Rabbimiz, kendisini unutan kuluna tabiri caizse manen öyle bir tokat vuruyor ki, o tokadın tesiriyle insan öylesine şaşkın bir hale geliyor ki, aleyhine olan her şeyi lehine zannederek peşinden koşmaya başlıyor. Zararına olan her şeyi, faydasına sanarak divane gibi elde etmeye çalışıyor. Kendi elleriyle kendi kuyusunu kazmak, kendi bindiği dalı kesmek gibi tamemen kendi zararına hareket etmeye başlıyor. Bir insandan bahsetmek istiyorum. Daha doğrusu bir insan modelini biraz uzunca tasvir etmek istiyorum. Sadece kendini düşünen... “Benim karnım tok olsun da, başkaları açlıktan ölse bana ne!” diyen... “Sen çalış, külfetlere katlan, ben yiyeyim” diyen... Komşusu açken, rahat rahat tok yatabilen... Bütün gayretini sadece kendi çıkarlarına odaklamış, kendi menfaatleri için yaşayan ve çalışan, milletini ve ümmeti düşünmeyen... Milletin ve ümmetin dertlerini kendine dert etmeyen... Sadece rahat, konforlu ve lüks bir fani dünya hayatının hayallerini kuran ve o hayal ile yaşayan... Şöhret ve tanınma için her türlü riyakârlığı ve yapmacıklığı yapan... Dünyevî, küçücük sinek ısırması gibi sıkıntılardan, yılandan akrepten kaçar gibi kaçan ama kabir ve ahirette kendi bekleyen müthiş tehlikelere karşı son derece lâkaytlık gösteren... Elbisesine verdiği değer kadar dinine ve mukaddesatına değer vermeyen... Hakikatlere ve mukaddes değerlere hürmet etmeyen... Menfatinin olduğu her kişiye zillet, minnet ve riyakârlık içinde haddinden fazla saygı gösteren... Başkalarının sırtına basarak yükselen... Çıkarını, başkalarının zararında arayan... Daima kendini öven... Başarıyı, iyilikleri ve güzellikleri daima kendinden bilen... Nefsanî arzularını tatmin edebilmek için haram-helâl demeden rastgele her şeyi yutan... Dünyası için ahiretini feda eden, ahiretini dünyaya satan... Dünyevî menfaatler hatırına, Rabbinin ayetlerini satan... Lezzet, haz, ücret, alkış ve menfaat söz konusu olduğunda en önde giden... Hizmet, külfet, çalışma, sahiplenme ve gayret söz konusu ise en arkadan gelen... Ölüm söz konusu olduğunda hiç üzerine almayan... İbadet ve hizmetlerdeki külfetten dolayı onları terk eden... Hür ve serbest olmak isteyen... İbadet, emir ve yasaklardan hiç hoşlanmayan... İdeal toplum ve ideal insan tipi olarak batıyı ve batılıyı kabul eden... Ve hakeza... Bu tasviri daha da uzatmak mümkün. İnsan, lehine gördüğü şeylerin peşinden giderken, aleyhine zannettiği şeylerden de kaçıyor. Menfaatine uyan şeylerin peşine aşkla düşerken, çıkarına uymayan şeylere ise hiç değer vermiyor. Faydasına inandığı şeyleri elde etmek için can atarken, faydasına inanmadığı şeylere ise hiç tenezzül etmiyor. Peki, ya lehine gördüğü her şey hakikatte aleyhine ise ne olacak? Menfaatli zannederek peşinden aşkla koştuğu her şey aslında kendi kötü sonunu hazırlayan şeyler ise ne olacak? Fayda sağlayacağını umarak iştahla ve şevkle elde etmeye çalıştığı şeyler, gerçekte kendisine zarardan başka hiç bir fayda sağlamayan şeyler ise ne olacak? Yani insan tam bir yanılgı, şaşkınlık ve sapıtma içindeyse ne olacak? İşte tam bu noktada şu ayet-i kerimeyi tefekkür edelim: “Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.”1 Rabbimiz bu ayetiyle bize diyor ki; “Sizler eğer beni unutursanız, ben de size kendinizi unuttururum.” İnsanın kendini unutması nasıl olur? Yukarıda da uzun uzun tasvir etmeye çalıştığımız insan, bu kadar menfaatlere, lezzetlere ve ücretlere düşkün iken kendini nasıl unutur? Evet, eğer insan Allah’ını unutursa, Allah da bu suçunun cezası olarak insana kendini unutturur. Madem ki insan yaradanını unutarak büyük bir suç işliyor, bu büyük suçun cezası da kendini unutmak şeklinde karşılığını buluyor. Çünkü ceza, amelin cinsine göredir. İnsanın kendini unutması, neyin lehine neyin aleyhine olduğunu unutmasıdır. Nelerin faydasına ve nelerin zararına olduğunu karıştırmasıdır. Hengi şeylerin elde edilecek ve hangi şeylerin de kaçınılacak şeyler olduğunu iltibas etmesidir. Meselâ insan, lezzeti rahatta zannederek rahatın peşinden koşar. Oysa lezzet rahatta değil, çalışmakta ve mücadele etmektedir. Meselâ insan, ibadet ve İslâmî hizmetlerdeki külfet ve meşakkatten dolayı ibadet ve hizmetten kaçar. Halbuki ibadet, takva ve hizmette daha bu dünyada dahi kalp ve ruhun büyük bir rahatı olmakla beraber, ebedi saadet yararına büyük bir ecir ve sevap vardır. Yine meselâ, lezzetin hatırı için haram-helâl demeden yiyip içmek, kabir ve ahiret için kişinin tamamen zararına bir durumdur. Halbuki kişi, helâle yönelip haramdan kaçınsa, hem kendine ihsan olunan nimetlere şükretmiş olur hem de onları cennette ebedi bir surette elde etmiş olur. Öyle ise kafasında bütün sırları keşfedecek akıl, bütün hakikatleri haykıran bir vicdan, Rabbinin bütün nimetlerini tartacak ve tanıyacak cihazlarla donanmış bir ruh bulunan insan, kâinatın yaratıcı olan yüce Rabbini unutmamalı ve onun rızası dairesinde bir hayat sürmelidir ki, Rabbi de insana kendini unutturmasın, şaşırtmasın. Demek ki Rabbimiz, kendisini unutan kuluna tabiri caizse manen öyle bir tokat vuruyor ki, o tokadın tesiriyle insan öylesine şaşkın bir hale geliyor ki, aleyhine olan her şeyi lehine zannederek peşinden koşmaya başlıyor. Zararına olan her şeyi, faydasına sanarak divane gibi elde etmeye çalışıyor. Kendi elleriyle kendi kuyusunu kazmak, kendi bindiği dalı kesmek gibi tamemen kendi zararına hareket etmeye başlıyor. Öyle ise kafasında bütün sırları keşfedecek akıl, bütün hakikatleri haykıran bir vicdan, Rabbinin bütün nimetlerini tartacak ve tanıyacak cihazlarla donanmış bir ruh bulunan insan, kâinatın yaratıcı olan yüce Rabbini unutmamalı ve onun rızası dairesinde bir hayat sürmelidir ki, Rabbi de insana kendini unutturmasın, şaşırtmasın. Kaynaklar: 1- Haşr Suresi, 19
Bediüzzaman Hazretleri 26. Mektub’da “İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslamiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz” ifadeleri ile işaret etmektedir. O, Anadolu’yu “Âlem-i İslam’ın anahtar merkezi” olarak nitelendirmiş, “Buranın düzelmesi Âlem-i İslam’ın düzelmesine vesile olacak” demiştir. Avusturya Macaristan İmparatorluğu veliahdı François Ferdinand’ın, Saraybosna’yı ziyareti esnasında 28 Haziran 1914 tarihinde bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından suikastla öldürülmesi1 dünya tarihinin eşine az rastlanır dönüm anları arasında yer almıştır. Gavrilo Princip’in kalabalığı yara yara yaklaşarak açtığı ateş, silahından çıkan kurşun, yalnızca veliahdı öldürmekle kalmamış; bir düzineden fazla devletin dâhil olacağı, 8,5 milyon insanın hayatını kaybedeceği, 21 milyon insanın yaralanacağı, 7 milyondan fazla insanın kaybolacağı, sosyal ve siyasi sonuçları itibariyle etkileri günümüze kadar uzayan,2 imparatorlukları yıkan sınırları değiştiren bir savaşın 28 Temmuz 1914’te başlamasına neden olmuştur. Dört yıl süren savaşın sona ermesi, sonrasında yapılan ateşkesler ve anlaşmaların çarpıklığı dünyanın tekrar dengeye gelmesine neden olmamıştır. Savaşın sonucu Türkiye için Kurtuluş Savaşı sürecini başlatırken, dünyanın geri kalanı için ‘İkinci bir Dünya savaşına giden süreci hazırlayan dönem’3 olmuştur. 1 Eylül 1939 sabahı Almanya’nın Polonya’yı işgaliyle başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın4 sonuçları ve etkileri de Birinci Dünya Savaşı’ndan daha az olmamıştır. Savaşın başladığı tarihten, savaşı sona erdiren 5 Mayıs 1945’te Amiral Dönitz’in Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olduğunu kabul eden anlaşmayı imzaladığı tarih ile Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sonra Japonya’nın teslim olduğu 14 Ağustos 1945 tarihine kadar olan 5 yılı aşkın zaman dilimi içerisinde 60 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş, başta Avrupa olmak üzere dönemin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısı tahrip olmuş, bunun yanı sıra ülkelerin fiziki alt ve üst yapılarını da ortadan kaldırmıştır.5 Eric Hobsbawm’ın ‘aşırılıklar çağı’6 olarak nitelendirdiği birbirini takip eden bu on yılların hemen her anında, insanlık daha önce eşine az rastlanır aşırılıklara, barbarlıklara, gaddarlıklara, yıkımlara muhatap olmuştur. İnsanların maddi-manevi, ruhi-bedeni, psikolojik-fizyolojik yara ve travmaları sonraki on yıllar boyunca da devam etmiştir. Dönemin bireylere olan doğrudan etkisi kadar, yine bireyleri hem doğrudan hem de dolaylı olarak etkileyen bir başka sonucu da küresel sistem ve sistemin aktörleri üzerinde ortaya çıkmıştır. Her iki savaş merhalelerini geçiren sistemin bir kısım aktörleri; coğrafi genişliklerini, jeopolitik üstünlüklerini, siyasi ve ekonomik güçlerini kaybetmişlerdir. Bu kayıplar, içerisinde Türkiye’nin de yer aldığı bir kısım aktör ülkelerin dünya üzerindeki politik statülerinin değiştiği, konumlarının güncellendiği, yeniden tanımlandığı bir tablo ortaya çıkarmıştır. Dünya savaşları sonrasında oluşan yeni sistem içerisinde; yeni bağımlı devletler, yeni bağımsız devletler, bağımsızlığını daha sonradan elde eden devletler, küresel ittifaklar, uluslararası örgütler, bölgesel savaşlar, yeni süper güçler, eski süper güçler, bölgesel güç olanlar, bölgesel güç olmaya aday olanlar, soğuk savaşlar, sıcak savaşlar, değişen rejimler, gelişen rejimler vb. gibi çok yönlü seyreden gelişmeler ve karmaşık bir ilişkiler bütünü söz konusudur. Dünyanın geneline ilişkin tabloyu şüphesiz ki bölgeler ve ülkeler nezdinde cereyan eden özel münhasır detaylar oluşturmaktadır. Bütün bu süreç içerisinde, günümüzde İslam Dünyası olarak nitelendirilen coğrafyanın, günümüzde ve günümüze değin yaşadığı serüven de yukarıda belirtilen dönüm noktalarını da içeren dünya tarihinin hem bir parçası hem de bir sonucudur. Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde çatırdamaya başlayan, emareleri görülen, hissedilen, öngörülen İslam Dünyasının birliği ve bütünlüğünün parçalanması, Birinci Dünya Savaşı ile vukua gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Kurtuluş Savaşı süreci geçiren Türkiye’nin dışındaki diğer İslam coğrafyalarında bağımsız devletlerin kurulması, siyasi egemenliklerin sağlanmasının onlarca yıl sonrayı bulduğu görülmektedir. Zamanı Müşahede Ederken Zamanı Tahlil Etmek 20. yy’ın kısa tarihini yazan Hobsbawm, 20. yy tarih yazıcılığının diğer dönemlerden farklı olduğunu, bu dönemi yazarken ikinci ve üçüncü kaynaklardan ya da başka tarih kitaplarından derlenerek yazılan tarih ile yaşanarak yazılan tarihin bir olamayacağını, kendi hayatının bu tarihi hadiselerin pek çoğu ile çakıştığını, kendisinin hadiselerin bilinçli bir çağdaşı olduğunu vurgulamaktadır.7 Hobsbawm’ın bu tespiti, “dönemin tarih yazımcılığı” için önemli olduğu kadar, “dönemin tahlil yazımcılığı” açısından da önemlidir. Dönemin büyük hadiseleri henüz başlamadan önce uyarılar, sorunlarının tespiti, öngörüler, büyük sorunlar ve felaketler başladığında devam eden süreçle ilgili yapılan tespit, uyarı ve öneriler; daha felaketler devam ederken sonraki dönemlerle ilgili yani geleceğe ilişkin muhtemel öngörüler, uyarılar ve öneriler dönemin hadiseleriyle çağdaş olan mütefekkirlerin tahlillerinin mahiyetini oluşturmaktadır. Bu tarz tahliller, geçmişi ve tarihi analiz etmekten öte zaman-ı hazırın tespiti, gidişata tesiri amaçlamakta olduğundan önemlidir. Hızla yaklaşmakta olan muhtemel felaketler zincirine karşı yüksek sesle haykırış içeren bir uyarı ve bir çırpınıştır. Bu tarz tahliller, dönemindeki ve gelecekteki haziruna, bütün bireylere tedbir ve vazifelerini hatırlatan bir çağrıdır. Zaman İçinde Bediüzzaman8 Bediüzzaman Said Nursi’nin 1877 yılında başlayan ve 1960 yılında vefatına kadar olan tarihçe-i hayatı, yukarıda iki paragrafta kabaca özetlenen, ancak detaylarına inildiğinde ciltlerce kitaplara konu olan, dönemin hemen her bir bireyinin hayatını doğrudan etkileyen, sonraki dönemlerde de pek çok bireyin hayatını etkilemeye devam eden, bireylerin yanı sıra devletleri ve uluslararası kuruluşlara kadar siyasi, iktisadi, askeri eksenli pek çok hadisatın muhataplığı ve müşahitliği ile geçmiştir. Yani Bediüzzaman Hazretleri; Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine, 31 Mart Hadisesi’ne, imparatorluğun yıkılışına, Birinci Dünya Savaşı’na, Kurtuluş Savaşı’na, yeni Cumhuriyetin kuruluşuna, toplumsal, siyasal, sosyal dönüşüme, İkinci Dünya Savaşı’na, İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme, tek partili hayata, çok partili hayata, Çarlık Rusya’sına, Sovyet Rusya’sına, Nazi Almanya’sına, Mussolini İtalya’sına, Normandiya çıkarmasına, Pearl Harbour baskınına, Japonya’ya atılan atom bombalarına, bugünkü Avrupa Birliği’nin temellerinin atıldığı Roma Anlaşması ve AET’nin kuruluşuna, Ortadoğu bölgesinin sömürgeleştirilmesine, İsrail, Irak, Suudi Arabistan, Suriye, Libya gibi devletlerin kurulmasına ve bütün bu hadisat içerisinde Türkiye’nin konumlanmasına, vb. örnekleri çoğaltılabilecek pek çok tarihi hadisatın bir mütefekkir ve âlim olarak çağdaşıdır. Onun hadiselerle olan çağdaşlığının mahiyetinde; at üstünde talebeleri ile birlikte işgal kuvvetlerine karşı savaşmak, savaşırken ilmi eser telif etmek, Şam’ın Camii Emevi’sinde içinde yüzden fazla ulemanın da bulunduğu on bin kişilik bir cemaate hutbe irad etmek, Rusya’da esir olmak, Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye’de azalık, Meclis-i Mebusan tarafından Ankara’ya davet, sürgünler, hapisler, mahkemeler, telif edilen eserler, talebeler gibi fevkalade geniş bir yelpazeye