110. Sayı: "Âlem-i İslamın Anahtarı Türkiye"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiAllah'ı Unutan Kendini Unutur
İtikad

Rabbimiz, kendisini unutan ku­luna tabiri caizse manen öyle bir tokat vuruyor ki, o tokadın tesiriyle insan öylesine şaşkın bir hale geliyor ki, aleyhine olan her şeyi lehine zannederek peşinden koşmaya başlıyor. Zararına olan her şeyi, faydasına sanarak divane gibi elde etmeye çalışıyor. Kendi elleriyle kendi kuyusunu kazmak, kendi bindiği dalı kesmek gibi tamemen kendi zararına hareket etmeye başlıyor.  Bir insandan bahsetmek istiyorum. Da­­­ha doğrusu bir insan modelini bi­­­­raz uzun­ca tasvir etmek istiyorum. Sadece kendini düşünen... “Benim karnım tok olsun da, başkaları aç­lıktan ölse bana ne!” diyen... “Sen çalış, külfetlere katlan, ben yiyeyim” diyen... Komşusu açken, rahat rahat tok yatabilen... Bütün gayretini sadece kendi çıkarlarına odak­­­la­mış, kendi menfaatleri için yaşayan ve ça­lışan, milletini ve ümmeti düşünmeyen... Milletin ve ümmetin dertlerini kendine dert etmeyen... Sadece  rahat, konforlu ve lüks bir fani dün­ya hayatının hayallerini kuran ve o hayal ile yaşayan... Şöhret ve tanınma için her türlü riyakârlığı ve yapmacıklığı yapan... Dünyevî, küçücük sinek ısırması gibi sı­kıntı­lardan, yılandan akrepten kaçar gibi ka­çan ama kabir ve ahirette kendi bekleyen müt­hiş tehlikelere karşı son derece lâkaytlık gösteren... Elbisesine verdiği değer kadar dinine ve mu­kaddesatına değer vermeyen... Hakikatlere ve mukaddes değerlere hürmet etmeyen... Menfatinin olduğu her kişiye zillet, minnet ve riyakârlık içinde haddinden fazla saygı gösteren... Başkalarının sırtına basarak yükselen... Çıkarını, başkalarının zararında arayan... Daima kendini öven... Başarıyı, iyilikleri ve güzellikleri daima ken­dinden bilen... Nefsanî arzularını tatmin edebilmek için ha­ram-helâl demeden rastgele her şeyi yu­tan... Dünyası için ahiretini feda eden, ahiretini dünyaya satan... Dünyevî menfaatler hatırına, Rabbinin ayet­lerini satan... Lezzet, haz, ücret, alkış ve menfaat söz ko­nusu olduğunda en önde giden... Hizmet, külfet, çalışma, sahiplenme ve gay­ret söz konusu ise en arkadan gelen... Ölüm söz konusu olduğunda hiç üzerine almayan... İbadet ve hizmetlerdeki külfetten dolayı onları terk eden... Hür ve serbest olmak isteyen... İbadet, emir ve yasaklardan hiç hoşlanma­yan... İdeal toplum ve ideal insan tipi olarak batıyı ve batılıyı kabul eden... Ve hakeza... Bu tasviri daha da uzatmak mümkün. İnsan, lehine gördüğü şeylerin peşinden giderken, aleyhine zannettiği şeylerden de kaçıyor. Menfaatine uyan şeylerin peşine aşkla düşerken, çıkarına uymayan şeylere ise hiç değer vermiyor. Faydasına inandığı şeyleri elde etmek için can atarken, faydasına inanmadığı şeylere ise hiç tenezzül etmiyor. Peki, ya lehine gördüğü her şey hakikatte aleyhine ise ne olacak? Menfaatli zannederek peşinden aşkla koş­tuğu her şey aslında kendi kötü sonunu hazırlayan şeyler ise ne olacak? Fayda sağlayacağını umarak iştahla ve şevk­le elde etmeye çalıştığı şeyler, gerçekte ken­disine zarardan başka hiç bir fayda sağ­lamayan şeyler ise ne olacak? Yani insan tam bir yanılgı, şaşkınlık ve sa­pıtma içindeyse ne olacak? İşte tam bu noktada şu ayet-i kerimeyi tefekkür edelim: “Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine ken­di­lerini unutturduğu kimseler gibi ol­mayın.”1 Rabbimiz bu ayetiyle bize diyor ki; “Sizler eğer beni unutursanız, ben de size kendinizi unuttururum.” İnsanın kendini unutması nasıl olur? Yukarıda da uzun uzun tasvir etmeye çalıştığımız insan, bu kadar men­faatlere, lezzetlere ve ücretlere düşkün iken kendini nasıl unutur? Evet, eğer insan Allah’ını unutursa, Allah da bu suçunun cezası olarak insana kendini unutturur. Madem ki insan yaradanını unutarak bü­yük bir suç işliyor, bu büyük suçun cezası da kendini unutmak şeklinde karşılığını buluyor. Çünkü ceza, amelin cinsine göredir. İnsanın kendini unutması, neyin lehine neyin aleyhine olduğunu unutmasıdır. Ne­lerin faydasına ve nelerin zararına olduğu­­nu karıştırmasıdır. Hengi şeylerin elde edile­cek ve hangi şeylerin de kaçınılacak şeyler olduğunu iltibas etmesidir. Meselâ insan, lezzeti rahatta zannederek ra­hatın peşinden koşar. Oysa lezzet rahatta de­ğil, çalışmakta ve mücadele etmektedir. Meselâ insan, ibadet ve İslâmî hizmetlerde­ki külfet ve meşakkatten dolayı ibadet ve hizmetten kaçar. Halbuki ibadet, takva ve hizmette daha bu dünyada dahi kalp ve ruhun büyük bir rahatı olmakla beraber, ebedi saadet yararına büyük bir ecir ve se­vap vardır. Yine meselâ, lezzetin hatırı için haram-helâl demeden yiyip içmek, kabir ve ahiret için kişinin tamamen zararına bir durumdur. Halbuki kişi, helâle yönelip ha­ramdan kaçınsa, hem kendine ihsan olu­nan nimetlere şükretmiş olur hem de onları cennette ebedi bir surette elde etmiş olur. Öyle ise kafasında bütün sırları keşfedecek akıl, bütün hakikatleri haykıran bir vic­dan, Rabbinin bütün nimetlerini tartacak ve tanıyacak cihazlarla donanmış bir ruh bulunan insan, kâinatın yaratıcı olan yü­ce Rabbini unutmamalı ve onun rızası daire­sinde bir hayat sürmelidir ki, Rabbi de insana kendini unutturmasın, şaşırtmasın. Demek ki Rabbimiz, kendisini unutan ku­luna tabiri caizse manen öyle bir tokat vuruyor ki, o tokadın tesiriyle insan öylesine şaşkın bir hale geliyor ki, aleyhine olan her şeyi lehine zannederek peşinden koşmaya başlıyor. Zararına olan her şeyi, faydasına sanarak divane gibi elde etmeye çalışıyor. Kendi elleriyle kendi kuyusunu kazmak, kendi bindiği dalı kesmek gibi tamemen kendi zararına hareket etmeye başlıyor. Öyle ise kafasında bütün sırları keşfedecek akıl, bütün hakikatleri haykıran bir vic­dan, Rabbinin bütün nimetlerini tartacak ve tanıyacak cihazlarla donanmış bir ruh bulunan insan, kâinatın yaratıcı olan yü­ce Rabbini unutmamalı ve onun rızası daire­sinde bir hayat sürmelidir ki, Rabbi de insana kendini unutturmasın, şaşırtmasın. Kaynaklar: 1- Haşr Suresi, 19

Mustafa TOPÖZ 01 Ocak
Konu resmiÂlem-i İslamın Anahtarı Türkiye'dir
Kültür ve Medeniyet

