
Asr-ı saadetten beri beşerin hem zikir hem fikir hem duâ hem şeriat kitabı hem her türlü maddî ve manevî ihtiyaçlarının menbaı olan yüce Kur'ân'ı öğrenmek için başta ashab ve onların nurlu yolunu takip edenler birbirleriyle yarışmıştır. Kur'ân'ın en birinci muallimliğini yapan ve Ümmetimin en hayırlıları Kur'ân'ı öğrenen ve öğretendir. sözleriyle ümmetini teşvik eden Peygamberimiz (a.s.m) Kur'ân ilmine çok ehemmiyet verirdi. Bundandır ki kırk yıldan fazla Kufe'de insanlara Kur'ân okutan tabiin büyüklerinden Ebu Abdurrahman Sülemi bu hadise işaret ederek, Beni şu bulunduğum yerde Kur'ân öğretmek için oturtan sır işte budur demiştir. Kur'ân ilmine dair bir diğer husus da Kur'ân'ın hıfz edilmesidir. Kur'ânın tamamını ezberleyene hâfız denir. Hâfız-ı Kur'ân sadece Kur'ân ı Kerîm'in kelimelerini âyetlerini ezberleyen değil, aynı zamanda onun mânâsını kalbine ve ruhuna nakşeden, gönül dünyasında seyreden insandır. Kur'ân'ı hem hıfzına hem hayatına nakşeden bir hâfız, yürüyen ve konuşan Kur'ân demektir. Yoksa Kur'ân sadece hıfz edilip hakîkatleri yaşanmadıktan sonra o kimseye şefaatçi değil şikâyetçi olacaktır. Zira bir hadiste, Öyle hâfızlar vardır ki; Kur'ân onlara lânet eder buyrulmuştur. Elbette mercimek tanesi kadar bir kuvve i hâfızada 600 sayfalık bir kitabın hiçbir kelimesi ve harfi eksik olmaksızın yerleşmesi küçümsenecek bir iş değildir. Bu olsa olsa yine Kur'ân'ın bir mucizesidir. Kur'ân'ın tamamını ezberlemek ancak düzenli ve sürekli olarak ceht ve gayret ile mümkün olur. Bu çalışmanın tamamlanma süresi ise kişiye göre farklılık gösterir. Lakin cây-ı dikkattir ki; Kur'ân'dan başka hiçbir kitabın eksiksiz ve sürekli fütur gelmeden hıfzı mümkün değildir. Bu cihetiyle Kur'ân mucize olduğunu bir kez daha gösterir. Hem fütur vermez hem de kendisiyle meşgul olan kalplere ayrı bir lezzet ve huzur verir. Üstad Bediüzzaman'ın dediği gibi Hıfz-ı Kur'ânî her müşkilata gâlip ve lezzet-i îmâniye her kederi unutturur. Hele ki Kur'ân'ı lafzından anlamayan bir insanın anlamadığı halde ezberlemesi fevkaladedir. Bunu Kuveytli Arap bir aileye ziyarete gittiğim bir vakit başımdan geçen bir hadisede bilmüşahede tasdik ettim. Şöyle ki; ziyaretimiz esnasında bir hâfız-ı Kur'ân da bulunuyordu. Arap hanımefendi bunu öğrenince şaşırdı. Mânâsını anlamadığı halde bir insanın Kur'ânı ezberlemesi zor olmuyor mu? Müşkil.. müşkil.. diyordu. Onun bu şaşkınlığı da beni şaşırttı. Demek Arapça konuştuğu halde Kur'ân'ın hıfzını müşkil gören bir insan için Kur'ânın lafzına yabancı birisinin onu hıfz etmesi olağanüstüydü. HÂFIZLIĞIN YAŞI YOKTUR Hâfızlık yapmaya niyetlenmiş bir insanın aklına önce şu soru takılır; Kaç yaşında hâfızlık yapılır? Hâfızlığın yaşı var mıdır? Hâfız olmanın belli bir yaşı yoktur elbette. Tabiîn ulemâsından Süfyan bin Uyeyne gibi dört yaşında hâfız olanlar olduğu gibi 60-70 yaşında da hıfzını tamamlayanlar olmuştur. Küçük yaşta iken hâfızlık yapmanın avantajları elbette fazladır. Çünkü malum olduğu üzere zihin daha açık olur, daha çabuk hıfzeder. Fakat azmi elinden bırakmadan Kur'ân'ın hıfzına başlayan uzun zamanda da olsa tamamlayan çok büyüklerimiz olmuştur. Mühim olan azimdir, şevktir ve işin şuuruna ermektir. Nitekim bir hâfızlık kursunda torunu yaşındaki talebelerle beraber yılmadan çalışmaya devam eden bir teyzemiz, beş yıl sonra hıfzını tamamlamış ve gençlere hâfızlık merasiminde şu mesajı vermiştir: Gençler bu işe biraz olsun vakit ayırırlarsa inşallah yarı yolda kalmazlar. Zamanlarını öldürmesinler ve gönülden isteyince, Allahın kendilerini yarı yolda bırakmayacağına inansınlar. Hâfızlar Peygamberimizin (sav) özel iltifatına mazhar olmuşlardır. Hâfız olup da Kur'ân okuyan kimse meleklerle beraberdir. hadisinde de bildirildiği gibi hâfız her an meleklerle birliktedir. Çünkü melekler en çok Kur'ân okunduğu ve dile getirildiği yerlerde bulunurlar. Bir başka iltifatında Peygamber Efendimiz (sav) Kur'ân ehli, ümmetimin en şereflileridir. buyurmuşlardır. Hâfızasında Kur'ân'ı taşıyana bir müjde daha vardır ki şefaat hakkı verilir: Kim Kur'ân'ı okur onu ezberler helâl kıldığını helal kabul eder haram kıldığını haram kabul ederse Allah bu Kur'ân sebebiyle onu Cennetine koyar ve ailesinden Cehenneme girmeyi hak eden on kişiye şefaat hakkı tanınır. İLK HÂFIZ-I KUR'ÂN EFENDİMİZDİR (asm) Peygamberimiz de kendisine vahyolunan âyetleri hâfızasında tutar ve daha sonra sahabelere okurdu. Kur'ân'ı hâfızasına nakşedip muhafaza eden bizzat kendisidir, ilk hâfız Odur. Zira Cebrail (as)'dan gelen vahyi, Nebî-yi Zîşan (asm) derhal ezberlemiş olurdu. Bu yönüyle hâfızlık bir peygamber mesleğidir. Asr-ı saadet devrinde de sahabelerin büyük çoğunluğu Kur'ân'ı ezberlemiş durumdaydılar. Ancak ashaptan hâfız olanların sayısı tam bilinmemektedir. Buna rağmen bazı hadiseler ışığında sahabeler arasında çok sayıda hâfız bulunduğunu öğreniyoruz. Bi'ru Maüne vak'asında 70, Yemame savaşında 70 bazı kaynaklara göre 500, 700 veya daha fazla hâfız sahabenin şehit olduğu rivâyet edilmektedir. Bunun dışında isimlerini bildiğimiz Osman bin Affan, Ali bin Ebi Talip, Ubey bin Kab, Abdullah bin Mesud, Zeyd bin Sabit, Ebu Musa el-Eşari ve Ebudderda da (r.anhüm ecmain) hâfızlardan idi. İslâm'ın irşadında vazife yapmış bu sahabeler Peygamberimiz tarafından çokça iltifata mazhar olmuşlardır. RİSÂLE-İ NÛR'A ÇALIŞARAK KUR'ÂN'A LAYIK BİR KAP OLMAK İslâm ulemâsı Kur'ânın hıfzedilmesini devamlı teşvik etmiş ve bu vazifenin ihmal edilmemesi üzerinde durmuşlardır. Zira Kur'ân'ı ezberlemenin hükmü ‘farz-ı kifaye'dir. Lakin üzülerek ifade etmeliyiz ki âhir zamanda açık saçıklık yüzünden umumi bir unutkanlık hastalığı hasıl olmuştur. Çünkü İmam-ı Şâfî'nin dediği gibi Nâmahreme nazar nisyan verir. İşte bu umumi hastalığın artmasıyla hadis-i şerifin verdiği müthiş haberin tevili ucunda görünüyor: Ahir zamanda hâfızların göğsünden Kur'ân nezdediliyor, çıkıyor, unutuluyor. Bediüzzaman Hazretleri'nin de ifade buyurduğu gibi; Demek ki bu hastalık dehşetlenecek hıfz-ı Kur'ân'a bu su-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin te'vilini gösterecektir. Kur'ân'ın hıfzına çalışmak mı yoksa Risâle-i Nurla meşgul olmak mı daha iyidir? şeklindeki bir soru üzerine de yine asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleri şu cevabı verir: Bu kainatta ve her asırda en büyük makam Kur'ân'ındır.Ve her harfinde, ondan tâ binler sevap bulunan Kur'ân'ın hıfzı ve kıraati her hizmete mukaddem ve müraccahtır. Fakat Risâle-i Nur dahi o Kur'ân-ı Azimüşşan'ın hakaik-i imaniyesinin burhanları huccetleri olduğundan ve Kur'ân'ın hıfz ve kıratına vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle Kur'ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir. (Kastamonu Lahikası) Evet hâfız-ı Kur'ân olmak, Kur'ân'a bir nevi kap olmak demektir. Kur'ân'a layıkıyla bir kap olmak isteyenler en ziyade Risâle-i Nur'dan istifade etmekle inşallah bu ulvî maksatlarına en kısa bir şekilde ulaşabileceklerdir.

