir. Büyükler, istirahat saatinde veya uygun olmayan bir vakitte hanelerinde rahatsız edilmemelidir. Bedîüzzaman Hazretleri istemediği zamanda ziyarete gelenler için şöyle der: Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor.. o da hoşuma gitmiyor. (Mektubat, 10) Büyüklerin hanesine, makamına, hususi odasına veya sofrasına izin alınmadan veya davet edilmeden girilmemelidir. Ey îmân edenler! Vaktini gözetleyici kimseler olmadan, yemeğe sizin için da‘vet yapılmadıkça peygamberin evlerine girmeyin! Fakat çağrıldığınız zaman, artık girin; yemeği yiyince de dağılın; sohbete dalıcı kimseler de olmayın! Çünki bu hâliniz, peygambere eziyet veriyor, fakat (o) sizden utanıyor. Allah ise hak(kı söylemek)ten çekinmez. (Ahzab, 53) Büyüklere tazim gösterilmelidir. Ebu Said El-Hudri (ra)'dan rivâyet edilmiştir: Kureyza Yahudileri Sa'd b. Muaz'ın vereceği hükme râzı olmuşlardı. Nebî (asm) da Sa'd' e gelmesi için haber gönderdi. Sa'd bir merkep üzerinde geldi. O mescide yaklaştığı zaman Peygamber (asm) ensara hitaben Efendinize (veya hayırlınıza) ayağa kalkınız dedi. (Buhârî, Müslim, Ebu Davud) Bu hadis büyüklere saygı için ayağa kalkmayı bize ihtar ediyor. Bir mecliste konuşma yapılacaksa konuşmayı büyüklere bırakmak gerekir. Buhârî ve Müslim'in bir rivâyetine göre peygamberimizin huzuruna 3, 4 kişilik bir grup geldi. Onlardan küçüğü konuşunca, Peygamberimiz, Büyük konuşsun, büyük konuşsun dedi. Bunun üzerine yaşça büyük olanlar konuştu. Bir zümrenin veya bir cemiyetin büyüğü geldiğinde ona ikramda bulunulmalıdır. İbn Ömer (ra) Peygamberimiz (asm)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: Bir kavmin büyüğü size geldiğinde ona ikramda bulununuz (saygılı olunuz). (İbn Mâce) Bereketin ve hayrın büyüklerle beraber olduğu bilinmelidir.İbn Abbas (ra) Peygamberimiz (asm)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:Bereket sizin büyüklerinizle beraberdir.(Taberânî, Hakim) Büyüklerin duâsı alınmalı veya onların duâsına nail olunmaya çalışılmalıdır. Büyükleri birer rehber bilmeli ve onların örnek hayatı bizim için ibretlik ders levhaları olmalıdır. Büyüklerin sünnetle nurlandırdığı çığırı takip etmelidir.

Zeynel YILDIRIM 01 Ağustos
Konu resmiGaflette Yaşamak!