Bediüzzaman Hazretleri 26. Mektub’da “İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene de­ğil, belki Abbasîler zamanından beri, bin se­nedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İs­lamiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı sus­turdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz” ifadeleri ile işaret etmektedir. O, Anadolu’yu “Âlem-i İslam’ın anahtar merkezi” olarak nitelendirmiş, “Buranın düzelmesi Âlem-i İslam’ın düzelmesine vesile olacak” demiştir.  Avusturya Macaristan İmparatorlu­ğu veliah­dı François Ferdinand’ın, Sa­raybosna’yı zi­yareti esnasında 28 Haziran 1914 tarihinde bir Sırp mil­li­yetçisi olan Gavrilo Princip ta­ra­fından sui­kastla öldürülmesi1 dünya ta­rihi­nin eşi­ne az rastlanır dönüm anları ar­a­sında yer almıştır. Gavrilo Princip’in ka­­la­balı­ğı yara yara yaklaşarak açtığı ateş, sila­hından çıkan kurşun, yalnızca veliahdı öl­dür­mekle kalmamış; bir düzineden fazla dev­letin dâhil olacağı, 8,5 milyon insanın hayatını kaybedeceği, 21 milyon insanın ya­ralanacağı, 7 milyondan fazla insanın kay­­bo­lacağı, sosyal ve siyasi sonuçları iti­bariyle etkileri günümüze kadar uzayan,2 im­pa­­ratorlukları yıkan sınırları değiştiren bir savaşın 28 Temmuz 1914’te başlamasına neden olmuştur. Dört yıl süren savaşın sona ermesi, sonra­sında yapılan ateşkesler ve anlaşmaların çar­pıklığı dünyanın tekrar dengeye gel­me­si­ne neden olmamıştır. Savaşın sonucu Tür­ki­ye için Kurtuluş Savaşı sürecini başlatır­ken, dünyanın geri kalanı için ‘İkinci bir Dün­ya savaşına giden süreci hazırlayan dönem’3 ol­muştur. 1 Eylül 1939 sabahı Almanya’nın Po­lonya’yı işgaliyle başlayan İkinci Dünya Sa­vaşı’nın4 sonuçları ve etkileri de Birinci Dünya Savaşı’ndan daha az olmamıştır. Sa­vaşın başladığı tarihten, savaşı sona er­diren 5 Mayıs 1945’te Amiral Dönitz’in Al­manya’nın kayıtsız şartsız teslim olduğu­nu kabul eden anlaşmayı imzaladığı tarih ile Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bom­balarından sonra Japonya’nın teslim oldu­ğu 14 Ağustos 1945 tarihine kadar olan 5 yılı aş­kın zaman dilimi içerisinde 60 milyondan faz­la insan hayatını kaybetmiş, başta Avru­pa olmak üzere dönemin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısı tahrip olmuş, bunun yanı sıra ülkelerin fiziki alt ve üst yapılarını da ortadan kaldırmıştır.5 Eric Hobsbawm’ın ‘aşırılıklar çağı’6 olarak ni­telendirdiği birbirini takip eden bu on yılların hemen her anında, insanlık da­ha önce eşine az rastlanır aşırılıklara, barbar­lıklara, gaddarlıklara, yıkımlara muhatap ol­­muştur. İnsanların maddi-manevi, ru­hi-be­deni, psikolojik-fizyolojik yara ve trav­ma­ları sonraki on yıllar boyunca da devam etmiştir. Dönemin bireylere olan doğrudan etkisi kadar, yine bireyleri hem doğrudan hem de dolaylı olarak etkileyen bir başka sonucu da küresel sistem ve sistemin aktörleri üzerinde ortaya çıkmıştır. Her iki savaş merhalelerini geçiren sistemin bir kısım aktörleri; coğrafi genişliklerini, jeopolitik üstünlüklerini, si­ya­si ve ekonomik güçlerini kaybetmişler­dir. Bu kayıplar, içerisinde Türkiye’nin de yer al­dığı bir kısım aktör ülkelerin dünya üzerindeki politik statülerinin değiştiği, ko­numlarının güncellendiği, yeniden tanım­landığı bir tablo ortaya çıkarmıştır. Dünya savaşları sonrasında oluşan yeni sis­tem içerisinde; yeni bağımlı devletler, yeni bağımsız devletler, bağımsızlığını da­ha son­radan elde eden devletler, küresel it­ti­faklar, uluslararası örgütler, bölgesel sa­vaşlar, yeni süper güçler, eski süper güçler, bölgesel güç olanlar, bölgesel güç olmaya aday olanlar, soğuk savaşlar, sıcak savaşlar, değişen re­jim­ler, gelişen rejimler vb. gibi çok yönlü sey­reden gelişmeler ve karmaşık bir ilişkiler bütünü söz konusudur. Dünyanın geneline ilişkin tabloyu şüphesiz ki bölgeler ve ülkeler nezdinde cereyan eden özel münhasır detaylar oluşturmaktadır. Bü­tün bu süreç içerisinde, günümüzde İslam Dünyası olarak nitelendirilen coğrafyanın, gü­nümüzde ve günümüze değin yaşadığı serüven de yukarıda belirtilen dönüm nok­talarını da içeren dünya tarihinin hem bir parçası hem de bir sonucudur. Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde çatır­­da­maya başlayan, emareleri görülen, his­sedi­len, öngörülen İslam Dünyasının birli­ği ve bü­tün­lüğünün parçalanması, Birinci Dün­ya Sa­vaşı ile vukua gelmiştir. Birinci Dün­ya Sa­vaşı sonrasında, Kurtuluş Savaşı sü­re­­ci ge­çiren Türkiye’nin dışındaki di­ğer İslam coğrafyalarında bağımsız devlet­lerin kurulması, siyasi egemenliklerin sağ­lan­ma­­sı­nın onlarca yıl sonrayı bulduğu gö­rül­mek­tedir. Zamanı Müşahede Ederken Zamanı Tahlil Etmek 20. yy’ın kısa tarihini yazan Hobsbawm, 20. yy tarih yazıcılığının diğer dönemlerden farklı olduğunu, bu dönemi yazarken ikinci ve üçüncü kaynaklardan ya da başka tarih kitaplarından derlenerek yazılan tarih ile yaşanarak yazılan tarihin bir olamayacağını, kendi hayatının bu tarihi hadiselerin pek çoğu ile çakıştığını, kendisinin hadise­lerin bilinçli bir çağdaşı olduğunu vurgu­lamaktadır.7 Hobsbawm’ın bu tespiti, “dönemin tarih yazımcılığı” için önemli olduğu kadar, “dönemin tahlil yazımcılığı” açısından da önemlidir. Dönemin büyük hadiseleri he­nüz başlamadan önce uyarılar, sorun­ları­nın tespiti, öngörüler, büyük sorunlar ve felaketler başladığında devam eden süreçle ilgili yapılan tespit, uyarı ve öneriler; daha felaketler devam ederken sonraki dönemler­le ilgili yani geleceğe ilişkin muhtemel ön­görüler, uyarılar ve öneriler dönemin ha­diseleriyle çağdaş olan mütefekkirlerin tah­lillerinin mahiyetini oluşturmaktadır. Bu tarz tahliller, geçmişi ve tarihi analiz et­mekten öte zaman-ı hazırın tespiti, gidişata tesiri amaçlamakta olduğundan önemlidir. Hızla yaklaşmakta olan muhtemel felaketler zincirine karşı yüksek sesle haykırış içeren bir uyarı ve bir çırpınıştır. Bu tarz tahliller, dönemindeki ve gelecekteki haziruna, bütün bireylere tedbir ve vazifelerini hatırlatan bir çağrıdır. Zaman İçinde Bediüzzaman8 Bediüzzaman Said Nursi’nin 1877 yılında başlayan ve 1960 yılında vefatına kadar olan tarihçe-i hayatı, yukarıda iki paragraf­ta kabaca özetlenen, ancak detaylarına inil­diğinde ciltlerce kitaplara konu olan, dö­nemin hemen her bir bireyinin hayatını doğrudan etkileyen, sonraki dönemlerde de pek çok bireyin hayatını etkilemeye devam eden, bireylerin yanı sıra devletleri ve uluslararası kuruluşlara kadar siyasi, iktisadi, askeri eksenli pek çok hadisatın muhataplığı ve müşahitliği ile geçmiştir. Yani Bediüzzaman Hazretleri; Osmanlı İm­paratorluğu’nun son dönemine, 31 Mart Hadisesi’ne, imparatorluğun yıkılışına, Bi­rinci Dünya Savaşı’na, Kurtuluş Sa­vaşı’na, yeni Cumhuriyetin kuruluşuna, top­lum­sal, siyasal, sosyal dönüşüme, İkinci Dün­ya Savaşı’na, İkinci Dünya Savaşı son­rası döneme, tek partili hayata, çok partili hayata, Çarlık Rusya’sına, Sovyet Rus­­ya’sı­na, Nazi Almanya’sına, Mussolini İtalya’sı­na, Nor­mandiya çıkarmasına, Pearl Har­bour bas­kınına, Japonya’ya atılan atom bom­­ba­­larına, bugünkü Avrupa Birliği’nin te­­mel­­lerinin atıldığı Roma Anlaşması ve AET’nin kuruluşuna, Ortadoğu bölgesinin sö­mürgeleştirilmesine, İsrail, Irak, Suudi Arabistan, Suriye, Libya gibi devletlerin ku­rulmasına ve bütün bu hadisat içerisinde Tür­kiye’nin konumlanmasına, vb. örnekleri ço­ğaltılabilecek pek çok tarihi hadisatın bir mütefekkir ve âlim olarak çağdaşıdır. Onun hadiselerle olan çağdaşlığının mahi­yetinde; at üstünde talebeleri ile birlikte işgal kuvvetlerine karşı savaşmak, savaşırken ilmi eser telif etmek, Şam’ın Camii Emevi’sinde içinde yüzden fazla ulemanın da bulundu­ğu on bin kişilik bir cemaate hutbe irad et­mek,  Rusya’da esir olmak, Dârü’l-Hikmeti’l-İsla­miye’de azalık, Meclis-i Mebusan tara­fından Ankara’ya davet, sürgünler, hapisler, mah­kemeler, telif edilen eserler, talebeler gibi fevkalade geniş bir yelpazeye yayılan hadi­seler zinciri yer almaktadır. Bir âlim ve mütefekkir olarak bütün bu hadisat silsilesi içerisinde, Bediüzzaman Haz­retleri tarafından telif edilen eserlerde; in­sanın uhrevi hayatı, enfüsi âlemi, kâinatı tefekkür metodolojisi, kâinatı ve insanı tanıma ve anlama, imanın erkânının ispatı, imanını tahkik etme gibi hususlara yoğun olarak yer verildiği görülmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde ön plana çıkan bir diğer husus ise; dönemin siyasi, iktisadi ve askeri hadiselerinin özeli­ne, detayına girilmeden, nazarlar hadiseler içerisinde kaybedilmeden, dönemin İslam Dünyasının, İslam Dünyası mensubu bi­rey­lerin halinin ve ahvalinin tahlili yapıl­maktadır. Bu tahlillerde dönemin İslam Dünyasının geri kalmışlığının, yaşadığı so­runlar ve hastalıkların neler olduğu ve nedenlerinin ne olduğunun tespiti yapıl­maktadır. Bu tahliller salt tespit ile sınırlı kalmamakta ayrıca çözüm önerileri ve re­çeteler sunulmaktadır. Birey ve Küresel Dengeler Bugün uluslararası sistemin, büyük aktör­ler arasında kurulmuş ve gözetilen dengeler üzerinde yürüdüğü açıktır. Başta Ortado­ğu Bölgesi olmak üzere İslam Dünyasının bir parçası olarak kabul edilen devletlerin, uluslararası sistem üzerindeki etkinlikleri­nin derecesini, sisteme müdahalelerinin öl­çüsünü, yaşaya geldikleri sıkıntılar üze­rinden ölçmek mümkündür. Başta Ortadoğu olmak üzere, İslam Dün­yasının kan ve gözyaşı eksenli yaşadığı “sıkın­tı hali” bugün ortaya çıkmış olmayıp son yüzyılı aşkın süredir devam edegelmekte­dir. Bu süre içerisinde asır değişmiş, insan­lar değişmiş, aktörler değişmiş, sınırlar de­ğişmiş, küresel sistem değişmiş, hadiseler değişmiş ancak İslam Dünyasının yaşadığı “sıkıntı” olgusu değişmemiştir. Bu genel ah­valin çözümünün her bir olaya münhasır sebepleri, sonuçları ve çözümleri mutlaka bulunmaktadır. Ancak bu hadiselerin sürek­li belli bir coğrafyada yaşanıyor olmasının daha temel nedenlerinin olduğu aşikârdır. Temeline inilmeden yapılan çözümleme ve çözüm üretmeler yeni olumsuz hadiselerin yaşanmasını engellemeyeceği, önleyici bir tedbir olmayacağı gibi, çok sayıda sorunu çözmek gibi üstün bir enerji ihtiyacı ortaya çıkaracaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin 1911 yılında Ca­mii Emevi’den başlayarak yapmış oldu­ğu çağ­rılar bu bağlamda ehemmiyetlidir. Yaklaşmakta olan muhtemel sorunları tes­pit, hadiseler henüz hız kazanmadan önle­yici tedbir, sorun çıktığında izale edici re­çete olan bu hitaplarında muhataplar hep bireyler olmuştur. İslam Dünyasının bü­tününe, isimlerini zikrederek muhtelif ka­vimlere ve doğrudan bireylere şeklinde iç içe geçmiş daireler halindeki bu hitapların merkezinde temel aktör birey ve onun tutumudur. Daha sonra telif edilen Uhuvvet Risalesi, İhlas Risalesi gibi bölümlerin bütününde, bunların dışındaki risalelerin muhtelif yer­lerinde de bireye olan odağı belirgindir. Bediüzzaman’ın tahlillerinde ve tespit­lerinde, bireyi soyutlayan ve sorunların ne­deni ve çözümü olarak da soyut bir küresel sistemi adres gösteren yaklaşım bu­lunmamaktadır. Tam tersine, doğrudan bi­reye sorumluluk ve vazife yükleyen, onun düşünce, tutum ve davranışlarını bu doğ­rultuda şekillendiremeye matuf tav­siyeler taşıyan bir yaklaşım ön plandadır. Bugün uluslararası sistemi, uluslararası iliş­kileri teorilendiren, izah eden, önemli yak­laşımların merkezinde de insan yani birey yer almaktadır. Sistem, bireylerin fıtratı ve davranışları üzerinden izah edilmektedir. Bi­reylerin tutumunun umum sisteme akset­tiği değerlendirilmektedir. İnsanın özünde kötü olduğundan hareket ve realist yakla­şım olarak nitelendirilen akımın kurucu­larından Hans Morgenathau’ya göre, in­sanlar arasındaki ilişkileri güç ve çıkar belirlediği gibi, uluslararası ilişkilerinde be­lirleyicisi güç ve çıkardır. Buna karşılık idea­list teori olarak nitelendirilen yaklaşım ise, insanın kötü olmadığına vurgu yaparak ve devletler arası işbirliğine imkân tanır. Bediüzzaman Hazretleri İhlas ve özellikle Uhuvvet Risalesi isimli eserlerinde bireylerin, kendi aralarında nasıl davranması ve nasıl davranmaması gerektiği hususlarında bir çerçeve ortaya koyarken, insanlar arasında­ki bu ilişkinin İslam Dünyasına olan iz­düşümünü, ortaya çıkaracak neticesini de belirtmektedir. Uhuvvet Risalesi isimli ese­rinde bu ilişki biçiminin karşılığı zillet ve esaret altına girmemek, İslam Dünyasında­ki bireylerin hayatlarını ve hukuklarını mu­hafaza etmek olarak tanımlanmıştır. İhlas hakkında olduğu beyan 20. Lem’a isimli eseri de Uhuvvet Risalesi ile paralellik arz etmekte, “ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten” kurtarmanın yolunun ittifak ile hareket et­mekten geçtiği kuvvetle ifade edilmektedir. Bütün bu ifadelerden, tavsiyelerin her ne ka­dar insani ve sosyal ilişkilere ilişkin olduğu ilk planda göze çarpsa da, neticesinin İslam Dünyasının mevcut sıkıntılarını giderecek bir yapısal durum ortaya çıkaracağı, ulus­lararası sistem üzerinde bir revizyon oluş­turabileceği çıkarımında bulunabilinir. En Birinci Vazife Bediüzzaman Hazretleri yine 20. Lem’a isimli eserinde yer verdiği “…ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telakki edip…” ifadeleriyle bir tespit, bir gelecek öngörüsünün yanı sıra zillet ve esaret is­tenmi­yorsa bir vazife sıralamasında bulun­muştur. Bediüzzaman Hazretleri bu mevzularda “Ey ehl-i Hak” ifadeleriyle bütün ehli imanı muhatap alan bir çağrıda bulunmaktadır. Risale-i Nur’ların Türkiye’de ve Türkçe te­lif edilmiş olmaları ise, telif edildikleri dö­nemden başlayarak, önce bu coğrafyada yaşayanların dikkatine ve istifadesine su­nul­duğu olarak değerlendirilebilinir. Risale-i Nur’ların başka dillere tercümeleri söz ko­nusu olsa da, uzun yıllar boyunca bunun mümkün olamamış olması ve hal-i hazırda bu coğrafyalarda daha fazla teveccüh gör­mesi, bu coğrafyada yaşayanlara öncelikle istifadesine sunulduğuna ilişkin bir duru­mu ortaya çıkarmaktadır. Geçmişin Potansiyeli Geleceğin Ümidi Bediüzzaman Hazretleri 20. Lema’da “…ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtar­ma­yı...” ve “…bu ehl-i hakkın mağlubiyeti zamanında…” ifadelerini kullanması, İslam Dünyasının halinin ve ahvalinin son derece farkında olduğunu göstermektedir. Ancak yaşadığı dönemdeki İslam Dünyasının ah­valine bakarak asla bir ümitsizlik içerisinde olmamış tam aksine geleceğe dair hem ken­disi ümitvar olmuş hem de çevresine ümit aşılamıştır. Bu bağlamda ümitsizliği de İs­lam Dünyasının geri kalmışlığının sebep­leri arasında göstermiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin açık ve net olarak kullandığı “ümitvar olunuz…” ifa­de­leri, kuru bir umut aşılamanın ötesinde, Anadolu’nun tarihten gelen potansiyelinin hatırlatılması ve bu doğrultuda çalışılması­na matuftur. Ümitvar olmak, var olan potansiyelin üzerinden yürütülecek bir his­siyattır. Var olmayan potansiyel üzerinden bir gelecek kurgusu yapmak muhali ha­yal etmek anlamına gelecektir. Prof. Os­man Turan’ın “Türk Cihan Hâkimiyeti Mef­kû­resi Tarihi9” isimli eserinde detaylıca an­lattığı ve tarihin değişik dönemlerinde açığa çıkan bu potansiyele Bediüzzaman Hazretleri 26. Mektub’da “İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene de­ğil, belki Abbasîler zamanından beri, bin se­nedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İs­lamiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı sus­turdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz” ifadeleri ile işaret etmektedir. O, Anadolu’yu “Âlem-i İslam’ın anahtar merkezi” olarak nitelendirmiş, “Buranın düzelmesi Âlem-i İslam’ın düzelmesine vesile olacak” demiştir. Şüphesiz ki bu düzelmenin içerisinde Ulum-u Diniye’ye verilmesi gereken ehem­miyet olduğu gibi Ulum-u Fenni’ye de yer almaktadır. Bediüzzaman “cehalet-zaruret ve ihtilafı” düşman olarak tanımlamıştır. Ce­halet ve zarureti de en az ihtilaf kadar kar­şısına almış, izale edilmesini amaçlamıştır. Anahtar Ülke: Türkiye Değişen zamanın içerisinde hadiseler, aktör­ler, insanlar, ülkeler, sınırlar, coğrafyalar vb. unsurlarda değişe değişe günümüze kadar gelinmiştir. İslam Dünyasının bir kısmı, hala kan ve gözyaşı içerisindedir. İslam coğ­rafyası, Bi­rinci ve İkinci Dünya Savaşı es­nası, arifesi ve arkasında olduğu gibi ağır koşullar ve fa­kirlikler altında değildir. İslam Dünyasının diğer bir kısmı zaruret halinden kurtularak zenginleşmiş, bir diğer kısmı da nispeten cehaletten sıyrılmış, marifet noktasında ça­ba göstermeye başlamıştır. He­nüz yeterli ol­mayan bu gelişmelere, cılız de­nemeleri ya­pılan ihtilaftan kurtulmaya ça­lışma hali ve gayesi de eklendiğinde İs­lam Dünyası ve coğrafyasının konumu ve aktörlüğü de de­ğişecektir. Türkiye’nin son yıllarda gerek ekonomi, ge­rek siyasi, gerek teknoloji ve gerekse sanayi alanlarında yaptığı yatırım ve atılımlar, İslam Dünyası olarak nitelendirilen ülke­ler arasından bir adım öne çıkmasına, göz­lerin Anadolu coğrafyasına çevrilmesine neden olmuştur. Cumhurbaşkanı ve Baş­ba­kan düzeyinde, milyonu bulan kala­ba­lık İstanbul meydan­larından İslam ül­ke­­­leri başkentlerine gönde­rilen selamlar ha­masetten öte bir anlam taşımakta, bin yıllık mefkûre ile bir bağı bulunmakta, bu mefkûrenin hatırlanması ve dünyaya hatırlatılması olmaktadır. Türkiye’de yaşayanlara düşen “en birinci vazife” en büyük düşmanları olan “cehalet, zaruret ve ihtilaf” ile daha fazla mücadele ederek ülkesini kalkındırmak, bunun yanı sıra İslam Dünyasının geleceğine dair ümi­dini diri tutmak, “ümitvar olmaktır”. Bu ümidi en ziyade aşılayan, geri kalmışlığın nedenlerini sorgulayan ve üç düşman ta­nım­lamasını yapan, uluslar arası ekono­mik, siyasal ve sosyal sonuçları olacak olan toplumsal hastalıklara reçeteler sunan, za­manını yaşarken geçmişi ve geleceği de he­saba katarak tahlil eden, güzel insanların telif ettikleri eserler her daim ihtiyaçtır. Türkiye’deki her bir ferdin; “Âlem-i İs­lam’ın anahtar merkezinin Türkiye” olduğu şuuruyla ve “bin yıldır sancaktarlığını yap­tığı mefkûre” ruhuyla hareket etmesine, Âlem-i İslam’ın ihtiyacı vardır. Kaynaklar: 1- Fahir ARMAOĞLU, 20. yy Siyasi Tarihi, Alkım Yayınları, 11. Baskı2- Zekeriya TÜRKMEN, 1914’ten 2014’e 100’üncü yılında Birinci Dünya Savaşını Anlamak, Uluslar arası Sempozyum 20-21 Kasım 2014, T.C. Hartp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, İstanbul3- Oral SANDER, Siyasi Tarih 1914-1918, İmge Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, s. 134- Oral SANDER, age. s. 1245- Çağrı ERHAN, Avrupa’nın İntiharı ve İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Temel Sorunlar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 51 Sayı: 1 Yayın Tarihi: 1996, s. 2596- Eric HOBSBAWM, Kısa 20. yy. 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Yavuz ALOGAN, Sarmal Yayınevi7- Eric Hobsbawm, age. s. 78- Cemalettin CANLI, Yusuf Kenan BAYSÜLEN, Zaman İçinde Bediüzzaman, İletişim Yayınları, 2010 İstanbul9- Osman TURAN, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, Ötüken Yayınları Diğer Kaynaklar: Tayyar ARI, Geçmişten Günümüze Ortadoğu, Alfa YayınlarıSabit DUMAN, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, Doğu Kütüphanesi Yayınları

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ocak
Konu resmiBeşerin Zulmü, İsrafı ve Kirliliği
İnsan

“Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz!”(A’raf, 31)Dünyamızın bir tarafı israf bolluğu içinde yaşayan aşırı kilolu ve bu kiloları nasıl eri­teceğini düşünen insanlarla dolu iken, bir başka tarafı da günlük yiyecek ekmek bulamayan, hatta bu yüzden ölen insanlarla dolu. Her iki kısım insanların sayısı milyarla ifade ediliyor. Üstad Bediüzzaman şöyle diyor: Ey israflı, iktisadsız! Ey zulümlü, adaletsiz! Ey kirli, nezafetsiz bed­baht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düs­tur-u hareketi olan iktisad ve nezafet ve adâleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki; umum mevcudatı zul­münle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsiz­liğinle kızdırıyorsun? Üstad’ın bu sözleri üzerinde duralım: a. Beşerin Zulmü “Demek, siz ‘iş başına gelip yönetimi ele alır­sanız’ hemen yeryüzünde fesat çıkara­cak­sınız öyle mi?” (Muhammed, 22) “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde boz­gunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürür­se, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bü­tün insanları yaşatmış gibi olur.” (Maide, 32) Batı medeniyetinin bütün Dünyaya yayıl­dı­ğı 20. yüzyılda dünya tarihinde görülmemiş zulümler ve katliamlar yaşandı.    Birinci Dünya Savaşında 15 milyon asker öldü, 20 milyon kadarı da yaralandı. Savaş sonrasında İslâm ülkelerinin – bir iki devlet haricinde – hepsi batılı ülkeler ta­ra­fından sömürge haline getirildi. Sömür­ge­ci ülkeler hükmettikleri ülkelerde büyük katliamlar ve zulümler yaptılar. Bu hal İkinci Dünya Savaşına kadar sürdü. İkinci Dünya Savaşı, birincisinden daha fe­ci oldu. 57 devletin katıldığı bu savaş 6 yıl sürdü ve tahminlere göre – sivil asker – 50 ile 70 milyon arasında insan öldü. Yine bu yüzyılda Faşizm, Nazizm, Komü­nizm ideolojileri devletleşti, milyonlarca in­san bu baskıcı rejimler yüzünden felaketlere duçar oldu. 1917 yılında Rusya’da Bolşevik İhtilalinden sonra, Lenin döneminde 8 mil­yon; Stalin döneminde ise 25 milyon insan katledildi. Çin, Kamboçya, Kuzey Kore gibi değişik ülkelerde Komünizm adına yapı­lan katliamlar yaklaşık 60 milyon olarak tahmin edilmektedir.1 20. yüzyılda hiçbir tarihte görülmeyen sa­vaşların ve zulümlerin neticesinde yakla­şık 170 milyon insanın katledildiği tahmin edilmektedir.2 Buraya kadar saydıklarımız yalnızca kat­liam­lardır. Bu katliamlara soygunlar, ha­pis­ler, işkenceler, yaralanmalar, sakat kal­malar, sürgünler, evsiz kalmalar, açlıklar da eklendiğinde zulmün ne kadar büyük boyutlarda olduğu tahmin edilebilir. 21. yüzyılda ise, insan haklarından, demok­rasiden bahseden batılı ülkeler İslâm’a ve İslâm ülkelerine savaş açmışlardır. De­ği­­şik vesilelerle hem bütün dünyada İs­lâm’ın gözden düşürülmesini sağlamaya ça­­lı­şı­yorlar, hem de İslâm ülkelerinde ihti­lafları körükleyerek onları birbirlerine dü­şürüyorlar, iç savaş çıkarıyorlar, zalim ve despot yönetimleri destekliyorlar. Dünyada aklı başında olup, hâlâ vicdanını kaybetmemiş insanlar bu gidişata dur de­medikleri takdirde, 21. yüzyıl da 20. yüzyıl gibi kanlı bir yüzyıl olacak, belki de ondan daha kanlı olacaktır. Bütün dünya Allah’ın aşağıda haber ver­di­ği kimseleri beklemektedir: “Eğer Allah, insanların bir kısmının kötü­lüğünü diğerleriyle savmasaydı elbette yer­yüzü altüst olurdu.”3 “Eğer Allah, bir kısım (kötü) insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, içlerinde çokça Allah’ın ismi zikredilen manastırlar, ki­liseler, havralar ve mescidler yıkılır gi­derdi.”4 b. Beşerin İsrafı “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz!”(A’raf, 31) Dünyamızın bir tarafı israf bolluğu içinde yaşayan aşırı kilolu ve bu kiloları nasıl eri­teceğini düşünen insanlarla dolu iken, bir başka tarafı da günlük yiyecek ekmek bulamayan, hatta bu yüzden ölen insanlarla dolu. Her iki kısım insanların sayısı milyar­la ifade ediliyor. Açlık Yapılan bazı araştırmalara göre, günümüzde dünya nüfusunun 925 milyonunun açlık çekmekte olduğu, bu nüfusun sürekli art­ma eğilimi gösterdiği ve 2011 yılında ise dünya nüfusu 80 milyon kişi artarken 70 milyon kişinin daha açlığa düştüğü ortaya konulmuştur. (…) Ayrıca dünyada yaklaşık 1 milyar kişinin açlık ve mutlak yoksulluk sınırı olarak da tanımlanan 1 dolardan daha az gelire sahip olduğu ve yaklaşık 2,5 milyar insanın da günlük 1 ila 2 $ arasında gelire sahip olduğu tespit edilmiştir.5 Açlık çeken nüfusun yaklaşık % 75’i kırsal kesimlerde yaşamakta olup, bunların 120 mil­yondan fazlası okul çağından kü­çük ço­cuklardır. Bu çocuklardan yılda 11 milyonu daha beş yaşına ulaşmadan ölmek­tedir. Yi­ne kırsal kesimde yaşayan ve açlık çeken 530 bin anne her yıl doğum esnasında ölmektedir. (…) Birleşmiş Milletler kurum­ları tarafından hazırlanmış olan açlık yay­gınlığı haritası incelendiğinde; çoğu Gü­ney Afrika ve sahra altı ülkelerinde nüfu­sun %35’inden fazlasının açlık çektiği, bu oranın Asya’nın güney batı kesimlerinde % 20-34 arasında, Asya’nın güney doğu kesimleri ile Güney Amerika’nın kuzey ke­simlerinde ise % 5-19 arasında olduğu anlaşılmaktadır.6 Obezite Dünyada milyonlarca insan açlıktan dolayı ölümle karşı karşıya iken, bir o kadar in­san da obeziteden şikâyet etmektedir. Dün­ya Sağlık Teşkilatı (WHO), Dünya Ta­rım ve Gıda Teşkilatı (FAO) ve Dünya Gı­da Programı (WFP) gibi uluslararası ku­rum­ların kayıtlarından Dünyada bir milyar ka­dar kişi açlık çekerken, bir o kadar kişinin de obezite sorunu ile karşı karşıya olduğu anlaşılmaktadır.7 Dünyadaki bu çelişkili durum ister iste­mez “Dünyadaki açlık ve sefaletin nedeni, yoksulları doyuramamak değil, zenginleri doyuramamaktır” sözüne hak verdiriyor. İsraf “Gereksiz yere saçıp savurma. Zira saçıp sa­­vu­ranlar şeytanların kardeşleridirler.” (İsra, 29) Peygamberimiz abdest alan birine “Bu israf nedir?” dedi. O sahabi (taaccüble) “Abdestte israf olur mu?” diye sordu. Peygamberimiz “Evet! (Olur). Suları akıp giden bir nehir kenarında bile olsan (suyu fazla kullanırsan israf etmiş olursun)” buyurdu. (İbn Mace) Dünyada bir milyara yakın aç insan bulun­maktadır. Eğer zenginler israf etmeseler ve fakir insanlara şefkat edip yardım etseydi­ler, açlık diye bir problemden bahsedilmeyecek­ti. Çünkü Dünya Bankası’nın raporlarına göre, gelişmiş ülkelerde çöplüklere atılan yiyeceklerin, Dünyada açlıktan ölen in­san­ların 15 katını besleyecek miktarda ol­duğu belirtilmektedir. Bir internet sitesinde “Küresel İsrafın Faturası 750 milyar Dolar” başlığıyla dünyadaki israf hakkında şu bilgiler verilmektedir: Yılda 805 milyon insanın (Dünya nüfu­su­nun % 11,3’ü) yetersiz beslendiği, yak­laşık 10 milyon insanın ise açlık ve yeter­siz beslenmeden hayatını kaybettiği Dün­yamızda, yıllık 1,3 milyar ton gıdanın israf edildiği tahmin edilmektedir. Bu israfın ekonomik değeri ise 1 trilyon ABD dolarına karşılık gelmektedir. Dünya Gıda Örgütü verilerine göre israf edilen veya kayba uğrayan miktar, Dünya gıda üretiminin üçte  biridir. Dünyadaki gıda kaybı ve israfının dört­te birinin önlenmesiyle bile yetersiz besle­nen 805 milyon insanın gıda ihtiyacı karşı­la­nabilmektedir. Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde kişi başı gıda israfı yıllık 95-115 kg, Sahra Altı Afrika’sı ve Güney-Güney Doğu Asya’da ise 6-11 kg. arasındadır. Gıda kayıp ve israfının ekonomik karşılı­ğı, gelişmiş ülkelerde 680 milyar ABD $, gelişmekte olan ülkelerde ise 310 milyar ABD $’dır. ABD’de gıda üretimi için su kaynaklarının % 80’i, toplam arazilerin % 50’si ve enerji bütçesinin % 10’u kullanılmasına rağmen üretilen gıdanın % 40’ı israf edilmekte veya kayba uğramaktadır. Son 40 yılda gıda israfı % 50 oranında artış göstermiştir. Her 6 Amerikalıdan 1’i gıdaya erişimde sıkıntı yaşamaktadır. ABD de israfın %15 oranında azaltılması ha­linde, açlıkla karşı karşıya olan 25 milyon insanın gıda ihtiyacı karşılanabilecektir. Kanada’da tarladan sofraya kadar uzanan gıda zincirinde kayba uğrayan veya israf edilen gıda miktarının ekonomik karşılığı 27 milyar ABD $’dır. Bu değer toplam gıda üretiminin yaklaşık % 40’ına, Kanada Gayrı Safi Yurt İçi Hasılası’nın (GSYİH) ise % 2’sine denk gelmektedir. Bu değer, aynı zamanda en fakir 32 ülke­nin GSYİH toplamından fazladır. Avrupa Birliğinde her yıl 89 milyon ton gıda (kişi başı 176 kg) israfı yapılmakta olup bunun ekonomik karşılığı 11,4 milyar €’dur. Bu miktarın 2025 yılına kadar % 50 ora­nında azaltılması hedeflenmektedir. Tüm gıda israfının % 42’si evlerde, % 39’u üretim safhasında, % 14’ü yiyecek/içecek hizmeti sektöründe (catering), % 5’i toptancı veya pe­rakendeciler tarafından yapılmaktadır. AB Ko­misyonunun 2010 yılı bulgularına göre; AB’nin yıllık ekmek üretimi 32 milyon ton civarında olup toplam tüketim 22,5 milyon tondur (kişi başı ortalama tüketim 50 kg). Bu veriler ışığında AB’de üretilen ekmeğin yaklaşık % 30’u israf edilmektedir. İngiltere İngiltere Çevre Gıda ve Kırsal İşler Ba­kanlığı (DEFRA) tarafından yayımlanan 27 Temmuz 2010 tarihli rapora göre; 2008 yılında satın alınan tüm gıda ve içeceklerin % 15, ekmeğin ise % 32 oranında israf edildiği belirtilmektedir. İngiltere Atık ve Kaynaklar Eylem Prog­ramı (WRAP) verilerine göre yıllık unlu ma­muller israfının 680.000 ton, maliyetinin ise 1,1 milyar Pound (yaklaşık 1,8 milyar ABD $) olduğu hesaplanmıştır. İngiltere’de toplam gıda ve içecek israfı ve kaybı 8,3 milyon tondur. Bu miktarın 5,3 milyon tonu önlenebilir düzeydedir. Avusturya Avusturya’da bir yılda üretilen ekmeğin % 10’u (yıllık 70 bin ton) israf edilmekte olup bu israf 1 milyon Avusturyalının yıllık tüketimine karşılık gelmektedir. Almanya Alman Tarım Bakanlığı verilerine göre Al­manya’da her yıl 11 milyon ton gıda is­raf edilmektedir. İsrafın % 60’ı hane halkı, % 20’si satış yerleri, % 17’si ise restoran ve ka­felerde gerçekleşmektedir. Her yıl kişi başına yaklaşık 81,6 kg. gıda israf edilmekte olup bunun 53 kg. önlenebilir israftır. İtalya İtalya’da hububat ürünleri üretimi kişi başı yıllık 158 kg, fiili tüketim ise 94 kg. ola­rak gerçekleşmektedir. Yani üretimin yak­laşık % 40’ı israf edilmekte veya kayba uğramaktadır. Gelişmiş Ülkeler Gelişmiş ülkelerde çöpe atılan gıdaların % 40’ı, aslında yenebilecek durumdadır. Gelişmiş ülkeler yılda yaklaşık 222 milyon ton yenebilir ürünü heba etmektedir. Bu miktar, neredeyse Sahra Altı Afrika ülke­lerinin yıllık toplam gıda üretimine karşılık gelmektedir. Gelişmekte Olan Ülkeler Gelişmekte olan ülkelerde yılda 150 mil­yon ton buğday heba olmaktadır. Bu ka­yıp, tüm fakir ülkelerdeki açlığı ortadan kal­dırabilecek buğday miktarının altı katını oluşturmaktadır.8 Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç şudur: Eğer İslâm’ın emrettiği israf etmeme, diğer insanlara şefkat, merhamet etme ve zekât, sa­daka emirleri yerine getirilmiş olsa, yer­yüzünde aç insan kalmayacaktır. c. İnsanların Dünya’nın Dengesini Bozması ve Kirletmesi “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden ka­ra(lar)da ve deniz(ler)de fesat çıktı; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece (ceza olarak) onlara tattırır.” (Rum, 41) Amerikalı deniz bilimci Roger Revelle ve arkadaşı Hans Suess 1957’de birlikte yayınladıkları çalışmada şöyle diyorlardı: İnsanlık büyük ölçekli bir deneyi icra etmekle meşguldür. Bu geçmişte benzeri vuku bulmamış bir hadisedir ve bir daha da tekrarlanması mümkün olmayacaktır. Birkaç asırdan beri atmosfere ve denizlere milyonlarca yılın mahsulü olan konsantre karbon çökeltilerini geri döndürmekteyiz. Atmosferdeki dengeyi tersine çevirmekle meşgulüz ve bu durumun gezegenimiz üzerindeki hayat ve iklim üzerinde gelecekte ne gibi tesirleri olacağını da bilemiyoruz.9 Bu sözlerin üzerinden 50 yıldan fazla bir zaman geçti. Bugün bu deneyin neticelerini ve zararlarını bütün insanlık âlemi çok pahalı bir şekilde görmüştür. İnsanların –bilhassa zengin ülkelerin- yaptıkları so­rumsuz faaliyetler neticesinde atmosferde ve denizlerde kirlenmeler olmuş, ormanlar azalmış, pek çok bitki ve hayvan türleri yok olmuş, doğanın dengesi bozulmuştur. Konuyla ilgili olarak Tüketici ve Çevre Vakfı sitesindeki  “Dünyada Doğa ve Çevre” başlıklı yazıda şunlar söylenmektedir: Dünya nüfusu 150 yıl önce 1 milyardı. Şimdi 7 milyar. 2050 yılında 9 milyar ola­ca­ğı hesaplanıyor. Nüfusla beraber dün­­ya ekonomisi son 50 yılda 5 kat bü­yüdü. Nüfus ve ekonomi büyüdükçe do­ğa ve çev­reye verilen tahribat katlanarak bü­yümeye devam ediyor. Dünya nüfusunun % 20’sini oluşturan kal­­kın­mış ülkeler, dünya kaynaklarının % 80’ini kullanıyor ve bu oranda da dünyayı kir­letiyor. Dünyamız hızlı bir şekilde kir­leniyor. Biyolojik çeşitliliğimiz gittikçe azalıyor. Dün­ya ormanları 8 milyar hektardan 3,6 mil­yar hektara düştü. dünyada her yıl 20 mil­yon hektar orman alanı yok oluyor. Yağmur Ormanları neredeyse kalmadı. Bitki ve hayvanlar Doğal kaynakların üçte ikisi tehlikede. Dünyadaki 10 bin kuş türünün % 12’si, 4500 memeli türünün % 11’i, balıkların dörtte biri, bitkilerin dörtte biri yok edil­mek üzere. Tarımsal genetik çeşitliliğin dört­te üçü, tarım alanlarının üçte biri yok edildi. Kimyasal gübre ve zirai ilaçlar doğal dengeyi bozdu, tarım topraklarını kirletti. Dünya topraklarının üçte biri çölleşti. Son 40 yılda biyolojik çeşitlilik küresel ölçekte % 30 azaldı. Atmosfer  Petrol, gaz, kömür gibi fosil yakıtlar ile me­tan, azot oksit ve diğer sera gazları at­mosferi kirletmeye devam ediyor. Son elli yılda fosil yakıtların tüketimi 9 kat arttı. Bu­nun neticesinde küresel ısınma tehlikeli boyutlara ulaştı. Böylece son yüz yılda Dünya 0,7 derece ısınarak okyanuslar 20 cm yükseldi. Buzullar Buzulların % 20’si eridi, % 40’ı inceldi ve Türkiye büyüklüğünde buzul yok ol­du. Dünya 18.yy da küçük buzul çağı ya­şadı. Buzullar azaldı çoğaldı ama şimdi toparlayamıyor. Antartika tamamen eri­di­­ğinde denizlerin 60 metre, Grönland eridiğinde denizlerin 7 metre yükseleceği hesaplanıyor. Şimdiden Avustralya’nın ku­zey doğusunda bir adalar ülkesi olan Tuva­la’nın dörtte biri su altında kaldı, nüfusunun dörtte biri göç etti. Küresel ısınma         Küresel ısınmayla birlikte Dünyanın dengesi bozuldu. Mevsimler değişti, bitkiler erken çiçek açmaya, hayvanlar erken doğurmaya başladı. Kuşların göç zamanı değişti, kış uykusuna yatan hayvanlar uykuyu unut­maya başladı. Susuzluk, kuraklık, açlık, ik­lim göçleri, başta kasırgalar olmak üzere doğal afetler, salgın hastalıkları kapımızdadır. Atmosfer Atmosferin % 36’sını ABD, % 15’ini Çin kirletmektedir. Bu ülkeleri sırasıyla Rusya, Japonya, Hindistan takip etmektedir. AB ül­kelerinin kirletme oranı % 14 tür. Türki­ye’nin kirletme oranı %  0.40 civarındadır. Fakat en hızlı kirleten ülkeler içinde bulu­nuyor. İklim değişikliği ile mücadele için oluştu­rulmuş Birleşmiş Milletler Çerçeve sözleş­mesine ülkemiz 2004 yılında taraf olmuş­tur. Bu sözleşmeye dayanarak hazırlanan sera gazı emisyonunun azaltılması ve sınır­landırılmasına yönelik KYOTO proto­ko­lüne Türkiye 2009 yılında taraf olmuştur. Fakat KYOTO protokolüne Dünyayı en çok kirleten Amerika Birleşik Devletleri­nin imzalamaması dikkat çekmektedir. Su Küresel ısınmanın en çok su kaynaklarını etkilediği bilinmektedir. Suyun yanlış yöne­timi ve yanlış kullanımından dolayı Dünya nüfusunun % 40’ı susuzluk tehlikesi ile kar­şı karşıya bulunmaktadır. 1 milyar insan sudan mahrum.1,5 milyon çocuk her yıl kirli sudan ölüyor. 2050 yılında 9 milyar olacağı hesaplanan Dünya nüfusu için % 70 daha fazla gıda üretilmesi gerekiyor. Bu oranda da üretim için su tüketilecek. Günümüzde bir insanı besleyecek gıda üretimi için yılda 2 ile 5 ton su harcanıyor. Böyle giderse 2025 yılında Dünya nüfusunun üçte ikisi susuzluk ile ilgili sıkıntı yaşayacağı hesaplanıyor. Ayrıca gıdaların % 30’u çöpe gidiyor. Böy­lece bu kadar da su kaybı oluyor. Dün­ya­daki insanların % 18’i temiz su bulamıyor. Denizler, akarsular, göller, yer altı suları kirlendi. Su dengesini ve doğal dengeyi sağlayan Dünyadaki sulak alanların yarısı kurutuldu. Son 40 yılda Dünya kullanıla­bilir sularının neredeyse yarısını kaybetti. İnsanların mevcut yaşama ve tüketim alış­kanlıklarını devam ettirmek için 1,5 ge­zege­ne ihtiyaç olacağı hesaplanmaktadır. Kızıl­de­rili Reisin 19. Yüzyılda söylediği “KEN­­Dİ ÇÖPLÜĞÜNÜZDE BOĞULACAKSI­NIZ” sözü adeta bu günleri anlatmaktadır. Biyolojik çeşitlilik üzerinde muazzam bir baskı oluşturan bu hoyratça yaşama tarzı Dünya’daki tüm canlıların geleceğini tehdit etmektedir.10 Kaynaklar: 1- Zbigniew Brezezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, İş Bankası Yayınları, 1994, s.12, 15, 18.2- Zbigniew Brezezinski, age. s. 20.3- Bakara, 251.4- Hac, 40.5- Mustafa ERBAS, Sultan ARSLAN, Açlığın Önlenmesi ve Gıda Güvencesinin Sağlanması, Gıda Mühendisliği Dergisi 36. Sayı, s. 51, 54.6- Mustafa ERBAS, Sultan ARSLAN, a.g.m., s. 547- Mustafa ERBAS, Sultan ARSLAN, a.g.m., s. 528- http://www.esk.gov.tr/tr/11821/Kuresel-israfin-faturasi-750-milyar-dolar.9- Yılmaz Muslu, Ekoloji, Yeni Asya yayınları, 1987, s. 4310- http://www.tukcev.org.tr/faaliyetlerimiz/dogal-yasam/dunyada-doga-ve-cevre