Kader kısaca şöyle tarif edilebilir: Bütün mahlukatın miktarlarını, başlarından geçen ahval ve suretlerini Cenâb-ı Hakk'ın ezelî ilmiyle bilmesinden ve yazmasından ibarettir. Bunu da iki kısma ayırmak mümkündür: Birisi; insan iradesinin müdahale edemediği, ancak dünya darü'l hikmet olduğundan Hikmet-i İlahiyenin iktizâ ettiği şekilde İrade ve Kudret'in de o hikmete göre yapacakları kâinatı ve kâinatın içindeki bütün varlıkların miktarları, vücutları ve başlarından geçecek olan bütün hâdiselerden ibarettir. Yani bize nispeten bir varlık, vücuda gelmeden evvel o varlığın vücudunu Hikmet nasıl isterse, İrade ve Kudret ona göre taalluk eder, İlim de onu öyle bilir.Demek İlim, İrade'nin tercih edeceği ve Kudret'in yapacağı mâluma göredir. Sonra, varlıklar vücuda gelirken Kudret-i İlâhiye, o varlık vücuda gelmeden evvel Hikmet, İrade ve Kudret'e göre hazırlanan kaderin projesine bakarak onları yapar. Meselâ sen bir ev yapmak istersen önceden hayalinde ihtiyaçlarına göre o evi irade ve kudretinle yapmayı düşünürsün. Ve mâlum olan hayalindeki eve göre bir proje hazırlarsın. İşte burada ilim olan proje, mâluma tâbidir. Yani proje mâlum olan hayalî eve göredir. Ondan sonra istediğin gibi yapılsın diye o projeyi bir ustaya verirsin. Usta da o projeye baka baka o evi yapar. Mâlumdur ki, Allah'a nispeten zaman diye bir mefhum yoktur. Çünkü ilm-i ezelî ezelden ebede kadar her şeyi bilir. Geçmiş zaman da, gelecek zaman da ilm-i ezelî için hâzırdır. Cenâb-ı Hakk'a nispeten isim ve sıfatlarının eşyaya taalluku birdendir. Aralarında önce ve sonra yoktur. Ancak anlamamız için bize nispet ile açıklama yapılınca irademiz haricinde olan işlere önce Hikmet, sonra İrade ve Kudret, daha sonra İlim taalluk eder, deniliyor. Çünkü İrade tercih eder; Kudret müessirdir, yapar; İlim ise bilir. İrade'nin tercih edip Kudret'in yapamayacağı bir şeyi İlim nasıl bilecektir? Ancak yapılmayacağını bilir. Allah'ın ilmi için her şeyin hâzır olduğunu bir örnek ile anlamaya çalışalım: Bir film şeridine bakıp seyrediyoruz. Ancak onun ekrana çıkan kısmını görüyoruz. Geçen ve daha gelmemiş olan kısımlarını görmüyoruz. Çünkü biz ekrana bağlıyız. Ancak ekrana çıkanı seyredebiliriz. O filmi hazırlayan, bilgisiyle o filmin hepsini bir anda bildiği gibi ekransız olarak da bakabilecek olsaydı hepsini bir anda görebilirdi. Veyahut hepsini bir anda gösterebilen bir ekran olsaydı, hepsini bir anda seyretmek mümkün olurdu. Aynen öyle de kaderin film şeridi de ezelden ebede kadar ne olacaksa hepsini içine almıştır. Biz ancak ekran hükmünde olan şimdiki zamanda, olup bitenleri görebiliyoruz. Geçmiş ve gelecek zamanlarda olanları görme ve hepsini bilme imkânına sahip değiliz. Fakat Cenâb-ı Hakk için böyle bir şey düşünülemez. Çünkü Allah bütün isim ve sıfatlarıyla, ezelden ebede kadar ne olmuşsa ve ne olacaksa hepsini görüyor ve biliyor. Nasıl olacaksa öyle bilmiş ve yazmıştır. İkinci kısım kader ise sevap ve günah noktasında insanın cüz'i iradesinin sarfıyla tahakkuk eden kısımdır. Evet, insan irade ve kuvvetiyle neyi, nasıl yapmak isteyecekse Cenâb-ı Hakk o yapacaklarını bildiği için yazmıştır. İnsan yapacağı için Allah bilmiş ve yazmıştır. Yoksa insan kaderde yazılı olduğu için yapıyor denilemez. Çünkü bilindiği gibi kader ilim nevindendir. İlim ise mâluma tâbidir. Mâlum nasıl olacaksa, ilim onu öyle bilir. Mâlumun maddi vücudu ise İrade ve Kudret'e bakar. Yani insan irade ve gücüyle bir işi nasıl yapacaksa kader onu öyle bilir. Çünkü maddî vücutları tercih eden İrade'dir, yapan ise Kudret'tir. İlim mâluma tâbidir cümlesini bir misal ile açıklayalım: Şöyle ki; senelik takvimi hazırlayan bir zât, tecrübeleriyle astronomi gibi, takvimle alakalı bütün bilgileriyle sene daha gelmeden senenin haritası ve tarihçe-i hayatı sayılabilen takvimi hazırlıyor. Ve senenin kaç ay, kaç hafta, kaç gün olduğunu, bayram, tatil günlerini, mübarek gün ve gecelerini, her günkü beş vakit namazın saatlerini ve daha o seneye ait pek çok hususları o takvime kaydedip yazıyor. Ve daha sene gelmeden o takvimi her tarafa yayıyor. Eğer biz bu takvimi elimize alıp seneyi takip etsek, göreceğiz ki o takvimin gösterdiği bilgiler dâhilinde sene gerçekleşecektir. Acaba Sene o takvimdeki yazılanlara binâen o şekilde gerçekleşiyor dememiz doğru olabilir mi? Elbette olamaz. Çünkü ilim olan takvim, senenin o şekilde gerçekleşeceğine binâen hazırlanmıştır. Takvim hazırlanmasa veyahut o takvim yırtılıp atılsa bile senenin o şekilde gerçekleşmesine bir etkisi olmayacaktır. Bundan da anlaşılıyor ki mâlum olan sene, ilim olan takvime tâbi değildir. Belki takvim seneye göredir. Zirâ ilim sadece bilir; bildiklerine tesiri yoktur. Ancak, o bildikleri nasıl olacaksa öyle bilir. Aynen öyle de kâinatın da ve kâinatın içindeki her bir varlığın da yaratılışından tâ ölümüne kadar tarihçe-i hayatları hükmünde bir kader takvimleri vardır. Hatta her bir insanın da doğuşundan tâ ölümüne kadar ne yapacaksa kader-i İlahî, bir takvim halinde onu bilmiş ve yazmıştır. Cenâb-ı Hakk o yapacaklarımızı bildiği ve yazdığı için biz yapmıyoruz; belki yapacağımız için Allah bilmiş ve yazmıştır. Demek insanlar kaderin esiri değiller. Zira kader, yapmak istediklerimizde bize yardımcı oluyor, irademize kuvvet veriyor, yoksa engel teşkil etmiyor. Evet, insanın cüz'î iradesi zayıftır ve bir şey yaratabilecek güce sahip değildir. Fakat sonsuz hikmet sahibi olan Cenâb-ı Hakk, o zayıf cüz'î iradeyi, küllî iradesinin taalluk edip iş yapmasına âdi bir şart yapmıştır. Yani mânen der: ‘Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!' Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer (serbest) bıraksan, ‘Nereyi istersen seni oraya götüreceğim' desen, o çocuk yüksek bir dağı istese, sen de götürsen. Çocuk üşüse veyahut düşse elbette ‘Sen istedin' diyerek itab edeceksin (cezalandıracaksın) ve onun yüzüne bir tokat vuracaksın. İnsanın cüz'î ihtiyarının Cenâb-ı Hakk'ın küllî iradesine nasıl âdi bir şart olduğunu bir misal ile izah etmeye çalışalım:Merhametli bir sultanın yaptığı gayet muhteşem ve yüksek bir binayı düşünelim. O binanın bir asansör dairesi var. O asansör o binaya girenleri cennet gibi güzel, her türlü saâdet vesilesi olan yukarı katlara çıkarabildiği gibi; isteyenleri en aşağıdaki sıkıntılı olan bodrum katlarına da indirebilir. Fakat o merhametli sultan, gelenlere yardımcı olmak için, o asansör dairesinde bazı memurlar görevlendirmiş. O memurlar gelenlere girmenin âdâbını ve o asansörü nasıl kullanacaklarını tarif ediyorlar. Ve gelenlere diyorlar ki Bu binayı yapan ve asansörü kuran merhametli olan zat, binaya girenlerin onunla cennet gibi olan yukarı katlara çıkmalarını istiyor. Cehennem gibi olan aşağı ve bodrum katlara inmelerini istemiyor. Fakat imtihan için herkesi serbest bıraktığından illâ aşağı inmek isteyenlere kendisi istemediği halde müsaade ediyor. Aşağılara inerken karşılaşacakları sıkıntılardan elbette kendileri mesuldür. Çünkü bina sahibi istemediği halde, onlar istedikleri için asansör onları aşağılara indiriyor. Yine o vazifeliler girenlere diyorlar ki: Asansörün sağındaki düğmeler sizleri yukarıya çıkarmak içindir. Hangi katın düğmesine basarsanız asansör sizi o kata çıkarır, ona göre istifade edersiniz. Soldaki düğmeler ise aşağı katlara inmek içindir. Hangi katın düğmesine basarsanız asansör sizleri o kata indirir, ona göre de sıkıntı çekersiniz. Padişahımız merhametinden dolayı bunları size bildiriyor. Fakat imtihanda olmanıza binaen sizi serbest bırakıyor. İstediğiniz katın düğmesine basabilirsiniz. Aynen öyle de kâinat da Hakîm ve Rahîm olan Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı gayet mükemmel bir binadır. Esfel-i sâfilînden tâ a'lâ-yı illiyine kadar manevî katları vardır. Dünya ise o binanın asansör dairesi gibidir. O asansör kaderin sistemiyle ve kudretin elektrik hükmündeki gücüyle çalışıyor. Sağdaki düğmeler ise iman, ibadet ve salih amellerdir. Soldaki düğmeler ise küfür, dalâlet ve günahlardır. O asansör dairesindeki vazifeli memurlar ise peygamberler ve âlimlerdir. O memurlar dünyaya gelenlere, dünya ve âhiret saâdetini kazanmanın âdaplarını herkese öğretiyorlar. Hakîm-i Rahîm o sistemin çalışması için düğmelere basmaktan ibaret olan cüz'î iradenin sarf edilmesini, âdi bir şart yapmıştır. Yani iman ve ibadetin ehemmiyetini küfür ve dalâletin sıkıntılarını bildirdikten sonra, onlardan birini tercih etmeyi insana bırakıyor. İnsan iradesiyle hangisini tercih ederse, imtihan gereği olarak onu insana veriyor. Cüz'î irade sarf edilmeden hiç kimseyi mümin yapmadığı gibi, hiç kimseye de küfür ve dalâleti vermiyor. Demek asansör sistemi insanın isteğine bağlı olarak çalışıyor.