yayılan hadiseler zinciri yer almaktadır. Bir âlim ve mütefekkir olarak bütün bu hadisat silsilesi içerisinde, Bediüzzaman Hazretleri tarafından telif edilen eserlerde; insanın uhrevi hayatı, enfüsi âlemi, kâinatı tefekkür metodolojisi, kâinatı ve insanı tanıma ve anlama, imanın erkânının ispatı, imanını tahkik etme gibi hususlara yoğun olarak yer verildiği görülmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde ön plana çıkan bir diğer husus ise; dönemin siyasi, iktisadi ve askeri hadiselerinin özeline, detayına girilmeden, nazarlar hadiseler içerisinde kaybedilmeden, dönemin İslam Dünyasının, İslam Dünyası mensubu bireylerin halinin ve ahvalinin tahlili yapılmaktadır. Bu tahlillerde dönemin İslam Dünyasının geri kalmışlığının, yaşadığı sorunlar ve hastalıkların neler olduğu ve nedenlerinin ne olduğunun tespiti yapılmaktadır. Bu tahliller salt tespit ile sınırlı kalmamakta ayrıca çözüm önerileri ve reçeteler sunulmaktadır. Birey ve Küresel Dengeler Bugün uluslararası sistemin, büyük aktörler arasında kurulmuş ve gözetilen dengeler üzerinde yürüdüğü açıktır. Başta Ortadoğu Bölgesi olmak üzere İslam Dünyasının bir parçası olarak kabul edilen devletlerin, uluslararası sistem üzerindeki etkinliklerinin derecesini, sisteme müdahalelerinin ölçüsünü, yaşaya geldikleri sıkıntılar üzerinden ölçmek mümkündür. Başta Ortadoğu olmak üzere, İslam Dünyasının kan ve gözyaşı eksenli yaşadığı “sıkıntı hali” bugün ortaya çıkmış olmayıp son yüzyılı aşkın süredir devam edegelmektedir. Bu süre içerisinde asır değişmiş, insanlar değişmiş, aktörler değişmiş, sınırlar değişmiş, küresel sistem değişmiş, hadiseler değişmiş ancak İslam Dünyasının yaşadığı “sıkıntı” olgusu değişmemiştir. Bu genel ahvalin çözümünün her bir olaya münhasır sebepleri, sonuçları ve çözümleri mutlaka bulunmaktadır. Ancak bu hadiselerin sürekli belli bir coğrafyada yaşanıyor olmasının daha temel nedenlerinin olduğu aşikârdır. Temeline inilmeden yapılan çözümleme ve çözüm üretmeler yeni olumsuz hadiselerin yaşanmasını engellemeyeceği, önleyici bir tedbir olmayacağı gibi, çok sayıda sorunu çözmek gibi üstün bir enerji ihtiyacı ortaya çıkaracaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin 1911 yılında Camii Emevi’den başlayarak yapmış olduğu çağrılar bu bağlamda ehemmiyetlidir. Yaklaşmakta olan muhtemel sorunları tespit, hadiseler henüz hız kazanmadan önleyici tedbir, sorun çıktığında izale edici reçete olan bu hitaplarında muhataplar hep bireyler olmuştur. İslam Dünyasının bütününe, isimlerini zikrederek muhtelif kavimlere ve doğrudan bireylere şeklinde iç içe geçmiş daireler halindeki bu hitapların merkezinde temel aktör birey ve onun tutumudur. Daha sonra telif edilen Uhuvvet Risalesi, İhlas Risalesi gibi bölümlerin bütününde, bunların dışındaki risalelerin muhtelif yerlerinde de bireye olan odağı belirgindir. Bediüzzaman’ın tahlillerinde ve tespitlerinde, bireyi soyutlayan ve sorunların nedeni ve çözümü olarak da soyut bir küresel sistemi adres gösteren yaklaşım bulunmamaktadır. Tam tersine, doğrudan bireye sorumluluk ve vazife yükleyen, onun düşünce, tutum ve davranışlarını bu doğrultuda şekillendiremeye matuf tavsiyeler taşıyan bir yaklaşım ön plandadır. Bugün uluslararası sistemi, uluslararası ilişkileri teorilendiren, izah eden, önemli yaklaşımların merkezinde de insan yani birey yer almaktadır. Sistem, bireylerin fıtratı ve davranışları üzerinden izah edilmektedir. Bireylerin tutumunun umum sisteme aksettiği değerlendirilmektedir. İnsanın özünde kötü olduğundan hareket ve realist yaklaşım olarak nitelendirilen akımın kurucularından Hans Morgenathau’ya göre, insanlar arasındaki ilişkileri güç ve çıkar belirlediği gibi, uluslararası ilişkilerinde belirleyicisi güç ve çıkardır. Buna karşılık idealist teori olarak nitelendirilen yaklaşım ise, insanın kötü olmadığına vurgu yaparak ve devletler arası işbirliğine imkân tanır. Bediüzzaman Hazretleri İhlas ve özellikle Uhuvvet Risalesi isimli eserlerinde bireylerin, kendi aralarında nasıl davranması ve nasıl davranmaması gerektiği hususlarında bir çerçeve ortaya koyarken, insanlar arasındaki bu ilişkinin İslam Dünyasına olan izdüşümünü, ortaya çıkaracak neticesini de belirtmektedir. Uhuvvet Risalesi isimli eserinde bu ilişki biçiminin karşılığı zillet ve esaret altına girmemek, İslam Dünyasındaki bireylerin hayatlarını ve hukuklarını muhafaza etmek olarak tanımlanmıştır. İhlas hakkında olduğu beyan 20. Lem’a isimli eseri de Uhuvvet Risalesi ile paralellik arz etmekte, “ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten” kurtarmanın yolunun ittifak ile hareket etmekten geçtiği kuvvetle ifade edilmektedir. Bütün bu ifadelerden, tavsiyelerin her ne kadar insani ve sosyal ilişkilere ilişkin olduğu ilk planda göze çarpsa da, neticesinin İslam Dünyasının mevcut sıkıntılarını giderecek bir yapısal durum ortaya çıkaracağı, uluslararası sistem üzerinde bir revizyon oluşturabileceği çıkarımında bulunabilinir. En Birinci Vazife Bediüzzaman Hazretleri yine 20. Lem’a isimli eserinde yer verdiği “…ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telakki edip…” ifadeleriyle bir tespit, bir gelecek öngörüsünün yanı sıra zillet ve esaret istenmiyorsa bir vazife sıralamasında bulunmuştur. Bediüzzaman Hazretleri bu mevzularda “Ey ehl-i Hak” ifadeleriyle bütün ehli imanı muhatap alan bir çağrıda bulunmaktadır. Risale-i Nur’ların Türkiye’de ve Türkçe telif edilmiş olmaları ise, telif edildikleri dönemden başlayarak, önce bu coğrafyada yaşayanların dikkatine ve istifadesine sunulduğu olarak değerlendirilebilinir. Risale-i Nur’ların başka dillere tercümeleri söz konusu olsa da, uzun yıllar boyunca bunun mümkün olamamış olması ve hal-i hazırda bu coğrafyalarda daha fazla teveccüh görmesi, bu coğrafyada yaşayanlara öncelikle istifadesine sunulduğuna ilişkin bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Geçmişin Potansiyeli Geleceğin Ümidi Bediüzzaman Hazretleri 20. Lema’da “…ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı...” ve “…bu ehl-i hakkın mağlubiyeti zamanında…” ifadelerini kullanması, İslam Dünyasının halinin ve ahvalinin son derece farkında olduğunu göstermektedir. Ancak yaşadığı dönemdeki İslam Dünyasının ahvaline bakarak asla bir ümitsizlik içerisinde olmamış tam aksine geleceğe dair hem kendisi ümitvar olmuş hem de çevresine ümit aşılamıştır. Bu bağlamda ümitsizliği de İslam Dünyasının geri kalmışlığının sebepleri arasında göstermiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin açık ve net olarak kullandığı “ümitvar olunuz…” ifadeleri, kuru bir umut aşılamanın ötesinde, Anadolu’nun tarihten gelen potansiyelinin hatırlatılması ve bu doğrultuda çalışılmasına matuftur. Ümitvar olmak, var olan potansiyelin üzerinden yürütülecek bir hissiyattır. Var olmayan potansiyel üzerinden bir gelecek kurgusu yapmak muhali hayal etmek anlamına gelecektir. Prof. Osman Turan’ın “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi9” isimli eserinde detaylıca anlattığı ve tarihin değişik dönemlerinde açığa çıkan bu potansiyele Bediüzzaman Hazretleri 26. Mektub’da “İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslamiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz” ifadeleri ile işaret etmektedir. O, Anadolu’yu “Âlem-i İslam’ın anahtar merkezi” olarak nitelendirmiş, “Buranın düzelmesi Âlem-i İslam’ın düzelmesine vesile olacak” demiştir. Şüphesiz ki bu düzelmenin içerisinde Ulum-u Diniye’ye verilmesi gereken ehemmiyet olduğu gibi Ulum-u Fenni’ye de yer almaktadır. Bediüzzaman “cehalet-zaruret ve ihtilafı” düşman olarak tanımlamıştır. Cehalet ve zarureti de en az ihtilaf kadar karşısına almış, izale edilmesini amaçlamıştır. Anahtar Ülke: Türkiye Değişen zamanın içerisinde hadiseler, aktörler, insanlar, ülkeler, sınırlar, coğrafyalar vb. unsurlarda değişe değişe günümüze kadar gelinmiştir. İslam Dünyasının bir kısmı, hala kan ve gözyaşı içerisindedir. İslam coğrafyası, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı esnası, arifesi ve arkasında olduğu gibi ağır koşullar ve fakirlikler altında değildir. İslam Dünyasının diğer bir kısmı zaruret halinden kurtularak zenginleşmiş, bir diğer kısmı da nispeten cehaletten sıyrılmış, marifet noktasında çaba göstermeye başlamıştır. Henüz yeterli olmayan bu gelişmelere, cılız denemeleri yapılan ihtilaftan kurtulmaya çalışma hali ve gayesi de eklendiğinde İslam Dünyası ve coğrafyasının konumu ve aktörlüğü de değişecektir. Türkiye’nin son yıllarda gerek ekonomi, gerek siyasi, gerek teknoloji ve gerekse sanayi alanlarında yaptığı yatırım ve atılımlar, İslam Dünyası olarak nitelendirilen ülkeler arasından bir adım öne çıkmasına, gözlerin Anadolu coğrafyasına çevrilmesine neden olmuştur. Cumhurbaşkanı ve Başbakan düzeyinde, milyonu bulan kalabalık İstanbul meydanlarından İslam ülkeleri başkentlerine gönderilen selamlar hamasetten öte bir anlam taşımakta, bin yıllık mefkûre ile bir bağı bulunmakta, bu mefkûrenin hatırlanması ve dünyaya hatırlatılması olmaktadır. Türkiye’de yaşayanlara düşen “en birinci vazife” en büyük düşmanları olan “cehalet, zaruret ve ihtilaf” ile daha fazla mücadele ederek ülkesini kalkındırmak, bunun yanı sıra İslam Dünyasının geleceğine dair ümidini diri tutmak, “ümitvar olmaktır”. Bu ümidi en ziyade aşılayan, geri kalmışlığın nedenlerini sorgulayan ve üç düşman tanımlamasını yapan, uluslar arası ekonomik, siyasal ve sosyal sonuçları olacak olan toplumsal hastalıklara reçeteler sunan, zamanını yaşarken geçmişi ve geleceği de hesaba katarak tahlil eden, güzel insanların telif ettikleri eserler her daim ihtiyaçtır. Türkiye’deki her bir ferdin; “Âlem-i İslam’ın anahtar merkezinin Türkiye” olduğu şuuruyla ve “bin yıldır sancaktarlığını yaptığı mefkûre” ruhuyla hareket etmesine, Âlem-i İslam’ın ihtiyacı vardır. Kaynaklar: 1- Fahir ARMAOĞLU, 20. yy Siyasi Tarihi, Alkım Yayınları, 11. Baskı2- Zekeriya TÜRKMEN, 1914’ten 2014’e 100’üncü yılında Birinci Dünya Savaşını Anlamak, Uluslar arası Sempozyum 20-21 Kasım 2014, T.C. Hartp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, İstanbul3- Oral SANDER, Siyasi Tarih 1914-1918, İmge Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, s. 134- Oral SANDER, age. s. 1245- Çağrı ERHAN, Avrupa’nın İntiharı ve İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Temel Sorunlar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 51 Sayı: 1 Yayın Tarihi: 1996, s. 2596- Eric HOBSBAWM, Kısa 20. yy. 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Yavuz ALOGAN, Sarmal Yayınevi7- Eric Hobsbawm, age. s. 78- Cemalettin CANLI, Yusuf Kenan BAYSÜLEN, Zaman İçinde Bediüzzaman, İletişim Yayınları, 2010 İstanbul9- Osman TURAN, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, Ötüken Yayınları Diğer Kaynaklar: Tayyar ARI, Geçmişten Günümüze Ortadoğu, Alfa YayınlarıSabit DUMAN, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, Doğu Kütüphanesi Yayınları
“Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz!”(A’raf, 31)Dünyamızın bir tarafı israf bolluğu içinde yaşayan aşırı kilolu ve bu kiloları nasıl eriteceğini düşünen insanlarla dolu iken, bir başka tarafı da günlük yiyecek ekmek bulamayan, hatta bu yüzden ölen insanlarla dolu. Her iki kısım insanların sayısı milyarla ifade ediliyor. Üstad Bediüzzaman şöyle diyor: Ey israflı, iktisadsız! Ey zulümlü, adaletsiz! Ey kirli, nezafetsiz bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisad ve nezafet ve adâleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki; umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun? Üstad’ın bu sözleri üzerinde duralım: a. Beşerin Zulmü “Demek, siz ‘iş başına gelip yönetimi ele alırsanız’ hemen yeryüzünde fesat çıkaracaksınız öyle mi?” (Muhammed, 22) “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.” (Maide, 32) Batı medeniyetinin bütün Dünyaya yayıldığı 20. yüzyılda dünya tarihinde görülmemiş zulümler ve katliamlar yaşandı. Birinci Dünya Savaşında 15 milyon asker öldü, 20 milyon kadarı da yaralandı. Savaş sonrasında İslâm ülkelerinin – bir iki devlet haricinde – hepsi batılı ülkeler tarafından sömürge haline getirildi. Sömürgeci ülkeler hükmettikleri ülkelerde büyük katliamlar ve zulümler yaptılar. Bu hal İkinci Dünya Savaşına kadar sürdü. İkinci Dünya Savaşı, birincisinden daha feci oldu. 57 devletin katıldığı bu savaş 6 yıl sürdü ve tahminlere göre – sivil asker – 50 ile 70 milyon arasında insan öldü. Yine bu yüzyılda Faşizm, Nazizm, Komünizm ideolojileri devletleşti, milyonlarca insan bu baskıcı rejimler yüzünden felaketlere duçar oldu. 1917 yılında Rusya’da Bolşevik İhtilalinden sonra, Lenin döneminde 8 milyon; Stalin döneminde ise 25 milyon insan katledildi. Çin, Kamboçya, Kuzey Kore gibi değişik ülkelerde Komünizm adına yapılan katliamlar yaklaşık 60 milyon olarak tahmin edilmektedir.1 20. yüzyılda hiçbir tarihte görülmeyen savaşların ve zulümlerin neticesinde yaklaşık 170 milyon insanın katledildiği tahmin edilmektedir.2 Buraya kadar saydıklarımız yalnızca katliamlardır. Bu katliamlara soygunlar, hapisler, işkenceler, yaralanmalar, sakat kalmalar, sürgünler, evsiz kalmalar, açlıklar da eklendiğinde zulmün ne kadar büyük boyutlarda olduğu tahmin edilebilir. 