İdris FERİD 01 Ocak
Konu resmiÜç Belde (Bilâd-ı Selâse)
Tarih

Haliç’in herhangi bir noktasından Eyüp’e doğru bakanlar, Peygamber Efendimizi (asm) ve onu evinde ağırlayan Eyüp Sultan’ı hatırladıkları gibi, Asr-ı Saadetten gelen fetih müjdesini de hiçbir zaman unutmadılar. Bilâd-ı Selâse Eskiden nefs-i İstanbul olarak da isim­lendirilen sur içi bölgesinin asıl adı, Der­saâdet’ti. İstanbul’un sur dışındaki üç kaza­sı olan Eyüp, Galata ve Üsküdar da işin içi­ne dâhil edilince resmî işlemlerde, Dersaâ­det ve Bilâd-ı Selâse (üç belde) ifadesi kul­lanılırdı. Dersaâdet’in kadısı ayrı, Bilâd-ı Selâse’nin kadıları ayrıydı. Osmanlı’da kadılar, sadece adlî sistemin başı değillerdi. Bugünkü ma­nada hem belediye başkanlığı görevi ya­parlardı, hem de şehirdeki ya da kazadaki bütün kamu kurumlarını denetlerlerdi. Bu sebeple İstanbul’da idârî, adlî, iktisâdî ve içtimâî düzenin sağlanabilmesi için, Der­saâdet ve Bilâd-ı Selâse kadıları devamlı işbirliği içinde olurlardı. Birlikte ortak toplantılar yapar, Çarşamba günleri de Veziriazam’ın divanına katılırlardı. Veziri­azam, şikâyetleri dinler ve davalara bakar­ken, Dersaâdet ve Bilâd-ı Selâse kadıları da yanında bulunurlardı. Şikâyetçi çoksa, Ve­ziriazam’a yardım ederlerdi. Dersaâdet ve Bilâd-ı Selâse kadıları ara­sındaki işbirliği ve ortak çalışma, her saha­da kendini gösterirdi. Dersaâdet kadılığı­nın be­lirlediği narh, üç beldenin kadılı­ğınca kay­­da geçirilirdi. Narh, fiyat belirleme, kont­­rol ve sınırlandırma anlamına gelmek­te olup; Osmanlı tebaası için önemliydi. Bu konuda ne esnafın ne de vatandaşın mağ­dur edilmemesi gerekiyordu. Yahya Kemal’in şiirlerinde ve nesirlerinde de anlattığı gibi, Üsküdar’da doğan bir çocuk, ezan sesleri arasında yüzyılları aşan İslâm medeniyetinin Osmanlı yorumunu,                          bugünün ifadesiyle, çok rahat içselleştirebilirdi. Osmanlılarda kadılar, adlî ve idari işler için ayrı bir bina kullanmazlardı. Resmî ika­met­gâhları olan konakları, aynı zamanda onların davaları gördükleri, resmî işlem­leri yaptıkları kamu binalarıydı. Kadıya yar­dım eden kâtipler, subaşılar ve diğer gö­revliler, mesai saatlerinde kadı konağının resmî işlemlerinin görüldüğü kısmı olan divanhane bölümünde çalışırlardı. Üç bel­denin 15. yüzyılın sonlarından, 1923’e ka­dar olan kadı ve mahkeme sicilleri, büyük oranda günümüze ulaşmıştır. Üç beldenin her birbirinin kendine has özellikleri, dikkatli bakıldığında bugün bile fark edilebilmektedir. Mihmandâr-ı Resûl’ün İkâmetgâhı Eyüp Peygamber Efendimiz (asm) Medine’ye Hic­­ret ettiği zaman, Medineli sahâbelerin hep­si, onu kendi evlerinde ağırlamak isti­yor­lardı. Resûlullah (asm) kimsenin kalbini kır­mak istemedi ve devesi nerede çökerse, orada misafir olacağını söyledi. Peygamber Efendimizin (asm) devesi Kusva, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (ra) evi­nin önünde çöktü. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri (ra), Peygamber Efendimizi (asm) yedi aya yakın evinde ağırladı. Bu se­beple “Mihmandâr-ı Resûl” ünvanı ile anıldı. Hz. Ebû Eyyûb (ra), Peygamber Efendi­mizin (asm) İstanbul’un fethini müjdele­yen hadisine mazhar olabilmek için ya­şı çok ilerlemiş olmasına rağmen Hicret’in 52. senesinde İslâm ordusuyla birlikte İstan­bul kuşatmasına katıldı. Kuşatma sırasında şehîd oldu ve vasiyeti üzerine ordunun iler­lediği en uç noktada defnedildi. Fetih, o zamanlarda müyesser olmadı ama Hicrî 857’de Fatih Sultan Mehmed komutasında­ki İslâm ordusu, fethi gerçekleştirdi. Yani Hicrî takvime göre tam 805 sene sonra… Akşemseddin Hazretlerinin manevî keş­fiyle yeri tesbit edilen Hz. Ebû Eyyûb el-En­sârî’nin (ra) kabrinin üzerine önce tür­be yapıldı. Ardından da cami ve etrafını saran diğer kamu binaları yapıldı. Fethin ardından Müslüman ahalinin yerleşim yeri olan bu bölge, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerini bağrında taşıdığı için, Eyüp ismini aldı ve İstanbul’un üç merkez ka­zasından biri oldu. Eyüp’ün Haliç’e bakan yamaçları, İstanbul’un Müslüman nüfusu için kabristan olarak ayrıldı ve yüzyıllarca Müslüman ahali buraya defnedildi. Birçok Sadrazam, Şeyhülislâm, devlet görevlileri, âlimler, evliyalar ve daha niceleri Ebû Ey­yûb el-Ensârî Hazretlerinin türbesinin et­rafındaki, hazirelerde ve kabristanlarda def­nedildiler. Sultan 5. Mehmed Reşad’ın tür­besi de Eyüp’tedir. Eyüp bütün bu sebeplerden dolayı Os­man­lı’nın bir maneviyat merkezine dönüştü. Haliç’in herhangi bir noktasından Eyüp’e doğru bakanlar, Peygamber Efendimizi (asm) ve onu evinde ağırlayan Eyüp Sul­tan’ı ha­tırladıkları gibi, Asr-ı Saâdetten gelen fetih müj­desini de hiçbir zaman unutmadılar. Aynı zamanda Haliç’in en güzel yamacına kurulu Eyüp kabristanını görüp, dünyanın geçici heveslerine bel bağlamadılar. Ahireti her daim akılda tuttular. Ecdâdımız, eğer dünyevî hırslar içinde olsalardı, Haliç’in en güzel yerini kabristan yapmazlardı zannederim. Fethi Gören Üsküdar Osmanlılar, Üsküdar’a İstanbul’un fet­hinden 100 yıl önce ulaşmışlardı. Fetih­ten ön­ceki yüz yıl boyunca, Peygamber Efendi­mizin (asm) müjdesine mazhar ola­bil­­mek için didinip durdular. Üsküdar da Eyüp gibi Müslüman ahalinin çoğunlukta olduğu İstanbul’un üç merkez kazasından biriydi. Yahya Kemal’in şiirlerinde ve nesir­lerinde de anlattığı gibi, Üsküdar’da doğan bir çocuk, ezan sesleri arasında yüzyılları aşan İslâm medeniyetinin Osmanlı yoru­munu, bugünün ifadesiyle, çok rahat iç­sel­leştirebilirdi. Bu medeniyet yorumu, dün­yadan, ilimden, fenden kopmadan ahireti önceleyen bir anlayışı benimsiyordu. Bu sayede Osmanlılar, insana ve arza saygı­lı nesiller yetiştirmişlerdir. Ramazan ay­larında iftar vakitlerinde konakların kapılarının her­kese açılması, sadaka taşları, kuş evleri ve ak­la gelebilecek her türlü ihtiyaç için kurulan vakıflar, bu medeniyetin tezahürlerinden bir­kaçıydı. Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Ca­mii, Vâlide-i Cedîd Camii ve Vâlide-i Atik Camii, mimarîleriyle, külliyeleriyle ve çevreleriyle, yüzyıllardan beri medeniyet anlayışımızın cisimleşmiş şekilleri olarak dimdik ayakta durmaktadırlar. Pera, Galata, Beyoğlu İstanbul fethedilmeden önce Beyoğlu’nun adı Galata idi. Galata’nın etrafı surlarla çevriliydi ve bir Ceneviz kolonisiydi. Za­man zaman Cenevizliler ve Venedikliler ara­sında el değiştirmiştir. Fetihten sonra etra­fındaki surlar zamanla yıkıldı ve orta­dan kalktı. Bugün bu surlardan günümüze sa­dece Galata Kulesi kaldı. Galata Kulesi, konumuyla Galata surlarının sınırı hak­kında bize bilgi vermektedir. Galata, Osmanlı’nın gayrimüslim nüfusu­nun en yoğunluklu yaşadığı bölgelerinden biriydi. Galata’da Müslüman Türk nüfu­sun yanı sıra Ortodoks Rumlar, Latinler (İtalyan, Cenevizli, Venedikli, Katalan), Er­­meniler ve Yahudiler yaşamaktaydı. Ga­lata’nın Bizans döneminde adı “Sykai” (incirlik) idi. Rumca’da “Karşıdaki İncirlik” anlamında “Peran en Sykais” de denirdi. Levantenlerin kullandığı “Pera” adı bura­dan gelmektedir. Beyoğlu, nüfus yapısı açısından Osmanlı zamanındaki Pera ve Galata hâlinden uzaklaşmış olsa bile, hâlâ çok milletli bir Avrupa şehri havasını in­sana hissettirmektedir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiİngiliz Çocuklarla Birinci Söz ve Cennet Dersi
Kültür ve Medeniyet