Bu öyle bir hâldir ki kişi bakar görmez, işitir duymaz, okur anlamaz olur. Sanki üzerinde ölü toprağı vardır. Üzerini örten elbiseleri, yorganı değil de gaflet örtüsüdür. Sanki gaflet, akıntılı bir nehir, kendisi de küçük bir teknedir. Nehir nereye götürse oraya gider. Ne yol sorulur, ne vasıta, ne de varılacak istasyon. Cenâb-ı Hakk'ın Gâfillerden olma! emriyle hiç gaflette kalmayan bir peygamberin ümmeti olarak gaflet asrında dünyaya geldik. Balıklar misali Ol mâiler ki derya içredirler, deryayı bilmezler sırrınca nice yıllar gaflette yaşadık ve gaflette olduğumuzu anlamadık. Ancak gafletten ikaz edildiğimizde gafletin tâ hücrelerimize, en derin hissiyatlarımıza işleyebilen ince ve sinsi bir hastalık olduğunu anlayabildik. Bu sefer de müteyakkız olarak gaflet deryalarındaki seyrimiz başladı. O zaman da anladık ki insan her yaşta, her seviyede gaflete düşebilir ve aldanabilir. Mübarek, pak vücudu, muazzez, mücellâ, musaffâ ruh-u âlisine âşık olan Resul-ü Ekrem Efendimiz'in (asm) bütün hücreleri ve zerreleri her zaman gafletten uzak ve hüşyardı. Ne Rabbini ne de ümmetini hiçbir zaman unutmaz ve hayatı boyunca gafletten uzak yaşamaya azamî dikkat ederdi. Hatta Kendisi uyku hâli olan maddi gaflet anını Ben uyurum ama kalbim uyumaz diye ifade ediyor. Vücudu ile ruhunu öyle hemhâl etmiş ki, bütün zerreler yüzlerini her an Cenâb-ı Hakk' a çevirmiş. Bu hâl onun mübarek vücudunu öyle nurlandırmış ki, kesifliğini kaybetmiş ve Ashâb-ı Kiram Gölgesiz vahyin gölgesiz vücuduna mazhar bir peygamberle gezmişler, yaşamışlar. İslâmiyet gafleti aslen Cenâb-ı Hakk'ı unutmak, emirlerinden habersiz olarak yaşamak olarak ifade ettiği gibi dikkatsizlik, ciddiyetsizlik, lâkaytlık olarak da tanımlamaktadır. Bunun yanında bîhaber olmak, üstüne alınmamak, hiç ölmeyecek gibi yaşamak gibi mânâlar sözlüklerin ifade ettiği ıstılahi mânâlardır. Bu öyle bir hâldir ki kişi bakar görmez, işitir duymaz, okur anlamaz olur. Sanki üzerinde ölü toprağı vardır. Üzerini örten elbiseleri, yorganı değil de gaflet örtüsüdür. Sanki gaflet, akıntılı bir nehir, kendisi de küçük bir teknedir. Nehir nereye götürse oraya gider. Ne yol sorulur, ne vasıta, ne de varılacak istasyon. GAFLETİN SEBEPLERİ Elbette ki gaflet bir anda oluveren bir hâl değildir. İnsanlar bir anda gaflete düşmüyorlar. Gafleti hazırlayan sebepler vardır. Bunların başlangıcı ve en önemlisi; alışkanlık kazanmak yani ünsiyet ve peşinde ülfet peyda etmektir. Önce kâinatta meydana gelen eşsiz mucizevî hadiselere, icraatlara karşı ülfet kazanılır. Bu ülfet perdesi ilk anda aralanmazsa git gide kalınlaşır. Öyle ki gaflet örtüsüne dönüşür. Gafletle yaşamak zamanla sefahate gider ve bir hayat tarzı olarak yerleşir. İnsanlar bu aşamadan sonra bildikleri hâlde yapmamaya ve geciktirmeye başlarlar. Artık zemin hazırdır. Öyle ki gâfil olmak, gâfil avlanmak, gaflete düşmek bu zeminin üzerinde gerçekleşir. İşte, gaybi aşina nazarı ile bizi bu hâllerden ikaz eden Resul-ü Ekrem Efendimiz İnsanlar uykudadır (gaflettedir), öldüklerinde uyanırlar! buyurarak gaflette olanın gâfil avlanacağını haber vermektedirler.  Müslümana hiç yakışmayan gaflet hastalığı bu asırda en çok lakayt kalmak ve ertelemek suretinde görülmektedir. Oysa Erteleyenler helak oldu, Cehennemliklerin ekserisi tevbeyi geciktirenlerdir hadisleri bu hâlin ne kadar tehlikeli olduğunu ifade etmektedir. Zira ertelemek fiili bilip de ertelemek, geciktirmek anlamı ihtiva etmektedir. Yani hadis-i şerif bilip de erteleyenlerden bahsetmektedir. Bu da gafletin ta kendisidir. Bunun tam tersi Allahtan gâfil olanların arasında Cenâb-ı Hakk'ı anmanın çok büyük mükâfatları netice vereceğine dair hadisler de mevcuttur.Nasıl gaflette olmak, gafletle yaşamak bir hâl üzere ise, gafletten ikaz ve teyakkuzda bulunmak da bir hâl üzeredir. Ancak haberdar olmak, dikkatli olmak ve ciddi olmakla bu hâl üzere kalınabilir. Gafletten ikaz olmak, gaflet perdesini yırtmak ve Gafleti dağıtmak da her an insanı Rabbisini hatırlamada müteyakkız kılacak hâl ve hareketlerle hayatını doldurmasına, kıymetlendirmesine bağlıdır. İşte bu hâldendir ki ehli gaflette hakîkî Müslümanları celbedecek hâller bulunmaz. Zira onların hayatında kendilerine Rablerini, peygamberlerini ve ölümü hatırlatacak eserler bulunmaz. Eser yoksa müessir de, müessire giden yol da yoktur. GAFLET PERDESİ NASIL KALKAR? Yaşadığımız hayata baktığımızda bizi gaflete alıştıracak ve o gaflette yaşatacak nice hâller görülür. Gezdiğimiz sokaklardan, konuştuğumuz insanlara kadar çoğu hâl bize, insanlığımızın gereğini hatırlatacak şeyleri unutturur. Ulvî hislerimizi uyutur. Evet, Gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda gaflet öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elim elemin acısını ehli medeniyet hissetmiyor. Medeniyetin eczaları ve mutlu, zevkli, çağdaş bir hayatın anahtarları diye sunulan tarzlar, aslında gaflet vadilerindeki sefahat hayatlarının anahtarları olarak bilerek veya bilmeyerek kullanılıyor. Çoğu zaman elim neticelere sebebiyet veren bu hiç ölmeyecekmiş gibi yaşanan hayatlarda gaflet, zamanla yerleşmekte ve kurtulması oldukça zor olmaktadır. Mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalansa bile ancak bazı kalplerde derin etkiler bırakabilmekte, zamanla eski hâllere yeniden dönüşler olmaktadır. Ehli hidâyette de gafletin tezâhürü farklı şekillerde olmaktadır. İstenilen değil de istenen hayat tarzları sanki tahkik ehli olmadan, bu kadarı yeter nevinden bir hâl almaktadır. Öyle ki kütüphaneleri dolduran kitaplar seneler geçmesine rağmen alt nesillere, ilk alındıkları gün gibi yepyeni olarak miras bırakılmakta ve bununla övünülmektedir. Bu konuda gaflet öyle bir hâl almıştır ki sanki ibâdet; eserleri tetkik edip yaşamak yerine koleksiyonunu yapmak hâline dönüşmüş.  Oysa bütün İslâm tarihi, peygamberler ve velilerin hayatı bize göstermiştir ki gaflet perdesi ilmî hassasiyet arrtıkça kırılıyor, parçalanıyor. Yani iman ve Kur'ân hakîkatleri ne kadar mütâlaa edilir ve bu konulara vukufiyet ne kadar artarsa gafletten ikaz da o kadar ziyadeleşir. Zira iman hakikatlerindeki hassasiyetin arttırılması, ciddiyetin arttırılmasına sebebiyet verecek ve en küçük bir sünnet-i seniyye dahi ihya edilerek Resul-ü Ekrem akla getirilecek, oradan Vahdaniyete pencereler açılacak ve her şeyin üstünde Cenâb-ı Hakk'ın sikkesi görülebilecektir. Tahkik ehline yakışan da böyle bir tarzdır. Ehl-i İrfan olarak hayatımıza sinsice ilişen ve bizim için çok kıymetli olan zaman hazinemizi boşa harcatan, rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmek adı altında hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfran-ı nimete sebebiyet veren gaflet hâllerimizi yeniden gözden geçirelim. Gafletten ikaz olmak için müteyakkız kalalım. İnsanlar uykudadır (gaflettedir), öldüklerinde uyanırlar!Hadîs-i Şerif Bu zamanda gaflet öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elim elemin acısını ehli medeniyet hissetmiyor

Yusuf Bahadır DEREN 01 Ağustos
Konu resmiBiz'in içindeki Ben'i iyi tanımalıyız
Eğitim