Takvâ ‘'vikaye'' kelimesinden gelir. Gayet iyi korunup sakınmak ve sipere girip nefsi, kötülüklerden kurtarmaktır. Kişi, mahsurlu olan şeylerden korkarak mahsursuz olanı terk etmedikçe takvâya ulaşamaz. (Kütüb-i Sitte c. 17, s. 458) hadîs-i şerifinin gereğince; harama düşmek korkusuyla helâl bile olsa şüpheli durumlardan kaçınmak gerekir. Yani haramdan ifrat derecede korunmak, şüpheli şeylerden de azamî derecede sakınmak takvâdandır. Bu bakımdan takvânın mertebeleri söz konusudur. Bu mertebeler Risâle-i Nur'da şu şekilde açıklanmıştır: Şirkten takvâ, kebâirden takvâ, masivadan (Allah (cc) den gayrısı) kalbini hıfzetmekle takvâ, ikab (ceza) dan içtinap etmekle takvâ, gazaptan tahaffuz etmekle (korunmak) takvâ''. (İşaratü'l-İ'câz, s.148) BİRİNCİ MERTEBE Şirkten takvâ ki son derece önemlidir; çünkü tevhid esasının zedelendiği ve insanların yakîn'inin (sağlam ve kat'i olarak Allah'ı bilmek) azaldığı günümüzde şirku'l ağraz (kasten yapılan fiil, inadî şirk), şirk'ül esbâb (Allah'tan başka sebeplere tesir kuvveti vermek) şirk-i hafî (Allah'tan ümîdini kesmek, Allah'ın rızâsını değil de başkalarının rızâsını esas maksat yapmak) ve şirk-i alud (Cenâb-ı Hakk'tan gaflet edip başkasından medet beklemek) gibi şirkin çeşitleri korkunç mesafeler kaydetmiştir. Şirkin her çeşidinden Allahü Teâlâ'ya sığınmak ve sırat-ı müstakîm dışındaki bütün yolları terk etmek şarttır. Tanımlara baktığımızda şirkin çeşitleriyle içli dışlı olduğumuz günümüzde, şirkten korunmanın kolay olmayacağı anlaşılıyor. Hz. Ebu Bekir (ra)'dan rivayet edilen şu hadîs-i şerife dikkat edelim. Resul-ü Ekrem (sav) buyurmuşlardır ki: "Şirk sizin aranızda karıncanın kımıldamasından daha gizlidir." Ben "Ey Allah'ın Resulü! Şirk ancak Allah azze ve celle'den başkasına ibadet etmek değil midir? Yahut Allah'la birlikte başkasına tapmak değil midir?" dedim. Resulullah (sav): "Allah hayrını versin ey Sıddık!. Şirk sizin aranızda karıncanın kımıldamasından daha gizlidir. Sana onun büyüğünü, küçüğünü giderecek bir şey haber vereyim mi?" dedi. Ben de: "Hay hay yâ Resulallah" diye cevap verince,"Her gün üç defa, `Ey Allah'ım!.. Bile bile şirk koşmaktan sana sığınırım. Bilmediklerimden de senden af dilerim!" dersin. Şirk: Bana filân ve Allah verdi demendir. Denktaşlık ise: `Eğer filân olmasaydı, beni filanca öldürecekti.' demektir!.. "(İmam-ı Mervezî, Müsned-i Ebu Bekir Sıddık, sh. 89- 91, Hadis No:17.) buyurdular. Hadîsin beyanından anlaşıldığı üzere günümüz toplumunda şirkten takvâ son derece önemli olmuştur. İKİNCİ MERTEBE Günahlardan, kebâirden takvâdır. Takvâ kelimesinden çoğunlukla bu mânâ kastedilmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri, Bu tahribat ve sefahat ve cazibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def'-i mefâsid ve terk-i kebâir uss-ül esas olup büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır… Hem takvâ içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünkü bir haramın terki vâciptir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukâbil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinap, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a'mal-i sâlihadır. diyerek bu zamanda şerleri uzaklaştırmanın, günahları terk etmenin en büyük esas olduğu, tahribata karşı ancak takvâ sahiplerinin dayanabileceği, takvâda da sâlih amelin olduğu üzerinde durup günahın terkindeki vâcip sevabını ve bir vâcibin çok sünnetlere mukâbil sevabı olduğunu ifade etmekte ve günahtan kaçınıp, sakınmanın üzerinde durarak bize günahı terk etmenin kıymetini ve kazancını anlatmaktadır. (Kastamonu Lahikası) ÜÇÜNCÜ MERTEBE Masivâdan kalbini hıfzetmekle takvâ; kişinin kendisini Rabbinden uzaklaştıracak şeylerden kaçınması ve yönünü Allah'a çevirmesidir. İnsan böylelikle yaratıcısı ile olan rabıtasını artırıp tefekkürünü zenginleştir. Ve marifetini ziyadeleştirerek yönünü fanî olan şeylerden bakî olan Allah'a doğru çevirir. Bu haslet hadislerde çok defa övülmüştür. DÖRDÜNCÜ MERTEBE İkaptan içtinap etmekle takvâdır. Buradaki ‘ikâp' ceza mânâsında olup Allah'ın âhirette ceza vermesinden korkmayı ve ona göre yaşamayı ifade eder. Kur'ân-ı Kerîm'de bu cezanın şiddetinden bahsedilmiş ve sakınılması gerektiği işlenmiştir. Zaten insanın ibadet etmesinde ya cehennemden kurtulmak, ya cenneti elde etmek veya sadece Allah (cc)'ın rızâsına erişmek vardır ki üçü de câiz görülmüştür. BEŞİNCİ MERTEBE Gazaptan tahaffuz etmekle takvâ: Gazap kelimesi kamusta bela, musîbet, âfet mânâlarında kullanılmıştır. Yani dünyada verilen ceza denilebilir. Bu bakımdan kavimlerin başına gelen felaketler gazab-ı ilahî olarak isimlendirilmiş, bu hâdiselere anasırın hiddete gelmesi denilmiştir. Meselâ Fatiha-i Şerife'de …gazap edilmiş olanların ve dalâlete düşenlerin yoluna değil!'' derken gazap edilenlerin Yahudiler olduğu rivayet edilmiştir. Bu noktadan da baktığımızda dünyada helâke uğrayan kavimler arasında en çok Yahudileri görmekteyiz. İşte Müslümanların her vakit gazab-ı İlahîden Allah'a sığınmaları ve her rekâtta Fatiha-i Şerife ile bunu tekrar etmelerine, gazaptan tahaffuz etmekle takvâ denilir. Bu da son derece önemli ki günde en az kırk defa tekrar etmemiz emredilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm takvâ üzerinde önemle durmakta, bizi takvâya teşvik edip cezayı hatırlatmaktadır. Meselâ; Bakara suresi 197. âyetinde, en hayırlı azığın takvâ olduğu bildirilmektedir. Ve yine Mâide suresi 2. âyetinde iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmayı, ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmamayı emretmekle takvânın kıymetini anlatmaktadır. Allah (cc) kendisinden hakkıyla korkmayı ve bu korku ile insanların rahmete kavuşmasını murat etmiştir. Allah (cc) insanları havf (korku) ve recâ (ümit) arasında tutarak rahmetine celbetmektedir. Buradaki korku Allah'ın (cc) zâtından korkmak değil, onun vereceği cezadan korkmaktır. Zîrâ zâtı, korkulmaya değil sevilmeye lâyıktır. Âlimler Allah'tan korkmayı; şu şekilde açıklamıştır; itaat etmek, isyan etmemek veya her vakit Allah'ı zikretmek diye tanımlamışlardır.Buraya kadar saydığımız takvâya nâil olanların hadis ile de zikredilmiş özellikleri vardır. Bunlar: • Verilen hükme rızâ göstermek• Nimetlere şükretmek• Belaya sabretmek• Dilinden doğru çıkar• Vaadine ve ahdine vefâ gösterir• Kur'ân'ın ahkâmını kendine yol yapar. (Kütüb- i sitte c.16.s343) Allah (cc) hepimizi müttakîlerden eylesin. Şirkten koruyup günahlardan muhafaza etsin. Kendinden gayrısının kalbimize girmesine izin vermesin. Cezasından emin olup gazabından korunan kullarından eylesin. Âmin!

Başımda rahmetle geliyorum mü'minlere, tâ ki yıkansınlar o rahmet deniziyle. Ellerimse mü'minler için hususi hazırlanmış rahmet hediyeleriyle dolu. Ve benim zamanımda öyle bir çekiliş var ki yüzde doksan dokuzu kazandırıyor, nasıl mı? İşte Bak!Benim adım bütün mukaddes kitaplarda var.Hükmü kıyamete dek sürecek Kur'an-ı azim'uş-şan'da ismim övgüyle hatırlatılır. Beni tutanı ben de tutarım, hatta onu öyle bir kavrarım ki, beni tutarken kazandıkları sabır ve günahlardan kaçma kabiliyetiyle onları diğer zamanlarda işleyecekleri kötülüklerden korurum da, böylece onlar ahiret piyangosunu kazanırlar. Daha bitmedi! Benim tutulduğum bu ayda öyle bir ziraat var ki; toprak verimli yani zaman Ramazan, Oruçla inen rahmet, nisan yağmuru gibi. Sen de tohumu ihlasla ek bak o zaman hasat ne yaman! Nasıl mı? İşte! Bir Kur'an harfine en az on sevap, Cuma günleri binden fazla, hele ki içimde bir gece var ki her bir Kur'an harfi on binler kıymetinde. Bak! Ayşe nine, Hasan dede Ömrüm boşa gitti deme! Öyle bir geceyle geliyorum ki size, sizin bütün ömrünüze bedel.Ve ey genç! Ömür ne kadar bilinmez, seksen sene yaşayamayabilirsin. İşte sana fırsat kaçırma! Ve bir fırsat daha; mü'minlere iftar ver hepsinin sevabının misli sana verilsin. Bir bardak suyla bile olsa. Lakin bir şeyi unutma! Beni tutarken iyi tut, beni bozan şeyler var. Dilinle de beni tut, hayrı söyle! Aklınla da beni tut tefekkür et! Kalbinle de beni tut istiğfar eyle! Benliğinle dahi beni tut aczini bil, ateşten kurtul! Sadece bir ay seninleyim, kıymetimi bil!. Benim seher yelim Cennet esintisidir, teheccüt penceresini aç ki sana da gelsin. Bak son lokman son yudumun tamamlayamadın; bir yudumun bile sahibi değilsin, nasıl hakimiyet dava edebilirsin? Ey kâinat sultanının has misafirleri! İşte ezanlar okunuyor, toplar atılıyor. Sultanlar sultanının iftar ziyafetine davetiniz var. Buyurun! Semada melekler bu manzaraya hayran çünkü dünya üzerinde harika bir surette hakimiyet-i ilahi tecelli ediyor. Dünya yuvarlak, vakitler her şehirde farklı. Böylece her an ezanla bir bölük halk iftar edip itaat ediyor. Sen ağzına götürdüğün her lokmayla Mülk senin ya Rab! Ben bu lokmaya değil sana muhtacım diyorsun. Ben kim miyim? Evet evet tanıdın çok iyi biliyorsun, ben on bir ayın sultanı Ramazan orucuyum: Benim arkadaşlarım Cennete Reyyan kapısından girerler. Orada nasıl bir mükafat olduğunu sadece RABBİMİZ bilir. İşte böyleyim ben dostlarım. Başımda rahmet tacı, gövdemde mağfiret var, semerem de cehennemden azat etmektir. MERHABA YA ŞEHR-İ SULTAN, MERHABA!