21. yüzyılda ise, insan haklarından, demokrasiden bahseden batılı ülkeler İslâm’a ve İslâm ülkelerine savaş açmışlardır. Değişik vesilelerle hem bütün dünyada İslâm’ın gözden düşürülmesini sağlamaya çalışıyorlar, hem de İslâm ülkelerinde ihtilafları körükleyerek onları birbirlerine düşürüyorlar, iç savaş çıkarıyorlar, zalim ve despot yönetimleri destekliyorlar. Dünyada aklı başında olup, hâlâ vicdanını kaybetmemiş insanlar bu gidişata dur demedikleri takdirde, 21. yüzyıl da 20. yüzyıl gibi kanlı bir yüzyıl olacak, belki de ondan daha kanlı olacaktır. Bütün dünya Allah’ın aşağıda haber verdiği kimseleri beklemektedir: “Eğer Allah, insanların bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu.”3 “Eğer Allah, bir kısım (kötü) insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, içlerinde çokça Allah’ın ismi zikredilen manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi.”4 b. Beşerin İsrafı “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz!”(A’raf, 31) Dünyamızın bir tarafı israf bolluğu içinde yaşayan aşırı kilolu ve bu kiloları nasıl eriteceğini düşünen insanlarla dolu iken, bir başka tarafı da günlük yiyecek ekmek bulamayan, hatta bu yüzden ölen insanlarla dolu. Her iki kısım insanların sayısı milyarla ifade ediliyor. Açlık Yapılan bazı araştırmalara göre, günümüzde dünya nüfusunun 925 milyonunun açlık çekmekte olduğu, bu nüfusun sürekli artma eğilimi gösterdiği ve 2011 yılında ise dünya nüfusu 80 milyon kişi artarken 70 milyon kişinin daha açlığa düştüğü ortaya konulmuştur. (…) Ayrıca dünyada yaklaşık 1 milyar kişinin açlık ve mutlak yoksulluk sınırı olarak da tanımlanan 1 dolardan daha az gelire sahip olduğu ve yaklaşık 2,5 milyar insanın da günlük 1 ila 2 $ arasında gelire sahip olduğu tespit edilmiştir.5 Açlık çeken nüfusun yaklaşık % 75’i kırsal kesimlerde yaşamakta olup, bunların 120 milyondan fazlası okul çağından küçük çocuklardır. Bu çocuklardan yılda 11 milyonu daha beş yaşına ulaşmadan ölmektedir. Yine kırsal kesimde yaşayan ve açlık çeken 530 bin anne her yıl doğum esnasında ölmektedir. (…) Birleşmiş Milletler kurumları tarafından hazırlanmış olan açlık yaygınlığı haritası incelendiğinde; çoğu Güney Afrika ve sahra altı ülkelerinde nüfusun %35’inden fazlasının açlık çektiği, bu oranın Asya’nın güney batı kesimlerinde % 20-34 arasında, Asya’nın güney doğu kesimleri ile Güney Amerika’nın kuzey kesimlerinde ise % 5-19 arasında olduğu anlaşılmaktadır.6 Obezite Dünyada milyonlarca insan açlıktan dolayı ölümle karşı karşıya iken, bir o kadar insan da obeziteden şikâyet etmektedir. Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO), Dünya Tarım ve Gıda Teşkilatı (FAO) ve Dünya Gıda Programı (WFP) gibi uluslararası kurumların kayıtlarından Dünyada bir milyar kadar kişi açlık çekerken, bir o kadar kişinin de obezite sorunu ile karşı karşıya olduğu anlaşılmaktadır.7 Dünyadaki bu çelişkili durum ister istemez “Dünyadaki açlık ve sefaletin nedeni, yoksulları doyuramamak değil, zenginleri doyuramamaktır” sözüne hak verdiriyor. İsraf “Gereksiz yere saçıp savurma. Zira saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridirler.” (İsra, 29) Peygamberimiz abdest alan birine “Bu israf nedir?” dedi. O sahabi (taaccüble) “Abdestte israf olur mu?” diye sordu. Peygamberimiz “Evet! (Olur). Suları akıp giden bir nehir kenarında bile olsan (suyu fazla kullanırsan israf etmiş olursun)” buyurdu. (İbn Mace) Dünyada bir milyara yakın aç insan bulunmaktadır. Eğer zenginler israf etmeseler ve fakir insanlara şefkat edip yardım etseydiler, açlık diye bir problemden bahsedilmeyecekti. Çünkü Dünya Bankası’nın raporlarına göre, gelişmiş ülkelerde çöplüklere atılan yiyeceklerin, Dünyada açlıktan ölen insanların 15 katını besleyecek miktarda olduğu belirtilmektedir. Bir internet sitesinde “Küresel İsrafın Faturası 750 milyar Dolar” başlığıyla dünyadaki israf hakkında şu bilgiler verilmektedir: Yılda 805 milyon insanın (Dünya nüfusunun % 11,3’ü) yetersiz beslendiği, yaklaşık 10 milyon insanın ise açlık ve yetersiz beslenmeden hayatını kaybettiği Dünyamızda, yıllık 1,3 milyar ton gıdanın israf edildiği tahmin edilmektedir. Bu israfın ekonomik değeri ise 1 trilyon ABD dolarına karşılık gelmektedir. Dünya Gıda Örgütü verilerine göre israf edilen veya kayba uğrayan miktar, Dünya gıda üretiminin üçte biridir. Dünyadaki gıda kaybı ve israfının dörtte birinin önlenmesiyle bile yetersiz beslenen 805 milyon insanın gıda ihtiyacı karşılanabilmektedir. Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde kişi başı gıda israfı yıllık 95-115 kg, Sahra Altı Afrika’sı ve Güney-Güney Doğu Asya’da ise 6-11 kg. arasındadır. Gıda kayıp ve israfının ekonomik karşılığı, gelişmiş ülkelerde 680 milyar ABD $, gelişmekte olan ülkelerde ise 310 milyar ABD $’dır. ABD’de gıda üretimi için su kaynaklarının % 80’i, toplam arazilerin % 50’si ve enerji bütçesinin % 10’u kullanılmasına rağmen üretilen gıdanın % 40’ı israf edilmekte veya kayba uğramaktadır. Son 40 yılda gıda israfı % 50 oranında artış göstermiştir. Her 6 Amerikalıdan 1’i gıdaya erişimde sıkıntı yaşamaktadır. ABD de israfın %15 oranında azaltılması halinde, açlıkla karşı karşıya olan 25 milyon insanın gıda ihtiyacı karşılanabilecektir. Kanada’da tarladan sofraya kadar uzanan gıda zincirinde kayba uğrayan veya israf edilen gıda miktarının ekonomik karşılığı 27 milyar ABD $’dır. Bu değer toplam gıda üretiminin yaklaşık % 40’ına, Kanada Gayrı Safi Yurt İçi Hasılası’nın (GSYİH) ise % 2’sine denk gelmektedir. Bu değer, aynı zamanda en fakir 32 ülkenin GSYİH toplamından fazladır. Avrupa Birliğinde her yıl 89 milyon ton gıda (kişi başı 176 kg) israfı yapılmakta olup bunun ekonomik karşılığı 11,4 milyar €’dur. Bu miktarın 2025 yılına kadar % 50 oranında azaltılması hedeflenmektedir. Tüm gıda israfının % 42’si evlerde, % 39’u üretim safhasında, % 14’ü yiyecek/içecek hizmeti sektöründe (catering), % 5’i toptancı veya perakendeciler tarafından yapılmaktadır. AB Komisyonunun 2010 yılı bulgularına göre; AB’nin yıllık ekmek üretimi 32 milyon ton civarında olup toplam tüketim 22,5 milyon tondur (kişi başı ortalama tüketim 50 kg). Bu veriler ışığında AB’de üretilen ekmeğin yaklaşık % 30’u israf edilmektedir. İngiltere İngiltere Çevre Gıda ve Kırsal İşler Bakanlığı (DEFRA) tarafından yayımlanan 27 Temmuz 2010 tarihli rapora göre; 2008 yılında satın alınan tüm gıda ve içeceklerin % 15, ekmeğin ise % 32 oranında israf edildiği belirtilmektedir. İngiltere Atık ve Kaynaklar Eylem Programı (WRAP) verilerine göre yıllık unlu mamuller israfının 680.000 ton, maliyetinin ise 1,1 milyar Pound (yaklaşık 1,8 milyar ABD $) olduğu hesaplanmıştır. İngiltere’de toplam gıda ve içecek israfı ve kaybı 8,3 milyon tondur. Bu miktarın 5,3 milyon tonu önlenebilir düzeydedir. Avusturya Avusturya’da bir yılda üretilen ekmeğin % 10’u (yıllık 70 bin ton) israf edilmekte olup bu israf 1 milyon Avusturyalının yıllık tüketimine karşılık gelmektedir. Almanya Alman Tarım Bakanlığı verilerine göre Almanya’da her yıl 11 milyon ton gıda israf edilmektedir. İsrafın % 60’ı hane halkı, % 20’si satış yerleri, % 17’si ise restoran ve kafelerde gerçekleşmektedir. Her yıl kişi başına yaklaşık 81,6 kg. gıda israf edilmekte olup bunun 53 kg. önlenebilir israftır. İtalya İtalya’da hububat ürünleri üretimi kişi başı yıllık 158 kg, fiili tüketim ise 94 kg. olarak gerçekleşmektedir. Yani üretimin yaklaşık % 40’ı israf edilmekte veya kayba uğramaktadır. Gelişmiş Ülkeler Gelişmiş ülkelerde çöpe atılan gıdaların % 40’ı, aslında yenebilecek durumdadır. Gelişmiş ülkeler yılda yaklaşık 222 milyon ton yenebilir ürünü heba etmektedir. Bu miktar, neredeyse Sahra Altı Afrika ülkelerinin yıllık toplam gıda üretimine karşılık gelmektedir. Gelişmekte Olan Ülkeler Gelişmekte olan ülkelerde yılda 150 milyon ton buğday heba olmaktadır. Bu kayıp, tüm fakir ülkelerdeki açlığı ortadan kaldırabilecek buğday miktarının altı katını oluşturmaktadır.8 Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç şudur: Eğer İslâm’ın emrettiği israf etmeme, diğer insanlara şefkat, merhamet etme ve zekât, sadaka emirleri yerine getirilmiş olsa, yeryüzünde aç insan kalmayacaktır. c. İnsanların Dünya’nın Dengesini Bozması ve Kirletmesi “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden kara(lar)da ve deniz(ler)de fesat çıktı; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece (ceza olarak) onlara tattırır.” (Rum, 41) Amerikalı deniz bilimci Roger Revelle ve arkadaşı Hans Suess 1957’de birlikte yayınladıkları çalışmada şöyle diyorlardı: İnsanlık büyük ölçekli bir deneyi icra etmekle meşguldür. Bu geçmişte benzeri vuku bulmamış bir hadisedir ve bir daha da tekrarlanması mümkün olmayacaktır. Birkaç asırdan beri atmosfere ve denizlere milyonlarca yılın mahsulü olan konsantre karbon çökeltilerini geri döndürmekteyiz. Atmosferdeki dengeyi tersine çevirmekle meşgulüz ve bu durumun gezegenimiz üzerindeki hayat ve iklim üzerinde gelecekte ne gibi tesirleri olacağını da bilemiyoruz.9 Bu sözlerin üzerinden 50 yıldan fazla bir zaman geçti. Bugün bu deneyin neticelerini ve zararlarını bütün insanlık âlemi çok pahalı bir şekilde görmüştür. İnsanların –bilhassa zengin ülkelerin- yaptıkları sorumsuz faaliyetler neticesinde atmosferde ve denizlerde kirlenmeler olmuş, ormanlar azalmış, pek çok bitki ve hayvan türleri yok olmuş, doğanın dengesi bozulmuştur. Konuyla ilgili olarak Tüketici ve Çevre Vakfı sitesindeki “Dünyada Doğa ve Çevre” başlıklı yazıda şunlar söylenmektedir: Dünya nüfusu 150 yıl önce 1 milyardı. Şimdi 7 milyar. 2050 yılında 9 milyar olacağı hesaplanıyor. Nüfusla beraber dünya ekonomisi son 50 yılda 5 kat büyüdü. Nüfus ve ekonomi büyüdükçe doğa ve çevreye verilen tahribat katlanarak büyümeye devam ediyor. Dünya nüfusunun % 20’sini oluşturan kalkınmış ülkeler, dünya kaynaklarının % 80’ini kullanıyor ve bu oranda da dünyayı kirletiyor. Dünyamız hızlı bir şekilde kirleniyor. Biyolojik çeşitliliğimiz gittikçe azalıyor. Dünya ormanları 8 milyar hektardan 3,6 milyar hektara düştü. dünyada her yıl 20 milyon hektar orman alanı yok oluyor. Yağmur Ormanları neredeyse kalmadı. Bitki ve hayvanlar Doğal kaynakların üçte ikisi tehlikede. Dünyadaki 10 bin kuş türünün % 12’si, 4500 memeli türünün % 11’i, balıkların dörtte biri, bitkilerin dörtte biri yok edilmek üzere. Tarımsal genetik çeşitliliğin dörtte üçü, tarım alanlarının üçte biri yok edildi. Kimyasal gübre ve zirai ilaçlar doğal dengeyi bozdu, tarım topraklarını kirletti. Dünya topraklarının üçte biri çölleşti. Son 40 yılda biyolojik çeşitlilik küresel ölçekte % 30 azaldı. Atmosfer Petrol, gaz, kömür gibi fosil yakıtlar ile metan, azot oksit ve diğer sera gazları atmosferi kirletmeye devam ediyor. Son elli yılda fosil yakıtların tüketimi 9 kat arttı. Bunun neticesinde küresel ısınma tehlikeli boyutlara ulaştı. Böylece son yüz yılda Dünya 0,7 derece ısınarak okyanuslar 20 cm yükseldi. Buzullar Buzulların % 20’si eridi, % 40’ı inceldi ve Türkiye büyüklüğünde buzul yok oldu. Dünya 18.yy da küçük buzul çağı yaşadı. Buzullar azaldı çoğaldı ama şimdi toparlayamıyor. Antartika tamamen eridiğinde denizlerin 60 metre, Grönland eridiğinde denizlerin 7 metre yükseleceği hesaplanıyor. Şimdiden Avustralya’nın kuzey doğusunda bir adalar ülkesi olan Tuvala’nın dörtte biri su altında kaldı, nüfusunun dörtte biri göç etti. Küresel ısınma Küresel ısınmayla birlikte Dünyanın dengesi bozuldu. Mevsimler değişti, bitkiler erken çiçek açmaya, hayvanlar erken doğurmaya başladı. Kuşların göç zamanı değişti, kış uykusuna yatan hayvanlar uykuyu unutmaya başladı. Susuzluk, kuraklık, açlık, iklim göçleri, başta kasırgalar olmak üzere doğal afetler, salgın hastalıkları kapımızdadır. Atmosfer Atmosferin % 36’sını ABD, % 15’ini Çin kirletmektedir. Bu ülkeleri sırasıyla Rusya, Japonya, Hindistan takip etmektedir. AB ülkelerinin kirletme oranı % 14 tür. Türkiye’nin kirletme oranı % 0.40 civarındadır. Fakat en hızlı kirleten ülkeler içinde bulunuyor. İklim değişikliği ile mücadele için oluşturulmuş Birleşmiş Milletler Çerçeve sözleşmesine ülkemiz 2004 yılında taraf olmuştur. Bu sözleşmeye dayanarak hazırlanan sera gazı emisyonunun azaltılması ve sınırlandırılmasına yönelik KYOTO protokolüne Türkiye 2009 yılında taraf olmuştur. Fakat KYOTO protokolüne Dünyayı en çok kirleten Amerika Birleşik Devletlerinin imzalamaması dikkat çekmektedir. Su Küresel ısınmanın en çok su kaynaklarını etkilediği bilinmektedir. Suyun yanlış yönetimi ve yanlış kullanımından dolayı Dünya nüfusunun % 40’ı susuzluk tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. 1 milyar insan sudan mahrum.1,5 milyon çocuk her yıl kirli sudan ölüyor. 2050 yılında 9 milyar olacağı hesaplanan Dünya nüfusu için % 70 daha fazla gıda üretilmesi gerekiyor. Bu oranda da üretim için su tüketilecek. Günümüzde bir insanı besleyecek gıda üretimi için yılda 2 ile 5 ton su harcanıyor. Böyle giderse 2025 yılında Dünya nüfusunun üçte ikisi susuzluk ile ilgili sıkıntı yaşayacağı hesaplanıyor. Ayrıca gıdaların % 30’u çöpe gidiyor. Böylece bu kadar da su kaybı oluyor. Dünyadaki insanların % 18’i temiz su bulamıyor. Denizler, akarsular, göller, yer altı suları kirlendi. Su dengesini ve doğal dengeyi sağlayan Dünyadaki sulak alanların yarısı kurutuldu. Son 40 yılda Dünya kullanılabilir sularının neredeyse yarısını kaybetti. İnsanların mevcut yaşama ve tüketim alışkanlıklarını devam ettirmek için 1,5 gezegene ihtiyaç olacağı hesaplanmaktadır. Kızılderili Reisin 19. Yüzyılda söylediği “KENDİ ÇÖPLÜĞÜNÜZDE BOĞULACAKSINIZ” sözü adeta bu günleri anlatmaktadır. Biyolojik çeşitlilik üzerinde muazzam bir baskı oluşturan bu hoyratça yaşama tarzı Dünya’daki tüm canlıların geleceğini tehdit etmektedir.10 Kaynaklar: 1- Zbigniew Brezezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, İş Bankası Yayınları, 1994, s.12, 15, 18.2- Zbigniew Brezezinski, age. s. 20.3- Bakara, 251.4- Hac, 40.5- Mustafa ERBAS, Sultan ARSLAN, Açlığın Önlenmesi ve Gıda Güvencesinin Sağlanması, Gıda Mühendisliği Dergisi 36. Sayı, s. 51, 54.6- Mustafa ERBAS, Sultan ARSLAN, a.g.m., s. 547- Mustafa ERBAS, Sultan ARSLAN, a.g.m., s. 528- http://www.esk.gov.tr/tr/11821/Kuresel-israfin-faturasi-750-milyar-dolar.9- Yılmaz Muslu, Ekoloji, Yeni Asya yayınları, 1987, s. 4310- http://www.tukcev.org.tr/faaliyetlerimiz/dogal-yasam/dunyada-doga-ve-cevre