Zamanı iyi kullanabilmeyi, faydayı çoğaltmayı, enerjik kalmayı, sonuçlarımızın yetersizliğini farkettiğimizde daha çok istiyoruz, ne dersiniz? Hayatımızın cüzleri olan ‘anlar'ı, dolu dolu yaşamak için öncelikle yaptığımız işi sevmemiz gerekiyor. Vizyon sahibi olmakta, yarınlara âit hayallerimizi zihnen görmek, duymak ve hissetmemiz şuuraltımızdaki hedeflerin hazırlık çalışmalarına yardımcı olur.Ardarda eklenen sorumluluklar ve yapılması gereken işlerin koşuşturmaları, sınırlı zaman içinde onca uğraştan sonra, farkedilir bir rahatlığı, bolluğu ruhen istiyoruz, kısmî rahatlık bir süre sonra yeni açılımlar yeni uğraşları beraberinde getiriyor. Bu nedenle, yeni hedeflere duyarlılık arayışı içindeyken, Rahat zahmetin içindedir sözünün ilhamı ile faal durumumuzu canlı tutmak kaçınılmazdır. Problemler gelişimin öncüsüdür. Zorluklarla yüz yüze gelmek bizi daha yetenekli, daha becerikli kılar. Kelebek, ilk kanat çırpmasından sonra asla bir daha tırtıl olmaz. Her yeni yönelişte, her yeni durumda tünelin sonundaki ışığı görmemizi sağlayan; Ne istiyorum? un cevabıdır.Hedeflerimizin belirgin, ölçülebilir olduğunu en başında kontrol etmek istenen sonuç için elzemdir. Çoğu kez beklentilerimizin pek azını elde etmemizin sebeplerinden biri de, temel hedeflerimizin çok küçük ve belirsiz olmasından kaynaklanır. Çok küçük ve belirsiz hedeflerin hiç bir gücü olmaz. Bir günde ne kadar çok şey yapmayı aklımızdan geçiriyor, birçok şey arzu ediyoruz. Sonuçta kararlarımız ile güçlendirdiğimiz isteklerimizi yapabildiğimizi farketmişsinizdir. Emellerimiz hayal gücümüzü şevklendirmeli, bizleri harekete geçirmeli, aksi takdirde temel hedefimize ulaşmamız imkânsızdır. İstenen sonuç için şevkimizi arttırmanın yolu, belirli ve güçlü bir hedef tespit etmektir. Güçlü hedefler; sabahları bizi yataktan o kaldırır. Ulaşmayı murad ettiğimiz sonuçları tadabiliyor, dokunabiliyor, işitebiliyor, koklayabiliyorsak, zihnimizde onu açık ve net bir biçimde resimleştirmişizdir. Onu yazıya dökmüşüzdür. Hedefimizi her yazıya geçirişte, amacınız biraz daha durulaşır, berraklaşır. Aksi takdirde amaca yönelik inançlarımızı, değerlerimizi ve kriterlerimizi tekrar gözden geçirmek zorunda kalırız. Zaman içinde değişken durumlardan etkilenen ruh, zihin ve beden bütünlüğü için kendimiz ile bir süre baş başa kalmak için zaman ayırmayı önemsemeliyiz. Çoğumuz sessizlikten ve sessiz kalmaktan rahatsızlık duyabiliyor, kısa bir zaman için bile olsa yalnız veya sessiz ortamda kaldığımız takdirde can sıkıntısından şikayetçi oluyoruz. Oysa insan, kendiyle baş başa olamadığında, kendiyle olan münasebetlerini düzenlemekte zorlanır. İçinde yaşadığı ânın ve o ânın barındırdığı tüm fırsatların değerini bilip dinlenmeyi, dikkat etmeyi ve dikkatini bir noktada yoğunlaştırmayı öğrenmiş olan insanların yapabilecekleri şeyler göz kamaştırır. Ânın değerini bulup çıkarmasını bilenler için, eşsiz mükafatlar ve fırsatlar vardır. Kendi kendimizi motive etmemiz, bu güne yüklediğimiz önem ve anlamdan kaynaklanır. İşin nasıl? kısmına gelince; stratejik plânlara ihtiyacımız olacak. Strateji bir şeyin nasıl yapıldığı veya nasıl yapılması gerektiği yönünde geliştirilmiş yaklaşımlardır. Strateji, bir sonucun en kısa, en etkin, en az maliyetle, en yüksek verimle nasıl gerçekleştirilebileceğini gösterir. Plân ne yapılacağınını bulmaya çalışırken, strateji nasıl yapılacağı nın cevaplarını arar. Alışveriş için ihtiyaç belirlemek plândır. Bu ihtiyaçlarınızı en ucuz, en yakın, en kısa zamanda, nereden alabileceğinizi ise strateji belirler. Yaptığınız her plâna strateji geliştirmek kişiye zahmetli gelebilir; ancak sonucun ne kadar etkili olacağını doğru stratejiler belirleyip istikrarlı ilerlemeye bağlıdır. İyi plânların gerçekleşmemesinin en önemli nedeni, kötü stratejidir. Alışkanlıklarımız, güvenle sığındığımız evlerimiz gibidir. Yaşadığımız rahatlık ve atâlet onları sorgulayıp değiştirmemize engel olur. Evimizi, iş yerimizi değiştirirken yaşacağımız tedirginlik (daha iyi bir ev, daha güçlü işyeri, daha iyi bir gelir seviyesi) bu alışkanlığın gücünden kaynaklanır. Ev, yuva gibisi yoktur. dense de sosyal ve siyasi başarılar hep gurbette başarılmıştır. Öğrenilmiş atâlet ve eylemsizlik hâlini değiştirmek için ihtiyaçlarımızı karşılayacak ve bir başka yönden zararı dokunmayacak yeni bir alışkanlık geliştirme stratejileri üzerinde durulmalıdır. Berrak düşünmek, hatırlamak, plân yapmak, strateji geliştirmek, problem çözmek, sistematikleştirmek, kendini anlamak, kendini değerlendirmek ve uçan hayallere sağlam zemin bulmak için en iyi yöntem yazarak çalışmaktır. Kurumlaşma bilinci geliştirilirken, ISO vs. standart çalışmalarının temel bir prensibi vardır: Ölçülebilir değerler ile çalışmak. Bu çalışmaların güçlendirdiği inanç ise şu cümle ile ifade edilmiştir: Ölçülmeyen kıymet uzamaz. İçinde bulunduğunuz durumu tekrar gözden geçirmeli, plân ve yöntemlerimizin sonuçta bizde neleri değiştirmesi gerektirdiğini tespit etmeliyiz ki geriye doğru tükettiğimiz zamana baktığımızda aldığımız kuvvet, yeni hedeflerimiz için kaynağımız olsun. ‘Biz'e katkıda bulunmak için ‘Biz'in içindeki ‘ben'i iyi tanımalıyız.Dün geçti, yarın henüz gelmedi, ‘biz'iniçindeki ‘ben'i gözden geçirip kaleme alın. Bakın neleri farkedeceksiniz… Ev, yuva gibisi yoktur. dense de sosyal ve siyasi başarılar hep gurbette başarılmıştır.