Hayrat Vakfı İngiltere temsilciği ve Hampshire bölgesinde faaliyet gösteren Hampshire İslami Tebliğ ve Davet Derneği (HIOS) İslamiyet’in latif ve parlak hakikatlerini İngiltere’de anlatmaya devam ediyor. Geçtiğimiz dönemde, Winches­ter Üniver­sitesi, Queen Mary Col­le­ge, The Vyne Col­­le­ge gi­bi okul­lar­daki seminerler ile Ba­­sing­stoke Dis­co­very Centre, Brighton ve Southampton’daki İslamî tanıtım ser­gi­­­lerinden sonra son olarak bölgedeki Pe­tersfield Müzesi’nde üç ayrı ilkokulun öğ­renci­lerine İslamiyet’in anlatıldığı bir di­zi seminer düzenlendi. İslamiyet Nurdur, Rahmettir Menfur Paris saldırılarının hemen iki üç gün sonrasına tevafuk eden müzedeki seminer ve atölye çalışmasına üç ayrı okuldan öğrenciler, öğretmenler ve okul müdürleri de dâhil olmak üzere toplamda 100’e yakın kişi katıldı. Soruların çokluğu, dikkatle dinleyenler ve not alanlar İslamiyet ile ilgili mevzuların ne kadar ilgi çektiğini bir kez daha gösterdi. Yaşları 5 ile 11 arasında olan bu pırlanta gibi yavrular ile ona eşlik eden öğretmenleri, İslamiyet’in güzelliklerini Ri­sa­le-i Nur perspektifinden dinlediler, al­kış­ladılar ve anlatanlara teşekkür ettiler. Umumi Oturumda Birinci Söz Önce üç okulun ve öğrencilerinin tamamı­­na genel oturumda “İslamiyet’te Şükür” konu­lu bir takdim yapıldı. Hayrat Vakfı İngiltere temsilcisi, Hamza Berat Öztaş’ın yaptığı sunumda, Birinci Söz’den yola çıkılarak, Rabbimizin bize verdiği nimetlere karşılık ona teşekkür etmek gerektiği vurgulandı. Risale-i Nur’dan ilgi çekici örnekler ve renk­li resimlerle süslenen sunumunda, hediye getiren bir postacının elinin ayağının öpü­lüp hediyeyi gönderen padişaha teşekkür edilmezse nasıl büyük bir yanlışlık olacağı anlatıldı. Öyle de insanlara verilen hayat, sağlık, vücudumuz, gıdalarımız gibi daha birçok nimetin hakiki göndericisinin Yaratıcımız, Halikımız olan Allah olduğu çocukların anlayacağı bir üslup ile verildi. Diğer din­lerden bir papaz ve bir Yahudi’nin de sunum yaptığı oturumda, İslam dini ile ilgili yapılan sunumun sonunda ezan okundu ve bu sunum en çok alkış alan sunum oldu. Her Sınıf İçin Ayrı Ders Umumi oturumun ardından her sınıf ay­rı gruplar halinde geldiler. Başlarında mü­dürleri ve öğretmenleri de olan öğren­ci­lerin küçük yaşlarına rağmen harika ve mü­dak­kik sorular sorulması sevindiriciydi. İs­la­miyet’in güzel ve tatlı ve latif hakikatleri, günahsız çocukların sorularıyla buluştu ve harika bir hüsn-ü kabul gördü. Allah’ın varlığı, Kur’an-ı Kerim, cennet, helal gıda ile ilgili soruların yanında hac ve zekât ile beraber İslam’da çocukların vazifeleri, bir namazın ne kadar uzun sür­düğü sorulan sorulardan bazılarıydı. Her sınıfın birbirinden farklı soruları ve ço­cukların heyecanlı ve coşkulu katılımları istikbale dair ümit verdi. Çocukların se­viyesine inilerek esprili ve eğlenceli olarak verilen cevapları çocuklar çok sevdi. Bir Köy Muhtarsız Olmaz Özel oturumlarda en çok gelen sorular, Allah’ın varlığı ile alakalı idi. Sunumlarda, Risale-i Nur’da geçen meşhur “Bir köy muh­tarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihâyet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?” sözünü çok iyi dinleyen çocuklar ezber derecesinde konu­yu anladılar. Nasıl ki şu perdenin arkasından size bir el pasta ikram etse, siz onu perdeden bil­mezsiniz. Perde kardeş, sen çok iyisin, ne güzelsin, demezsiniz. Bilirsiniz ki arka­sında biri var, size o lezzetli pastayı o veri­yor. Aynen öyle de elmayı ağaçtan değil, yağ­muru buluttan değil, Allah’ın rahmetinden bilmelisiniz, tarzındaki anlatımlar çocukları cezb etti. Müdürler Ve Öğretmenler Sordular, Not Aldılar Öğrencilerin yanında soru sorarken çeki­­nen öğretmenler, teşvik ve motive edildik­­ten son­­ra sorularını sormaya başladılar. Ön­­ce çe­ki­nerek sorulan soruların yerini sami­mi ve ha­kikaten öğrenmek için sorulan sual­ler aldı.  Öğretmenlerin bazılarının, cevapları cid­di not alıp yazdıkları gözlendi. Okul mü­dürlerinin de katıldığı özel oturumda, on­ların da soruları mukni cevaplarını buldu. “Okulumuzda İslamiyet’i Anlatın” Okul müdürlerinden Türkiye’ye defa­lar­ca gitmiş ve İslamiyet’e dair daha faz­la malumatı olan John C. ismindeki mü­dür, aslen Anglikan Kilisesi’ne bağlı ilk­okul­­larına gelip din kültürü derslerinde Müs­­lüman bir ziyaretçi öğretmenin ders ver­­mesini ve öğrencilerin sorularını bire­bir­de sorabilecekleri bir Müslümanla tanış­malarını talep etti. Bu okuldan sonra başka okulların da ay­nı taleple gelebileceklerini söyleyen ilk­okul müdürü, “İngiltere’nin bazı bölge­lerinde Müs­­lü­man çok az. Çocuklarımız, Müs­lü­man­lar kimdir, neye inanırlar bilmiyorlar. Şu an­da, tek kaynak maalesef medya! Bu da beni ra­hatsız ediyor. Doğru bilgiye çocuklarımızın ihtiyacı var” dedi. Çocukların Sevinci Sunumların, soruların ve cevapların ar­dından dağılan öğrencilerin müze çıkışında ser­vislerini beklerken Hampshire İslami Teb­liğ ve Davet Derneği Başkanı’na karşı sa­mi­mi sevgi gösterisinde bulunmaları ve el sal­­layıp uğurlamaları ise fıtratları Müslü­man olan çocukların, bu seminerlerden cid­di isti­fade ettiğini ve Risale-i Nur’a olan fıtri iştiyaklarını gösterdi. İstikbal İslamiyet’in İslamiyet’in öcü gibi gösterilip insanların İslam’dan soğutulmaya çalışıldığı bir dönem­de, İngiliz çocukların birinci elden İslamiye­­ti dinlemeleri hepimizi sevindiriyor ve gayre­­te getiriyor. İslam karşıtlarının maksatları­nın aksine hakikati arayan insanlara İslamiyet’i anlamak için araştırma ve sorgulama imkânı doğuyor. Avrupalıların hakperest olanları, İslamiyet ile şerefleniyorlar ve bunun gibi nice sis­te­matik faaliyet, seminer, konferans, sergi ve buluşmalar vasıtasıyla inşallah daha niceleri hem dünyevi saadetlerini hem de uhrevi saadetlerini kazanacaklar. İslamiyet; nurdur, rahmettir.

Hamza BERAAT 01 Ocak
Konu resmiHak ve Hakperestliğin "Değer"ini Biliyor muyuz?
İtikad

Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım,Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.Mehmet Akif Hakkı tutup kaldırabilme gücüne sahip olmak… O tehlikeye girdiğinde susmayıp sesini yük­seltebilmek… Herkesin yüz çevirdiği demlerde ona ruh-u canla sarılabilmek… Öz ve söz arasındaki mesafe açıldığında onu terazi yapabilmek… Gerektiğinde onun hatırını hiçbir şeye feda etmemek… Maalesef zaman şeridinin geldiğimiz nok­tasında gönüllerin hak ve hakikate yaban kaldığını müşahede ediyor, müteessir olu­yoruz. “Kuvvete” adeta tapan, kuvvetin ve kuvvetlinin her hakka sahip olduğuna ve olacağına tüm varlığıyla dayanan bir anla­yışa, “hakkın sillesini” en şiddetli şekilde, hem de tarih koridorunda mükerreren aşk eyleyen ve “Hüküm Allah’ındır” hakikatini haykıran bir ecdadın torunlarının yaşadığı bu hâl çok üzücü ve esef vericidir. “Hakka tapan bu aziz milletin” evlatlarının kalp ve ruhlarının, Hak ile olan ünsiyeti ve hakikati sahiplenmeleri sağlanmalıdır. Elbette ki hakkı tutup kaldırmak ancak Hakkı hak olarak bilmek ve Hakka sahip çıkmak ile mümkündür. Ünsiyet İçin “Hakkı Hak Bilmek” Hakkı hak bilmek; “Allah’ım sen haksın, vaadin hak, sözün haktır. Kıyametin kop­ması haktır.” ifadesinde kendini bulan hak­kı tasdiktir. Hakkı hak bilmek; eşyaya Cenab-ı Hak namına bakmaktır. Tenteneli perdeyi kal­dır­mak, Hakkın marifetini kazanmaktır. Yaratılan her şeyin hakikatlerinin ve ma­hiyetlerinin El-Hak isminin tecellisi ol­duğunu bilmektir. Zira, El-Hakk… Esma-yı Hüsna’dandır. Allah’ın (cc) en güzel isimlerinden… Rahman, Rahim, Melik, Kuddüs, Selam, Mü’min, Müheymin, Aziz… vs. nice güzel isimler gibi... Evet, Ma’ruf olan Yaratıcımız güzel isim­leriyle kendini tanıtıyor. Kendine, kendinin istediği şekilde iman, ibadet ve itaat edil­mesini istiyor. Esmadaki her bir ismin kıy­meti bu cihetten çok yücedir. “El-Hakk” is­minin de… El-Hakk; var olan her şey, bu isimle mana kazanmakta… Hikmetli bir şekilde var edil­mekte… Her hak sahibine istidadı nis­petinde hakkı verilmekte, ihtiyaçları ve ci­hazları ihsan edilmekte… Tüm eşyaya bakılırsa, güneşin parıldayan şuaları misilli bu isim görülür. Her bir şey adedince tecelli, hikmetler adedince tecelli… Hakikat şuaları… Bu isme ulaşanın kazancı büyük: Hakikat ilmi, hikmet ve marifet… Dolayısıyla, Hak ile ünsiyet ve imana kuvvet. Rabbimizi bize tarif eden üç külli muar­rif­­ten kâinat kitabını “Hak” dürbünün­den he­ce hece, kelime kelime okumak, marifetulla­ha ulaşmak. İşte, insan-ı kâmil yolunda hakkı tututup kaldırma adına büyük bir adım! Hakka Sarılmak Hak isminin penceresinden kâinata ba­ka­bilenler, hemcinslerine ve kendisine ay­nı noktadan bakacaktır. Kendini insan ya­pan ve diğer varlıklardan ayırt eden özel­liklerinin bütünü olan insaniyetinin, bu isme ayinedarlık yapmaya elyak olduğunu anlayacaktır. İstikametini hak yöne çevire­cek, küçük dünyasında da istikametin in­kı­labını yaşayacaktır. İslamiyet ve iman ni­meti ile geniş bir dünyaya açılacaktır. Hak isminin tecellillerini insaniyet ayinesinde yansıtacaktır. İşte her daim Hakka müşteri olan, hakikati arayan, maksadı saadet-i dareyn olan, bü­tün her şeyi ile Hakka sarılan insan: O, her şeyden evvel “Allah apaçık Hak’tır.” di­yecek; takdirinde ifrat ve tefrit olmadı­ğına itikad edecek; tevazula, minnet duy­gularıyla,  istiğfar ve şükürle Hakkın diva­nına duracaktır. Gerçek kulluk makamına ulaşacaktır. O, “Hak doğrudadır” diyecek; söz ve fiil­lerini doğruluk terazisiyle tartacak, yalana ve türevlerine tevessül etmeyecektir. Zor du­rumda kalsa dahi yardımcısının Hak ol­duğunu hatırından çıkarmayacaktır. Doğ­ru­lardan yazılacaktır. O, “Hakka tapanın hakkı kaybolmaz.” di­yecek; Her hak sahibine hakkını teslim edecektir. Kendi nefsi de dâhil olmak üzere zihayatın hukuk-u hayatına riayet edecek, kul hakkından ictinap edecektir. Haksız­lık batağına düşmeyecektir. O, “Hakkı tanıyan halka baş eğmez.” di­yecek; Hak diyenin mahrum kalmayaca­ğını bilerek Hakka dayanacak, Hakka tevek­kül edecek, Haktan isteyecek, insanlardan istiğna ile izzet kazanacaktır. O, “Hak her zaman yerini bulur.” diyecek; Haksızlıktan ve adaletsizlikten kaçınacak, Hakkın küçüğünü ve büyüğünü müsavi tutacaktır. Hakka iltica edip sevgi ve öf­kesinde dahi Hak mizanını kurup had­di aşmayacaktır. Zulüm tuzağına düşme­yecektir. O, “Hak deyince akan sular durulur” di­yecek; Hakkın hatırını yüce tutup hiçbir hatıra feda etmeyecek. Kulluk vazifesi neyi gerektiriyorsa onu yapacak, itaat ve taatta sebat edecektir. Hak-endiş olacaktır. O, “Hakkı tanıyan batıla boyun eğmez” diyecek; haksızlık karşısında susmayıp za­limin yüzüne mertçe hakkı haykıracaktır. Dilsiz şeytan olma tehlikesinden kurtu­lacaktır. Ve… O Hakperest insan “Kâinat, Kadir-i Zül­celalin kudret ayetidir” diyecek; tüm varlıklara mana-yı harfiyle bakıp haki­ka­ti temaşa edecektir. Söyledikleri ve yap­tıklarında Hakkın hükmü geçerli olup, hikmetli sözleri ve fiilleri ile Hakka ayi­nedarlık yapacaktır. Çürük Tahta: “El-Hükmü lil-Galib” Kur’ân… Furkan-ı Hakim… El Hakk’ın en büyük tecellisi… Haktır, Haktan gelmiştir, Hak demiştir, hakikati göstermiştir, nurani hikmeti neşretmiştir. Onu gözünden ve gönlünden düşürmeyen­ler, hayat düsturu hakikatlerine hürmetle ve sıkı sıkıya sarılanlar “El-hükmü lillah” demişlerdir. Her şeyle barışık, her şeyde hakikati gören göze sahip olmuşlardır. Bazı zaman zahirde mağlup olsalar da neticede “âkıbetü lil-muttakîn” sırrıyla, Hakkın iz­niyle, muzaffer ve galip olan, hak ve haki­kat yolunun yolcuları - Kur’an’ın tilmizleri olmuştur. Felsefe… Hak Kitabı gibi “hakkı” ders vermeyip “kuvvet zehrini” aşılayan cerbeze üstadı. Ona aldananlar, batağında bata çıka gi­denler, hakkı kuvvet ekseninde arayıp “El-hükmü lil-galib” dediler. Çatıştılar, hatta ya­ratıcıyla dahi mücadeleye girişiverdiler. Tah­ribatın kolaylığı ve ihmalden fırsat gibi es­baba binaen bazen zahirde kazandılar ama hakikatte kaybettiler. Nemrud’u, Firavun’u, Şeddad’ı meyve ver­miş, manen zulmü alkışlamış, zalimleri ce­saretlendirmiş, cebbarlara uluhiyet dava et­tirmiş şu felsefe batağının kuvvete hak veren çıkasıca gözü nerede?... Gül-i Rana (asm) başta olmak üzere, her asırda kokusunu o Gül’den (asm) alan ni­ce çiçeği (ra) meyve vermiş, manen Hakkı alkışlamış, hakikat aşıklarını şevk­len­dir­miş, talebelerini kulluk makamına çıkar­mış, dar-ı saadetin kılavuzu Kur’ân’ın hakikat gören ve gösteren dürbünlü gözü nerede?! Elbetteki hak davasında söz “Hak Ke­la­mı”na aittir. Ona sahip çıkmak “hakka sahip çıkmak”tır. Onun hükümlerini ya­şamak “hakkı tutup kaldırmak”tır. Unutmayalım, şairin ifadesinde “tek dişi kalmış canavar” olarak teşhis edilen Garb medeniyetinin damarlarında, felsefenin aşı­la­dığı bu “kuvvet zehri” dolaşmaktadır. İnsan hayatının her alanındaki hak çiğnenişleri bu zehrin tesirinin kuvveden fiile çıkması­dır. Hak ve hakikate yabancılaşan İslam medeniyetinin çocuklarında bu menfi te­sirin sirayeti göz ardı edilmemeli, gerekli tedbirler “Kur’ân eczahanesinden” tedarikle akıl ve dimağlara uygulanmalıdır.  Ne demiştik: “… sözün haktır.” Hakkın Delili: Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz O (asm), risaletiyle bürhan-ı Hak: İnsani­yet kulak verdiğinde Hakkın marifetine, muhabbetine ulaşır. Ona (asm) tabi olan Hakkı Hak olarak bilir. O (asm), sünnet-i seniyyesiyle Hak ve istikameti gösteren pusula: İnsaniyet ka­ranlıklı zamanlarında onun ile yolunu bu­lur. Onu (asm) takip eden “Böyle hareket hak mıdır?” endişesinden kurtulur. O (asm), “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!” emrinin muhatabı: Bu emrin gereğini ya­pan hakiki insan, Zat-ı Muhammediyedir (asm). Onu takip eden Hakkı batıldan tef­rik eder. Hayatın hakkını verir. O (asm), hakkın ve hakikatin en büyük delili: Hak olan Allah’ı her cihetle gös­teren en güzel ayinedir. Ona (asm) ittiba eden Hak isminin tecellilerinden nasibini azami derecede alır. Bu cihetten; O (asm), Hakkın Habibi… O (asm), insaniyetin hakiki Rehberi… O (asm), Hak Tealanın Emini… O (asm), Cenab-ı Hakkın Şahidi… Hak ve hakikat O’nsuz (asm) olmaz, ola­­maz. O’nun (asm) hayatını örnek al­mak, O’na (asm) her halimizde tabi ol­mak, as­lında hakkı kabul ve hakkı sahip­lenmedir. Onun (asm) en küçük bir sün­net-i seniyyesi­ne ittiba “hakkı tutup kal­dırmak”tır. Asrımızın dağdağalı denizinde günah dal­ga­ları içerisinde yönünü kaybeden genç­lerimizin O’na (asm) ne kadar çok ihtiyacı var, değil mi? Sünnet-i seniyyeye riayet etmek, elimizi as­rımızdan saadet asrına uzatıp O’na (asm) biat etmektir. Her gün ittiba edilen sünnet-i seniyye adedince hak ve hakikatin izine yapışmaktır, değil mi? Onun (asm) unutulan sünnet-i seniyyesini ihya ile zamanımızı asr-ı saadete çevirmek istemez misiniz? Velev İbrahimvari tek başıyla ateşlere göğüs germek pahasına da olsa. Hakperestçe… “Allah’ım bize hakkı hak olarak göster, ona uymayı nasib eyle! Batılı da batıl olarak gösterip ondan kaçınmayı nasib eyle! Amin…