Gelişi ile müşerref ve mesrur olacağımız Ramazan ayı, adeta on bir ayın sultanı hükmünde olan; en kıymetli, en faziletli, en çok sevap kazandıran ve âhirete manevî mahsuller yetiştirmek için en bereketli bir zamandır. O kadar münbit bir zemindir ki her bir iyilik ve haseneye ya da her bir Kur'ân harfine sair vakitlerde on sevap yazılırken Ramazan'ın gündüz ve gecelerinde en az bire bin sevap verilmekte, hususen Kadir Gecesi olan yirmi yedinci gecesinde bire otuz bine kadar çıkmaktadır.Kadir Gecesinin bin aydan yani 83 seneden daha hayırlı olduğunu bize Kur'ân bildirmektedir.(1) Ramazan ayını diğer aylardan bu derece üstün ve faziletli kılan, Rabbimizin ezelî kelâmı olan Kur'ân-ı Azim-üşşan'ın o ayda nazil olmasıdır. Kur'ân-ı Kerîm bize Ramazan ayını tarif ederken, Ramazan ayı ki Kur'ân o ayda nazil olmuştur(2) buyurmaktadır. Tefsirlerin beyanına göre; Kur'ân-ı Muciz'ül Beyan, Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olan Kadir Gecesinde, dünya semasındaki Beyt-ül İzzet'e Cebrail (as) tarafından, toptan indirilerek Sefere adındaki meleklere yazdırılmıştır. Daha sonra oradan, peyderpey, ihtiyaca göre indirilmiştir. Birinci, toptan indirilişe inzal; sonraki âyet âyet inişlere de tenzil adı verilmektedir. Ayrıca Kur'ân âyetlerinin en çok nazil olduğu ay da Ramazan ayı olmuş ve her Ramazanda, Peygamber Efendimiz (sav) o zamana kadar nâzil olan âyetleri Cebrail (asm)'a arz ederek okumuş ve son Ramazan'da da tamamını iki defa arz etmiştir. Cenab-ı Hakk'ın Kelâm sıfatının en büyük tecellisi olan ve ism-i a'zamdan ve her ismin en azami mertebesinin tecellisi olarak gelen ve Âlemlerin Rabbi ismiyle konuştuğu yüce Kur'ân'ın, kâinatın ve âhiret âlemlerinin mukaddes bir haritası olmak, Rabbimizi bize tanıtan en büyük ve emsalsiz bir mârifetullah kitabı olmak, kainatın bütün gizli sırlarını açmak, eşref-i mahlukat olan insana iki cihan saadetinin yollarını göstermek ve İslâm dininin esaslarını beyan etmek gibi çok yüce ve çok seçkin sıfatları vardır. Elbette böyle bir kelâmın nüzul zamanı olan Ramazan ayı da onunla şereflenmiş, diğer aylardan üstün bir mevki kazanarak Cenâb-ı Hak o ayı manevî bir bayram ilan etmiş, insanlara orucu emretmiş ve o ayda yapılan hayırlara bin kat sevap vermiştir. Mesela Ramazan boyunca bir Kur'ân hatimi okuyan kişi bin hatim yapmış gibi sevap kazanır. Acaba ömrü boyunca bin defa Kur'ân hatmetmeye kaç insan muvafık olabilir? Bu elbette, Kur'ân okumayı bilen hiçbir müslümanın kaçırmaması gereken en büyük ve en azametli bir kazançtır. RAMAZAN AYI VE ORUÇ Ramazan ayının Kur'ân ayı olması yanında çok önemli bir hususiyeti de insan nefsinin en mühim bir terbiye vasıtası olan orucun bu ayda farz kılınmış olmasıdır. Yani Ramazan, hem Kur'ân, hem oruç ayıdır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, orucun diğer aylarda değil de Ramazanda farz kılınmasının hikmetini şu mealde izah eder: Kur'ân'ın en mühim nüzul zamanı olan Ramazan'da, Kur'ânı yeni nâzil oluyormuş gibi dinlemeye hazır bir hale gelmek için yemek içmek gibi hayvanî iştahlardan sıyrılıp bir nevi melekleşerek o ayı en güzel bir şekilde ve en iyi bir ruh hali ile yaşamak ve böylelikle Kur'ân'dan en güzel bir şekilde istifade etmek için oruç emredilmiştir. Hadis-i Şerifte beyan edilen; Kur'ân'ı, ya Cenab-ı Hak'tan dinler gibi veya Cebrail (asm)'dan veya Hazreti Peygamber (sav)'den dinler gibi en kudsi duygular içerisinde dinlemeyi temin etmektir. Kur'ân-ı Kerim'de, Oruç sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.(3) buyurulmaktadır. Namaz gibi bütün ümmetlere farz kılınan oruç ibadetinin elbette çok büyük hikmet ve faydaları ve faziletleri vardır. Pek çok hadis-i şeriflerle bunlara işaret edilmiştir. İmam-ı Gazali Hazretleri (ra) İhya isimli eserinde, Peygamber Efendimiz (sav)'in Oruç sabrın yarısıdır. Ve Sabır imanın yarısıdır. hadis-i şeriflerinden yola çıkarak Oruç imanın dörtte biridir.(4) demekle orucun pek büyük ehemmiyetine işaret eder. Meşhur bir hadis-i şerifte İman kırk küsur şubedir. buyurulduğunu hatırlarsak orucun dinimizdeki pek mühim mevkiini görürüz. RAMAZAN ORUCUNUN HİKMETLERİ İslâmiyetin en büyük şeairlerinden yani alâmetlerinden biri olan Ramazan orucunun pek çok hikmetlerinden dokuzunu Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Ramazan Risalesinde izah eder. Makam münasebetiyle orada zikredilen dokuz hikmeti kısaca özetleyerek buraya alıyoruz. 1- Rabbimizi ve o'nun kulu olduğumuzu hatırlatması: Gaflet sebebiyle hadsiz nimetlerle rızıklandırıldığını ve Rabbi tarafından terbiye olunduğunu unutan insan, iftar sofrasında beklerken ezan ile gelen Buyurunuz! ilahi emriyle o nimetlerin kimin olduğunu ve kendisini nimetlerle terbiye eden Rabbini ve O'nun kulu olduğunu o halin ikazıyla hatırlar. 2- Nimetlere şükretmeyi öğretmesi: İnsanda şükür ve minnetdarlık duygularını ortaya çıkaran üç şeydir. Birincisi nimetin kıymetini; ikincisi o nimete olan ihtiyacını bilmek; üçüncüsü o nimetlerin başkası tarafından verildiğini görmektir. Orucun verdiği açlık ile kuru bir ekmeğin dahi ne kadar kıymetli olduğunu ve ona ne kadar muhtaç olduğunu ve yemesinin yasaklanıp izne tabi olması ile de o nimetler kendisinin değil Allah'tan birer ihsan olduğunu hissederek hakiki şükrün anahtarını elde eder. 3- Fakir ve aç insanlara karşı şefkat ve yardımı öğretmesi: Açlık ve fakirlik bilmeyen insanlar, açlığın ne demek olduğunu tatmazlarsa fakirlere gereği gibi şefkat ve yardım edemezler. Ramazan ayında en zengin insanların bile tatmak zorunda kaldıkları açlık, fakirlerin acınacak acı hallerini bizzat anlamalarını sağlar. Bu da zengin tabakanın fakirlerin imdadına daha bir şefkatle koşmalarını temin eder. 4- Nefsin serbestlik duygularını kırması: Nefis daima Allah'ın yardımına ve ihsanına yani O'na bağlı bir kul olmaya muhtaç olduğu halde bağımsız ve hür olmayı ister ve O'nun kulu olduğunu hatırlamak istemez. Oruç vasıtasıyla anlar ki kendisi hiçbir şeyin hiçbir nimetin hatta kendinin dahi maliki değildir. Bilakis Allah'ın mülküdür ve kuludur. Allah izin vermezse ne yiyebilir, ne içebilir. En sıradan bir işi bile müsaadesiz yapamaz, elini suya uzatamaz. 5- İnsana güzel ahlâklar kazandırması: Gafletle aczini ve fakrını unutan, hata ve kusurlarını görmek istemeyen her an ölüp dağılıverecek bir vücudu olduğunu fark edemeyen insan, Rabbini de âhiretini de gereği gibi düşünemez ve bu sebeble kötü ahlâklar içerisine yuvarlanır. Fakat açlık vasıtasıyla âcizliğini ve fakirliğini fark ederek bütün bu gafletlerden sıyrılan insan, Rabbini hatırlar ve âhiretini düşünür ve onu kazanabilmek için kötü ahlâklardan kaçar ve güzel ahlâkları elde eder. 6- İnsanı Kur'ân'dan azamî istifâdeye hazırlaması: Ramazan, Kur'ân ayı olduğu için ve Kur'ân'ın en mühim nüzul zamanı olduğundan, oruç vasıtasıyla o aya en uygun melek gibi bir vaziyet alarak Kur'ân'dan en fazla istifade etmenin kapılarını açar. 7- Çok büyük uhrevi kârlar kazandırması: Ramazan Kur'ân ayı olduğundan adeta ilâhî bir bayram hükmünde olması sebebiyle, rahmet-i ilâhiye tarafından her bir iyilik ve haseneye pek çok sevaplar verilir. Amellerin sevapları ondan bine; Kadir Gecesinde otuz bine kadar çıkar. Böyle büyük âhiret ticaretlerinin yapıldığı bir ayda, insan için en güzel vaziyet, oruçla nefsani zevklerden uzaklaşarak bir cihette melekleşip uhrevi bir adam halini almaktır. Orucun kazandırdığı ulvî, kudsî duygularla en büyük ve ebedî kazançlar bu ayda elde edilebilir. 8- İnsan sağlığına hizmet etmesi: Nefsani arzulara tabi olarak rast gele yiyip içmek ve midesini gâyet düzensiz ve sık aralıklarla çalıştırmak tıbben pek çok hastalıkların sebebidir. Bir ay boyunca tutulan bir perhiz hükmünde olan oruçla midesini dinlendiren insan, beden sağlığı için mühim bir tedavi dönemine girmiş olur. Oruçla nefsini kontrol etmeye ve onun hevâî arzularını dinlememeye alışan bir kimse, başka zamanlarda da midesini sıhhate daha elverişli şekillerde kullanmaya muvaffak olur. Abur cuburdan ve vakitli vakitsiz yemekten kurtulur. 9- Nefsin firavunluğunu kırması: Nefis adeta firavun gibi Rabbini tanımak istemez. Kendini müstakil bir Rab gibi görür. Açlıktan başka hiçbir ceza nefisteki bu firavunluk hissini kıramaz. Nefsin firavunluk damarını kıracak ve rablik davasından vaz geçirecek tek ilacın açlık olduğunu beyan eden bir hadis-i şerifte Resul-ü Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demiş: "Ben benim, sen sensin!" Azab vermiş, Cehennem'e atmış, yine sormuş. Yine demiş: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: "Men ene vema ente?" Nefis demiş: Ente Rabbî'r Rahîm ve ene abduke'l âciz Yani: Sen benim Rabb-i Rahîm'imsin, ben senin âciz bir abdinim. (5) (1)Kadir Suresi, 3(2)Bakara, 185(3)Bakara, 183(4)İhya cilt1, 660(5)Osmanlıca Mektubat, 248