H. Gökhan KARAÇİVİ 01 Ağustos
Konu resmiŞehidin Ardından

Said bin Âmir, îman etmesiyle birlikte bütün himmetini İslâm'a verdi. İslâm'ın her çağrısında hazır oldu. Resul-i Ekrem'in sağlığında, yoluna kurban olmak için bekleyen sahâbe ordusunun bir neferi olarak yaşadı. Sonrasında Humus'un valiliğiyle hizmetkârlığını yaptı İslâm'ın. Evet, o bir valiydi ama Humus'un en fakirlerinin listesi eline ulaştığında Halîfe Ömer, ağlayacaktı. Çünkü listenin başında valisinin adını okuyacaktı.. Üzerinden nice geçmişti o hazin ölümün. Ama o hâlâ dipdiri karşısındaydı. Yeryüzünün en kararlı gözleri bakıyordu işte yine ruhunun derinliklerine. Bakıyor… bakıyordu. Baktıkça o, bedenini bir titreme sarıyordu. Oturduğunda o! Yürüdüğünde o! Kapattığında gözlerini, yine o! Ve darağacını secdegâh edip de namaz kılışı gamsız kedersiz! Rüku rüku, secde secde meydan okuyuşu ölüme! Said on dört yaşındaydı ve bin bir kahırdaydı. O âna kadar düşündüğü ne varsa hepsini yitirdiği o yürek yangınından beri dudakları da başka şey söylemiyordu. Ey Hubeyb! Ey ölümün öldürmeye çalıştığı esnada ölümü kalbinden vuran adam! Sen bana ne yaptın?Toprağa düşen şehîdin binler meyvesinden biriydi Said. Ve o daha duramayacak, ruhunun teslim olduğu hakîkati bütün müşriklerin önünde ilân edecekti. Hubeyb'e yaptıklarınızı kabul etmiyorum! Ve ben de Müslüman oluyorum. İşte duyun! Lâ ilâhe illâllahMuhammedurrasulullah! Said bin Âmir, îman etmesiyle birlikte bütün himmetini İslâm'a verdi. İslâm'ın her çağrısında hazır oldu. Resul-i Ekrem'in sağlığında, yoluna kurban olmak için bekleyen sahâbe ordusunun bir neferi olarak yaşadı. Sonrasında Humus'un valiliğiyle hizmetkârlığını yaptı İslâm'ın. Evet, o bir valiydi ama Humus'un en fakirlerinin listesi eline ulaştığında Halîfe Ömer, ağlayacaktı. Çünkü listenin başında valisinin adını okuyacaktı. Bir gün, İslâm ordusunu teftiş etmek üzere Humus'a gelen halife, halka valileri hakkında sorduğunda valilerinin üç garip hâli bulunduğunu, bundan dolayı şikâyetçi olduklarını söylediler. Valisinin makamına ehliyeti konusunda kanaati tam olan Hz. Ömer, bu konuda yanılmamış olmak için Allah'a duâlar etti ve halkı valileriyle bir araya getirdi. Said bin Âmir teslimiyet ile hesap vermeye hazırdı. Halk Hz. Ömer'e dönerek teker teker şikâyetlerini bildirdiler. Halkın ilk memnuniyetsizliği valilerinin sabahları makamına geç gelmesiydi. İbni Âmir üzgün, özrünü sundu Halîfe'ye:Emîrim! Bunu söylemek istemiyordum ama şimdi mutlaka söylemem gerekti. Benim evime bakacak kimsem yok. Bu yüzden sabah vakitlerinde evin ihtiyacını görüyor. Yemeklerini, hamurlarını yapıyorum. Ekmeklerini ellerine verip ancak çıkabiliyorum. İkincisini söyleyin dedi Ömer. Halk valilerinin ayda bir gün hiç makamına gelmediği şikâyetinde bulundular. Said ibni Âmir arzetti: Benim sadece bir kat elbisem vardır. Ayda bir sefer onu yıkayıp kurutuncaya kadar bekliyorum ve o gün vazifemin başında olamıyorum. Halkın üçüncü şikâyeti ise Said'in bazı zamanlar ânîden yere düşüp bayılması, bir vakit kendine gelememesiydi. Humuslular artık buna da bir izah istiyordu. Halîfe Ömer valisinin gözlerine baktı müşfik. Bu sualle fakir valinin çehresi sararmıştı. Ve ellerinin titreyişi fark ediliyordu. Yıllarca içinde yaşayan bu ızdırabı nasıl dile dökecekti şimdi? Beyninden hiç silinmeyen o yürek yakan hâtırayı nasıl gözler önüne serecekti? Derin bir nefesle içinde depreşen o müzmin acıyı bastırmaya çalıştı. Gözlerini kapattı bir zaman, öylece baktı o hazin sahneye. İşte dün gibi karşısındaydı Hubeyb. Bedir'deki hezîmetlerinin intikamını almak hırsıyla bağırıp çağıran kalabalıkların içinde, elleri düğümlü. İdam sehpasına getirildiğinde namaz kılmak istiyor, çıktığı darağacında kıldığı namazıyla kaç yüreği esir ediyor da kimse bilmiyor. Bütün sesleri sus pus eden namazının ardından gözleri müşriklerin reisine pervâsız bir nazar atarken gür sesi sarıyor her yeri. Ölümden korkarak namazı uzattığımı sanmayın. Ölümden aslâ korkmuyorum! Kudurmuş güruh mübârek vücudunu kan fışkırıncaya kadar bıçaklıyor, parçalıyor. O acılarla kıvranırken idraksiz bir müşrik soruyor: —Şimdi sana izin versek çocuklarının yanına gidiversen ve Muhammed de senin yerinde olsa ne hoş olur değil mi?Hubeyb'in verdiği cevapla, Ebu Süfyan bile yüreğinde kıvılcımlar hissediyor. —Vallahi benim, çocuklarımın yanında olmama mukâbil değilMuhammed'in burada eziyet çekmesini istemek; şu an oturduğu yerde ayağına bir diken batmasına gönlüm râzı olmaz! Peygamber düşmanlarından bir kez daha nefret ediyor Hubeyb. Ve son sözlerini ise çok az kimse işitiyor. —Allah'ım onları unutma! Onları yok et! Ve hiç birini sağ bırakma!Said bin Âmir o gün halkının huzurunda Hubeyb'in şehit edilişini baştan sona anlattı. Ve ekledi. O şehit edilirken ben oradaydım. Humuslular valilerinin artık ayakta durmakta zorluk çektiğini görüyorlardı. Aziz şehîdin hayatının bu son sahnesi çok dokunmuştu onlara. Valilerinin hâli ise daha bir dokunmuştu. Said bir Âmir zor duyulan bir sesle Ben hep korktum. dedi. O şehit edilirken orada bulunup sadece seyredenlerden biri olarak Allah'ın beni helâk etmesinden ve aslâ affetmemesinden korktum. İşte bu yüzden onu her hatırladığımda bu korkuyla şuurumu kaybediyorum. Halk, valilerini daha iyi anlayabilmiş olmaktan memnun lâkin onu bir hayli üzdükleri için de mahçuptu. Hz. Ömer ise böyle bir mânâ insanının vazife başında olmasından dolayı Allah'a hamd makâmındaydı. Memnuniyetinden ve valisini sıkıntıdan kurtarmak için bin dinar tahsis edip kendisine verdi. Evine geldiğinde ise Said önce eşinin gönlünü aldı sonra daha ellerine geçeli bir saat olmadan o bin dinarı dul kadın ile yetim çocuklara dağıttı. Soranlara şöyle diyordu: Ben öyle bir zâta borç olarak veriyorum ki; en muhtaç olduğumuz bir anda bize geri verecek. «—Allah'ım onları unutma! Onları yok et! Ve hiç birini sağ bırakma!»