İbrahim SARITAŞ 01 Ocak
Konu resmiİktisad Risalesi
Risale-i Nur

KİMLİKRisalenin ismi/isimleri: İktisad RisalesiRisalenin Dili: TürkçeTelif Tarihi ve Yeri: 1934, IspartaRisalenin Konusu: İktisat, kanaat ve israfa dairdir. Bisalenin Önemi: Küçük fakat müs­tesna bir risaledir. Milleti israftan kurtarmak ve iktisada alıştırmak için telif edilmiştir. Mü­ellif, iktisad risa­le­sinde geçen hakikatlere uygun bir psi­kolojide telif etmiştir. Bu risale telif edil­meden önce Ramazan bo­yunca Hz. Üs­tadın aldığı gıda, yanında kalanların he­­­sa­bına göre şu miktardadır: “Bir tek fı­rın­­ca­la ekmeği, yarım okka kese yoğurdu, yüz el­­li dirhem pirinç idi. Biz tah­min et­tik ki, yir­mi dört saatte üç hurma tanesi ka­dar gıda ile külfetsiz idare etti. Bu hal, Rama­zan’dan sonra ona yazdırılacak olan İkti­sat Risalesinin bereketine ve müba­reki­yetine ve kerametine bir işaret idi.” Bu risalede, birbirinden habersiz bu risa­le­yi yazan altı kâtibin yazdıkları İktisad Ri­salelerinde, satır başlarında toplam 51 tane elif bulunmaktadır. Bu da, risalenin telif tarihi olan 1351 tarihini göstermektedir. Hz. Üstada göre bu hal, iktisaddaki bere­ketin keramet derecesine çıkmasını gös­ter­mektedir. Risalenin Metodu: Abdullah bin Ömer, İmamı Azam, Abdulkadir Geylani, İbn-i Sina, Hatem-i Tai, Büzürgmehr gibi otori­ter şahsiyetlerin davranış ve sözlerini delil olarak kullanmaktadır. Kendi hayatından ve müşahedelerinden delil getirmektedir. Rızık tanımı konusunda kelamî bir yak­la­şım sergilemektedir. Risalede hadis-i şe­­rif­lerden, atasözlerinden ve anatomiden ya­rarlandığı görülmektedir. RİSALE | HULASA 19. Lem’a (İktisad Risalesi)  كُلُوا وَاشْرَبوُا وَلاَ تُسْرِفُوا ayet-i kerimesinin iktisadı emrettiğini ve israftan sakındırdığını yedi nüktede tefsir etmektedir. Birinci Nükte: Halık ve Rahim olan Allah kullarına verdiği nimetlere karşılık olarak şükür istemektedir. İktisat ise manevi bir şükürdür. Nimete saygı ve İlahi rahmete karşı bir hürmettir. Berekete sebep, sağlığa destek, izzete vesile ve nimetlerdeki lezzeti hissetmenin güçlü bir sebebidir. İsraf ise iktisada zıttır. Dolayısıyla iktisadın güzel sonuçları kadar israfın da kötü sonuçları vardır. İkinci Nükte: Her işi hikmetli olan yüce Allah, insanın vücudunu bir saray ve bir şehir gibi yaratmıştır. Bu vücutta tat al­ma duygusu bir kapıcı hükmündedir. Mi­de, gelen gıdalar vasıtasıyla bedeni bes­le­me noktasında bir efendi ve hâkim ko­numundadır. Sinir sistemi ise tat alma duy­gusu ve mide arasındaki irtibatı sağla­maktadır. Vücuda giren gıdaların besleyici özellikleri dikkate alınmalıdır. Yalnızca ka­pı­cı hükmünde olan tat alma duygusunun zevkini düşünerek gıdaların besleyici özel­likleri dikkate alınmadığı takdirde gereksiz israfa girilecektir. Mesela vücudu besleyen peynir ve yumurta gibi besleyici gıdalar ye­rine yarım dakikalık bir zevk uğruna bak­lava tercih edilecektir. Böyle devam et­mesi halinde vücut hastalanacaktır. Gerçek iştihayı kaybetmeye ve yalancı bir iştiha kazanmaya sebep olacaktır. Demek iktisad ve kanaat, İlahi hikmete uy­gun hareket anlamına gelmektedir. İsraf ise İlahi hikmete zıt hareket etmektir. Üçüncü Nükte: Tat alma özelliği, gaflette olan, manevi kuvvetten yoksun bir ruh taşıyan ve az şükreden insanlar için bir ka­pıcı hükmündedir. Bu insan grubu, zevk için birçok israfa girmektedirler. Fakat çok şükreden, hakikati gören, bilen ve ehl-i kalb insanlar için tat alma duygusu ise, İla­hi rahmet eseri olan nimetler için bir mü­fettiş ve nâzır hükmündedir. Bu sayede İlahi nimetler bilinir ve manevi bir şükür gerçekleşmiş olmaktadır. Tat alma duygusu bu yönüyle mideyle ilgili olduğu gibi akıl, kalp, ruh ile de ilgili olmaktadır. Bu hal de onu çok üstün bir konuma taşımaktadır. Bir insan israf etmemek, şükretmek, İlahi nimetlerin çeşitlerini tanımak, helal olmak, dilenciliğe düşürmeyecek şekilde lezzetli nimetlerden yararlanabilir. Dördüncü Nükte: İktisad eden, aile ge­çimini sağlama noktasında çok sıkıntı çek­mez. Çünkü iktisad, berekete ve rahat bir geçime sebep olmaktadır. İktisad etmeyen ise zillete, manevi dilenciliğe ve sefalete düş­meye adaydır. İktisad ederek temel ihtiyaçlarını önceleyen bir insan, إِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ٭ وَمَا مِن دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ إِلَّا عَلَى اللهِ رِزْقُهَا ayetlerinin ifadesine göre yaşaması için ge­rekli rızkı muhakkak bulacaktır. İki türlü rızık vardır. Birincisi: Hakiki rızıktır. Bu rızık insanın yaşamasına sebep ve İlahi ga­rantinin altındadır. İnsan iradesini kötüye kullanmadığı sürece bu rızıktan yararlanır. Bunu elde etmek için manevi değerleri fe­da etmesine gerek kalmamaktadır. İkincisi: Mecazî rızıktır. Yani hakiki olamayan, za­ruri olmayan rızıktır. İlahi garanti altında değildir. Zaruri olmayan rızkın suiistimal ve görenek belasıyla zorunlu hale getirilme­si­dir. Bu mecazi rızık için dinin mukaddesa­tı, ebedi hayat ve izzet feda edilmemeli­dir. Alçak insanlara tenezzül edilmemelidir. An­­­cak zaruret halinde zaruret miktarınca al­­maya İslam dini müsaade etmektedir. İk­ti­sadın berekete sebep olduğunu birçok ya­şanmış olaylar şehadet etmektedir. Beşinci Nükte: Cenabı Hak, en fakir bir insana hatta bir köleye de bir zengin ve bir padişah gibi nimetteki lezzeti hisset­tirmektedir. Fakir bir insanın iktisad ve açlık vasıtasıyla kuru bir ekmekten aldığı lezzet, bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği baklavadan aldığı lez­zetten fazla olabilmektedir. İktisad, izzet ve cömertliktir. Cimrilik ve ha­kirlik ise görünürde mert olan müsriflerin iç yüzüdür. Hakikatte iktisatta yüce bir izzet, büyük bir bereket ve yüksek bir sevap bulunmaktadır. İsraf ise bir dilencilik ve baş­kasının eline bakmayı sonuç vermektedir. Altıncı Nükte: İktisat ve cimrilik birbi­rinden çok farklıdır. Nasıl ki tevazu, hor-hakir olmaktan, haysiyetli ve şerefli olmak, kibirlenmekten farklıdır. Peygamberi bir ah­lak olan ve âlemdeki düzenin bir sebebi olan iktisat da sefillik, pintilik, açgözlülük ve hırsın bir karışımı olan cimrilikten fark­lıdır. Tarihte bu gerçeği gösteren birçok olay bulunmaktadır. Netice olarak İmam-ı Azam’ın dediği gibi hayırda israf olmadığı gibi israfta da hayır yoktur. Yedinci Nükte: İsraf, hırsı sonuç vermekte­dir. Hırsın ise üç kötü sonucu bulunmakta­dır. Birincisi: Hırs, kanaatsizliği doğurur. Kanaatsizlik ise insanın çalışma heyecanı­nı söndürür. İnsanı tembelliğe atar. Helali bırakıp haram yollardan kısa zamanda ihti­yaçlarını elde etmeye sevk eder. Sonuçta insan şükür yerine şikâyet etmeye başlar. İkincisi: Hırs, insanı hayal kırıklığına uğ­ra­tır ve insana zarar verir. Hedefine ulaş­tır­maz. İnsanı yalnızlaştırır. Kanaat ise rahat bir hayatın sebebi ve güzel geçimin bir vasıtasıdır. Üçüncüsü: Hırs, ihlası kırar. Çünkü hırslı olan, insanların teveccühünü ister. Bu niyet ise ihlası zedeler. SONUÇ İsraf kanaatsizliği, kanaatsizlik ise çalışma isteğini kırmaktadır. Hem israf, ihlası boz­maktadır. İktisat ise kanaati, kanaat ise iz­zeti sonuç vermektedir. Hem iktisat, çalışma isteğini artırır. Hem iktisat vasıtasıyla in­san, başkalarının eline bakmadığından do­la­yısıyla onların teveccühüne ihtiyaç hisset­mediğinden ihlası kazanır.