Haliç’in herhangi bir noktasından Eyüp’e doğru bakanlar, Peygamber Efendimizi (asm) ve onu evinde ağırlayan Eyüp Sultan’ı hatırladıkları gibi, Asr-ı Saadetten gelen fetih müjdesini de hiçbir zaman unutmadılar. Bilâd-ı Selâse Eskiden nefs-i İstanbul olarak da isimlendirilen sur içi bölgesinin asıl adı, Dersaâdet’ti. İstanbul’un sur dışındaki üç kazası olan Eyüp, Galata ve Üsküdar da işin içine dâhil edilince resmî işlemlerde, Dersaâdet ve Bilâd-ı Selâse (üç belde) ifadesi kullanılırdı. Dersaâdet’in kadısı ayrı, Bilâd-ı Selâse’nin kadıları ayrıydı. Osmanlı’da kadılar, sadece adlî sistemin başı değillerdi. Bugünkü manada hem belediye başkanlığı görevi yaparlardı, hem de şehirdeki ya da kazadaki bütün kamu kurumlarını denetlerlerdi. Bu sebeple İstanbul’da idârî, adlî, iktisâdî ve içtimâî düzenin sağlanabilmesi için, Dersaâdet ve Bilâd-ı Selâse kadıları devamlı işbirliği içinde olurlardı. Birlikte ortak toplantılar yapar, Çarşamba günleri de Veziriazam’ın divanına katılırlardı. Veziriazam, şikâyetleri dinler ve davalara bakarken, Dersaâdet ve Bilâd-ı Selâse kadıları da yanında bulunurlardı. Şikâyetçi çoksa, Veziriazam’a yardım ederlerdi. Dersaâdet ve Bilâd-ı Selâse kadıları arasındaki işbirliği ve ortak çalışma, her sahada kendini gösterirdi. Dersaâdet kadılığının belirlediği narh, üç beldenin kadılığınca kayda geçirilirdi. Narh, fiyat belirleme, kontrol ve sınırlandırma anlamına gelmekte olup; Osmanlı tebaası için önemliydi. Bu konuda ne esnafın ne de vatandaşın mağdur edilmemesi gerekiyordu. Yahya Kemal’in şiirlerinde ve nesirlerinde de anlattığı gibi, Üsküdar’da doğan bir çocuk, ezan sesleri arasında yüzyılları aşan İslâm medeniyetinin Osmanlı yorumunu, bugünün ifadesiyle, çok rahat içselleştirebilirdi. Osmanlılarda kadılar, adlî ve idari işler için ayrı bir bina kullanmazlardı. Resmî ikametgâhları olan konakları, aynı zamanda onların davaları gördükleri, resmî işlemleri yaptıkları kamu binalarıydı. Kadıya yardım eden kâtipler, subaşılar ve diğer görevliler, mesai saatlerinde kadı konağının resmî işlemlerinin görüldüğü kısmı olan divanhane bölümünde çalışırlardı. Üç beldenin 15. yüzyılın sonlarından, 1923’e kadar olan kadı ve mahkeme sicilleri, büyük oranda günümüze ulaşmıştır. Üç beldenin her birbirinin kendine has özellikleri, dikkatli bakıldığında bugün bile fark edilebilmektedir. Mihmandâr-ı Resûl’ün İkâmetgâhı Eyüp Peygamber Efendimiz (asm) Medine’ye Hicret ettiği zaman, Medineli sahâbelerin hepsi, onu kendi evlerinde ağırlamak istiyorlardı. Resûlullah (asm) kimsenin kalbini kırmak istemedi ve devesi nerede çökerse, orada misafir olacağını söyledi. Peygamber Efendimizin (asm) devesi Kusva, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (ra) evinin önünde çöktü. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri (ra), Peygamber Efendimizi (asm) yedi aya yakın evinde ağırladı. Bu sebeple “Mihmandâr-ı Resûl” ünvanı ile anıldı. Hz. Ebû Eyyûb (ra), Peygamber Efendimizin (asm) İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisine mazhar olabilmek için yaşı çok ilerlemiş olmasına rağmen Hicret’in 52. senesinde İslâm ordusuyla birlikte İstanbul kuşatmasına katıldı. Kuşatma sırasında şehîd oldu ve vasiyeti üzerine ordunun ilerlediği en uç noktada defnedildi. Fetih, o zamanlarda müyesser olmadı ama Hicrî 857’de Fatih Sultan Mehmed komutasındaki İslâm ordusu, fethi gerçekleştirdi. Yani Hicrî takvime göre tam 805 sene sonra… Akşemseddin Hazretlerinin manevî keşfiyle yeri tesbit edilen Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (ra) kabrinin üzerine önce türbe yapıldı. Ardından da cami ve etrafını saran diğer kamu binaları yapıldı. Fethin ardından Müslüman ahalinin yerleşim yeri olan bu bölge, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerini bağrında taşıdığı için, Eyüp ismini aldı ve İstanbul’un üç merkez kazasından biri oldu. Eyüp’ün Haliç’e bakan yamaçları, İstanbul’un Müslüman nüfusu için kabristan olarak ayrıldı ve yüzyıllarca Müslüman ahali buraya defnedildi. Birçok Sadrazam, Şeyhülislâm, devlet görevlileri, âlimler, evliyalar ve daha niceleri Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin türbesinin etrafındaki, hazirelerde ve kabristanlarda defnedildiler. Sultan 5. Mehmed Reşad’ın türbesi de Eyüp’tedir. Eyüp bütün bu sebeplerden dolayı Osmanlı’nın bir maneviyat merkezine dönüştü. Haliç’in herhangi bir noktasından Eyüp’e doğru bakanlar, Peygamber Efendimizi (asm) ve onu evinde ağırlayan Eyüp Sultan’ı hatırladıkları gibi, Asr-ı Saâdetten gelen fetih müjdesini de hiçbir zaman unutmadılar. Aynı zamanda Haliç’in en güzel yamacına kurulu Eyüp kabristanını görüp, dünyanın geçici heveslerine bel bağlamadılar. Ahireti her daim akılda tuttular. Ecdâdımız, eğer dünyevî hırslar içinde olsalardı, Haliç’in en güzel yerini kabristan yapmazlardı zannederim. Fethi Gören Üsküdar Osmanlılar, Üsküdar’a İstanbul’un fethinden 100 yıl önce ulaşmışlardı. Fetihten önceki yüz yıl boyunca, Peygamber Efendimizin (asm) müjdesine mazhar olabilmek için didinip durdular. Üsküdar da Eyüp gibi Müslüman ahalinin çoğunlukta olduğu İstanbul’un üç merkez kazasından biriydi. Yahya Kemal’in şiirlerinde ve nesirlerinde de anlattığı gibi, Üsküdar’da doğan bir çocuk, ezan sesleri arasında yüzyılları aşan İslâm medeniyetinin Osmanlı yorumunu, bugünün ifadesiyle, çok rahat içselleştirebilirdi. Bu medeniyet yorumu, dünyadan, ilimden, fenden kopmadan ahireti önceleyen bir anlayışı benimsiyordu. Bu sayede Osmanlılar, insana ve arza saygılı nesiller yetiştirmişlerdir. Ramazan aylarında iftar vakitlerinde konakların kapılarının herkese açılması, sadaka taşları, kuş evleri ve akla gelebilecek her türlü ihtiyaç için kurulan vakıflar, bu medeniyetin tezahürlerinden birkaçıydı. Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii, Vâlide-i Cedîd Camii ve Vâlide-i Atik Camii, mimarîleriyle, külliyeleriyle ve çevreleriyle, yüzyıllardan beri medeniyet anlayışımızın cisimleşmiş şekilleri olarak dimdik ayakta durmaktadırlar. Pera, Galata, Beyoğlu İstanbul fethedilmeden önce Beyoğlu’nun adı Galata idi. Galata’nın etrafı surlarla çevriliydi ve bir Ceneviz kolonisiydi. Zaman zaman Cenevizliler ve Venedikliler arasında el değiştirmiştir. Fetihten sonra etrafındaki surlar zamanla yıkıldı ve ortadan kalktı. Bugün bu surlardan günümüze sadece Galata Kulesi kaldı. Galata Kulesi, konumuyla Galata surlarının sınırı hakkında bize bilgi vermektedir. Galata, Osmanlı’nın gayrimüslim nüfusunun en yoğunluklu yaşadığı bölgelerinden biriydi. Galata’da Müslüman Türk nüfusun yanı sıra Ortodoks Rumlar, Latinler (İtalyan, Cenevizli, Venedikli, Katalan), Ermeniler ve Yahudiler yaşamaktaydı. Galata’nın Bizans döneminde adı “Sykai” (incirlik) idi. Rumca’da “Karşıdaki İncirlik” anlamında “Peran en Sykais” de denirdi. Levantenlerin kullandığı “Pera” adı buradan gelmektedir. Beyoğlu, nüfus yapısı açısından Osmanlı zamanındaki Pera ve Galata hâlinden uzaklaşmış olsa bile, hâlâ çok milletli bir Avrupa şehri havasını insana hissettirmektedir.
Hayrat Vakfı İngiltere temsilciği ve Hampshire bölgesinde faaliyet gösteren Hampshire İslami Tebliğ ve Davet Derneği (HIOS) İslamiyet’in latif ve parlak hakikatlerini İngiltere’de anlatmaya devam ediyor. Geçtiğimiz dönemde, Winchester Üniversitesi, Queen Mary College, The Vyne College gibi okullardaki seminerler ile Basingstoke Discovery Centre, Brighton ve Southampton’daki İslamî tanıtım sergilerinden sonra son olarak bölgedeki Petersfield Müzesi’nde üç ayrı ilkokulun öğrencilerine İslamiyet’in anlatıldığı bir dizi seminer düzenlendi. İslamiyet Nurdur, Rahmettir Menfur Paris saldırılarının hemen iki üç gün sonrasına tevafuk eden müzedeki seminer ve atölye çalışmasına üç ayrı okuldan öğrenciler, öğretmenler ve okul müdürleri de dâhil olmak üzere toplamda 100’e yakın kişi katıldı. Soruların çokluğu, dikkatle dinleyenler ve not alanlar İslamiyet ile ilgili mevzuların ne kadar ilgi çektiğini bir kez daha gösterdi. Yaşları 5 ile 11 arasında olan bu pırlanta gibi yavrular ile ona eşlik eden öğretmenleri, İslamiyet’in güzelliklerini Risale-i Nur perspektifinden dinlediler, alkışladılar ve anlatanlara teşekkür ettiler. Umumi Oturumda Birinci Söz Önce üç okulun ve öğrencilerinin tamamına genel oturumda “İslamiyet’te Şükür” konulu bir takdim yapıldı. Hayrat Vakfı İngiltere temsilcisi, Hamza Berat Öztaş’ın yaptığı sunumda, Birinci Söz’den yola çıkılarak, Rabbimizin bize verdiği nimetlere karşılık ona teşekkür etmek gerektiği vurgulandı. Risale-i Nur’dan ilgi çekici örnekler ve renkli resimlerle süslenen sunumunda, hediye getiren bir postacının elinin ayağının öpülüp hediyeyi gönderen padişaha teşekkür edilmezse nasıl büyük bir yanlışlık olacağı anlatıldı. Öyle de insanlara verilen hayat, sağlık, vücudumuz, gıdalarımız gibi daha birçok nimetin hakiki göndericisinin Yaratıcımız, Halikımız olan Allah olduğu çocukların anlayacağı bir üslup ile verildi. Diğer dinlerden bir papaz ve bir Yahudi’nin de sunum yaptığı oturumda, İslam dini ile ilgili yapılan sunumun sonunda ezan okundu ve bu sunum en çok alkış alan sunum oldu. Her Sınıf İçin Ayrı Ders Umumi oturumun ardından her sınıf ayrı gruplar halinde geldiler. Başlarında müdürleri ve öğretmenleri de olan öğrencilerin küçük yaşlarına rağmen harika ve müdakkik sorular sorulması sevindiriciydi. İslamiyet’in güzel ve tatlı ve latif hakikatleri, günahsız çocukların sorularıyla buluştu ve harika bir hüsn-ü kabul gördü. Allah’ın varlığı, Kur’an-ı Kerim, cennet, helal gıda ile ilgili soruların yanında hac ve zekât ile beraber İslam’da çocukların vazifeleri, bir namazın ne kadar uzun sürdüğü sorulan sorulardan bazılarıydı. Her sınıfın birbirinden farklı soruları ve çocukların heyecanlı ve coşkulu katılımları istikbale dair ümit verdi. Çocukların seviyesine inilerek esprili ve eğlenceli olarak verilen cevapları çocuklar çok sevdi. Bir Köy Muhtarsız Olmaz Özel oturumlarda en çok gelen sorular, Allah’ın varlığı ile alakalı idi. Sunumlarda, Risale-i Nur’da geçen meşhur “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihâyet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?” sözünü çok iyi dinleyen çocuklar ezber derecesinde konuyu anladılar. Nasıl ki şu perdenin arkasından size bir el pasta ikram etse, siz onu perdeden bilmezsiniz. Perde kardeş, sen çok iyisin, ne güzelsin, demezsiniz. Bilirsiniz ki arkasında biri var, size o lezzetli pastayı o veriyor. Aynen öyle de elmayı ağaçtan değil, yağmuru buluttan değil, Allah’ın rahmetinden bilmelisiniz, tarzındaki anlatımlar çocukları cezb etti. Müdürler Ve Öğretmenler Sordular, Not Aldılar Öğrencilerin yanında soru sorarken çekinen öğretmenler, teşvik ve motive edildikten sonra sorularını sormaya başladılar. Önce çekinerek sorulan soruların yerini samimi ve hakikaten öğrenmek için sorulan sualler aldı. Öğretmenlerin bazılarının, cevapları ciddi not alıp yazdıkları gözlendi. Okul müdürlerinin de katıldığı özel oturumda, onların da soruları mukni cevaplarını buldu. “Okulumuzda İslamiyet’i Anlatın” Okul müdürlerinden Türkiye’ye defalarca gitmiş ve İslamiyet’e dair daha fazla malumatı olan John C. ismindeki müdür, aslen Anglikan Kilisesi’ne bağlı ilkokullarına gelip din kültürü derslerinde Müslüman bir ziyaretçi öğretmenin ders vermesini ve öğrencilerin sorularını birebirde sorabilecekleri bir Müslümanla tanışmalarını talep etti. Bu okuldan sonra başka okulların da aynı taleple gelebileceklerini söyleyen ilkokul müdürü, “İngiltere’nin bazı bölgelerinde Müslüman çok az. Çocuklarımız, Müslümanlar kimdir, neye inanırlar bilmiyorlar. Şu anda, tek kaynak maalesef medya! Bu da beni rahatsız ediyor. Doğru bilgiye çocuklarımızın ihtiyacı var” dedi. Çocukların Sevinci Sunumların, soruların ve cevapların ardından dağılan öğrencilerin müze çıkışında servislerini beklerken Hampshire İslami Tebliğ ve Davet Derneği Başkanı’na karşı samimi sevgi gösterisinde bulunmaları ve el sallayıp uğurlamaları ise fıtratları Müslüman olan çocukların, bu seminerlerden ciddi istifade ettiğini ve Risale-i Nur’a olan fıtri iştiyaklarını gösterdi. İstikbal İslamiyet’in İslamiyet’in öcü gibi gösterilip insanların İslam’dan soğutulmaya çalışıldığı bir dönemde, İngiliz çocukların birinci elden İslamiyeti dinlemeleri hepimizi sevindiriyor ve gayrete getiriyor. İslam karşıtlarının maksatlarının aksine hakikati arayan insanlara İslamiyet’i anlamak için araştırma ve sorgulama imkânı doğuyor. Avrupalıların hakperest olanları, İslamiyet ile şerefleniyorlar ve bunun gibi nice sistematik faaliyet, seminer, konferans, sergi ve buluşmalar vasıtasıyla inşallah daha niceleri hem dünyevi saadetlerini hem de uhrevi saadetlerini kazanacaklar. İslamiyet; nurdur, rahmettir.
Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım,Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.Mehmet Akif Hakkı tutup kaldırabilme gücüne sahip olmak… O tehlikeye girdiğinde susmayıp sesini yükseltebilmek… Herkesin yüz çevirdiği demlerde ona ruh-u canla sarılabilmek… Öz ve söz arasındaki mesafe açıldığında onu terazi yapabilmek… Gerektiğinde onun hatırını hiçbir şeye feda etmemek… Maalesef zaman şeridinin geldiğimiz noktasında gönüllerin hak ve hakikate yaban kaldığını müşahede ediyor, müteessir oluyoruz. “Kuvvete” adeta tapan, kuvvetin ve kuvvetlinin her hakka sahip olduğuna ve olacağına tüm varlığıyla dayanan bir anlayışa, “hakkın sillesini” en şiddetli şekilde, hem de tarih koridorunda mükerreren aşk eyleyen ve “Hüküm Allah’ındır” hakikatini haykıran bir ecdadın torunlarının yaşadığı bu hâl çok üzücü ve esef vericidir. “Hakka tapan bu aziz milletin” evlatlarının kalp ve ruhlarının, Hak ile olan ünsiyeti ve hakikati sahiplenmeleri sağlanmalıdır. Elbette ki hakkı tutup kaldırmak ancak Hakkı hak olarak bilmek ve Hakka sahip çıkmak ile mümkündür. Ünsiyet İçin “Hakkı Hak Bilmek” Hakkı hak bilmek; “Allah’ım sen haksın, vaadin hak, sözün haktır. Kıyametin kopması haktır.” ifadesinde kendini bulan hakkı tasdiktir. Hakkı hak bilmek; eşyaya Cenab-ı Hak namına bakmaktır. Tenteneli perdeyi kaldırmak, Hakkın marifetini kazanmaktır. Yaratılan her şeyin hakikatlerinin ve mahiyetlerinin El-Hak isminin tecellisi olduğunu bilmektir. Zira, El-Hakk… Esma-yı Hüsna’dandır. Allah’ın (cc) en güzel isimlerinden… Rahman, Rahim, Melik, Kuddüs, Selam, Mü’min, Müheymin, Aziz… vs. nice güzel isimler gibi... Evet, Ma’ruf olan Yaratıcımız güzel isimleriyle kendini tanıtıyor. Kendine, kendinin istediği şekilde iman, ibadet ve itaat edilmesini istiyor. Esmadaki her bir ismin kıymeti bu cihetten çok yücedir. “El-Hakk” isminin de… El-Hakk; var olan her şey, bu isimle mana kazanmakta… Hikmetli bir şekilde var edilmekte… Her hak sahibine istidadı nispetinde hakkı verilmekte, ihtiyaçları ve cihazları ihsan edilmekte… Tüm eşyaya bakılırsa, güneşin parıldayan şuaları misilli bu isim görülür. Her bir şey adedince tecelli, hikmetler adedince tecelli… Hakikat şuaları… Bu isme ulaşanın kazancı büyük: Hakikat ilmi, hikmet ve marifet… Dolayısıyla, Hak ile ünsiyet ve imana kuvvet. Rabbimizi bize tarif eden üç külli muarriften kâinat kitabını “Hak” dürbününden hece hece, kelime kelime okumak, marifetullaha ulaşmak. İşte, insan-ı kâmil yolunda hakkı tututup kaldırma adına büyük bir adım! Hakka Sarılmak Hak isminin penceresinden kâinata bakabilenler, hemcinslerine ve kendisine aynı noktadan bakacaktır. Kendini insan yapan ve diğer varlıklardan ayırt eden özelliklerinin bütünü olan insaniyetinin, bu isme ayinedarlık yapmaya elyak olduğunu anlayacaktır. İstikametini hak yöne çevirecek, küçük dünyasında da istikametin inkılabını yaşayacaktır. İslamiyet ve iman nimeti ile geniş bir dünyaya açılacaktır. Hak isminin tecellillerini insaniyet ayinesinde yansıtacaktır. İşte her daim Hakka müşteri olan, hakikati arayan, maksadı saadet-i dareyn olan, bütün her şeyi ile Hakka sarılan insan: O, her şeyden evvel “Allah apaçık Hak’tır.” diyecek; takdirinde ifrat ve tefrit olmadığına itikad edecek; tevazula, minnet duygularıyla, istiğfar ve şükürle Hakkın divanına duracaktır. Gerçek kulluk makamına ulaşacaktır. O, “Hak doğrudadır” diyecek; söz ve fiillerini doğruluk terazisiyle tartacak, yalana ve türevlerine tevessül etmeyecektir. Zor durumda kalsa dahi yardımcısının Hak olduğunu hatırından çıkarmayacaktır. Doğrulardan yazılacaktır. O, “Hakka tapanın hakkı kaybolmaz.” diyecek; Her hak sahibine hakkını teslim edecektir. Kendi nefsi de dâhil olmak üzere zihayatın hukuk-u hayatına riayet edecek, kul hakkından ictinap edecektir. Haksızlık batağına düşmeyecektir. O, “Hakkı tanıyan halka baş eğmez.” diyecek; Hak diyenin mahrum kalmayacağını bilerek Hakka dayanacak, Hakka tevekkül edecek, Haktan isteyecek, insanlardan istiğna ile izzet kazanacaktır. O, “Hak her zaman yerini bulur.” diyecek; Haksızlıktan ve adaletsizlikten kaçınacak, Hakkın küçüğünü ve büyüğünü müsavi tutacaktır. Hakka iltica edip sevgi ve öfkesinde dahi Hak mizanını kurup haddi aşmayacaktır. Zulüm tuzağına düşmeyecektir. O, “Hak deyince akan sular durulur” diyecek; Hakkın hatırını yüce tutup hiçbir hatıra feda etmeyecek. Kulluk vazifesi neyi gerektiriyorsa onu yapacak, itaat ve taatta sebat edecektir. Hak-endiş olacaktır. O, “Hakkı tanıyan batıla boyun eğmez” diyecek; haksızlık karşısında susmayıp zalimin yüzüne mertçe hakkı haykıracaktır. Dilsiz şeytan olma tehlikesinden kurtulacaktır. Ve… O Hakperest insan “Kâinat, Kadir-i Zülcelalin kudret ayetidir” diyecek; tüm varlıklara mana-yı harfiyle bakıp hakikati temaşa edecektir. Söyledikleri ve yaptıklarında Hakkın hükmü geçerli olup, hikmetli sözleri ve fiilleri ile Hakka ayinedarlık yapacaktır. Çürük Tahta: “El-Hükmü lil-Galib” Kur’ân… Furkan-ı Hakim… El Hakk’ın en büyük tecellisi… Haktır, Haktan gelmiştir, Hak demiştir, hakikati göstermiştir, nurani hikmeti neşretmiştir. Onu gözünden ve gönlünden düşürmeyenler, hayat düsturu hakikatlerine hürmetle ve sıkı sıkıya sarılanlar “El-hükmü lillah” demişlerdir. Her şeyle barışık, her şeyde hakikati gören göze sahip olmuşlardır. Bazı zaman zahirde mağlup olsalar da neticede “âkıbetü lil-muttakîn” sırrıyla, Hakkın izniyle, muzaffer ve galip olan, hak ve hakikat yolunun yolcuları - Kur’an’ın tilmizleri olmuştur. Felsefe… Hak Kitabı gibi “hakkı” ders vermeyip “kuvvet zehrini” aşılayan cerbeze üstadı. Ona aldananlar, batağında bata çıka gidenler, hakkı kuvvet ekseninde arayıp “El-hükmü lil-galib” dediler. Çatıştılar, hatta yaratıcıyla dahi mücadeleye girişiverdiler. Tahribatın kolaylığı ve ihmalden fırsat gibi esbaba binaen bazen zahirde kazandılar ama hakikatte kaybettiler. Nemrud’u, Firavun’u, Şeddad’ı meyve vermiş, manen zulmü alkışlamış, zalimleri cesaretlendirmiş, cebbarlara uluhiyet dava ettirmiş şu felsefe batağının kuvvete hak veren çıkasıca gözü nerede?... Gül-i Rana (asm) başta olmak üzere, her asırda kokusunu o Gül’den (asm) alan nice çiçeği (ra) meyve vermiş, manen Hakkı alkışlamış, hakikat aşıklarını şevklendirmiş, talebelerini kulluk makamına çıkarmış, dar-ı saadetin kılavuzu Kur’ân’ın hakikat gören ve gösteren dürbünlü gözü nerede?! Elbetteki hak davasında söz “Hak Kelamı”na aittir. Ona sahip çıkmak “hakka sahip çıkmak”tır. Onun hükümlerini yaşamak “hakkı tutup kaldırmak”tır. Unutmayalım, şairin ifadesinde “tek dişi kalmış canavar” olarak teşhis edilen Garb medeniyetinin damarlarında, felsefenin aşıladığı bu “kuvvet zehri” dolaşmaktadır. İnsan hayatının her alanındaki hak çiğnenişleri bu zehrin tesirinin kuvveden fiile çıkmasıdır. Hak ve hakikate yabancılaşan İslam medeniyetinin çocuklarında bu menfi tesirin sirayeti göz ardı edilmemeli, gerekli tedbirler “Kur’ân eczahanesinden” tedarikle akıl ve dimağlara uygulanmalıdır. Ne demiştik: “… sözün haktır.” Hakkın Delili: Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz O (asm), risaletiyle bürhan-ı Hak: İnsaniyet kulak verdiğinde Hakkın marifetine, muhabbetine ulaşır. Ona (asm) tabi olan Hakkı Hak olarak bilir. O (asm), sünnet-i seniyyesiyle Hak ve istikameti gösteren pusula: İnsaniyet karanlıklı zamanlarında onun ile yolunu bulur. Onu (asm) takip eden “Böyle hareket hak mıdır?” endişesinden kurtulur. O (asm), “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!” emrinin muhatabı: Bu emrin gereğini yapan hakiki insan, Zat-ı Muhammediyedir (asm). Onu takip eden Hakkı batıldan tefrik eder. Hayatın hakkını verir. O (asm), hakkın ve hakikatin en büyük delili: Hak olan Allah’ı her cihetle gösteren en güzel ayinedir. Ona (asm) ittiba eden Hak isminin tecellilerinden nasibini azami derecede alır. Bu cihetten; O (asm), Hakkın Habibi… O (asm), insaniyetin hakiki Rehberi… O (asm), Hak Tealanın Emini… O (asm), Cenab-ı Hakkın Şahidi… Hak ve hakikat O’nsuz (asm) olmaz, olamaz. O’nun (asm) hayatını örnek almak, O’na (asm) her halimizde tabi olmak, aslında hakkı kabul ve hakkı sahiplenmedir. Onun (asm) en küçük bir sünnet-i seniyyesine ittiba “hakkı tutup kaldırmak”tır. Asrımızın dağdağalı denizinde günah dalgaları içerisinde yönünü kaybeden gençlerimizin O’na (asm) ne kadar çok ihtiyacı var, değil mi? Sünnet-i seniyyeye riayet etmek, elimizi asrımızdan saadet asrına uzatıp O’na (asm) biat etmektir. Her gün ittiba edilen sünnet-i seniyye adedince hak ve hakikatin izine yapışmaktır, değil mi? Onun (asm) unutulan sünnet-i seniyyesini ihya ile zamanımızı asr-ı saadete çevirmek istemez misiniz? Velev İbrahimvari tek başıyla ateşlere göğüs germek pahasına da olsa. Hakperestçe… “Allah’ım bize hakkı hak olarak göster, ona uymayı nasib eyle! Batılı da batıl olarak gösterip ondan kaçınmayı nasib eyle! Amin…
KİMLİKRisalenin ismi/isimleri: İktisad RisalesiRisalenin Dili: TürkçeTelif Tarihi ve Yeri: 1934, IspartaRisalenin Konusu: İktisat, kanaat ve israfa dairdir. Bisalenin Önemi: Küçük fakat müstesna bir risaledir. Milleti israftan kurtarmak ve iktisada alıştırmak için telif edilmiştir. Müellif, iktisad risalesinde geçen hakikatlere uygun bir psikolojide telif etmiştir. Bu risale telif edilmeden önce Ramazan boyunca Hz. Üstadın aldığı gıda, yanında kalanların hesabına göre şu miktardadır: “Bir tek fırıncala ekmeği, yarım okka kese yoğurdu, yüz elli dirhem pirinç idi. Biz tahmin ettik ki, yirmi dört saatte üç hurma tanesi kadar gıda ile külfetsiz idare etti. Bu hal, Ramazan’dan sonra ona yazdırılacak olan İktisat Risalesinin bereketine ve mübarekiyetine ve kerametine bir işaret idi.” Bu risalede, birbirinden habersiz bu risaleyi yazan altı kâtibin yazdıkları İktisad Risalelerinde, satır başlarında toplam 51 tane elif bulunmaktadır. Bu da, risalenin telif tarihi olan 1351 tarihini göstermektedir. Hz. Üstada göre bu hal, iktisaddaki bereketin keramet derecesine çıkmasını göstermektedir. Risalenin Metodu: Abdullah bin Ömer, İmamı Azam, Abdulkadir Geylani, İbn-i Sina, Hatem-i Tai, Büzürgmehr gibi otoriter şahsiyetlerin davranış ve sözlerini delil olarak kullanmaktadır. Kendi hayatından ve müşahedelerinden delil getirmektedir. Rızık tanımı konusunda kelamî bir yaklaşım sergilemektedir. Risalede hadis-i şeriflerden, atasözlerinden ve anatomiden yararlandığı görülmektedir. RİSALE | HULASA 19. Lem’a (İktisad Risalesi) كُلُوا وَاشْرَبوُا وَلاَ تُسْرِفُوا ayet-i kerimesinin iktisadı emrettiğini ve israftan sakındırdığını yedi nüktede tefsir etmektedir. Birinci Nükte: Halık ve Rahim olan Allah kullarına verdiği nimetlere karşılık olarak şükür istemektedir. İktisat ise manevi bir şükürdür. Nimete saygı ve İlahi rahmete karşı bir hürmettir. Berekete sebep, sağlığa destek, izzete vesile ve nimetlerdeki lezzeti hissetmenin güçlü bir sebebidir. İsraf ise iktisada zıttır. Dolayısıyla iktisadın güzel sonuçları kadar israfın da kötü sonuçları vardır. İkinci Nükte: Her işi hikmetli olan yüce Allah, insanın vücudunu bir saray ve bir şehir gibi yaratmıştır. Bu vücutta tat alma duygusu bir kapıcı hükmündedir. Mide, gelen gıdalar vasıtasıyla bedeni besleme noktasında bir efendi ve hâkim konumundadır. Sinir sistemi ise tat alma duygusu ve mide arasındaki irtibatı sağlamaktadır. Vücuda giren gıdaların besleyici özellikleri dikkate alınmalıdır. Yalnızca kapıcı hükmünde olan tat alma duygusunun zevkini düşünerek gıdaların besleyici özellikleri dikkate alınmadığı takdirde gereksiz israfa girilecektir. Mesela vücudu besleyen peynir ve yumurta gibi besleyici gıdalar yerine yarım dakikalık bir zevk uğruna baklava tercih edilecektir. Böyle devam etmesi halinde vücut hastalanacaktır. Gerçek iştihayı kaybetmeye ve yalancı bir iştiha kazanmaya sebep olacaktır. Demek iktisad ve kanaat, İlahi hikmete uygun hareket anlamına gelmektedir. İsraf ise İlahi hikmete zıt hareket etmektir. Üçüncü Nükte: Tat alma özelliği, gaflette olan, manevi kuvvetten yoksun bir ruh taşıyan ve az şükreden insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Bu insan grubu, zevk için birçok israfa girmektedirler. Fakat çok şükreden, hakikati gören, bilen ve ehl-i kalb insanlar için tat alma duygusu ise, İlahi rahmet eseri olan nimetler için bir müfettiş ve nâzır hükmündedir. Bu sayede İlahi nimetler bilinir ve manevi bir şükür gerçekleşmiş olmaktadır. Tat alma duygusu bu yönüyle mideyle ilgili olduğu gibi akıl, kalp, ruh ile de ilgili olmaktadır. Bu hal de onu çok üstün bir konuma taşımaktadır. Bir insan israf etmemek, şükretmek, İlahi nimetlerin çeşitlerini tanımak, helal olmak, dilenciliğe düşürmeyecek şekilde lezzetli nimetlerden yararlanabilir. Dördüncü Nükte: İktisad eden, aile geçimini sağlama noktasında çok sıkıntı çekmez. Çünkü iktisad, berekete ve rahat bir geçime sebep olmaktadır. İktisad etmeyen ise zillete, manevi dilenciliğe ve sefalete düşmeye adaydır. İktisad ederek temel ihtiyaçlarını önceleyen bir insan, إِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ٭ وَمَا مِن دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ إِلَّا عَلَى اللهِ رِزْقُهَا ayetlerinin ifadesine göre yaşaması için gerekli rızkı muhakkak bulacaktır. İki türlü rızık vardır. Birincisi: Hakiki rızıktır. Bu rızık insanın yaşamasına sebep ve İlahi garantinin altındadır. İnsan iradesini kötüye kullanmadığı sürece bu rızıktan yararlanır. Bunu elde etmek için manevi değerleri feda etmesine gerek kalmamaktadır. İkincisi: Mecazî rızıktır. Yani hakiki olamayan, zaruri olmayan rızıktır. İlahi garanti altında değildir. Zaruri olmayan rızkın suiistimal ve görenek belasıyla zorunlu hale getirilmesidir. Bu mecazi rızık için dinin mukaddesatı, ebedi hayat ve izzet feda edilmemelidir. Alçak insanlara tenezzül edilmemelidir. Ancak zaruret halinde zaruret miktarınca almaya İslam dini müsaade etmektedir. İktisadın berekete sebep olduğunu birçok yaşanmış olaylar şehadet etmektedir. Beşinci Nükte: Cenabı Hak, en fakir bir insana hatta bir köleye de bir zengin ve bir padişah gibi nimetteki lezzeti hissettirmektedir. Fakir bir insanın iktisad ve açlık vasıtasıyla kuru bir ekmekten aldığı lezzet, bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği baklavadan aldığı lezzetten fazla olabilmektedir. İktisad, izzet ve cömertliktir. Cimrilik ve hakirlik ise görünürde mert olan müsriflerin iç yüzüdür. Hakikatte iktisatta yüce bir izzet, büyük bir bereket ve yüksek bir sevap bulunmaktadır. İsraf ise bir dilencilik ve başkasının eline bakmayı sonuç vermektedir. Altıncı Nükte: İktisat ve cimrilik birbirinden çok farklıdır. Nasıl ki tevazu, hor-hakir olmaktan, haysiyetli ve şerefli olmak, kibirlenmekten farklıdır. Peygamberi bir ahlak olan ve âlemdeki düzenin bir sebebi olan iktisat da sefillik, pintilik, açgözlülük ve hırsın bir karışımı olan cimrilikten farklıdır. Tarihte bu gerçeği gösteren birçok olay bulunmaktadır. Netice olarak İmam-ı Azam’ın dediği gibi hayırda israf olmadığı gibi israfta da hayır yoktur. Yedinci Nükte: İsraf, hırsı sonuç vermektedir. Hırsın ise üç kötü sonucu bulunmaktadır. Birincisi: Hırs, kanaatsizliği doğurur. Kanaatsizlik ise insanın çalışma heyecanını söndürür. İnsanı tembelliğe atar. Helali bırakıp haram yollardan kısa zamanda ihtiyaçlarını elde etmeye sevk eder. Sonuçta insan şükür yerine şikâyet etmeye başlar. İkincisi: Hırs, insanı hayal kırıklığına uğratır ve insana zarar verir. Hedefine ulaştırmaz. İnsanı yalnızlaştırır. Kanaat ise rahat bir hayatın sebebi ve güzel geçimin bir vasıtasıdır. Üçüncüsü: Hırs, ihlası kırar. Çünkü hırslı olan, insanların teveccühünü ister. Bu niyet ise ihlası zedeler. SONUÇ İsraf kanaatsizliği, kanaatsizlik ise çalışma isteğini kırmaktadır. Hem israf, ihlası bozmaktadır. İktisat ise kanaati, kanaat ise izzeti sonuç vermektedir. Hem iktisat, çalışma isteğini artırır. Hem iktisat vasıtasıyla insan, başkalarının eline bakmadığından dolayısıyla onların teveccühüne ihtiyaç hissetmediğinden ihlası kazanır.