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı lahutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semavî kitabları tam ve etrafıyla tedkik ettim, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cem'iyetin, bir hane halkının bile saadetini temin edecek mahiyetten pek uzaktırlar. Lâkin Muhammedîlerin (asm) Kur'ânı, bu kayıddan âzadedir. Ben Kur'ân'ı her cihetten tedkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm.Muhammedîlerin (asm) düşmanları, bu kitab Muhammed'in (asm) zade-i tab'ı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel hattâ en mütekâmil bir dimağdan böyle hârikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlara göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle kabil-i te'lif değildir. Ben şunu iddia ediyorum ki; Muhammed (asm) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır. Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ya Muhammed (asm)! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitab, senin değildir; bu kitap lahutîdir. Bu kitabın lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra da göremeyecektir. Ben, huzur-ı mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim. Prens Bismarck bu sözlerle ifade etmektedir Kur'ân ve tevabii hakkındaki hislerini. Ve Müsteşrik Sedio: Hikmet ve felsefenin esası olan kaideler, adalet ve müsavatı öğreten ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı talim eden esaslar, bunların hepsi Kur'ânda vardır. Kur'ân, insanı iktisad ve itidale sevkeder, dalaletten korur, ahlâkî za'fların karanlıklarından çıkarır, teâlî-i ahlâk nuruna ulaştırır; insanın kusurlarını, hatalarını kemale kalbedip insanı i'tilâ eyler. derken, Fransız muharriri Gaston Care ise, bütün insanlığın kalb kulaklarına bağırıp diyor ki: İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur. ORUÇ VE BARIŞ İnsan, sosyal bir varlıktır. Taşların birbirine hem hakim hem mahkum vaziyetleriyle kubbe teşkil ettikleri gibi; herbir insan, hemcinsine elzemdir ve muhtaçtır. Hakikat böyle olmakla beraber insandaki benlik, kendisini herkesten azade ve farklı ve üstün görmek ister. Muavenet ile sosyal hayatı temin etmesi gereken insanlar, benlik ile birer firavun-u zelil olmaktadır. Dünya topluluklarının herbir kademesinde bu türden rahatsızlıklar çoklukla boy göstermektedir. Dünyayı savaş alanına çeviren temel problem de fert ve toplumlardaki benlikten, firavuniyetten kaynaklanmaktadır. Müslüman insanlarla diğer insanların, dünyayı ve insanlık adına barışı anlamaları değerlendirildiğinde görülecektir ki; Müslümanlar, Allah için seven, Allah için kızan insanlardır. Bütün zamanlar boyunca huzur ve düzenin yerleşmesine ve medeniyetin dünyanın her köşesine ulaşmasına vesile, Müslümanlar olmuşlardır. Çünkü Batılıların yukarıdaki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Müslümanlar ahlâklarını, bütün insanlığın saadet ve huzurunu bütün zamanlarda temin edecek ilahi ve son din olan İslâmiyet'ten almışlardır. İslâmiyet içerisinde, Müslümanları bu ahlâk ve anlayışa taşıyacak bir çok unsurlar, emirler vardır. Biz bu yazımızda, orucun hikmetlerinin anlatıldığı Ramazan Risalesi'nden istifade ederek mevzuu değerlendirmeye, dünya barış ahlâkının kalıcı olarak yerleşmesi için, İslâmiyet'in hükümlerine uyan insanların varlığının ve artmasının lüzumuna değinmeye çalışacağız. ORUCUN HİKMETLERİ, MÜSLÜMANLAR ve SAİRLERİ 1- Kur'ân'ın ifadesi ile yeryüzü İlahî bir sofra hükmündedir. Gafletle unutulan bu hikmeti Müslümanlar, orucun telkiniyle anlarlar ve Rahman'ın huzurunda kulluklarını ifade ederler. Sairleri için dünya, cinayetlere, savaşlara, her türlü çirkefe zemin hazırlayan bir mekan hükmündedir. Başı boş, hali bir hazine… 2- Bir iğne ustasız, bir mektup katipsiz olmadığı gibi; yeryüzündeki nimetler de sahipsiz değildir. Herbirisi bütün kainatın sahibi ve hakiminin mutfağında pişirilir ve bizlere takdim edilir. Her şeye bir bedel ödeyen, hiç olmazsa teşekkür eden biz insanlar, bu nimetlerin sahibine de şükür borçluyuz. Fakat bu şükran halini her zaman hissedemediğimizden, oruç bize bu borcomuzu talim eder ve bizleri şükre sevkeder. En zengin insan bile oruç vesilesiyle, bu nimetlerin başkasına ait olduğunu anlar. Kıymetlerini takdir eder. Sairleri ise, her şeye sahiplenir, kendinden bilir. Bu anlayışın neticesi oşarak ortaya çıkan israfla atılan bir günlük ekmeğin, Afrika'yı doyuracağı çok defalar yazılıp çizilegeldi. 3- İnsanlığın kelaynak kuşlarını kurtarma yarışına girdikleri dünyamızda, yandaki komşusunun açlıktan öldüğü adiyattan oldu neredeyse. Şefkatin hayvanlara, bitkilere bolca dağıtıldığı dünyada, insanların üzerlerine atılan bombalarda, dinleriyle dalga geçerek, Ramazan hediyesidir yazıldığı tarihlere ve beyinlere kazındı. Gaston Care'in dediği gibi, yeryüzünden Müslümanlar kalksa, neredeyse şefkat kelimesi de lügatlerden çıkarılacak hale gelecekti. Çünkü Müslümanlar oruç sayesinde, hemcinslerine karşı şefkati de öğrenirler. Diğerinin halini elitik olarak değil, bizzat yaşayarak anlarlar ve başkalarına kendilerine davranılmasını istedikleri gibi davranırlar. 4- İnsan için en âlî makam, Allah'a kulluktur. Fakat insanın nefsi sınır tanımak, sınırlanmak istememektedir. Özellikle asrımızda sınırları tayin edilmemiş hürriyetlerin çokça dillendirilmesi, toplum yapısına müthiş zararlar iras etmiştir. Herkes kendisine malik bir hürriyetle hareket etmek istediğinden; ne bir aileden, ne bir milletten, ne de dünya barışından söz edilemez hale gelinmiştir. Allah'a kul olamayan nefisler, ya herşeye kul olmak ya da her şeyi kulluğuna almak yarışına girmişlerdir. İşte oruç, Müslümanlara insanların başıboş olmadığını, bir kısım sınırlar dahilinde mükemmelliklerin yakalanabileceğini öğreten en mühim amillerdendir. 5- Bazen de insan kendi mahiyetini unutur, kendindeki aczi, fakrı görmek istemez. Kendisini adeta ölümsüz zannedip, lezzetli ve menfaati olan şeylere bağlanır, şiddetle dünyaya dalar. Kendini terbiye eden Halık'ını unutur, dünya ve ahiretini mahvedecek ahlâksızlıklara düşer. Oruç ise, insanın midesindeki açlık vesilesiyle zaafını anlamasına ve bu vesileyle gafletten kurtulmasına yardımcı olur. Acizini anlayan insan, başta Rabbine ve sosyal hayatın varlığına sebep olan insanlara karşı ihtiyacını bilir. Uzlaşmanın temel faktörü olan kendindeki aczin ihsasıyla, toplumda zarar değil, faydalı bir fert haline gelir. 6- Ramazan ve Ramazandaki oruç, bütün âlem-i İslâm'ı bir fert hükmüne getirir. Bu ayda nazil olan mukaddes kitapları Kur'ân'a ilgileri daha yoğun olarak herbir Müslüman, sair Müslümanlara karşı her zamankinden daha şiddetli muhabbet hissi duyar. Dünya insanlığının sadece menfaatte birbirlerini hatırlamalarına mukabil, sırf Allah için birliktelik hissederler. Temel değerleri olan iman ve Kur'ân'da ittifak ederler. Çıkarları hiçbir zaman çatışma unsuru olmaz. 7- Hiçkimse ölmek istemez herhalde. Ne var ki ölüm muhakkak. Bunu anlamayan ya da anlamak istemeyen insanlar, hala ölümsüzlüğün sırrını aramakta, bu uğurda öldürdükleri canları da göz ardı etmektedirler. Halbuki günün geceye değişmesi, yazın kışa dönmesi ve bir çok örneklerle zahirdir ki, dünya ahirete değişecek. Biz insanlar bu dünyaya ahiret namına ticaret için gönderildiğimizi Kur'ân söylemektedir. Bütün hikmetlerin Hâkim-i Hakîm'i olan Allah (cc), Ramazan vesilesiyle bu ticaretimize cüluslar dağıtmakta, İlahlığını zihinlerimizde pekiştirmektedir. Dünya saltanatlarında bile her vesileyi bayram yapıp insanların zihinlerinde kendilerini canlı tutmaya çalışanların varlığı, bu hakikati anlamamıza zannederim yardımcı olabilir. İşte Müslümanlar, böyle ulvi bir bayram olan Ramazan'da, sadece midelerine değil, bütün azalarına da oruç tuttururlar. Gözlerini haramdan, dillerini gıybetten ve sair azalarını diğer kötü şeylerden bu oruç vasıtsıyla kurtarabilirler. Zira büyük fabrika olan mide tatil ederse, diğerleri ona uymakta zorlanmazlar. İyi bir insan, iyi bir terbiye ile yetişir. Bu da İlahî bir terbiye olan oruç vesilesiyle elde edilebilir. 8- Bütün felsefesini yemek üzerine kuran Roma medeniyeti nerede, karnına iki taş bağlayarak insanlığı irşad eden Muhammed'in (asm) kurduğu İslâm medeniyeti nerede? İslâmiyet, insanlığa insanın tekamülü için lazım olan bütün terbiye ve ahlâkı öğreten ve talim eden bir dindir. İslâmiyet içerisinde hiçbir hüküm yoktur ki, insanlığın faydasına olmasın. Ruh ve beden dengesinin kurulup, maddî manevî terakkinin tesisi, İslâmiyet'in öngördüğü oruç sayesinde olduğu aşikardır. Zira iflas eden bütün medeniyetlerin rağmına İslâmiyet'e ilgi gün geçtikçe artmakta, İslâmiyet'in ve Müslümanların dünya için ne kadar lüzumlu olduğu her geçen gün yeniden anlaşılır olmaktadır. Hem anlayış, empati, muavenet, şefkat, merhamet gibi ulvi duygular Müslümanlarda daha ön plandadır. Batılıların başına sarık koyup terörist ilan ettikleri insanları saymazsak, Endülüs'ten Çin'e, Rusya'dan Afrika'ya her beldede dünya barışı ve insanlığın selameti adına Müslümanların izleri görülebilmektedir. 9- Nefs-i emmare, her insan için düşmandır. İlla düşman görmek isteyen önce nefsine bakmalıdır. Eğer insan bu ayrıntıyı farkedemezse, kendisini İlah gibi görmeye kadar gidecektir. Bu hali farkettiren ve benliğini kıran, ancak orucun tatlı açlığıdır. Ramazan ayının bütün dünya barışına vesile olması temennisiyle Ramazanınızı tebrik eder, ahiret adına en kârlı ticaret yapmanızı temenni ederim. Allah (cc), dünyanın başındakilerin aklına akıl, kalblerine iman, dünya barışı ve insanlığın hakiki selameti adına hayırlı işlerinde muvaffakıyetler versin. Amin!

Ramazan bir rahmet bize Rabbimizden inayet Orucunu tutan mü'min bulur ancak hidayet! İslâm'ın beş şartındandır Ramazan'daki siyam, Birinci gün yatsı vakti teravihe kıyam et! Ey Rabbimiz Recep, Şaban olsun bize mübarek, Ramazanla ikmal olsun bulsun bize nihayet! Şeytanlar bağlandılar, rahmet kol kol geziyor, Biraz sabır eyle kardeş, ramazanı ihya et! Ramazan Kur'ân ayı okunsun hep hatimler, Sabah, öğle, akşam, yatsı durma dâim duâ et! Sahura kur saatini, değiştir tüm âdetini, İhmal etme taatini, gece Hakk'a niyaz et! Oruç sade aç ve susuz kalmak değil kardeşim, Tüm âzânın orucuyla olur elbet ibadet! Bismillah de, hurma ile orucunu aç yine, Ailene bu zamanda fazla fazla ihsan et! Bu ay bolluk zamanıdır; izzet, ikram eyyamıdır; Müminlerin seyranıdır, melekleri hayran et! Bu ayda bir gece saklı bin aydan da hayırlı, Onu bulan mü'min için ne büyük bir saâdet! Kur'ân nazil oldu o gün Hakk katından Resul'e, Bu ne şeref benî Âdem buldu büyük şerâfet! Çok feyizli bir gecedir, beklenir hem pek nicedir Fecir zamanına kadar salât ile selâm et! Meleklerle Cibril Emîn, Rabbimizin emriyle, Semâdan hep göğe iner, arza dolar selâmet! Son on günde ara onu tek günlerde isabet, Bu günlerde i'tikafa mümkün ise devam et! Bire binler sevap yazar o günlerde melekler, Eğer gaflet eder isen olur büyük hasaret! Nefis için bir terbiye acz ve fakrı bildirir, Orucunu güzel tut sen, kalp sarayın îmar et! Sâir zaman çok bilinmez fukarânın ahvâli, Mümkün ise bir fakirle sevinerek iftar et! İftar topu atılmadan bir lokmacık tadılmaz, Hakk'a tapan mü'min için iftar büyük ziyafet! Fıtır sadakası, varsa zekâtını unutma, Son güne bırakmadan garibanı sen şâd et! Şevval ayı hilâliyle bayram günü bilinir, Sabah namazından sonra ıyd-ı fıtrı edâ et! Eyyam-ı savm bitti diye sakın ola üzülme, Tam altı gün orucunla güzel güzel vedâ et! Ey Allah'ım merhamet et, orucumu kabul et, Temizlenmiş ruh, bedenle taatimi kabul et!