Muhammed AYDIN 01 Ocak
Konu resmiLahikalar
Risale-i Nur

Nur’dan Ölçüler isimli bu bölümde Ri­sale-i Nur talebelerinin hizmet-i ima­ni­ye ve Kur’aniyede takip edecekleri esas­ları, düs­turları, ölçüleri Bediüzzaman Haz­ret­­leri­nin ifadelerinden seçtiğimiz bö­lüm­lerle ele al­maya çalışacağız. Risale-i Nur’da Lahika­lar ve muhtelif eserlerde satır aralarında orta­ya konulan hizmet kaidelerini mercek altı­na alıp günümüz Nur şakirtlerinin istifadesi­­ne takdim edeceğiz.  Lahika mektupları, Risale-i Nur Tale­be­leri açısından çok önemli bir yere sahip­tir. Çünkü bu mektuplar, 1926-1949 yıl­ları ara­sında telif edilen Risale-i Nur kül­liyatı içinde hizmet düsturlarının en yo­ğun iş­lendi­ği eserlerdir. Bediüzzaman Haz­ret­leri­nin Barla, Kastamonu ve Emirdağı ha­­yatında talebeleriyle yaptığı yazışmalar, 27. Mektub’a alınmıştır. 27. Mektub’un par­­­ça­larından oluşan bu eserlere -Risale-i Nur Külliyatına sonradan eklendiği için- “La­­­hikalar” adı verilmiştir. Bu mektup­lar Üstad Hazretleri isteğiyle daha sonra Bar­la, Kastamonu ve Emirdağ Lahikaları isim­leriyle Risale-i Nur Külliyatında yer almıştır. Bu eserler; 1926-1949 yılları arasında Cum­huriyet Türkiye’sindeki dini yaşantının zor­luklarını, kanun namına dindarlara uygu­lanan gayr-i kanuni baskıların keyfiliğini, halka rağmen dayatılan yeniliklerin sat­hi­liğini ve tek parti hükümetlerinin uy­gu­­la­malarının dindarların gözünden na­sıl değerlendirildiğini gösteren önemli ve­si­kalardır. Lahikalar, Nur hizmetinin sahadaki işle­yişini, tarihi süreçte geçirmiş olduğu saf­haları, Nur Talebeleri ve Hazret-i Üstad’ın muarızlarına karşı verdikleri emsalsiz mü­cadeleyi, vatan, millet ve mukaddesat uğ­runa çekilen çileleri belgelemektedir. Lahikalar, saff-ı evvel Nur kahramanları­nın hizmetteki aşklarını, şevklerini, ihlas ve sadakatlerini, sabır ve metanetlerini, cid­­diyetlerini, uhuvvet ve muhabbetlerini, Nur­­lara karşı alaka ve irtibatlarını gözler önüne seren tarihi notlardır. Lahika Mektupları, Üstad’ın talebeleriyle, talebelerin birbirleriyle ve talebelerin Haz­ret-i Üstadla Risale-i Nur dairesindeki hum­malı faaliyetlerinin istikbale ışık tutacak ör­neklerini içermektedir. Lahikalar, aynı zamanda istikbaldeki Nur Talebeleri için iman ve Kur’an davasında müracaat edilecek en mühim hizmet reh­beridir. Bu sayıda, Lahika Mektuplarının kıy­­met, ehemmiyet ve faydalarını anlatan aşağıdaki paragrafı tahlil etmeye çalışacağız. “Yirmi Yedinci Mektub'a ilhak edilecek, kardeşlerimizin bazı yeni fıkralarını size gönderdim. Hakikaten bu fıkralar ve umum Yirmi Yedinci Mektub'un fık­raları çok faydalıdırlar. Ehemmiyetli, tatlı, hoş, güzel manalar, dersler; teşvik, teşci' eder hisler vardır. Ben kendim on­lardan tatlı istifade ediyorum, tembel olduğum zaman bana ehemmiyetli bir teşvik kamçısı oluyor.”1 Ölçü: 1926-1949 yılları arasında Üstad Bediüzzaman’ın Türkiye’nin değişik il ve ilçelerinden talebeleriyle yaptığı bütün ya­­zış­malar Lahika Mektuplarına alınma­mış­tır. Talebelerden gelen bir mektubun 27. Mektuba alınması, Hazret-i Üstadın izni ve ondaki içeriğin Risale-i Nur’un mu­hataplarına mühim hakikatleri ihti­va etmesi sebebiyledir. Bu durum o mektup­taki hakikatleri Bediüzzaman Hazretleri tasdik ediyor anlamını taşır. Lahikalardaki bazı mektuplarda dile getirilen hakikatler, Risale-i Nur’un ilk dönem talebelerine ait görünüyorsa da Üstadın tashih ve tas­dikinden geçtiği için artık onlara Bediüz­zaman’ın ifadeleri nazarıyla bakılmalıdır. Ölçü: Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur­­ların ehl-i hakikat için bâki bir reh­ber ve daimi bir mürşid olduğunu şöyle ifa­de et­mektedir: “Mesnevî-i Şerif, şems-i Kur'ân'dan te­zâhür eden yedi hakikatten bir ha­­kikatin aynası olmuş kudsî bir şera­fet almış; Mevlevilerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de, Risale-i Nur şems-i Kur'âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb'ayı ve o güneşteki renk renk ve çeşit çeşit yedi nuru birden aynasında temessül ettirdiğinden inşâal­lah yedi cihetle şerif ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikate bâki bir rehber ve lâyemut bir mürşid olacak.”2 Bu bağlamda, Lahika Mektupları da ilk dönem talebeleri ve istikbalde gelecek Nur şakirtleri için hizmet esaslarını ihti­va eden çok önemli bir kaynaktır. Bu se­beple, Lahika mektupları okunmadan Ri­sale-i Nur’un hizmet prensipleri tam anla­şılamayacaktır. Nur talebeleri hizmet usul ve esasları hakkında baki bir rehberi ve lâyemut mürşidi Lahikalarda bulabilirler. Ölçü: Mümin, müminin aynası olması ha­sebiyle saff-ı evvel Nur talebelerinde teza­hür eden güzel hasletler, yüksek ah­lak­lar, bu zamanda benzerine nadiren rastla­nılan takvalar, bu mektuplar vası­ta­sıyla istikbale yansıtılmıştır. Lahika mek­tupları okundukça o güzellikler adeta oku­­yanların/dinleyenlerin akıl, kalp, ruh ve vicdanlarına aksetmektedir. Sohbette in­­si­­bağ ve in’ikas (yansıma ve boyalanma)  olması cihetiyle La­hikaları dinleyenler ve okuyanlar, o ha­kikatlerin boyasıyla boyanır, o ulvi hissiyatı bizzat nefislerinde yaşamaya başlarlar. Böylelikle saff-ı evvel Nur kahramanlarının sabır ve metanetleri, ihlâs ve sadakatleri, him­met ve hamiyetleri, dava ciddiyeti ve vazifeşinaslıkları, ahde vefa ve nasdan istiğ­naları, hizmet aşkı ve şevkleri, izzet-i nefis ve vakarları, haramdan ictinapları ve it­tiba-ı sünnetteki sebatları, bid’alara ve bid’atçı­lara karşı mukavemetleri okuyanların ve dinleyenlerin kalplerinde derin tesirler bıra­kır. Saff-ı evvel Nur kahramanlarının taşıdı­ğı bu ulvi hasletlerle zamane Nur talebeleri­ne ayna tutulmaktadır. Said Nursi Hazret­leri sanki “Talebe olmak isteyen Lahikalara baksın. Orada talebeliğin bütün vasıf ve şartlarını bulur” der gibi muhataplarını o mektuplara yönlendiriyor. Ölçü: Risale-i Nur hizmetinde olmazsa olmaz esaslardan biri de “şevk-i daimi” diğer bir tabirle “şevk-i mutlak”tır. Nur Talebeleri, hayatlarının sonuna kadar iman ve Kur’an hizmetiyle mükelleftirler. Bu hizmetleri daimi bir arzu ve iştiyakla yap­malıdırlar. Nur hizmeti zaman içinde çok farklı mecralara, daha geniş sahalara ya­yılmaya devam ediyor. Bu geniş ve büyük dairelerdeki hizmetler yürütülürken bir ta­kım zorluklar ve sıkıntılarla karşılaşıl­maktadır. İlerleyen zaman içinde Kur’an hizmetkârları; tembellik, gevşeklik, ülfet ve ünsiyet (alışmışlık) belalarına maruz ka­labiliyorlar. Hizmet aşkı ve şevki, zor­luklar ve sıkıntılarla törpülenebiliyor. İşte Bediüzzaman Hazretleri talebelerini o kül­lenmiş aşk ve şevk ateşlerini tutuşturmak, tembelleşen ruhlarını dava-yı Kur’an ve hizmet-i imaniye noktasında kamçılamak için Lahika mektuplarını okumaya davet etmektedir. Çünkü Üstad, adeta bir şevk kamçısı gibi olan bu hakikatlerle nefsinin tembelliğini yendiğini ifade ediyor. Sonuç olarak şunu ifade etmek gerekir ki; Bediüzzaman Hazretlerinin arzuladığı hizmet modeli ve talebe profilinin şifreleri Lahikalara kodlanmıştır. Bu zamanda Ri­sale-i Nur yoluyla din-i mübin-i İslam’a halisen muhlisen hizmet etmek isteyen, La­hikaları kendisine rehber etmelidir. Kaynaklar: 1- Barla Lahikası, s. 134, Altınbaşak Neşriyat2- Lemalar, s. 308,  Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Ocak
Konu resmiAraplar Birinci Dünya Savaşında Bizi Arkadan Vurdu Mu?
Tarih

Yıllarca Türkiye’de Arapların birinci dünya savaşında bizi arkamızdan vurduğu iddia edilerek, halkımızın Araplara düşman olması sağlanmak istenmiştir. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı, İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla da savaştığı halde, nedense bu milletlere karşı bir düşmanlık değil de Araplara karşı bir düşmanlık körüklenmektedir. Üstelik bize düşman olup bizimle savaşan milletlerin kurduğu Avrupa birliğine girilmeye çalışılmaktadır. Acaba gerçekten Araplar bizi arkadan vurdu mu? Feridun Kandemir teğmen rütbesiyle bizzat birinci dünya savaşına katılmış biridir. Üstelik savaş yıllarında Medine’de görev yapmıştır. Hatıralarını daha sonra Medine Müdafaası adlı kitabında anlatmıştır. Orada şöyle demektedir: Araplar bütün bu harp boyunca [Birinci Dünya Savaşında] Türklerle omuz omuza Çanakkale’den itibaren her cephede savaştılar. Hatta İstiklal Savaşı’mızda Aydın Cephesinde Mehmetçiklerle yan yana Yunanlılarla boğuşarak, canlarını veren Araplar vardı. Ve ilk Cihan Harbinde, Araplarla meskûn hiçbir yerde, ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne Filistin’de Türklere isyan eden tek bir Arap görülmedi. İsyan eden, sadece Mekke Emiri Şerif Hüseyin Paşa idi. (…) Şerif Hüseyin’in bu isyanda kullandığı Araplarda Hicaz çöllerinde öteden beri göçebe hayatı yaşayan ve gazve (talan) ile geçinen son derece cahil, dünyadan habersiz fakir fukara bedeviler, yani “Urban”dı. Feridun Kandemir, Medine Müdafaası, Yağmur y, s. 41.

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiBirinci Söz
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِيَن Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı Mukaddeme; Sevgili üstadımız Bediüzzaman Said Nur­si Hazretleri, Mu’cizatı Kur’ani­ye Risalesinde (Yirmi Beşini Söz) Kur’an’ın kırka yakın i’cazını (mucize özel­liğini) ispat etmiştir. Böy­lece kelam-ı İlâ­hi­yeyi nakli delilden, ak­li ve ilmi delil sevi­yesine çıkarmıştır. Bununla beraber Yirmi Sekizinci Lem’ada Risale-i Nur Külliyatının, Kur’an gü­neşinden teraşşuh eden (parlayan) yedi men­­ba’-ı i’cazına safi ve berrak bir âyine ol­duğunu beyan etmiştir. Biz o i’cazlardan bir tanesinin, Birinci Söz içinde nasıl parladığı­nı bir derece göstermeye çalışacağız. Evet, Kur’an mu’in (yardımcı) istemez, te­celli ve tezahür edecek ayineler ister. Çünkü Kur’an güneş gibidir. Nasıl ki; güneş zi­yasının intişarı için yardımcıya muhtaç de­ğildir. Çünkü mücerret ve soyut olan ziya, ıtlakiyet (salıverme, yayılmak) sırrıyla her an kâinata dağılarak bütün mekânları iha­ta eder ve mukabilinde (karşısında) bulu­nan bütün ayineler o ziyanın feyziyle nurla­nır. Fakat güneş, feyiz verdiği nurlandır­dığı ayinelerin hiçbirine ihtiyacı olmaz. Aynen bu misal gibi Kur’an güneşi, haki­katlerinin intişarı için asla bir yardımcıya muhtaç değildir. Belki ayineler o ziyanın tecelli ve cilvesine muhtaçtır. Çünkü onun feyziyle nurlanırlar. İşte bu sırdan dolayı Pey­gamber Efendimizden (asm) sonra gelen ve­raset-i nübüvvet muhakkiklerinin akılları ve kalpleri Kur’an güneşinin nuruna ayine olmuşlar. Mesela; Mevlana’nın Mesnevisi Kur’an’ın yedi menba’-ı icazından sadece bir tanesine ayine olup yüzbinler ehl-i imanın layemut (ölümsüz) bir mürşidi olmuştur. Risale-i Nur ise Kur’an’ın yedi memba’-ı icazına ayine olmuştur. O i’cazlardan birisi, Kur’an’ın üslubundaki bedaat-i harikadır. Yirmi Beşinci Sözde be­daat-i harika şöyle tarif edilmiştir. “Yepyeni olan, kendinden önceki hiç bir kimseyi tak­lit etmeyen ve kendinden sonraki hiçbir kim­se de, onu taklit edemeyen söz söyleme üslubudur.” Bu icazlardan bir tanesi bu güne kadar Müs­lü­manların efkârına (düşüncelerine) şöy­­le yer­leşmiştir. “Bütün Kur’an Fatiha’da, Fa­ti­ha besmelede gizlidir.” Aynen öylede birinci söz; Bismillah’ın tef­siri olduğu halde, bütün Risale-i Nur Kül­liyatının Fatiha’sı hükmüne geçmiştir. Hem aynı zamanda, kâinat kitabının lisan-ı hal diliyle yaptığı gizli konuşmanın, lisan-ı kale tercümesini yapan bir şifresi olmuştur. Onun için bu çalışma, izahtan ziyade Bi­rinci Sözde Risale-i Nurun nasıl hülasa edil­diğini ve kâinat kitabını okutturan nasıl bir şifre olduğunu göstermeye çalışmaktır. Belki daha ciddi yapılacak bir çalışmaya kapı açar. Şimdi Bismillah’ın tefsiri olan Birinci Sözün cümlelerini birer birer incelemeye çalışalım. Başlık olarak yazılan el yazısı Risale-i Nur­lardaki orijinal cümlelerdir. O cümle içinde kırmızı işaretle belirlenen kelimeler bilhassa izah edilmeye çalışılmıştır. Bismillah her hayrın başıdır. Bismillah’daki B; harfi ‘ile’ manasını ifa­­de etmektedir. ‘İle’ tabiri, iki şey’in arasındaki intisab ve irtibatı ifade için kullanılır. Yani intisap edenle edi­len arasındaki bağlantıyı gösteren bir ke­li­medir. Dilbilgisi gramerinde bu­na bağ­laç denilir. Mesela; kalem ile yazıyo­rum. Kaşık ile yiyorum gibi. Kalem kendi başına yazmaz. Ancak bir kâtibin parmaklarının hareketine bağlı olarak yazar. İşte kalemi kullanma anındaki bu bağlılık ve irtibat B; harfi ile ifade edilmiştir.  İntisap: Bir yere ve bir kimseye mensup olmak maiyetine (himayesine)  girmek de­mektir. İntisap eden kendi namına hareketi terk edip intisap ettiği şahsın namına hareket eder. Risale-i Nur eserinde intisapla alakadar misallerden ikisi şöyledir. Bir adam elindeki ayineyi güneşe tutar. Semadaki ha­kiki güneşin ziyası ayinenin içine girer. Böylece ayine içindeki vehmi (ha­kiki olmayan) ve misali güneş, semadaki hakiki güneşe intisap etmekle vücut bulur. Yani ayine kendi içinde, kendi zatına mahsus zerre kadar bir nur, bir ziya yoktur. Ne zaman hakiki güneşin ziyası ayinenin içine girse o zaman parlar, renk­lenir, nurlanır. İşte bundan dolayı mi­sali güneş her an hakiki güneşe bağlı olmak zorundadır. İkincisi bir adam elindeki telefonunu dev­letin şebekesine bağlar. Böylece dev­letin telefon hattına intisap eder. Bu intisapla şebeke içindeki her telefonla görüşür bilgi alır.  Hem intisap edilen her zaman mas­dardır, (kaynak) menbadır. Güç ve kuv­vet sahibidir. İntisap eden ise her zaman aciz, zaif ve kuvvetsizdir, başkasına bağ­lıdır. İşte B; harfi; zaif ve aciz olanın; kuvvet ve güç sahibi olana bağlı olarak var olabileceğine işaret eder. Devam edecek….

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiDün Dünde Kaldı Cancağızım!
Kültür ve Medeniyet

Yeni olanlar yeni bir heyecanı da be­raberinde getiriyor, hemen her za­man. Önümüzde Miladi olarak yeni bir sene daha başlıyor. Bu da her şeyde ol­duğu gibi dergilerde de yenilikleri bera­berinde getiriyor. Yeni köşeler, yeni tasa­rım, yeni heyecan… Dünya ortak işleyişi çerçevesinde, geçtiği­miz senenin de muhasebesini yapmaya ve­sile oluyor elbette. Evet, yeni Miladi bir seneye başlıyoruz. Gra­fik ekibimiz yeni bir tasarımla karşılı­yor bizi. “Besmele’nin Sırrı”, “Nurdan Ölçü­ler”, “Risale-i Nurun Risalelerini Tanıyoruz” gibi yeni bölümler de bu sene bizimle bera­ber olacak. Dosya konularımız, Aile Mektebi, Lemaat Tahlilleri ve diğer bölümler de yine hız kesmeden devam edecek. Dünya ve ahiret meselelerimize Kur’an ve Sünnet olarak iki temel kaynak ve buna bağlı olarak bu zamanın ihtiyaçlarını bu iki kaynaktan almış eserler ve şahıslardan is­tifadeyle çözümler aramaya gayret edeceğiz. Söylenmemiş söz yoktur, deseler de; söy­lenecek yeni şeyler de çoktur anlamında bizleri ikaz ederek şu tarihi sözü beyan eder Hz. Mevlana: “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım!” Özellikle memleketimiz siyasi, coğrafi, kül­türel, askeri, ekonomik, stratejik konu­mu itibariyle her gün yeni cümlelerin kurul­ma­sına, plan programların geliştirilmesine, kendimize ait değer varlıkların ortaya çı­ka­rılmasına imkân verdiği ve icbar ettiği bu süreçte konuşup söyleyecek daha çok sözümüz olacak. Hususan “İstikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacak” sözü Bediüz­zaman Hazretleri tarafından yüksek sesle dillendirilip arka planı da Risale-i Nur eserleri ile oluşturulup bunun üzerinden seksen yıldır teşekkül eden kavli ve fiili var­lığı da göz önünde bulundurduğumuzda hem cesaret hem de özgüvenle / ihlasla bü­tün dünyaya bir kez de bizler haykıracağız: “İstikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacak!” inşallah. Fakat yenilik fertten başlayacak / başlamalı. Kimse dünyayı değiştiremez. Kendini de­ğiş­tiren müstesna! Ondandır ki Razi tef­si­rinde kaydetmiştir: “Küçük cihaddan bü­yük cihada dönüyoruz!” Yani Peygamber (sav)’in ifa­desiyle, “Hakiki mücahid nefsine kar­şı ci­had açan kimsedir.” (Tirmizî, Cihad, 2) Ve bu ifade Risale-i Nur’da, “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez” cümlesiyle hayat bulmuştur. Şimdi de dünyanın değişmesine her açıdan kilit / merkez konum olan ülkemiz kendi de­ğişimini tamamlamalıdır. Bu da yukarıda bah­settiğimiz üzere ferdin değişiminden / ye­nilenmesinden geçmektedir. Yani vazife hepimizin! Unutma “Dün dünde kaldı cancağızım!”