Nur’dan Ölçüler isimli bu bölümde Risale-i Nur talebelerinin hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede takip edecekleri esasları, düsturları, ölçüleri Bediüzzaman Hazretlerinin ifadelerinden seçtiğimiz bölümlerle ele almaya çalışacağız. Risale-i Nur’da Lahikalar ve muhtelif eserlerde satır aralarında ortaya konulan hizmet kaidelerini mercek altına alıp günümüz Nur şakirtlerinin istifadesine takdim edeceğiz. Lahika mektupları, Risale-i Nur Talebeleri açısından çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü bu mektuplar, 1926-1949 yılları arasında telif edilen Risale-i Nur külliyatı içinde hizmet düsturlarının en yoğun işlendiği eserlerdir. Bediüzzaman Hazretlerinin Barla, Kastamonu ve Emirdağı hayatında talebeleriyle yaptığı yazışmalar, 27. Mektub’a alınmıştır. 27. Mektub’un parçalarından oluşan bu eserlere -Risale-i Nur Külliyatına sonradan eklendiği için- “Lahikalar” adı verilmiştir. Bu mektuplar Üstad Hazretleri isteğiyle daha sonra Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lahikaları isimleriyle Risale-i Nur Külliyatında yer almıştır. Bu eserler; 1926-1949 yılları arasında Cumhuriyet Türkiye’sindeki dini yaşantının zorluklarını, kanun namına dindarlara uygulanan gayr-i kanuni baskıların keyfiliğini, halka rağmen dayatılan yeniliklerin sathiliğini ve tek parti hükümetlerinin uygulamalarının dindarların gözünden nasıl değerlendirildiğini gösteren önemli vesikalardır. Lahikalar, Nur hizmetinin sahadaki işleyişini, tarihi süreçte geçirmiş olduğu safhaları, Nur Talebeleri ve Hazret-i Üstad’ın muarızlarına karşı verdikleri emsalsiz mücadeleyi, vatan, millet ve mukaddesat uğruna çekilen çileleri belgelemektedir. Lahikalar, saff-ı evvel Nur kahramanlarının hizmetteki aşklarını, şevklerini, ihlas ve sadakatlerini, sabır ve metanetlerini, ciddiyetlerini, uhuvvet ve muhabbetlerini, Nurlara karşı alaka ve irtibatlarını gözler önüne seren tarihi notlardır. Lahika Mektupları, Üstad’ın talebeleriyle, talebelerin birbirleriyle ve talebelerin Hazret-i Üstadla Risale-i Nur dairesindeki hummalı faaliyetlerinin istikbale ışık tutacak örneklerini içermektedir. Lahikalar, aynı zamanda istikbaldeki Nur Talebeleri için iman ve Kur’an davasında müracaat edilecek en mühim hizmet rehberidir. Bu sayıda, Lahika Mektuplarının kıymet, ehemmiyet ve faydalarını anlatan aşağıdaki paragrafı tahlil etmeye çalışacağız. “Yirmi Yedinci Mektub'a ilhak edilecek, kardeşlerimizin bazı yeni fıkralarını size gönderdim. Hakikaten bu fıkralar ve umum Yirmi Yedinci Mektub'un fıkraları çok faydalıdırlar. Ehemmiyetli, tatlı, hoş, güzel manalar, dersler; teşvik, teşci' eder hisler vardır. Ben kendim onlardan tatlı istifade ediyorum, tembel olduğum zaman bana ehemmiyetli bir teşvik kamçısı oluyor.”1 Ölçü: 1926-1949 yılları arasında Üstad Bediüzzaman’ın Türkiye’nin değişik il ve ilçelerinden talebeleriyle yaptığı bütün yazışmalar Lahika Mektuplarına alınmamıştır. Talebelerden gelen bir mektubun 27. Mektuba alınması, Hazret-i Üstadın izni ve ondaki içeriğin Risale-i Nur’un muhataplarına mühim hakikatleri ihtiva etmesi sebebiyledir. Bu durum o mektuptaki hakikatleri Bediüzzaman Hazretleri tasdik ediyor anlamını taşır. Lahikalardaki bazı mektuplarda dile getirilen hakikatler, Risale-i Nur’un ilk dönem talebelerine ait görünüyorsa da Üstadın tashih ve tasdikinden geçtiği için artık onlara Bediüzzaman’ın ifadeleri nazarıyla bakılmalıdır. Ölçü: Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nurların ehl-i hakikat için bâki bir rehber ve daimi bir mürşid olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Mesnevî-i Şerif, şems-i Kur'ân'dan tezâhür eden yedi hakikatten bir hakikatin aynası olmuş kudsî bir şerafet almış; Mevlevilerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de, Risale-i Nur şems-i Kur'âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb'ayı ve o güneşteki renk renk ve çeşit çeşit yedi nuru birden aynasında temessül ettirdiğinden inşâallah yedi cihetle şerif ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikate bâki bir rehber ve lâyemut bir mürşid olacak.”2 Bu bağlamda, Lahika Mektupları da ilk dönem talebeleri ve istikbalde gelecek Nur şakirtleri için hizmet esaslarını ihtiva eden çok önemli bir kaynaktır. Bu sebeple, Lahika mektupları okunmadan Risale-i Nur’un hizmet prensipleri tam anlaşılamayacaktır. Nur talebeleri hizmet usul ve esasları hakkında baki bir rehberi ve lâyemut mürşidi Lahikalarda bulabilirler. Ölçü: Mümin, müminin aynası olması hasebiyle saff-ı evvel Nur talebelerinde tezahür eden güzel hasletler, yüksek ahlaklar, bu zamanda benzerine nadiren rastlanılan takvalar, bu mektuplar vasıtasıyla istikbale yansıtılmıştır. Lahika mektupları okundukça o güzellikler adeta okuyanların/dinleyenlerin akıl, kalp, ruh ve vicdanlarına aksetmektedir. Sohbette insibağ ve in’ikas (yansıma ve boyalanma) olması cihetiyle Lahikaları dinleyenler ve okuyanlar, o hakikatlerin boyasıyla boyanır, o ulvi hissiyatı bizzat nefislerinde yaşamaya başlarlar. Böylelikle saff-ı evvel Nur kahramanlarının sabır ve metanetleri, ihlâs ve sadakatleri, himmet ve hamiyetleri, dava ciddiyeti ve vazifeşinaslıkları, ahde vefa ve nasdan istiğnaları, hizmet aşkı ve şevkleri, izzet-i nefis ve vakarları, haramdan ictinapları ve ittiba-ı sünnetteki sebatları, bid’alara ve bid’atçılara karşı mukavemetleri okuyanların ve dinleyenlerin kalplerinde derin tesirler bırakır. Saff-ı evvel Nur kahramanlarının taşıdığı bu ulvi hasletlerle zamane Nur talebelerine ayna tutulmaktadır. Said Nursi Hazretleri sanki “Talebe olmak isteyen Lahikalara baksın. Orada talebeliğin bütün vasıf ve şartlarını bulur” der gibi muhataplarını o mektuplara yönlendiriyor. Ölçü: Risale-i Nur hizmetinde olmazsa olmaz esaslardan biri de “şevk-i daimi” diğer bir tabirle “şevk-i mutlak”tır. Nur Talebeleri, hayatlarının sonuna kadar iman ve Kur’an hizmetiyle mükelleftirler. Bu hizmetleri daimi bir arzu ve iştiyakla yapmalıdırlar. Nur hizmeti zaman içinde çok farklı mecralara, daha geniş sahalara yayılmaya devam ediyor. Bu geniş ve büyük dairelerdeki hizmetler yürütülürken bir takım zorluklar ve sıkıntılarla karşılaşılmaktadır. İlerleyen zaman içinde Kur’an hizmetkârları; tembellik, gevşeklik, ülfet ve ünsiyet (alışmışlık) belalarına maruz kalabiliyorlar. Hizmet aşkı ve şevki, zorluklar ve sıkıntılarla törpülenebiliyor. İşte Bediüzzaman Hazretleri talebelerini o küllenmiş aşk ve şevk ateşlerini tutuşturmak, tembelleşen ruhlarını dava-yı Kur’an ve hizmet-i imaniye noktasında kamçılamak için Lahika mektuplarını okumaya davet etmektedir. Çünkü Üstad, adeta bir şevk kamçısı gibi olan bu hakikatlerle nefsinin tembelliğini yendiğini ifade ediyor. Sonuç olarak şunu ifade etmek gerekir ki; Bediüzzaman Hazretlerinin arzuladığı hizmet modeli ve talebe profilinin şifreleri Lahikalara kodlanmıştır. Bu zamanda Risale-i Nur yoluyla din-i mübin-i İslam’a halisen muhlisen hizmet etmek isteyen, Lahikaları kendisine rehber etmelidir. Kaynaklar: 1- Barla Lahikası, s. 134, Altınbaşak Neşriyat2- Lemalar, s. 308, Altınbaşak Neşriyat
Yıllarca Türkiye’de Arapların birinci dünya savaşında bizi arkamızdan vurduğu iddia edilerek, halkımızın Araplara düşman olması sağlanmak istenmiştir. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı, İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla da savaştığı halde, nedense bu milletlere karşı bir düşmanlık değil de Araplara karşı bir düşmanlık körüklenmektedir. Üstelik bize düşman olup bizimle savaşan milletlerin kurduğu Avrupa birliğine girilmeye çalışılmaktadır. Acaba gerçekten Araplar bizi arkadan vurdu mu? Feridun Kandemir teğmen rütbesiyle bizzat birinci dünya savaşına katılmış biridir. Üstelik savaş yıllarında Medine’de görev yapmıştır. Hatıralarını daha sonra Medine Müdafaası adlı kitabında anlatmıştır. Orada şöyle demektedir: Araplar bütün bu harp boyunca [Birinci Dünya Savaşında] Türklerle omuz omuza Çanakkale’den itibaren her cephede savaştılar. Hatta İstiklal Savaşı’mızda Aydın Cephesinde Mehmetçiklerle yan yana Yunanlılarla boğuşarak, canlarını veren Araplar vardı. Ve ilk Cihan Harbinde, Araplarla meskûn hiçbir yerde, ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne Filistin’de Türklere isyan eden tek bir Arap görülmedi. İsyan eden, sadece Mekke Emiri Şerif Hüseyin Paşa idi. (…) Şerif Hüseyin’in bu isyanda kullandığı Araplarda Hicaz çöllerinde öteden beri göçebe hayatı yaşayan ve gazve (talan) ile geçinen son derece cahil, dünyadan habersiz fakir fukara bedeviler, yani “Urban”dı. Feridun Kandemir, Medine Müdafaası, Yağmur y, s. 41.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِيَن Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı Mukaddeme; Sevgili üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Mu’cizatı Kur’aniye Risalesinde (Yirmi Beşini Söz) Kur’an’ın kırka yakın i’cazını (mucize özelliğini) ispat etmiştir. Böylece kelam-ı İlâhiyeyi nakli delilden, akli ve ilmi delil seviyesine çıkarmıştır. Bununla beraber Yirmi Sekizinci Lem’ada Risale-i Nur Külliyatının, Kur’an güneşinden teraşşuh eden (parlayan) yedi menba’-ı i’cazına safi ve berrak bir âyine olduğunu beyan etmiştir. Biz o i’cazlardan bir tanesinin, Birinci Söz içinde nasıl parladığını bir derece göstermeye çalışacağız. Evet, Kur’an mu’in (yardımcı) istemez, tecelli ve tezahür edecek ayineler ister. Çünkü Kur’an güneş gibidir. Nasıl ki; güneş ziyasının intişarı için yardımcıya muhtaç değildir. Çünkü mücerret ve soyut olan ziya, ıtlakiyet (salıverme, yayılmak) sırrıyla her an kâinata dağılarak bütün mekânları ihata eder ve mukabilinde (karşısında) bulunan bütün ayineler o ziyanın feyziyle nurlanır. Fakat güneş, feyiz verdiği nurlandırdığı ayinelerin hiçbirine ihtiyacı olmaz. Aynen bu misal gibi Kur’an güneşi, hakikatlerinin intişarı için asla bir yardımcıya muhtaç değildir. Belki ayineler o ziyanın tecelli ve cilvesine muhtaçtır. Çünkü onun feyziyle nurlanırlar. İşte bu sırdan dolayı Peygamber Efendimizden (asm) sonra gelen veraset-i nübüvvet muhakkiklerinin akılları ve kalpleri Kur’an güneşinin nuruna ayine olmuşlar. Mesela; Mevlana’nın Mesnevisi Kur’an’ın yedi menba’-ı icazından sadece bir tanesine ayine olup yüzbinler ehl-i imanın layemut (ölümsüz) bir mürşidi olmuştur. Risale-i Nur ise Kur’an’ın yedi memba’-ı icazına ayine olmuştur. O i’cazlardan birisi, Kur’an’ın üslubundaki bedaat-i harikadır. Yirmi Beşinci Sözde bedaat-i harika şöyle tarif edilmiştir. “Yepyeni olan, kendinden önceki hiç bir kimseyi taklit etmeyen ve kendinden sonraki hiçbir kimse de, onu taklit edemeyen söz söyleme üslubudur.” Bu icazlardan bir tanesi bu güne kadar Müslümanların efkârına (düşüncelerine) şöyle yerleşmiştir. “Bütün Kur’an Fatiha’da, Fatiha besmelede gizlidir.” Aynen öylede birinci söz; Bismillah’ın tefsiri olduğu halde, bütün Risale-i Nur Külliyatının Fatiha’sı hükmüne geçmiştir. Hem aynı zamanda, kâinat kitabının lisan-ı hal diliyle yaptığı gizli konuşmanın, lisan-ı kale tercümesini yapan bir şifresi olmuştur. Onun için bu çalışma, izahtan ziyade Birinci Sözde Risale-i Nurun nasıl hülasa edildiğini ve kâinat kitabını okutturan nasıl bir şifre olduğunu göstermeye çalışmaktır. Belki daha ciddi yapılacak bir çalışmaya kapı açar. Şimdi Bismillah’ın tefsiri olan Birinci Sözün cümlelerini birer birer incelemeye çalışalım. Başlık olarak yazılan el yazısı Risale-i Nurlardaki orijinal cümlelerdir. O cümle içinde kırmızı işaretle belirlenen kelimeler bilhassa izah edilmeye çalışılmıştır. Bismillah her hayrın başıdır. Bismillah’daki B; harfi ‘ile’ manasını ifade etmektedir. ‘İle’ tabiri, iki şey’in arasındaki intisab ve irtibatı ifade için kullanılır. Yani intisap edenle edilen arasındaki bağlantıyı gösteren bir kelimedir. Dilbilgisi gramerinde buna bağlaç denilir. Mesela; kalem ile yazıyorum. Kaşık ile yiyorum gibi. Kalem kendi başına yazmaz. Ancak bir kâtibin parmaklarının hareketine bağlı olarak yazar. İşte kalemi kullanma anındaki bu bağlılık ve irtibat B; harfi ile ifade edilmiştir. İntisap: Bir yere ve bir kimseye mensup olmak maiyetine (himayesine) girmek demektir. İntisap eden kendi namına hareketi terk edip intisap ettiği şahsın namına hareket eder. Risale-i Nur eserinde intisapla alakadar misallerden ikisi şöyledir. Bir adam elindeki ayineyi güneşe tutar. Semadaki hakiki güneşin ziyası ayinenin içine girer. Böylece ayine içindeki vehmi (hakiki olmayan) ve misali güneş, semadaki hakiki güneşe intisap etmekle vücut bulur. Yani ayine kendi içinde, kendi zatına mahsus zerre kadar bir nur, bir ziya yoktur. Ne zaman hakiki güneşin ziyası ayinenin içine girse o zaman parlar, renklenir, nurlanır. İşte bundan dolayı misali güneş her an hakiki güneşe bağlı olmak zorundadır. İkincisi bir adam elindeki telefonunu devletin şebekesine bağlar. Böylece devletin telefon hattına intisap eder. Bu intisapla şebeke içindeki her telefonla görüşür bilgi alır. Hem intisap edilen her zaman masdardır, (kaynak) menbadır. Güç ve kuvvet sahibidir. İntisap eden ise her zaman aciz, zaif ve kuvvetsizdir, başkasına bağlıdır. İşte B; harfi; zaif ve aciz olanın; kuvvet ve güç sahibi olana bağlı olarak var olabileceğine işaret eder. Devam edecek….