Ve eylül geldi… Edebî dergilerin hemen her sayfasında ve bir çok gazetenin kültür-sanat sayfalarında aşağıdaki sözler paralelinde yazılar göreceksiniz bu ay; ve eylül geldi… Sırtını toprağa verdi sarı yapraklar… Şimdi her şey hüznün sarılığıyla boyalı. Ve yine eylül... En çok, bu ay dokunur adama… Her insân, eylüle benzer biraz… Ah, eylül… Evet eylül geldi. Adamı şâir kıldığı doğrudur. Şâir, bu ayda kalemi kırar! İşte böyle efsunkâr bir şey bu eylül ayı. Eylül gelince, eli kalem tutan (yeteneği olan) kim varsa bir şeyler karalamaya başlar. Bazen bir şiir, bazen bir deneme, bazen de bir hikâye… Ama hepsinde hüzün vardır mutlaka. Şu var ki, kim bir şeyi nasıl görmek isterse onu öyle görür. Biz de, eylülde hazanı değil, bahârı okumaya çalışacağız. Ne bahârı demeyin, çünkü az öteden ramazan ayı gülümsüyor bize. Hüzünlenmenin vakti değil şimdi, hadi gülümseyin, gülümseyelim beraber… Bu yıl bahârı, kıştan evvel yaşayacağız. Bu yıl kıştan evvel huzur soluklayacağız. Bu yıl huzuru, gece yarısı uykumuzu bozmakta, sabâh ezânı okunmadan ayakta olmakta bulacağız. Bu yıl nisanı, eylülde yaşamaya başlayacağız. Bu yıl belki de ilk defa geçmiş ramazanları aramayacağız! Çoğumuzun ortak kanaati, hiçbir şeyin geçmişteki olduğu gibi olmadığıdır. Yeri gelir nerde o eski ramazanlar, nerde o eski bayramlar diye sayıklar, bazen de ben genç olsaydım… minvâlinde hayıflanmalar. Böyle düşünceler ne kadar doğru bilinmez ama, o eski ramazanlarda biz küçüktük daha, çocuktuk. Herkesten evvel uyanıp sahur yemeğimizi hazırlayan annelerimiz vardı. Uyandığımızda çayımız, çorbamız, hoşafımız ..vb sofrada kuruluydu. Hangi insâna sorarsanız sorun çocukluğundaki ramazanların, bayramların yerinin ayrı olduğu cevabını alırsınız. Bu ramazanların, bayramların değiştiğinden dolayı değildir. Biraz yaşımızın büyümesi, biraz da yaşlanmayı kabullenemeyişimizin göstergesi. Bu hâli açıkça ortaya koyan bir amcanın nerde o eski koyunlar dediğini duymuştum. Eski ramazanları arayan bir toplumda eski koyunları arayanları hiç de yadırgamamak lazım belki de! Ramazan ayı gelince hatırlıyoruz pek çok şeyi. Ama on bir ayın sultanı ramazan gelince mi hatırlayacağız sokak çocuklarını, yetimleri, kimsesizleri, hor gördüğümüz delileri, mahâllemizin unutulmuş yaşlılarını. Ramazan gelince mi anlayacağız fakirin hâlini. Ramazan gelince mi aklımızı başımızı devşirip insân olduğumuzu hatırlayıp sadece yeme-içme eylemini gerçekleştirmek için dünyâya gelmediğimizi anlayacağız. Şeytandan uzaklaştığımız kadar yakınlaşacağız Allâh'a… Teknoloji her eve girdiği hâlde hâlâ o eski adetlerimiz güzel bir surette devâm etmekte. Ramazanda hâlâ davullar çalınır sokak aralarında. Konya'nın Alâaddin Tepesinde, Tarsus'un Gözlü Kulesinde, Kahramanmaraş'ın Maraş Kalesinde, İstanbul'un Çamlıca'sında, Kanlıca'sında, Şanlıurfa'nın Urfa Kalesinde toplar patlatılır imsak ve iftar vaktinde. Babalar çocuklarının ellerinden tutarak terâvih namazını kılmak için câmi yolunu tutarlar. Ateşle terbiye edilmeyen nefsin, oruçla terbiye edilebildiği görülür bu ay. Oruçla bir nev' melek hâline gelirken, orucun faziletini bilmeden tutarız belki de. Efendimiz (s.a.v): "Orucun sevabı Allâh'tan başka kimsenin takdir edemeyeceği kadar büyüktür." (bk. el-Heytemî', ez-Zevâcir, 1/156.) "Oruçlunun, acıkmaktan doğan ağız kokusu Allâh için miskten daha güzeldir." (Muslim, savm 161.) "Oruç, ateşten koruyan bir kalkandır." (Müslim, savm 162-163.) "Oruçlu, duâsı geri çevrilmeyen üç gruptan biridir." (Beyhakî, Sünen NI/345, Tecrid NI/253. ) "Ramazan orucunu, -dünyâ ile ilgili faydalardan ötürü değil de- sadece Allâh için tutanın geçmiş günahları bağışlanır." (Nesai, Siyam 39; Tirmizî, savm 1.) Oruç, bize sabrı öğretir. On bir ay duraksamadan bir makine misâli çalışan vücudumuzu dinlendirir, sıhhatimizi artırır, psikoloji ve sinirlerimizi düzeltir. Bizim, sadece midemizi doyurmak için yaratılmadığımızı hatırlatır. Orucun bu kadar maddi-manevi faydaları varken, tutmamanın vebalini saymamıza gerek yok sanırım. İnsânoğluna, kaybetmekten daha çok, neleri kazanma fırsatını kaçırdığını anlatmak dâima daha güzel ders olur. Ramazan ayından tat almak bizim elimizde. Eğer böyle bir niyetiniz varsa ne o eski koyunları arar ne de o eski hâlimizi.

İnsanlık tarihine baktığımızda görürüz ki, medeniyetlerin varlığı, bilinmesi ve sonraki kuşaklara aktarılması yazıyla mümkündür. Yazılı eserler bırakmış milletler insanlığın tarih hafızasında yer tutmuş, diğerleri silinip yok olup gitmiştir. Önceleri bir ihtiyaç olarak beşeriyetin kültür ve medeniyeti kaydedilirken, sonraları yazı, özellikle İslâm Hat San'atı kendine mahsus estetik kuralları olan bir san'at dalı olmuştur. Hat san'atı icra edilirken, temelde üç malzemeye ihtiyaç vardır: kalem, kâğıt, mürekkep… İlk anda basit gibi görünse de her kalem, kâğıt ve mürekkeple yazılmaz. Sayılan unsurlar yazı yazmaya elverişli olmalıdır. Eskiler bunu vecîz bir şekilde: Kalemin a'lâsı (en iyi), mürekkebin ra'nâsı (güzel, latîf, hoş görünen) ve kağıdın zîbâsı (süslü, güzel) diye tarîf etmişlerdir. Bir yazı âleti olan kalem Yunanca'da sulak yerde yetişen kamış, hasır otu, Hint kamışı mânâlarına gelen kalamos ile Latince kalamustan Arapça'ya ve oradan da Türkçe'ye kalem geçmiştir. Ayrıca Türkçe'de, Farsça'dan geçen kilk ve hâme kelimeleri de kalem karşılığında kullanılmıştır. Tarih öncesi devirlerden itibaren; coğrafî bölgelere, kullanılan yazı malzemesinin türüne ve yapısına göre farklı biçimde kalemler geliştirilmiştir. Günümüze ulaşmış en eski yazı örneklerinden anlaşıldığına göre kil tablet, kurşun levha, bal mumu veya sert bir zemine kazılan yazılar için kemik, demir ve bronz gibi malzemelerden yapılmış, sivri uçlu tığ kalemler kullanılmıştır. Milâttan önce III. bin yılından itibaren Mısırlılar, Yunanlılar ve Romalılar, papirüs, parşömen v.b. satıhlar üzerine mürekkeple ve kamış kalemle yazmışlardır. Hat san'atında kullanılan en iyi kalem, şüphesiz kamış kalemdir. Günümüzde bildiğimiz dolma kalemler, geniş uçlu metal kalemler hiçbir zaman kamış kalemdeki kullanışlılığı vermemektedir. Çünkü; kamış kalem kendine has bir sertliği olmakla beraber, aynı zamanda harflerin kıvrım ve uçlarını yaparken rahatlıkla esnemektedir. Hele bambu cinsi sırtı düz kamış âdetâ yazı için yaratılmıştır. İyi cins kamış kalem, Hazar Denizi sahilleri ile Dicle Nehri kenarındaki Vâsıt şehri (Irak) çevresinde yetişen kamışlardan elde edilmiştir. Kalem için; tabiî sertlikte, daire çemberi 15-20 mm, boğum mesâfesi en az 20-25 cm. olan silindir biçimindeki kamışlar makbul sayılır. Sarımsı beyaz renkli ham kamışlar sazlıktan kesildiği hâliyle kalem olarak kullanılamazlar. Belli bir sıcaklıktaki ortamda kıvam bularak sertleştirilmeleri gerekir. Gerekli terbiyeden geçen kamışlar cinsine göre değişik kahverengi tonlara, hatta siyaha dönerler. Âdetâ mü'minin kemâle ermek için sarfettiği sa'y ü gayret gibi, kalem de muhteşem eserler vermek için olgunlaşır. Hayat satırı içinde herkes bazen bir kalem, kimi zaman bir satır içinde kelime veya bir harf durumundadır. Enfüsî ve âfâkî dâirede pişmiş, olgunlaşmış bir kalem, bir yazı olmak gerekir. Yoksa kıvamını bulmamış bir kalem, satırına oturmamış, istifi bozuk bir yazı durumuna düşer. İyi bir kalem seçerken şu yol takîp edilir: 15-20 cm. yükseklikten sert bir zemine bırakılan kamış, çatlak veya zayıf ise, tok olmayan kötü, cırlak bir ses çıkarır. İyi cins kamış, dolgun ve tınısı tam bir ses verir. Tabiî hâlde bulunan kamış kalemler, usulüne uygun olarak açılırlar. Kullandıkça zamanla özelliği bozulur ve tekrar açılması îcâb eder. Güzel yazı yazmanın en önemli sırlarından birisi de kalemin, hattatın eline münâsip bir şekilde açılmasıdır. Mushaf gibi uzun metinler yazılırken kamış kalem kullanılmaz. Çünkü; bir müddet sonra bozulduğundan ağız genişliği tutturulamayabilir. Bunun yerine ya Cava kalemi (Endonezya'daki Cava adalarında bulunan palmiye tipi bir ağacın lifleri) ya da maden uçlar kullanılır. Yazının iriliği arttıkça, kargı veya bambu kamışlardan faydalanılır. Bunların da yetmediği durumlarda tahtadan kalemler yapılır. Kalem açılırken kamış sol elin içine yatırılıp, orta boşluğu ve cidarı badem biçiminde görünene kadar yukarıdan aşağıya meyilli olarak kesilir. Alttaki sivrilik yontulup inceltilir. Dil gibi uzadığı için kalem dili denilen bu yassı kısmın iki kenarı istenilen ağız genişliğine göre açılır. İki taraftan aynı miktarda alınmazsa görünüşü dengesiz olur. Yontma işlemi