Canan ARIKUŞU 01 Ağustos
Konu resmiBir Miraç Dönüşünde

Yine hasret düştü içime bugün, Şu dünya denilen diyar-ı gurbette, Ahiret denilen vatan-ı aslîme bir iştiyak düştü.. Ahirzaman girdabıyla yorulmuşken ruhum, Yine hasret düştü bana bügün, Beka âlemine, ebedî ve mukaddes sevgililere..Teselli aradı gönlüm..Mi'racı istedim o hasretle,Ve yöneldim dünyanın kalbine.Artık kıyamdaydım, huzurdaydım edeple. Allahuekber'lerle çıktı ruhum basamak basamakHasret rüzgarlarının getirdiği yağmurlarla..Seccadem ıslandı, gözyaşlarım sağanak sağanak.Kıyamda, ruku'da, secdede,Döktüm hasretimi, anlattım doya doya,.Beni benden daha iyi bilen Rabbime. Sübhanallah dedim Mi'raç dönüşünde.Sen acz ve noksan lekeleriyle lekeli değilsin.Görmeden sevdiğim Sevgilini,Ebedî vuslatla bana vermeye muktedirsin. Elhamdülillah dedim Mi'raç dönüşünde.Bana dünyevî ve uhrevî ni'metler verdin.Fanîde Habib'ini göremedi bu gözler,Lakin Rasul'ün sefirinin sohbetine nail ettin.Ve lahutî sohbetlerin devamı için,Bekâda inciden salonlar da halkettin. Allahuekber dedim Mi'raç dönüşünde.Sen o kadar büyüksün ki;Ahireti yarattın, beni ve sevdiklerimi yok etmedin. Nihayet ellerimi açtım acz u edeple,Tevbeler kattım tevbeler isteyen tevbelerime.Lâmekanlarda dolaştım, dualarda buluştum..Hayalimle gittim,Sevgililer sevgilisine hz. Muhammed'e,Ceddim Adem'i aradı gözlerim,Yusuf'un cemalini Eyyub'un makamını.Enbiya, evliya, sıddıklar ve şehitler,İnciden salonlarda inci gibi dizilmişler Mus'ab bin Umeyrdi bakınca hz. Rasul'ü hatırlatanMütebessim çehresiyle hala haya içinde hz. OsmanHz. Ali, torunları Gavs-ı a'zam ve kâtib-i Kur'an..‘Gel' desin diye bekliyordum hz. Bediüzzaman ‘Siz gidin, ben getireyim cennet şaraplarını' diyesim geldi hurilere,Cennet maidelerindeki kudsi sohbetlerin mukaddes sahiplerine.Lâhutî mekanlarda dolaştı hayalim bir Mi'raç dönüşünde,Ellerim semada tevbelerime tevbeler kattım, ahiret özlemiyle..

Nur SİRAÇ 01 Ağustos
Konu resmiSaâdet Diyarları
İnsan

Haşir meydanındaki hesap bittikten sonra mü'minler, hesabı hakkıyla vermenin sürurunu yaşayarak, dünyada iştiyak duyup merak ettikleri ebedî saâdet yurdu olan Cennet hayatına doğru büyük bir heyecanla ilerlerler. Mü'minler Cennete müştak oldukları gibi, Cennet de sakinlerini büyük bir özlemle beklemektedir. Mü'minleri bekleyen ve Kur'ân'da geçen sekiz Cennet ismi şöyle zikredilmektedir: Firdevs Cenneti: Şüphesiz ki îman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için bir ağırlama yeri olarak Firdevs Cennetleri vardır. (1) Adn Cenneti: Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî olarak kalıcı oldukları Cennetler ve Adn Cennetleri'nde güzel meskenler va‘d etti. (2)  Me'va Cenneti: And olsun ki, onu (Cebrâil'i aslî suretinde) diğer bir inişte de (Mi‘râc gecesi), Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında (iken) gördü. Ki Cennetü'l-Me'vâ onun yanındadır.(3) Naîm Cenneti: Beni naîm cennetinin varislerinden kıl!(4) Huld Cenneti: De ki: (Başınıza gelmesi muhakkak olan) bu (netîce) mi hayırlıdır, yoksa takvâ sahiplerine va‘d edilen (ni‘metleri aslâ kesilmeyecek olan) Huld Cenneti mi? (Orası) onlar için bir mükâfât ve bir varış yeridir. (5) Karar Cenneti: Ey kavmim! Bu dünya hayâtı ancak (geçici) bir menfaattir; doğrusu âhiret ise, Dârü'l-Karar (asıl kalınacak yer) dir. (6) Dârü's-Selâm: Onlar için Rableri katında Dârü's-Selâm (Cennet) vardır ve O (Allah), yapmakta oldukları (sâlih ameller) sebebiyle onların dostudur. (7) Dârü'l-Mukâme: O (Rab) ki, lütfundan bizi (asıl) Dârü'l-Mukâmeye (Cennete) yerleştirdi. (Artık) orada bize ne bir yorgunluk dokunur, ne de orada bize bir usanç dokunur. (8) Sonsuzluk hayatını bize ta'rif eden Ku'rân-ı Azîmü'ş-Şân ve Peygamber Efendimiz (asm), Cennet hayatı ve nimetlerinden bahsettikleri gibi, bu nimetler ve lezzetler içerisinde hatta bu lezzetleri bize unutturacak derecede bütün lezzetlerin fevkinde bir lezzetten de bahsetmektedirler. O lezzet de ru'yet-i Cemâlullahtır. Yani bizi şu dünya hayatında terbiye edip rızık veren, bütün ihtiyaçlarımıza cevap verip dertlerimize devâ veren sâhibimiz, mâlikimiz olan Allah-u Zülcelâl Hazretleri'dir.  Cenâb-ı Hakk bizi o sonsuzluk âleminde kendi cemâliyle müşerref eyleyip, sohbetinde bulunmayı cümlemize nasip eylesin. Âmîn! Kehf, 107Tevbe, 72Necm, 13-15Şuara, 85Furkan, 15Mü'min, 39En'âm, 127Fâtır, 35