Yeni olanlar yeni bir heyecanı da beraberinde getiriyor, hemen her zaman. Önümüzde Miladi olarak yeni bir sene daha başlıyor. Bu da her şeyde olduğu gibi dergilerde de yenilikleri beraberinde getiriyor. Yeni köşeler, yeni tasarım, yeni heyecan… Dünya ortak işleyişi çerçevesinde, geçtiğimiz senenin de muhasebesini yapmaya vesile oluyor elbette. Evet, yeni Miladi bir seneye başlıyoruz. Grafik ekibimiz yeni bir tasarımla karşılıyor bizi. “Besmele’nin Sırrı”, “Nurdan Ölçüler”, “Risale-i Nurun Risalelerini Tanıyoruz” gibi yeni bölümler de bu sene bizimle beraber olacak. Dosya konularımız, Aile Mektebi, Lemaat Tahlilleri ve diğer bölümler de yine hız kesmeden devam edecek. Dünya ve ahiret meselelerimize Kur’an ve Sünnet olarak iki temel kaynak ve buna bağlı olarak bu zamanın ihtiyaçlarını bu iki kaynaktan almış eserler ve şahıslardan istifadeyle çözümler aramaya gayret edeceğiz. Söylenmemiş söz yoktur, deseler de; söylenecek yeni şeyler de çoktur anlamında bizleri ikaz ederek şu tarihi sözü beyan eder Hz. Mevlana: “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım!” Özellikle memleketimiz siyasi, coğrafi, kültürel, askeri, ekonomik, stratejik konumu itibariyle her gün yeni cümlelerin kurulmasına, plan programların geliştirilmesine, kendimize ait değer varlıkların ortaya çıkarılmasına imkân verdiği ve icbar ettiği bu süreçte konuşup söyleyecek daha çok sözümüz olacak. Hususan “İstikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacak” sözü Bediüzzaman Hazretleri tarafından yüksek sesle dillendirilip arka planı da Risale-i Nur eserleri ile oluşturulup bunun üzerinden seksen yıldır teşekkül eden kavli ve fiili varlığı da göz önünde bulundurduğumuzda hem cesaret hem de özgüvenle / ihlasla bütün dünyaya bir kez de bizler haykıracağız: “İstikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacak!” inşallah. Fakat yenilik fertten başlayacak / başlamalı. Kimse dünyayı değiştiremez. Kendini değiştiren müstesna! Ondandır ki Razi tefsirinde kaydetmiştir: “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz!” Yani Peygamber (sav)’in ifadesiyle, “Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir.” (Tirmizî, Cihad, 2) Ve bu ifade Risale-i Nur’da, “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez” cümlesiyle hayat bulmuştur. Şimdi de dünyanın değişmesine her açıdan kilit / merkez konum olan ülkemiz kendi değişimini tamamlamalıdır. Bu da yukarıda bahsettiğimiz üzere ferdin değişiminden / yenilenmesinden geçmektedir. Yani vazife hepimizin! Unutma “Dün dünde kaldı cancağızım!”
Tevâfuklar, DavanınHak Olduğunu İspatlıyor Tevâfukât-ı latîfedendir ki, Ramazan Bayramı’ndan bir gün evvel, Hüsrev, Mu’cizât-ı Enbiyâ’daki Sırr-ı İ’câz’ı (20. Söz) yazarken bayramın gecesinde bitirdi. Risâledeki sayfaların başlarındaki eliflerde (84 adet gelmekle) bayrama işaret eden ‘iyd’ (bayram) (lafzının ebced değeri olan 84) çıkmış. Aynı günde Hâfız Ali Telvîhât-ı Tis’a’yı yazarken bitirdi. Dedim; ‘Başımı ne için kestiniz? Acaba Hâfız Ali’nin yazdığında başım çıkmasın?’ (‘Saîd’in başındaki sin harfini çıkarınca ‘iyd’ olmasına atıftır.) Hakikaten Hâfız Ali’nin yazdığı risâlenin sahife başlarındaki elifler(in adedi) başımı gösterdi (Sin’in rakam değeri olan 60 çıktı). Hâfız Ali’nin ‘Sin’i, Hüsrev’in ‘iyd’inin başına geçti. Bu iki risâle elifleri hem Saîd(in ebced değeri olan 144) oldu, hem de ‘iydiniz saîd olsun (Bayramınız mübârek olsun)’ dediler.” Bedîüzzaman Saîd Nursî (Tevâfuklu 25. Söz, Sayfa 94) KonyaSahib Ata Külliyesi Selçuklu veziri Hacı Ebûbekirzâde Hüseyinoğlu Sahib Ata Fahreddin Ali tarafından yaptırılan külliye; cami, türbe, hangâh, çifte hamam, çeşme ve dükkânlardan oluşur. Larende Caddesi üzerinde yer alan bu külliyenin inşasına ilk olarak 1258 yılında caminin yapımı ile başlanmış olup, 1283 yılında türbenin yenilenmesi ile tamamlanmıştır. Külliye yerleşim planı; cami, caminin kuzey doğu köşesinde yapıdan bağımsız halde bulunan çeşme, caminin güneyinde mihrap duvarına bitişik inşa edilmiş türbe, türbenin güney bitişiğinde hangâh, hangâhın doğu cephesinde dükkânlar ve yol aşırı karşısında da çifte hamam bulunur. Külliyenin vakfiyesi bulunmamakta olup, 1863 tarihli bir şer’iyye sicil kaydında vakfın o yıllardaki mütevellilerinin, külliyenin 1278 tarihli vakfiyesini ellerinde bulundurduğu belirtilir. Bişr-i Hafî HazretlerininKardeşi Bir gün âciz ve zayıf bir kadın, İmam Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin yanına geldi ve sordu: “Devlete ait meşalelerin ışığı altında yazın damda iplik eğiriyorum, sultanın adamları yoldan geçerken ortalık aydınlanıyor, iplik eğirme imkânı doğuyor, bu câiz mi, değil mi?” “Sen kimsin ki, bu çeşit sözleri ağzına alıyorsun?” denildi. Kadın, “Ben Bişr-i Hafî’nin kardeşiyim” deyince İmam Ahmed bin Hanbel Hz. ağladı ve “Bu çeşit bir takva ancak onun gibisinin evinden doğar” dedi. Sonra ekledi: “Asla caiz değildir, kulak ver, ta ki saf suyun bulanmasın, kardeşin olan o tertemiz rehbere uy; böylece öyle bir mertebeye ulaşırsın ki, onların ışığında iplik eğirmek istediğin zaman senin elin sana itaat etmez. Kardeşin öyle biriydi ki; helalliği şüpheli olan bir yemeğe elini uzatmak istediği zaman eli kendisine itaat etmezdi.” (Ferîdüddîn Attar, Evliyâ Tezkireleri, Sayfa 153) 04 Ocak 1911 Bâb-ı Âlî’de Yangın Osmanlılarda Sadâret (Sadrazamlık Makamı) ve Nezâretlerin (Bakanlıklar) bulunduğu bina olan Bâb-ı Âlî’de, 4 Ocak 1911’de çıkan yangında Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) ve Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) ile Mektupçu, Teşrifatçı, Beylikçi, Sadaret Kalemi daireleri ve Vakanüvis daireleri tamamen yandı. Yangında zarar gören kısımlar, o zamanlar tek bir bina olan Bâb-ı Âlî’nin orta kısmını oluşturuyordu. Bâb-ı Âlî tek bir yapıdan oluşurken bu yangından sonra iki ayrı bina haline gelmiştir. Orta kısmı tekrar inşa edilmemiş ve yeri boş kalmıştır. Resimde görülen binanın sol kısmı günümüzde İstanbul Valiliği olarak, sağ kısmı ise Fatih İlçe Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılmaktadır. 25 Ocak 750 Abbasî Devleti Kuruldu Abbasî Hanedanı, Emevî Hanedanına karşı ayaklanarak iktidarı ele geçirmiş ve 25 Ocak 750 tarihinde 500 seneden fazla hüküm sürecek olan Abbasî Devleti kurulmuştur. Devletin başına geçen Halifelerin Peygamber Efendimizin (asm) amcası Hz. Abbas’ın (ra) soyundan gelmeleri sebebiyle bu isimle anılmaktadırlar. Emevî Hanedanının bir kısım yanlış politikalarına karşı tepkilerin artması, Abbasî Hanedanının iktidarı ele geçirmesini kolaylaştırmıştır. Başşehir önceleri Şam iken, 762 senesinde Halife Abdullah Mansur, başşehri Bağdad’a taşımıştır. Türklerin topluluklar hâlinde İslâmiyet’i benimsemesinde Abbasîlerin rolü büyüktür. Ayrıca, Türkler Abbasî Devletinin önemli bir askerî gücü olarak birçok fetihlere imza atmışlardır. Selçuklu Devletleri de, Abbasî Halifelerinin dış saldırılara karşı korunmalarında önemli roller üstlenmişlerdir. 12 Ocak 1452İstanbul’da Papalık ve PatrikliğinBirleşme Ayini Yapıldı O oğu Roma İmparatoru 11. Konstantin, muhtemel Osmanlı hücumuna karşı bir tedbir olarak Ayasofya’da Patriklik ve Papalık taraftarlarını birleştirme ayini düzenledi. Sultan 2. Mehmed’in İstanbul kuşatması sırasında, Katolik Avrupa’nın desteğini alabilmek için 11. Konstantin, Ortodoks mezhebini ortadan kaldırmayı dahi göze almıştı. Ancak İstanbul halkı; “Latin serpuşu görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” diyerek, bu birleştirme ayinine taraftar olmamıştı. İstanbullulara bu sözü söyleten ise, 13. yüzyılda Latin Avrupa’nın işgali altında çektikleri zulümlerdi. Fethin ardından Fatih Sultan Mehmed, Ortodoks Patrikliğinin yeniden kurulmasını sağlayarak, Hristiyanların birleşmesini önlemiştir.
Her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında ve bir şey bir şeye mani olmuyor. Umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ve Hakîm'in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. Örneğin, aynı yaşta ve aynı cinsten bir gurubun boyları ölçülecek olsa, bunların en kısa boyludan en uzun boyluya kadar bir sıraya girdiği görülür. Ancak ilginç olan nokta, bunlardan pek azının çok kısa boylu, pek azının çok uzun boylu, büyük çoğunluğunun ise orta boylu olmasıdır.” “Bunların bir eğrisi meydana getirilecek olursa, orta boylardaki yığılma, çok uzun ve çok kısa olan bireylerin sayısının azlığı, çan şeklinde bir eğri meydana getirir. Buna normal dağılma eğrisi normal olasılık eğrisi, ya da Gaus eğrisi denir.” “Zekâ da tıpkı bunun gibi normal bir dağılım gösterir. İnsanlar arasında zekâ bakımından büyük farklar vardır. İnsanların çoğunun zekâ bölümü ortalama 100 olmak üzere, 90 ile 110 arasında değişir. Herhangi bir toplumda, büyükçe bir grupta zeka bölümü, normal olasılık (probability) eğrisine uygun bir dağılış gösterir.”3 Psikologların yaptığı bazı çalışmalarla zekâ seviyesi hakkında şu neticelere ulaşılmıştır: (Yukarıdaki tabloda 100 rakamı ortalamayı gösterir.) İnsanların yaklaşık üçte ikisi (% 68) 85 ile 115 IQ4 aralığındadır. Bu alan normal zeka olarak adlandırılır. İnsanların % 95’i ise, 70-130 IQ aralığındadır. IQ’su aşırı düşük ve aşırı yüksek değerlere ender rastlanır. Bunlardan IQ’su 70’in altında olanlar zekâ geriliğine işaret eder. IQ’su 130 ve üzerindekiler ise, üstün zekâlı demektir. Geri zekâlı olanlarla, üstün zekâlı olanların oranı aynıdır ve toplumda yaklaşık % 2 civarındadır.5 Bu izahlar ister istemez insan iradesi dışında gizli bir elin insanların maddî ve manevî yönlerinde bir düzenleme, ayarlama yaptığını göstermektedir. SONUÇ [Buraya kadar zikredilen misaller] bilbedahe isbat eder ki: Her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında ve bir şey bir şeye mani olmuyor. Umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ve Hakîm'in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adâletinde cin ve insin müvazene-i a’mâllerini istib'ad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu müvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib'adı kalmaz. Şerh Buraya kadar gördük ki, kâinatın yaratılışı esnasında, yıldızlar arasında, güneşin ve dünyanın faaliyetlerinde, atmosfer olaylarında, bitki ve hayvanların doğum ve ölüm oranlarında, insanların cinsiyetinde, gıda oranlarında, insan vücudunda, hatta alyuvar ve akyuvarlarımızda harikulade bir denge müşahede edilmektedir. Bu dengelerden herhangi biri bozulsa hayat tehlikeye girmektedir. Yıldızlardan, hücrelerimize kadar her yerde tecelli eden bu dengeyi kuran kimdir? Şuursuz maddenin veya sebeplerin bu harikulade dengeleri tesis etme kabiliyetleri var mıdır? Yoksa bu dengeleri ilim, irade ve kudret sahibi olan, aynı zamanda dünyadaki hayat sahibi varlıklara şefkat eden bir zatın yani Allah’ın kurmuş olması en makul hakikat değil midir? O Allah ki, her an hem yıldızlardaki, hem dünyadaki, hem canlılar arasındaki, hem de canlı vücutlardaki dengeleri her an gören ve kudretiyle bu dengeleri ikame eden bir Zattır. Kaynaklar: 3- Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İnkılap ve Aka, 1978, s, 243.4- IQ, İngilizce "intelligence quotient" (zeka bölümü) kelimelerinin ilk harflerinden oluşmuştur. İnsanların matematiksel zekâ seviyelerini ifade eden bir terimdir.5- Rod Plotnik, Psikolojiye Giriş, Kaknüs Yy, s, 288.