bittikten sonra kalemin ağız kısmının elde veya makta (üzerinde kalemin ağzının katt edildiği yani kesildiği âlet) üstünde kamış boyuna paralel olarak 1-2 cm. uzunluğunda düz bir hat hâlinde ikiye ayrılır ki, buna şakk-ı kalem denilir. Küçük bir depo vazîfesi gören bu çatlağa mürekkep dolarak yazarken aşağıya doğru devamlı akar. Şakkedilen kalem ağzının yazandan tarafa olan kısmına ünsî, diğer kısmına vahşî denir. Kalem şakkedilirken vahşî taraf biraz daha geniş bırakılır. Usulüne uygun olarak şakkedilen kalem daha sonra makta üzerinde katt edilir. Katt işlemi vahşî taraf uzun, ünsî taraf kısa kalacak şekilde meyilli olarak kesilir. Katt esnasında kat diye bir çıtırtının duyulması ile kalemin kesimi tamamlanmış olur. Kalemtıraşın keskin ve elverişli olması gerekir. Kalemin ağız meyli, yazacak kişinin başparmağı ile şehâdet parmağı arasındaki meyle göre tespit edilir. Ayrıca yazılacak yazının çeşidine göre de kalemin ağız genişliği ve meyli değişir. Meselâ: sülüs kalemi 2.5-3 mm. genişliğinde ve meyillidir. Ta'lîk kalemi aynı genişlikte olmakla beraber biraz meyli azdır. Nesih kalemi daha az, rik'a düze yakın bir meyildedir. Yazan kişi kalemi elinde fazla sıkmadan tutmalıdır. Ne çok geriden ne de çok yakından tutmalıdır. Yazı yazılıp, kalemle iş bittikten sonra mutlaka ağzı silinmelidir. Kamış kalem, yazı yazılırken musikî edâsında kendine has bir cızırtı çıkarır. Buna sarîr-i hâme (kalem feryâdı) denir. Kalem feryâd eder, ağlar mürekkeb:Beni nâdân eline verme Yârab! Kalem üzerine kasem edilen kudsî bir şey olduğu gibi, Kelâmullah'ın onunla yazılması cihetiyle ecdâdımız tarafından dâima hürmete lâyık görülmüştür. Kalemin yongası ve kullanılmaktan küçülüp de istifade edilemez hâle gelince herhangi bir yere atılmaz. Küçük kalem parçaları ile kalem yongaları (bürade-i kalem) ya ayak altı olmayan bir yere gömülür ya da uygun bir yerde biriktirilir. Hatta bazı hattatlar bu kalem yongalarının gasil sularının ısıtılmasında kullanılmasını vasiyet etmişlerdir. Ebu'l-Ferec Cemâleddin İbn-i Cevzî nâmındaki hadis âlimi gasil suyunun bu yongalarla ısıtılmasını vasiyet etmiş ve su ısıtılmakla beraber bir miktar yonga da artmıştır. 1917'de vefat eden Ispartalı Hattat Mustafa Tevfîk Efendi, 306. Kur'ân'ını yazarken vefat etmiş ve gasil suyu açtığı kalemlerin yongasıyla ısıtılmıştır. KAYNAKLARAlparslan, Ali. Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, İstanbul, 1999.Çetin, Nihad M. İslâm Hat San'atının doğuşu ve Gelişmesi, İslâm Kültür Mirâsında Hat Sanatı, IRCICA, İstanbul, 1992.Derman, Uğur. Kalem I-II, İslâm Düşüncesi, c. I, sy. 3-4, İstanbul, 1967Kalem, DİA, XXIV, Ankara 2001, s.245-247.Serin, Muhittin. Hat Sanatı ve meşhur Hattatlar, İstanbul, Kubbealtı Akademisi Kültür ve San'at Vakfı, 1999.

Dîvânü Lügati't-Türk müellifi ve büyük dil âlimi Kaşgarlı Mahmut; Dîvân'ında Oğuz ve Hâkâniye adlı iki edebî şîveden bahseder. Bunlardan Oğuz Türklerinin kullandığı Oğuzca; daha sonra Türklüğün İslâmî devresi içinde ve Osmanlı Hânedanına nispetle Osmanlıca veya Osmanlı Türkçesi adını almıştır. Milli kültürümüzün temellerini oluşturan çok değerli eserlerin büyük bir bölümü Osmanlı Türkçesi ile yazılmıştır. Ancak, yeni yetişen neslimiz çok kıymetli ve kimi zaman da paha biçilemeyen bu nadide eserlere bir turist kadar yabancıdır Öyle ki; Kim bilir hangi dedesinden kalmış bir eser veya eski bir tapu ya da bir paranın, bir çeşme kitâbesinin ya da her gün kapısından girdiği okulunun kitâbesinden hem içerik hem de estetik olarak en küçük bir fikir sahibi olmayan gençlerimizin hali ortadadır. Bizden sonraki nesillere millî kültürümüzü ulaştırma sorumluluğumuz bir yana, san'at noktasından dahi uzak kaldığımız bu mirasın birçoğu, kendi başına bir san'at ekolü olabilecek hattatlarımızın göz nuruyla bir dantela gibi işlenerek meydana getirilmiştir. Ancak ne yazık ki; bu eserler artık yabancı müze ve koleksiyoncuların en güzel köşelerini süslemektedirler. Ancak ne acayiptir ki; tamamen bize âit olan ve artık günümüzde Osmanlıca olarak tabir edilen Osmanlı Türkçesini, İngilizce, Arapça gibi yabancı bir dil zannedenlerin sayısı maalesef hiç de az değildir. Şans eseri yurt dışına çıkarılamamış olanlar ise, bizlerin çoğunlukla varlıklarından dahi habersiz olduğumuz içindir ki; bu san'at eserlerimiz keşfedilmeyi beklerken; birçoğu sahasında otorite olmuş ve hâlâ bu vasfını koruyan el yazması, nadide eserler kütüphanelerin tozlu raflarında onları gün ışığına çıkaracak şefkatli elleri eklemektedirler. Ve yedi asır cihana hükmetmiş bir milletin torunları, bugün önlerine konulan az sayıdaki çevirilerin dışında bu eşsiz kültür birikiminden İstifade edememektedirler. Bu durumda; günümüz gençliğinin hissesine dedelerinin birkaç bin sene önce yazdıklarını okuyup anlayan diğer milletlere imrenmek mi düşüyor? Neden bizler de kendimiz ve çocuklarımıza ecdadımızın birikimine birinci elden ulaşma imkanı tanımayalım? Gönlünde millî kültürden bir nebze olsun hissesi bulunanların bu duruma kayıtız kalması ve üzülmemesi mümkün değildir. Yabancı araştırmacıların Osmanlı Türkçesini öğrenerek yaptıkları araştırmalardan, bu gün ancak yabancı dil bilenler istifade edebilirken; bilimsel çeviriler de referans olarak milli kütüphanelerimizi göstermektedir. Tarih, edebiyat, sosyoloji, ilahiyat vb. bilim dallarında Osmanlı Türkçesiyle ciddi eserler verilmiş olması, araştırmacıların Osmanlı Türkçesini okumasını ve öğrenmesini şart kılmaktadır. İnsanlar geçmişlerini merak ediyorlar, temellerini arıyorlar. Ararken geçmişle alakalı olarak çok az miktarda eserin Latin alfabesine aktarılmış olduğunu görüyorlar. Diğer metinlere, yüz binlerce esere bir şekilde ulaşmak istiyorlar. Bunun dışında dini kaynaklara yöneliyorlar ve bu sebeple bir şekilde Osmanlıca metinlere müracaat etmek zorunda kalıyorlar. Ya da bazen evde babadan, dededen kalma metinler, tapu kayıtları oluyor ve bu insanları harekete geçiriyor. Böylece ev hanımı da iş adamı da Osmanlıca kursunun yolunu tutuyor. Bugün Osmanlıca'yı öğrenmek, öz yurdunda kendi kültürüne yabancı kalmış bir neslin vicdanında, ecdadına ve tarihine karşı çok geç kalınmış bir fikir borcudur. OSMANLICA HAKKINDA KİM NE DEDİ ? Her dil imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz. Türk milleti tarafından fethedilmiş topraklar nasıl Türk vatanı olmuşsa, aynı millet tarafından Fethedilmiş kelimeler de öyle Türk kelimesi olmuştur. Asırlarca Türk'ün malı olmuş, Türk sesiyle ve Türk san'atıyla işlenmiş; ev, âile, köy Türkçesine, aşk ve îman Türkçesine girmiş; Türk'ün heyecânına işlenip vicdânına yerleşmiş ve Türk olmuş kelimeler de Verilemez!.. Bunlar, bizim zafer ve şeref hâtıralarımızdır.Nihad Sâmi BANARLI Yeryüzünde milli kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumaktan aciz bir tek millet var mıdır? Tarihinden edebiyatından, ilmi, felsefi ve dini eserlerinden, milli kültür hazinelerinden haberi olmayan bir miletin bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir? Avrupalılar okullarında Shakesper'e, Milton'a, Schiller'e, Voltaire'e dair bilgi verirken talebeye bu yazarların okul kütüphanesindeki eserleri de okutulur. Bir kitabın bir parçası değil, tamamı okutulur. Bugün yirmi yaşlarında bir Türk genci Naima'yı, Fuzuli'yi, Cevdet Paşa tarihini orjinalinden okuyamaz. Yeni yazıya çevirisini okusa da anlayamaz. Bu talihsiz delikanlı için Baki'nin o muhteşem Mersiye si Galib'in o enfes Hüsn ü Aşk ı Hamid'in Tarık Bin Ziyadı simsiyah karanlıklara batmış muazzam abidelerdir. O zavallıcık bu eserlerin arasında, İstanbul'un göklere fırlayan tarihi eserleri arasında iki gözü kör dolaşan bir turist gibi gezip durur. Kendi tarihini, atasını, dilini, edebiyatını bilmez ve sevmez. Yani kendini bilmez ve sevmez. Peyami SAFA Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle şuuruyla.Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız ihtilali, tek mukaddese saygı göstermiştir: Kamusa…Heyhat! Batıda cinnet bile terbiyeli. Cemil MERİÇ Osmanlıca ilgisini iyi ama geç kalınmış bir hamle olarak değerlendiren araştırmacı- yazar Dursun Gürlek şunları söylüyor: Rahmetli Cemil Meriç'ten defalarca duydum. Türkiye'de Osmanlıca öğrenmenin Arapça öğrenmek kadar hatta daha mühim olduğunu söylerdi. Çünkü kütüphanelerimiz Osmanlıca eserlerle dolu ve işin garibi bu eserlere bizden çok Avrupalı oryantalistler ilgi gösteriyor. Düşünebiliyor musunuz benim kütüphanemdeki eserleri bir Fransız ya da İngiliz araştırıcı rahatlıkla okuyup çevirebiliyor, ben tabiri caizse bön bön bakıyorum. Yahut çevremdeki mezar taşlarını okuyamıyorum. Dedemden kalan tapu belgesini okuyamıyorum. En güzel tarihi eserler İstanbul'da, fakat Osmanlı çeşmelerinin, camilerinin kitâbelerini okuyamıyorum. Tabii bu lüzum, bu boşluk gün geçtikçe daha iyi açığa çıktığı için Osmanlıca'ya rağbet var. Kanaatim odur ki rağbet artacak. Dursun GÜRLEK Osmanlı Türkçesi; Türklerin yüzyıllar boyunca geliştirdikleri özgün bir dildir. Arapçadan da Farsçadan da yararlanmış ama ikisi de olmamış; yeni Türk kuşakları Osmanlı Türkçesini anlayabilmelidir ki, gelecekle geçmiş arasındaki köprüyü sağlam kurabilsinler. Attila İLHAN Bugün Türkiye'de bir münevverin Osmanlıca okumayı bilmesi lâzım. Atla deve değil. Osmanlıca öyle Fransızca ve Rusça gibi ayrı dil olarak anlaşılamaz, Arap harfleriyleyazılan bir Türkçedir. Her dil asırdan asıra bazı değişiklikler geçirir ama bu durum ayrı bir dilden söz etmeyi gerektirmez. Nihayet anneannemizle dedemizin mektuplaşma dilidir.İlber ORTAYLI Türkiye'de entelektüelliğin şartı Osmanlıca bilmektir. Bizde kendi kültürünü bilmez,İngilizceden okumaya çalışır. Batı'yı bilmez sadece kafa çekip ahkâm keser. Ben şunu söylüyorum: Türkiye'de Osmanlıca bilmeyen entelektüeller cahildir. 1928 öncesi yazılmış şeyleri okuyamıyorsanız eğer, hiç 'okur-yazarım' diye geçinmeyin. Bugün bir İngiliz entelektüeli Shakespeare'i, Shelly'yi okur, bilir.Bizimkiler Nedim'i, Fuzuli'yi anlamaz, Şeyh Galip'i utanmadan İngilizcesinden okurlar. Birçok tarih kitabı hâlâ Osmanlıcandır bizde. Kendi kültürünü bilmeyen entelektüel olamaz. Murat BARDAKÇI Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan dil, şüphe yok ki Türkçeydi. İçinde fazlasıyla Arapça ve Farsça kelime bulunmasına rağmen cümle yapısı Türkçeydi. Bugün de anlaşılabilen ve sade bir Türkçeyle yazılmış olan metinleri gözden uzak tutmamalıyız. Fatih Sultan Mehmet dönemi tarih yazarlarından Tursun Bey'in yazdığı Târîh-i Ebü'l-Feth adlı eseri okurken işaretlediğim bazı cümleler vardı. Osmanlıca mı, Osmanlı Türkçesi mi? tartışmasında aklıma bu eserde işaretlediğim cümleler geldi; birkaçını aktarayım: Gel imdi her gün ah eyle,Günahlarını anup inile;Biz kıssaya girelim, sen dinle ... Prof Dr. Hamza ZÜLFİKAR Vasıflı insan olmak isteyen her Türkiyeli genç mutlaka ve mutlaka zengin, edebi, yazılı Türkçeyi, yani Osmanlıcayı iyi derecede öğrenmekle mükelleftir. Osmanlıca bilmeden köylü, bakkal, işportacı, kasap, esnaf olunabilir, ama münevver, yüksek tabaka mensubu, kültürlü olunamaz.Yeterli Osmanlıca bilmenin ölçüsü de şudur: Zevk ve haz alarak, mânasını anlayarak Türk dilinin en büyük şairi Fuzulî'nin divanını, aslî metninden okuyabilmek.Mehmet ŞEVKET EYGİTürk diline yapılan kasıtlı müdahaleler sonunda dilimizin gittikçe fakirleşmekte ve ifade yeteneğini kaybetmekte oluşudur. Daha önce kullanılmış olan; aşikar, bedihi, dekolte, münhal, müstehcen, vazıh, bariz… gibi 12 kelimenin bir tek -açık- kelimesiyle karşılanması dilde nasıl bir kavram kargaşasına yol açar? Nüanslar nasıl kaybolur ve bu müdahale Dili nasıl fakirleştirir, düşünülmeye değer! Bu pek çok misalden Bir tanesidir.Servet KABAKLI KAYNAKÇA: Nihat Sami BANARLI, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 2001.Muhammed Ali ENSARİ, Osmanlıca İmla Rehberi, İstanbul, 2005.Cemil MERİÇ, Bu Ülke, İstanbul, 2000.Prof. Dr. Hamza ZÜLFİKAR, Doğru Yazalım Doğru Konuşalım.Mehmet ŞEVKET EYGİ, İlkadım Dergisi, Haziran 2004.Servet KABAKLI, Tercüman Gazetesi, 19 Kasım 200.5Murat BARDAKÇI, Sabah Gazetesi, 6 Ocak 2007.İlber ORTAYLI, Milliyet Pazar, 5 Şubat 2006.Fatma DURMUŞ, Yeni Şafak, 2005, Haziran.Peyami SAFA, Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999,

Dumanlar içinde hasıra sarılmış gencecik bir beden...Adı; Zübeyr bin Avvam (ra)Suçu: Müslüman olmakYaşı: Henüz onbeşİşkence yapan: Öz bir amca Kesik kesik öksürükler içinde zulüm kokan bir ses yayılıyor etrafa.- Muhammed'in Rabbini inkar et! Seni bu işkenceden kurtarayım. Cevap bir meydan okumadır sanki:- Hayır. Vallahi asla küfre dönmem. Bir şehâdettir bu ölümü hiçe sayan.Bu şehâdet, dumanla birlikte yükselirken semaya, ateş bir kez daha körüklenir zalimce.Bir zülümdür bu, amca merhametinin de üstünde olan.. *** İdam sehpasında bir kahraman...Adı: Hubeyb bin Adiy (ra)Suçu: Müslüman olmak Allah Resul'ü Kureyşle ilgili bilgi toplamak istiyor. Âsım bin Sâbit (ra) başkanlığında on kişi toplanıyor. İçlerinde O da var. Hassan bin Sâbit (ra) şiirinde şöyle sesleniyor ona:Ey ensarın ortasındaki şahin!Yumuşak huylulukta pırıl pırıl olan.Asım bin Sabit ve sekiz arkadaşı yolda yüz okçunun hedefi olup, şehit oluyorlar.Hubeyb bin Adiy ve arkadaşı Mekke de esir pazarında...İntikam ateşleri içinde yanan el Haris oğulları bu isme hiç de yabancı değiller.Karar: Ateşle işkence El Haris'in kızı telaş içinde Mekke sokaklarında bağırıyor.-Vallahi O'nu elinde büyük bir salkımdan üzüm yerken gördüm. Halbuki o zincirle bağlı hem Mekke'de bir üzüm tanesi bile yok.Her şeye rağmen gözleri önünde i'dam sehpaları hazırlanıyor Hubeyb binAdiyy'in. Mızraklar bilenmiş her şey hazır.Dilinde bir duâ:Allah'ım, biz peygamberin risaletini tebliğ ettik. Bize yapılanları O'na ulaştır.....Ve mızraklar Hubeyb'in vücudunda *** Müslüman olacağını rüyasında gören bir genç...Adı: Hâlid bin Said (ra)Suçu: Müslüman olmak Ay ışığının aydınlattığı karanlık bir oda...Köşeye sinmiş, aç, susuz ve dövülerek işkence edilmiş bir beden.İşkenceyi yapan: Bir baba Üzerine kapatılan kapılar O'nu Rabbiyle baş başa bırakıyor. Şimdi ne odanın karanlığı acıtıyor içini ne de yaralarından akan kanlar. İmanın teselli etmediği yer mi var?! Fakat bu kadar işkence kafi değil bu baba için. Mekke'nin kızgın kumlarına yatırıyor oğlunu. Yetmiyor ağır taşlar koyduruyor üzerine... ***Habeşli siyahi bir köle... Adı: Bilal-i Habeşi (ra)Suçu: Müslüman olmak.İşkenceyi yapan: Efendisi Umeyye bin Halef Kölesinin Müslüman olması çileden çıkartıyor o'nu:-Andolsun sen ölmedikçe yahut Muhammed'i ve onun dinini inkar etmedikçe bu azabı üstünden eksik etmeyeceğim. Ücretle tutulmuş müşrik çocukları tarafından boynundaki iple aç, susuz Mekke sokaklarında gezdiriliyor. Önce kızgın kumlara yatırılmış olacak ki, izleri hala sırtında. Allah ve Rasulünün aşkıyla yanan bir kalbe sahip bedeni kızgın kumlar ne kadar yakabilir ki!? ***Urganla direğe bağlanıp bayılana kadar dövülen edep ve haya timsalidir O… Adı: Osman bin Affan (ra)Suçu: Müslüman olmak.İşkenceyi yapan: Amcası Hakem bin Ebu-l AsMelekler bile haya ediyor O'dan.. ***Yeryüzünde yürüyen bir şehit...Adı: Talha bin Ubeydullah (ra)Suçu: Müslüman olmakİşkenceci: Nevfel bin Adviyeİple bağlanıp işkence edilen bir sahabi de O.Ama Allah Rasul'ü O'ndan bahsederken Yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak isteyen Talha'ya baksın buyuruyor. *** Ve Habbab bin Eret... (ra)İşkencenin beklide en ağırı O'naydı.Efendisi Ümmü Ammar O'nu ateşe yatırır, vücudu ateşi söndürmeden kaldırmazdı. *** İşte...Bir yanda cahiliye bataklığının tam ortasında bir devir ve kalplerindeki yaratanına sığınma arzusunu kendisine bile faydası olmayan taşlarda arayan zavallı bir beşeriyet... Diğer yanda hidayet güneşinin aydınlığında asr-ı saadet denilen ve içlerinde daha dünyadayken cennetle müjdelenen nice hidayet erlerinin çıktığı bir insanlık. Peki neydi onları karanlık kuyuların güzel Yusufları yapan? Yusuf'un güzelliğine bir sebep kuyunun karanlığıydı belki de... Ya neydi onları secdelerin sultanı yapan? Sultanlığa sebep secdedeki zillet tacını giymekti belki de... Atalarının dininden ayrılıp Hak'kı dolayısıyla işkenceyi zulmü kabul ve tasdik edenler. İşte onlar... işte biz.... Onların çektiklerini çekmeye hangimiz hazırız biz?! Onlar neler çekti, biz, neler gördük? Her birimiz cahiliye kuyularında boğulmayan Yusufların aksine ahir zaman kuyularında boğulmaya talip olmuş gibiyiz! Düşünebildiği kadar insan olan insana Nebiy-yi Zişan'nın bu sözü kafi gelir herhalde: Sizden öncekiler âhiret işlerinden arta kalan vakitlerini dünyaya harcarlardı. Sizlerise dünya işlerinden artan vakitlerinizi âhirete sarf ediyorsunuz. İşkence edenler ve edilenler..Dünya lezzetlerini tercih edenler ve âhireti özleyenler..Büyük bir göç var, herkes gidiyor. Zulmedenler de zulme uğrayanlar da zulme seyirci kalanlar da bu sevkiyata karşı koyamaz. Göç muhakkak. Bu göçte secdedeki zilleti tercih eden sultanların önderliğiyle ahir zaman kuyularında boğulmayan Yusuf'lar olmak duâsıyla..