İsmail KISA 01 Ağustos
Konu resmiÜç Aylar ve Gafletten Kurtuluş

Cenâb-ı Allah, Tebâreke Suresi 2. âyetinde Hanginiz amelce daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı. buyurduğu üzere insanın bu dünyaya gönderilişinden gaye imtihan olmaktır. Kim hayırlı işlerle, güzel bir ömür sürerse imtihanı kazanacak ve ebedî tükenmez bir saadete kavuşacaktır. Kim de nefis ve şeytana uyarak gaflete dalıp şerli işler yaparsa imtihanı kaybedecek ve cezasını da görecektir. Bu imtihanı kaybetmek veya kazanmak meselesi her şeyin üzerinde en büyük bir mesele iken gaflet sebebiyle, insanların çoğu, ebedî dünyada kalacakmış gibi yaşayarak âhiret için hiçbir hazırlık yapmadan buradan göçüp gidebilmektedir. Böyle bir kimsenin hâli, üniversite imtihanına giren bir talebenin, imtihanı hiçe sayarak kafasını masaya koyup uyumasına veya lüzumsuz şeylerle uğraşarak vaktini geçirmesine benzer. Zil çaldığında uyanır. Lâkin iş işten geçmiş olur. Rabbimizin en büyük bir rahmet tecellisi olan yüce dînimiz İslâm, insanın gafletten sıyrılmasına yardım edecek pek çok fırsatları bizlere sunmaktadır. Meselâ günde beş vakit namaz, günlük meşgalelerin sebep olduğu gafletten en güzel bir kurtuluş vesilesidir. Haftada bir kıldığımız Cuma namazı, büyük bir cemaat ile kılınışı ile, vaaz ve hutbeleriyle haftalık bir yenilenme ve gafletten bir silkiniş vesilesidir. Yılda bir ay farz kılınan oruç, gaflete dalmış nefs-i emmareye karşı bir ay süren bir cihad neticesinde en mükemmel bir temizlenme ve uyanışı temin eder. Ömürde en az bir kez edası farz olan Hacc-ı Şerif, gafletten uyanışın en büyük bir sebebi olur. İşte, 16 Temmuz'da dühulü ile müşerref olduğumuz mübârek üç aylar da (Receb, Şaban, Ramazan) hem bir gafletten silkinme ve uyanma, hem de mânevî bir tedavi ve tamir mevsimidir. Evvelindeki dokuz ay boyunca değişik sebeplerle maneviyatta gerilemiş, günahlar yüklenmiş ve gafleti koyulaşmış olan insanlar için kendilerine yeniden bir çeki düzen verdiren, dünya işlerinden çok daha mühim işler olduğunu hatırlatan, günahlarından arındıran çok feyizli bir  uyanış mevsimidir. Receb ve Şaban-ı Şerifte, mü'minler oruca teşvik edilerek ve Ramazan-ı Mübarek'te  bir ay oruca emredilerek nefsi dizginleyen en birinci vasıta olan açlıkla terbiye edilmiş olurlar. Üç ayların gece ve gündüzlerinde işlenen her türlü hayırlara ve sâlih amellere kat kat sevaplar verilir ve böylece ehl-i iman ibadet ve hayırlara yönlendirilerek gafletten uzaklaştırılmış olur. Üstad Bediüzzaman hazretleri, her bir haseneye veya Kur'ân harfine karşılık, sâir vakitlerde bire on sevap verilirken; Receb'de bire yüz, Şaban'da bire üç yüz, Ramazan'da bire bin sevap verildiğini bildirmektedir. Yine üç aylarda, bazı geceler mübârek kandil geceleri ilan edilerek âdetâ mânevî birer bayram yapılmıştır. Receb'in ilk Perşembe gecesi, Regaib kandili olarak ihya edilmekle üç aylara güzel bir başlangıç ve hazırlık yapılmış olur. Daha Receb-i Şerif çıkmadan 27. gecesinde Mirac kandili ile Müslümanlar Peygamber Efendimiz (asm)'ı, sema âlemlerini, melekleri, Cennet ve Cehennemi, Yüce Rabbimizin nihayetsiz güzel olan Zât'ına perdesiz kavuşmayı hatırlarlar. Bütün mü'minleri temsilen oraları görüp gelmiş olan Habercilerin En Doğrusu Peygamber Efendimiz (asm) sayesinde bizler de oraları görmüş gibi oluruz. Arkasından mübarek Şaban-ı Muazzam'ın gelmesi ile taze bir şevk kazanılır. On beşinci gecesi olan Berat Kandili, bizlere her şeyin malum bir kaderle oluşunu, rızkımızın ve ömrümüzün kayıtlı ve mukadder oluşunu hatırlatır. Dünya ve rızık peşinde koşarken her an gelebilecek ölümden gafil olmamamızı ders verir. Nihâyet on bir ayın sultanı olan şehr-i Ramazan'ın gelişi ile bu gafletten arınma ve tedavi mevsimi zirveye çıkmış olur. Önceki iki mübarek ayı  değerlendirmeye çalışan mü'minler, Ramazan ayındaki çok büyük mağfiretlere, nurlara, feyiz ve sevaplara güzel bir hazırlık yapmış olurlar. Ramazan-ı Şerifte öyle bir gece vardır ki; Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerîm'de o tek gece için bin aydan hayırlıdır buyurmuştur (ki 83 seneye tekabül etmektedir). Kur'ân'ın dünya semasına nâzil olduğu o geceye Kadir Gecesi namı verilmiştir. Öyle faziletli bir gecedir ki hakkında, Kadir Suresi adında müstakil bir sure nâzil olmuştur. Bahsi geçen kandil gecelerinin en güzel bir şekilde değerlendirilerek gafletten kurtuluşa birer vesile olmaları için, o gece işlenecek amellere bol bol sevaplar vaat edilmiş, duaların kabul olacağı müjdelenmiştir. İslâm âlimleri, Kadir Gecesinin bin aydan hayırlı olmasından yola çıkarak her bir Kur'ân harfine veya her bir haseneye o gece otuz bin sevap verildiğini hesab etmişlerdir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Berat Gecesi'nin de elli seneye bedel olduğunu ve bire yirmi bin sevap verildiğini; ve Regaib ve Miraç gecelerinde de bire on bin sevap verildiğini haber verir. Yani bu mübârek geceleri sabaha kadar ibadetlerle değerlendiren insanlar, 80, 50 veya 25 sene sürekli ibadet etmekle kazanacakları sevapları bir gecede kazanabilmektedirler. Meselâ sadece bir cüz okumakla, Kur'ân hatmine katılan bir kişi, 30 bin hatim sevabı kazanmaktadır. Bu, ancak Allah'ın rahmetinin nihayetsizliğini düşünmekle anlaşılabilecek muazzam bir sevap kapısıdır. Üç aylar boyunca Müslümanlar oruç tutarak, Kur'ân okuyarak, ibâdetlerini arttırarak, hayır ve hasenatta bulunarak, birlikte kandil gecelerini ihya ederek hem ferden hem de toplumsal olarak bir gafletten uyanışı da gerçekleştirmiş olurlar. Üç ayların bitişini ilan eden Ramazan bayramı da âdetâ Hitamuhu misk olur. Yâni Cennet içeceklerinin sonunda gelen ve lezzetini arttıran misk gibi olur. İşte üç aylar, bu şekilde, her sene, insanların gafletten uyanmasına, günahlarından arınmalarına, hayatlarının bir istikamete kavuşmasına ve bundan sonraki ömürlerinin de istikamet üzere gitmesine mübârek bir vesile olur. Bu, bizlere Rabbimiz'in en büyük bir fazlı ve ihsanıdır. Cenâb-ı Erham-ür Râhimîn, bu mübarek üç ayları ve onda yapılacak makbul duâları, hem bizlerin hem de umum İslâm dünyasının, bir asırdır süren gaflet uykusundan uyanmasına vesile eylesin. Âmîn. Kur'ân harfine karşılık, sâir vakitlerde bire on sevap verilirken; Receb'de bire yüz, Şaban'da bire üç yüz, Ramazan'da bire bin sevap verildiğini bildirmektedir.