Ziyâ ile hayatın her biri, mevcûdâtın birer keşşâfıdır. Bak, nûr-u hayat olmazsa, vücûd, ademâlûddur. Belki adem gibidir. Evet, garib, yetîmdir, hayatsız ger kamerse. İnsanlar için varlıkları keşfetmek, onları görmek ve tanımak yüce Allah’ın yarattığı ışık ve hayat sayesinde mümkündür. Yani hayat ve aydınlık birer kâşiftir. Çünkü insanlar hayat ve aydınlık sayesinde varlığı algılamaktadır. Göz nimeti sayesinde etrafını görmektedir. Çevresinde olan bitenden haberi olmaktadır. Bu sayede insan varlıklar hakkında bir fikir sahibi olmaktadır. Evet, insanın görebilmesi için; - Bir ışık kaynağı - Işık kaynağının varlıkları aydınlatması - Varlıkların ışığı yansıtması gerekmektedir. Bundan dolayıdır ki ışıksız bir ortamda insan görememektedir. Demek varlıktan haberdar olmak ve onları tanımak aydınlık sayesinde gerçekleşmektedir. Evet, ışık kaynağı, aydınlatma ve varlıkların ışığı yansıtma özellikleri aciz olan insanın hizmetini görmesi içindir. İnsanın her türlü ihtiyaçlarını karşılaması içindir. Varlıkları tanımlama ve onlara anlam vermesi içindir. İnsanın her türlü ihtiyacına uygun bir ortamı yaratan Yüce Allah’ı bu sayede bulması, bilmesi ve ona ibadet etmesi içindir. Hayat da varlıkları bildirecek, tanıttıracak ve bütün âlemle ilgili olabilecek özelliklere sahip bulunmaktadır. Bakınız! Cansız bir varlık –ne kadar büyük olursa olsun– adeta kimsesiz ve yetim gibidir. Çünkü cansız varlıklar, canlılar gibi hareket edemez, büyüyüp gelişemez, artıp çoğalamaz, başkalarını tanıyamaz, onlarla dostane ilişkiler içine giremez. Herhangi bir alışverişte bulunamaz. Mekânını terk edemez. O koca cansız varlık mekânına mahkûm ve sabit bir halde durmak zorundadır. O cansız varlık için diğer varlıklar adeta yok hükmündedir. Dağları görmez misiniz ki büyüklüklerine rağmen yerlerinde çivilenmiş gibi durmaya mahkûmdurlar. Kendilerine gelen canlılardan başka diğer varlıklarla bir diyalogları bulunmamaktadır. Ama küçük bir arıya bakınız! Bütün çiçeklerle arkadaşlık edip bir alışverişte bulunmaktadır. Küçük bir cisme sahip insana bakınız! Bütün âlemle bir münasebeti bulunmaktadır. Demek hayat sayesinde canlılar, başka varlıkları keşfedebilmektedir. Bir an ışığın/aydınlığın olduğunu fakat hayatın bittiğini düşününüz. Veya hayatın olduğunu lakin aydınlığın/ışığın bulunmadığını hayal ediniz. Etrafımızdakileri görmemiz, bilmemiz, tanımamız, onlarla alışveriş yapmamız hatta onların varlıklarından haberdar olmamız ne kadar mümkün olabilir? Demek oluyor ki aydınlık ve hayat varlıkları görmek ve onlarla iletişime geçmek için verilmiş iki büyük nimettir. Varlıkları bilinmezlikten, yetimlikten, kimsesizlikten, ilgisizlikten kurtaran iki büyük nimet, hayat ve aydınlıktır. Bu iki büyük nimeti bizim ihtiyaçlarımızı karşılamak için yaratan Allah’a aydınlık ve hayatın gördüğü işler kadar hamd olsun. “Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur” Ger mîzânü’l-vücûdla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinât küremize sıkışmaz. Bence küre hayevândır. Başkaların zannınca meyyit olan küreyi, ger getirip koyarsan karıncanın karşısına, o zî-şuûr başının nısfı bile olamaz. Karınca, varlık terazisinde tartılacak olsa, onun hayat ve ruh sayesinde kazandığı özellikleri küremize sığmaz. Çünkü karınca, âlemin küçük bir numunesi, modeli, çekirdeği, örneği olan hayat ve ruhu taşımaktadır. Zira hayat, bütün âlemlerden birer örnek alınarak yaratılmıştır. Hayat, âlemin bir çekirdeğidir. Çekirdek, bir ağacın programını ve özelliklerini içinde barındırdığı gibi hayat da âlemin bir çekirdeğidir. Âlemde ne varsa küçük bir numunesi de hayatta bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki hayat girdiği bir cismi âlem kadar değerli bir hale getirmektedir. Bediüzzaman Hazretleri başka mütefekkirlerin aksine küremizin canlı olduğunu düşünmektedir. Küremize, onu cansız olarak kabul eden düşünürler gibi bakılacak olursa o vakit kürenin bir karıncanın başı kadar ağırlığı olmayacaktır. Yani terazinin bir kefesine can ve ruh taşıyan bir karıncanın başını, diğer kefesine cansız bir küreyi koyacak olsak, karıncanın küçücük başı ağrı basacaktır. Çünkü bir cansız, ne kadar büyük olursa olsun onun özellikleri, ruh ve hayat sahibi bir canlının özelliklerine nicelik ve nitelik olarak yetişemeyecektir. Demek hayat en küçük bir canlıyı en büyük bir cansız varlıktan daha büyük ve donanımlı hale getirecek özelliğe sahiptir. Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak “İman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.” (Mâide, 82) “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim! Meryem oğlu İsa’nın aranıza adaletli bir hâkim olarak ineceği, haçı kırıp domuzu öldüreceği, cizyeyi kaldıracağı vakit yakındır…” (Buharî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn-i Mâce) “Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı, İsa dinine (Hıristiyanlığa) ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi (güzel bir son) için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm'in (Allah’ın) hikmetinden uzak değil… Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va'detmiş ve va'dettiği için elbette gönderecek.” Devam Edecek
Herkes başarılı olmak ister. Siz de istersiniz değil mi? Bu konuda hemfikir isek şunu bilmemiz önemli olacaktır. Başarı çaba ister. Çalışmadan başarılı olmak mümkün değildir. Bize fikir vermesi açısından bazı büyüklerin hayatlarından bazı bölümleri sizinle paylaşmak istiyoruz. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri: Bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yer ve az uyurdu. “Fıtrî uyku beş saattir” derdi. Yatsı namazını kılınca fazla beklemez hemen yatardı. Gece erken kalkar, Teheccüd Namazını kılardı. Evradlarını, bütün dualarını sabah namazına bir saat kala bitirirdi. Sonra ellerini dergâh-ı İlahiye açar, uzun uzun dua ederdi. Bu dua bir saat devam ederdi. … Ve kendi yazdığı Risale-i Nur Külliyatı’ndan günde iki yüz sayfa okur ve tashih ederdi. Zeynelâbidin (ra), gece ve gündüzde bin rekat namaz kılardı. İbn-i Sina (980-1037): Geceleri hep okumak ve yazmakla meşgul oldum. Uyku bastıracak olsa bir bardak bir şeyler içerek açılıyor, yeniden çalışmaya koyuluyordum. Fahreddin-i Razi (1149-1209): Çok defa sofraya oturduğunda bir yandan yemeğini yer, öbür yandan kitap okurdu. Sadece tefsire dayalı yazdığı eserler 20 bin sayfayı geçer. 63 yaşında vefat eden, Razi, geriye 200 eser bırakmıştır. İmam-ı Azam: 40 sene yatsı abdesti ile sabah namazını kılmış. 7000 defa Kur’an-ı hatmetmiştir. Beş yüz bin meseleye fetva vermiş. Elli beş defa hacca gitmiş. Geceleri beş yüz veya bin rekât nafile namaz kılar. Bazen iki rekât namazda Kur’an’ı hatmedermiş. İsmail Hakkı Bursevi (1652-1715): Mum ışığında 161 eser yazmıştı. Avrupalılar bu eserler beş ömre sığmaz. Bu kitaplar 300 yılda yazılmaz derlerdi. İbnü’I-Cevzî: Okuduğu kitapların sayısının yirmi bini geçtiğini ifade eder. Bazısı 20 cildi bulan 340’tan fazla eser vererek, kitap yazmadık hiçbir ilim dalı bırakmamıştı. İbnü’l-Cevzî ömrü boyunca kullandığı kalemlerin yontulmasından biriken talaşları biriktirip, öldüğünde bu talaşların gasil suyunun ısıtılmasında kullanılmasını vasiyet etmişti. Vefatında vasiyeti yerine getirildi, biriktirdiği talaşlar gasil suyunu ısıtmaya yeterli gelmişti. Sultan Selahaddin-i Eyyûbi: Kudüs’ün fethine dek yemek ve uyumayı unutmuş; gülmeyi kendine haram etmiş ve kendine ev yapmayıp çadırda kalmış. Cahız: Bütün kitapları almaya gücü yetmediği için kitapçı dükkânına gider, bir gece için dükkânı kiralardı. Kapıyı üstünden kilitletir, sabaha kadar kitapları mütalaa ederdi
Kur’ân-ı Kerim’de Enfal Suresi’nin 17. âyeti şöyledir: “Attığın zaman da (sen) atmadın, fakat Allah attı! (Oku Allah’ın yardımıyla attın)” bu âyetin okçulukla ilgili olduğu kabul edilmiştir. Okçulukla ilgilenenler bu âyeti levha olarak yazdırıp evlerinin duvarlarına asarlardı. Peygamber Efendimiz (sav) “Kim kırk hadis hıfzederse, Allah Teâlâ onu âlimler zümresinde haşreder… Ben de kıyamet gününde ona şahit ve şefaatçi olurum” buyurmaktadır. Kırk hadis yazmanın, okumanın, ezberlemenin ve nakletmenin güzel olduğuna dair farklı hadisler de mevcuttur. İslam peygamberinin bu müjdesine erişebilmek için çok farklı konularda 40 hadis derlenmiştir. Okçulukla uğraşanların, Okçuluk hakkında derlenen kırk hadisi ezberlemesinde Okçuluğun dini ve ibadet boyutuna ne kadar önem verildiğini göstermektedir. Ebu Hammad’dan rivayet olunan bir hadis-i şerif: O, Allah (cc) bir ok sebebi ile Allah’ın birliğine inanan üç kişiye cennetinde yer verir. Bunların biri Allah rızası için ok yapan, biri Allah yolunda ok atan, biri de atılan okları toplamak suretiyle yardım eden kimsedir. Hz. Cabir’den rivayet olunan hadis-i şerifte: ”Çocuklarınıza ok atmayı öğretiniz.” Peygamber Efendimiz (sav “Onların ok ve yay talimleri, namazın vakti geçmediği müddetçe, namaz içinde gibidir ” demiştir. Bu hadisi açıklayanlar, “ Bu hadiste ok atmanın üstünlük ve fazileti namazın sevabı gibidir” demişlerdir. Bir gün ashabıyla birlikte, yol kenarında ok talimi yapan kimselerin yanından geçerken Hz. Peygamber’in (sav) onlara selâm vermemesi, yakınındakilerin dikkatini çeker. Nedenini sorduklarında “Selam vermedim, çünkü onlar şimdi ibadetteler” demiştir. Ok atmak “sünnet” sayılmış; savaş okçuluğunun yanında, spor okçuluğuna da aynı kutsal önem tanınmıştır. Nitekim gerek menzil gerekse hedef atışlarında oklar hep “Ya Hak” nidasıyla atılırdı. Savaş okçuluğu önemini yitirip terk edildikten sonra, spor okçuluğunun öncelikle mânevi bir disiplin sayılıp yüz yıllar boyu sürdürülmesinde, kuşkusuz bu dini inanç önemli rol oynamıştır. Bu yüzdendir ki ok meydanlarına Cennetten bir köşe olarak bakılmış, buraları mescitler kadar kutsal sayılmıştır; sınırlarına tecavüz edilmesine, abdestsiz girilmesine izin verilmemiş; yağmur, afet ve cihat duaları için hep bu alanlarda toplanılmıştır. Osmanlı padişahları da okçuluğa rağbet ve iltifat etmişler; bu sporla bizzat uğraştıkları gibi, okçuları teşvik etmişler, başarı gösterenleri ödüllendirmişlerdir. Osmanlı devrinde İstanbul’un fethiyle birlikte Okmeydanı okçuluk talimlerinin ve ok yarışmalarının yapıldığı bir merkez oldu. Atıcılar dergâhında, kemankeş denilen en ünlü yeniçeri okçuları yarışmalarda hakemlik ederlerdi. Ok meydanında ok atma yarışmaları ve talimler yapılırken atılan okun düştüğü yer, daha önce başkasının ok attığı uzaklığı aşıyorsa, oraya yeni bir “Nişan Taşı” dikilirdi. Taşın üzerinde okçunun adını, atış tarihini gösteren bir de kitâbe bulunurdu. Osmanlı’da spor gündelik hayatın bir parçası idi. Aynı zamanda saray erkânı için de mühim uğraşlardandı. Saray sporlarının başlıcaları olarak da güreş, binicilik, okçuluk, cirit, tüfek atıcılığı, topuz atma vb. spor dallarıyla uğraşanları Padişahlar teşvik ettikleri gibi kimi Padişahlar da bunlardan birini ya da birkaçını bizzat yapmaktaydılar. Sultan III. Selim ve II. Mahmut gibi kimi sporda öne çıkan padişahlar yaptıkları ok ve tüfek atışları ile tarihe kayıt düşmüşler, sadece kayıt düşmekle de kalmamışlar, atışlarını nişan taşı ile belirgin bir emare ile kalıcı hâle getirmişlerdir. Bu sultanların ok ve tüfek atışlarındaki başarılarını gösteren ve günümüze ulaşabilen pek çok nişan taşı vardır. Bu Sultanlar üst üste rekorlar kırarak başarılarını kanıtlamışlardır. Okmeydanı bu yüzden ok atışlarının sembol mekânı haline gelmiş, özellikle II. Mahmut her hafta gelip bu mekânda ok atışları yaparmış. Daha önce meskûn olmayan yöreye III. Selim'in 1790-91 de ilk nişan taşını diktirmesinden sonra, 1794-95'te, bugünkü Teşvikiye Camii'nin bulunduğu yerde bir mescid yaptırdığına dair bilgiler vardır. Mescit, Padişahın kalabalık topluluklar halinde nişan talimine çıktığı günlerde kılacakları namazları için yaptırılmıştı. III. Selim’in dikdirdiği kitabeli ilk nişan taşı bugün Teşvikiye camisinin önündeki avlunun ortasında yer alır. Abdülmecid 1853-54'te Teşvikiye Camii'ni yenilettiği gibi burada yeni bir mahalle kurulması sağlamış; atışlar nedeniyle dikilen nişan taşlarından dolayı bu semte Nişantaşı adı verilmiştir. 1950’li yıllarda köyden kente göçün yoğunlaşmasıyla birlikte, İstanbul’un tarihi dokusu yağmalanmış, günümüzde İstanbul Okmeydanı’nda bulunan nişan taşları, sokak aralarına sıkışmış durumdadır. Yıllardır atıl vaziyette duran taşların çoğu harap olmuş, kalanlar ise çalınma ve tahrip olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu alan tümüyle Fatih Sultan Mehmed tarafından münhasıran okçuluk sporuna tahsis edilmiş vakfıdır. Yapılması gereken “Allah için tahsis edilmiş kul malı” olan bu alanın tekrar eski haline getirmek, vakıf koşullarına göre kullanmaktır. Fatih’in beş asırlık mirası olan Okmeydanı Vakfının bugünkü mevcut durumundan, aklı başında her Müslüman Türk’ün rahatsızlık duyması gerekir.