Cemal ERŞEN 01 Ağustos
Konu resmiMi'râc'la Gelen Nur, Emânet ve Anahtar
İbadet

Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Muhammed'i) bir gece Mescid-i Harâm'dan, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya (İsrâ -gece yürüyüşü- ile) götüren (Allah, her türlü noksanlıktan) münezzehtir.(İSRÂ, 1) Resul-ü Ekrem'in (asm) en büyük mucizelerinden olan Mi'râc, çok mühim hakikatleri ve müjdeleri ihtivâ eden mukaddes ve manevî bir ‘sandukça' esasında. Şakk-ı Kamer (Ayın ikiye ayrılması), Habîbullah'ın (asm) kürre-i arz/dünya ehline gösterdiği mucize olduğu gibi, Mi'râc da semâ/gök ehline gösterdiği mucizedir. O gece Âlemlerin Rabbi, Âlemlerin Fahrı ile bizzat görüşmüş ve hürmetine yaratıldıkları Sultân-ı Levlâk'i âlemlere de göstermiş. Yine o gece zamanın ve mekânın Rabbi tarafından zaman genişletilmiş, mekân tay ettirilmiş. Halk içinden seçilen kutlu Resul, Mi'râc gecesi velâyetiyle halktan Hakk'a gitmiş; elinde bir ‘nur', bir ‘anahtar' ve bir ‘emânet'le Hakk'tan halka risâletiyle dönmüş gelmiş. O gün bugün, Sıddîk'ler O söylüyorsa doğrudur! teslimiyet ve sadâkatiyle tasdik ettiler Emîn Peygamberi, neticede nura vâsıl oldular, açılması en müşkil kapının anahtarını ellerine aldılar, en mukaddes emânetin şerefiyle serfirâz oldular; Kezzâblar ise şüphe bataklığında ve inkâr çukurunda debelenip durdular,  nurdan mahrumiyet, anahtarsız kendi daracık ve karacık mekânlarında mahpusiyet ve şerefyâb olacakları muazzez bir emânetten uzaklık onların acı âkıbeti oldu hep! NÛR İnsanın kâinâtın kıymetli bir meyvesi ve kâinâtın Yaratıcısı'nın nâzenin bir sevgilisi olduğunun anlaşılmasına vesile olan Mi'râc ile îmân ettiğimiz hakikatler insanlık için bir bakıma gayb olmaktan çıkmış, başta Cemâlullah olmak üzere îmân edilen tüm hakikatler insanlık nâmına, Hz. Peygamber'e âyân ve aşikâr olmuş ve gösterilmiştir. Bu hâl tüm kâinâtı mânâsızlıktan, abesiyetten, karanlıktan, başıboşluktan kurtaran en parlak bir nur'dur. Kim gitmiş de gelmiş? Kim görmüş? diye kalplere üfleyen şeytan için acı bir gündür Mi'râc. Çünkü artık şeytânî rüzgarların ruhlara tesir edeceği delikler tıkanmıştır. İnsanlığın en sâdık ve musaddak ferdi Gittim ve gördüm! demiştir çünkü. Bizim için bundan daha parlak bir nur, daha üstün bir saadet olamaz elbette. Mi'râc bu yönüyle îmana kuvvet veren, nifâkı ve küfrü açığa çıkaran bir tılsımdır aynı zamanda… EMÂNET Her insan velî nîmeti olan büyüklerinin, ihsanına mazhar olduğu sevdiklerinin arzularını, ne ile memnun olacaklarını bilmek ister. Onları memnun etmenin yolunu bulmak insan olan insan için gerçek bir saadettir. Elbette insanın mazhar olduğu tüm nimetleri ihsan eden Âlemlerin Rabbi'nin arzularını, nelerden râzı olacağını bilmek tüm saadetlerin de üzerinde bir saadettir. İşte Mi'râc ile Efendimiz, başta namaz olmak üzere İslâmiyet'in hakikatlerini ve Rabbimizin arzularını, rızasının vesilelerini ‘İlkEl'den, Ezel ve Ebed Sultanı'ndan almış ve insanlığa bildirmiştir. Bundan dolayı insanlık için can kulağıyla o Kutlu Ses'i dinlemekten başka çıkar yol yoktur… ANAHTAR Ancak geçici bir süre sâhip olabilme imkânımız olan bir meskenin anahtarını elde etmek için ne kadar çırpınırız değil mi? Oysa dünyada hiçbir sâkin meskeninden daha çok yaşamaz. Bunun için insanın asıl çırpınması gereken ebedî meskeninin, ebedî saadetin anahtarını elde etmek olmalı. Hakk Teâlâ, Mi'râc'da Habîbi'nin eline ebedî saadetin anahtarını da vermiştir. Efendimiz, ebedî saadet yurdunun hem müjdesini hem de o yurdun anahtarını Mi'râc günü hediye olarak tüm insanlığa getirmiştir. Bizim için bundan daha büyük bir müjde daha kıymetli bir anahtar yoktur tabii ki. Aziz sıddık kardeşlerim, Leyle-i Mi‘rac (Mi‘rac Gecesi) ikinci bir Kadir (Gecesi) hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla, kazanç birden bine çıkar. (Şuâ‘lar)

H. Sabri COŞKUN 01 Ağustos
Konu resmiBerat Gecesi

Bu gelen gece Leyle-i Berât (Berât Gecesi) bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderât-ı beşeriyenin (insanın kaderinin) programı nev‘inden olması cihetiyle Leyle-i Kadr'in (Kadir Gecesinin) kudsiyetindedir. Her bir hasenenin (iyiliğin) Leyle-i Kadir'de otuz bin olduğu gibi Leyle-i Berâet'te her bir amel-i sâlihin (sâlih amelin) ve her bir harf-i Kur'ân'ın (Kur'ân harfinin) sevâbı yirmi bine çıkar. Sâir (diğer) vakitlerde on ise, şuhur-ı selâsede (üç aylarda) yüz ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhurede (mukaddes meşhur gecelerde) on binlere veya yirmi bine veya otuz binlere çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibâdet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kur'ân'la ve istiğfar ve salavâtla meşgul olmak pek büyük bir kârdır.(Şuâ‘lar) Şabân-ı Şerifin nısfı ufukta gözüktüğünde ve  Mirac ile Rabbimizden bize gelen hudutsuz müjdelerin süruru ve huzuru henüz tazeliğini kaybetmemişken, âhirzaman fitnelerinin dondurucu ve yakıcı prangalarının verdiği bezginlik ve şaşkınlık içerisinde, ‘Berat Kandili' ile arz-ı hâl edilip ‘af' dilenilecek yegâne kapıyı çalacak olmanın, yeniden doğacakmış hissini verecek kadar dupduru ve kalbin en belagatli tercümanları olan gözpınarlarını kurutacak  kadar dopdolu olan heyacanını yaşayacağız... Lâkin şu hakîkati de görmezden gelmek mümkün değil: Tüm şeytanlara inat, elimizle dünyayı arkamıza savurup âhirete nazar etmeye ne kadar muhtaç olduğumuzun muhasebesini yapacak sıhhatli bir ‘istikamet' çizgisinin olmazsa olmaz kalemi olan ‘hikmet' mevcut değil kesemizde... Ama ümidimiz var... Muhabbetimiz var... İşte Berat Gecesi'nde, iman ağacının en muharrik meyvesi ümid ile açacağız ellerimizi... Keskin mi keskin ‘Lâ taknatu min Rahmetillâh' kılıncını olanca gücümüzle indirip nefsimize; ‘fecr-i sâdık' özlemimizi arzedeceğiz tüm zerrelerimizle Rabbimize... Rahmân'ın âyetlerini okuyup gözyaşlarıyla secdeye kapanacağız Berat Gecesi'nde... Af dileyeceğiz, nusret isteyeceğiz, inayet talep edeceğiz Yaratanımızdan... Bizden râzı olması ve bizi kabul etmesi için; bize verdiklerine râzı olacak bir iman ve şuur ihsan etmesini niyaz edeceğiz Rezzâkımıza... Tecdid-i iman ile birlikte tecdid-i beyat edip, tekrar be tekrar söz vereceğiz Rabbimize, hem de bir daha bozmamak üzere: Kıraatiyle gönüllere inşirah veren, hakikatleriyle cemiyetleri ve fertleri hayatlandıran ‘hak söz' isminin en lâyık müsemması ‘Kur'ân'a, ve getirdiği nur ile akılların muallimi, kalplerin sevgilisi, nefislerin terbiye edicisi olan Resulullah Aleyhissalâtü Vesselâm'a; kederde ve neş'ede, sıhhatte ve mihnette, varlıkta ve darlıkta, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden ‘bilâ kayd u şart' bendeleri olacağımıza...  Berat Gecesinde, unuttuklarımızı hatırlayıp bir daha silinmemesi duâsıyla kazıyacağız kafalarımıza: Ölümlü olduğumuzu, dünyayı ‘kesben' değil ancak ‘kalben' terketmenin lüzumunu; kalben ‘îman' ile, bedenen ‘namaz' ile, ‘mâlen' zekât ile ibadetteki mes'uliyetimizi; zulme rızanın zulüm, küfre rızanın küfür olduğunu ve zâlimlere meyletmenin ateşi bize dokunduracağını;  gündem ayarlarımızı ‘kalp dairesine' raptedip, Allah-u Teâlâ nâmına ‘diz ve dirsek' çürütmekten, seccade sandukçasına ‘salih amel' akçeleri ve ‘gözyaşları' bırakmaktan başka felâhımız için çıkar yol olmadığını; duamız olmazsa kıymetten düşüp mahşerde yüzü kızarmış permeperişan kaçışacağımızı; Rabbimizin bize olan (İslâm) nimetini ve ‘Dinledik ve itaat ettik!' dediğimiz zaman onunla bizi bağladığı ‘misak'ını hatırlayıp, Rabbimizden lezzet alarak korkacağız... Tâ ki O'nu hakkıyla sevelim...            Unutmamız icâbedenleri de hâfızalarımızdan ilelebed sileceğiz Berat Kandilinde: Mü'minler arasındaki sun'î ihtilâfları, iftirakları, kırgınlıkları, düşmanlıkları, nâkadirşinaslıkları... Hüsn-i zanla hareket edip kinimizi yutup affolunmak için affetmeyi öğreneceğiz...  Kâfire şiddet, mü'mine merhamet Kur'ânî dengesini kaybetmeden, İlâhî inâyet ve nusretin gelmesinin yektâ şartı olan mü'minler arasındaki muhabbet ve uhuvveti te'sis etmek için kolları bir kez daha sıvayıp, himmetimizi milletimiz bilip, baş-başa, omuz-omuza, el-ele verip kudsî davamızda emin ve sabit adımlarla ilerlemek için Cenâb-ı Vahibü'l-Atâyâ Hazretlerinden ‘tevfîk' talep edeceğiz... İsrâiloğulları gibi: Ey Musâ! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya aslâ girmeyiz; sen Rabbinle git, (onlarla) ikiniz savaşın; biz burada oturucularız demeyecek ve fedâke ebî ümmî nefsî demekte terddüt bile göstermeyen bir hüviyet ile habîbinin (asm) ümmetine bizi dâhil etmesi için yalvaracağız Berat Gecesi'nde... Nihâyetsiz kudret sâhibi Rabbimizin metâ-ı lütfu ile şerefyâb olmak için sermayesiz çıkacağız yola.. Aczimizle, fakrimizle, noksanlarımızla...Geldiğimiz gibi, gideceğimiz gibi... Ve kâinat ağacının en güzel meyvesi gibi biz de niyâz ile, fîzâr ile af ve mağfiret dileyeceğiz Berat Gecesi'nde… Nefsime zulmettim; beni bağışla! Senden başka günah bağışlayacak yok! Cezândan affına sığınıyorum. Azabından rahmetine sığınıyorum. Dargınlığından rızana sığınırım. Senden sana sığınırım.. Şanın yücedir. Sen  kendi zâtını övdüğün gibi ben seni övemem...   BU GECE… Şa‘bân ayının yarısındaki bu geceye: Mübârek, Berâet, Sâk (berâet, ferman), Rahmet isimleri verilmiştir. Berât Gecesine has beş haslet vardır: 1) Her mühim iş o gece tefrîk eder. 2) O geceki ibâdetin fazîleti büyüktür. 3) Rahmet-i İlâhiye feyezân eder. 4) Mağfiret gecesidir. 5) O gece Resulullah (asm)'a şefaat hakkının tamâmı verilmiştir. (Râzî)

Hayrunisa ÇAKMAK 01 Ağustos