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Tevâfuklar, DavanınHak Olduğunu İspatlıyor Tevâfukât-ı latîfedendir ki, Ramazan Bay­ra­mı’ndan bir gün evvel, Hüsrev, Mu’cizât-ı Enbiyâ’daki Sırr-ı İ’câz’ı (20. Söz) yazarken bayramın gecesinde bitirdi. Risâ­ledeki sayfaların başlarındaki eliflerde (84 adet gelmekle) bayrama işaret eden ‘iyd’ (bay­ram) (lafzının ebced değeri olan 84) çık­mış. Aynı günde Hâfız Ali Telvîhât-ı Tis’a’yı yazarken bitirdi. Dedim; ‘Başımı ne için kestiniz? Acaba Hâfız Ali’nin yazdığında başım çıkmasın?’ (‘Saîd’in başındaki sin har­fini çıkarınca ‘iyd’ olmasına atıftır.) Ha­ki­katen Hâfız Ali’nin yazdığı risâlenin sahife başlarındaki elifler(in adedi) başımı göster­di (Sin’in rakam değeri olan 60 çıktı). Hâ­fız Ali’nin ‘Sin’i, Hüsrev’in ‘iyd’inin başına geçti. Bu iki risâle elifleri hem Saîd(in ebced değeri olan 144) oldu, hem de ‘iydiniz saîd olsun (Bayramınız mübârek olsun)’ dedi­ler.” Bedîüzzaman Saîd Nursî (Tevâfuklu 25. Söz, Sayfa 94) KonyaSahib Ata Külliyesi Selçuklu veziri Hacı Ebûbekirzâde Hü­seyinoğlu Sahib Ata Fahreddin Ali ta­­rafından yaptırılan külliye; cami, tür­be, hangâh, çifte hamam, çeşme ve dük­kânlardan oluşur. Larende Caddesi üze­rinde yer alan bu külliyenin inşasına ilk olarak 1258 yılında caminin yapımı ile başlanmış olup, 1283 yılında türbenin yenilenmesi ile tamamlanmıştır. Külliye yer­leşim planı; cami, caminin kuzey do­ğu köşesinde yapıdan bağımsız halde bu­lunan çeşme, caminin güneyinde mihrap du­va­rına bitişik inşa edilmiş türbe, türbenin güney bitişiğinde hangâh, hangâhın doğu cephesinde dükkânlar ve yol aşırı karşı­sında da çifte hamam bulunur. Külliyenin vakfiyesi bulunmamakta olup, 1863 tarihli bir şer’iyye sicil kaydında vakfın o yıllarda­ki mütevellilerinin, külliyenin 1278 tarihli vakfiyesini ellerinde bulundurduğu belirtilir. Bişr-i Hafî HazretlerininKardeşi Bir gün âciz ve zayıf bir kadın, İmam Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin yanı­na geldi ve sordu: “Devlete ait meşalelerin ışı­ğı altında yazın damda iplik eğiriyorum, sultanın adamları yoldan geçerken ortalık aydınlanıyor, iplik eğirme imkânı doğuyor, bu câiz mi, değil mi?” “Sen kimsin ki, bu çe­şit sözleri ağzına alıyorsun?” denildi. Ka­dın, “Ben Bişr-i Hafî’nin kardeşiyim” de­yince İmam Ahmed bin Hanbel Hz. ağladı ve “Bu çe­şit bir takva ancak onun gibisinin evinden doğar” dedi. Sonra ekledi: “Asla caiz değil­dir, kulak ver, ta ki saf suyun bulanmasın, kardeşin olan o tertemiz rehbere uy; böyle­ce öyle bir mertebeye ulaşırsın ki, onların ışığında iplik eğirmek istediğin zaman se­nin elin sana itaat etmez. Kardeşin öyle bi­riydi ki; helalliği şüpheli olan bir yemeğe elini uzatmak istediği zaman eli kendisine itaat etmezdi.” (Ferîdüddîn Attar, Evliyâ Tez­kireleri, Sayfa 153) 04 Ocak 1911 Bâb-ı Âlî’de Yangın Osmanlılarda Sadâret (Sadrazamlık Ma­kamı) ve Nezâretlerin (Bakanlıklar) bulunduğu bina olan Bâb-ı Âlî’de, 4 Ocak 1911’de çıkan yangında Şûrâ-yı Devlet (Da­nıştay) ve Dâhiliye Nezareti (İçişleri Ba­kan­lığı) ile Mektupçu, Teşrifatçı, Beylikçi, Sadaret Kalemi daireleri ve Vakanüvis dai­re­leri tamamen yandı. Yangında zarar gö­ren kı­sımlar, o zamanlar tek bir bina olan Bâb-ı Âlî’nin orta kısmını oluşturuyordu. Bâb-ı Âlî tek bir yapıdan oluşurken bu yangın­dan sonra iki ayrı bina haline gelmiştir. Orta kısmı tekrar inşa edilmemiş ve yeri boş kalmıştır. Resimde görülen binanın sol kısmı günümüzde İstanbul Valiliği olarak, sağ kısmı ise Fatih İlçe Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılmaktadır. 25 Ocak 750 Abbasî Devleti Kuruldu Abbasî Hanedanı, Emevî Hanedanına karşı ayaklanarak iktidarı ele geçirmiş ve 25 Ocak 750 tarihinde 500 seneden fazla hüküm sürecek olan Abbasî Devleti kurulmuştur. Devletin başına geçen Hali­felerin Peygamber Efendimizin (asm) amca­sı Hz. Abbas’ın (ra) soyundan gelmeleri se­bebiyle bu isimle anılmaktadırlar. Emevî Ha­nedanının bir kısım yanlış politikalarına kar­şı tepkilerin artması, Abbasî Hanedanı­nın iktidarı ele geçirmesini kolaylaştırmıştır. Baş­şehir önceleri Şam iken, 762 senesinde Halife Abdullah Mansur, başşehri Bağdad’a taşımıştır. Türklerin topluluklar hâlinde İs­lâmiyet’i benimsemesinde Abbasîlerin ro­lü büyüktür. Ayrıca, Türkler Abbasî Dev­letinin önemli bir askerî gücü olarak bir­çok fetihlere imza atmışlardır. Selçuklu Dev­letleri de, Abbasî Halifelerinin dış saldı­rı­lara karşı korunmalarında önemli roller üstlenmişlerdir. 12 Ocak 1452İstanbul’da Papalık ve PatrikliğinBirleşme Ayini Yapıldı O oğu Roma İmparatoru 11. Konstantin, muhtemel Osmanlı hücumuna karşı bir tedbir olarak Ayasofya’da Patriklik ve Papalık taraftarlarını birleştirme ayini dü­zen­ledi. Sultan 2. Mehmed’in İstanbul ku­şatması sırasında, Katolik Avrupa’nın des­teğini alabilmek için 11. Konstantin, Or­todoks mezhebini ortadan kaldırmayı dahi göze almıştı. Ancak İstanbul halkı; “Latin serpuşu görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” diyerek, bu birleştirme ayinine taraftar olmamıştı. İstanbullulara bu sözü söyleten ise, 13. yüzyılda Latin Av­rupa’nın işgali altında çektikleri zulümler­di. Fethin ardından Fatih Sultan Mehmed, Ortodoks Patrikliğinin yeniden kurulma­sını sağlayarak, Hristiyanların birleşmesini önlemiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiİnsan Vücudunda Sıhhat ve Denge (3)
Sağlık

Her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında ve bir şey bir şeye mani olmuyor. Umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ve Hakîm'in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.  Örneğin, aynı yaşta ve aynı cinsten bir gurubun boyları ölçülecek olsa, bunların en kısa boyludan en uzun boyluya kadar bir sıraya girdiği görülür. Ancak ilginç olan nokta, bunlardan pek azının çok kısa boylu, pek azının çok uzun boylu, büyük çoğunluğunun ise orta boylu olmasıdır.” “Bunların bir eğrisi meydana getirilecek olursa, orta boylardaki yığılma, çok uzun ve çok kısa olan bireylerin sayısının azlığı, çan şeklinde bir eğri meydana getirir. Buna normal dağılma eğrisi normal olasılık eğrisi, ya da Gaus eğrisi denir.” “Zekâ da tıpkı bunun gibi normal bir dağılım gösterir. İnsanlar arasında zekâ bakımından büyük farklar vardır. İnsanların çoğunun zekâ bölümü ortalama 100 olmak üzere, 90 ile 110 arasında değişir. Herhangi bir toplumda, büyükçe bir grupta zeka bölümü, normal olasılık (probability) eğrisine uygun bir dağılış gösterir.”3 Psikologların yaptığı bazı çalışmalarla zekâ seviyesi hakkında şu neticelere ulaşılmıştır: (Yukarıdaki tabloda 100 rakamı ortalamayı gösterir.) İnsanların yaklaşık üçte ikisi (% 68) 85 ile 115 IQ4 aralığındadır. Bu alan normal zeka olarak adlandırılır.   İnsanların % 95’i ise, 70-130 IQ ara­lı­ğındadır.  IQ’su aşırı düşük ve aşırı yüksek değerlere ender rastlanır. Bunlardan IQ’su 70’in al­tında olanlar zekâ geriliğine işaret eder. IQ’su 130 ve üzerindekiler ise, üstün zekâ­lı demektir. Geri zekâlı olanlarla, üstün zekâ­lı olanların oranı aynıdır ve toplumda yaklaşık % 2 civarındadır.5  Bu izahlar ister istemez insan iradesi dı­şında gizli bir elin insanların maddî ve ma­nevî yönlerinde bir düzenleme, ayarlama yaptığını göstermektedir. SONUÇ [Buraya kadar zikredilen misaller] bil­be­da­he isbat eder ki: Her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anah­tarı yanında ve bir şey bir şeye mani olmuyor. Umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca ida­re eden bir tek Hâlık-ı Adl ve Hakîm'in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adâletinde cin ve insin müvazene-i a’mâllerini istib'ad edip inanmayan, bu dün­yada gözüyle gördüğü bu müvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib'adı kalmaz. Şerh Buraya kadar gördük ki, kâinatın yaratılı­şı esnasında, yıldızlar arasında, güneşin ve dünyanın faaliyetlerinde, atmosfer olay­larında, bitki ve hayvanların doğum ve ölüm oranlarında, insanların cinsiyetinde, gıda oranlarında, insan vücudunda, hat­ta al­yuvar ve akyuvarlarımızda harikulade bir den­ge müşahede edilmektedir. Bu den­ge­lerden herhangi biri bozulsa hayat teh­like­ye girmektedir. Yıldızlardan, hücrelerimize kadar her yer­de tecelli eden bu dengeyi kuran kimdir? Şuursuz maddenin veya sebeplerin bu harikulade dengeleri tesis etme kabiliyetleri var mıdır? Yoksa bu dengeleri ilim, irade ve kudret sahibi olan, aynı zamanda dünyadaki hayat sahibi varlıklara şefkat eden bir zatın yani Allah’ın kurmuş olması en makul hakikat değil midir? O Allah ki, her an hem yıldızlardaki, hem dünyadaki, hem canlılar arasındaki, hem de canlı vücutlardaki den­geleri her an gören ve kudretiyle bu denge­leri ikame eden bir Zattır. Kaynaklar: 3- Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İn­kılap ve Aka, 1978, s, 243.4- IQ, İngilizce "intelligence quotient" (zeka bölümü) kelimelerinin ilk harf­lerinden oluş­muştur. İnsanların mate­matiksel zekâ se­vi­ye­lerini ifade eden bir terimdir.5- Rod Plotnik, Psikolojiye Giriş, Kaknüs Yy, s, 288.

İdris TÜZÜN 01 Ocak
Konu resmi"Hayatsız Vücud, Adem Gibidir"
İnsan

Ziyâ ile hayatın her biri, mevcûdâtın birer keşşâfıdır. Bak, nûr-u hayat olmazsa, vücûd, ademâlûddur.    Belki adem gibidir. Evet, garib, yetîmdir, hayatsız ger kamerse. İnsanlar için varlıkları keşfetmek, onları görmek ve tanımak yüce Allah’ın yarattığı ışık ve hayat sayesinde mümkündür. Yani hayat ve aydınlık birer kâşiftir. Çünkü insanlar hayat ve aydınlık sayesinde varlığı algılamaktadır. Göz nimeti sayesinde etrafını görmektedir. Çevresinde olan bitenden haberi olmaktadır. Bu sayede insan varlıklar hakkında bir fikir sahibi olmaktadır. Evet, insanın görebilmesi için; -  Bir ışık kaynağı -  Işık kaynağının varlıkları aydınlatması - Varlıkların ışığı yansıtması gerekmektedir. Bundan dolayıdır ki ışıksız bir ortamda in­san görememektedir. Demek varlıktan haberdar olmak ve onları tanımak aydınlık sayesinde gerçekleşmektedir. Evet, ışık kaynağı, aydınlatma ve varlıkların ışığı yansıtma özellikleri aciz olan insanın hizmetini görmesi içindir. İnsanın her türlü ihtiyaçlarını karşılaması içindir. Varlıkları tanımlama ve onlara anlam vermesi içindir. İnsanın her türlü ihtiyacına uygun bir ortamı yaratan Yüce Allah’ı bu sayede bulması, bilmesi ve ona ibadet etmesi içindir. Hayat da varlıkları bildirecek, tanıttıracak ve bütün âlemle ilgili olabilecek özelliklere sahip bulunmaktadır. Bakınız! Cansız bir varlık –ne kadar büyük olursa olsun– adeta kimsesiz ve yetim gibidir. Çünkü cansız varlıklar, canlılar gibi hareket edemez, büyüyüp gelişemez, artıp çoğalamaz, başkalarını tanıyamaz, onlarla dostane ilişkiler içine giremez. Herhangi bir alışverişte bulunamaz. Mekânını terk edemez. O koca cansız varlık mekânına mahkûm ve sabit bir halde durmak zorundadır. O cansız varlık için diğer varlıklar adeta yok hükmündedir. Dağları görmez misiniz ki büyüklüklerine rağmen yerlerinde çivilenmiş gibi durmaya mahkûmdurlar. Kendilerine gelen canlılardan başka diğer varlıklarla bir diyalogları bulunmamaktadır. Ama küçük bir arıya bakınız! Bütün çiçeklerle arkadaşlık edip bir alışverişte bulunmaktadır. Küçük bir cisme sahip insana bakınız! Bütün âlemle bir münasebeti bulunmaktadır. Demek hayat sayesinde canlılar, başka varlıkları keşfedebilmektedir. Bir an ışığın/aydınlığın olduğunu fakat ha­yatın bittiğini düşününüz. Veya hayatın ol­­duğunu lakin aydınlığın/ışığın bulunma­dı­ğını hayal ediniz. Etrafımızdakileri gör­memiz, bilmemiz, tanımamız, onlarla alış­ve­­riş yapmamız hatta onların varlıklarından haberdar olmamız ne kadar mümkün olabilir? Demek oluyor ki aydınlık ve hayat varlıkları görmek ve onlarla iletişime geçmek için verilmiş iki büyük nimettir. Varlıkları bilinmezlikten, yetimlikten, kimsesizlikten, ilgisizlikten kurtaran iki büyük nimet, hayat ve aydınlıktır. Bu iki büyük nimeti bizim ihtiyaçlarımızı karşılamak için yaratan Allah’a aydınlık ve hayatın gördüğü işler kadar hamd olsun. “Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur” Ger mîzânü’l-vücûdla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinât küremize sıkışmaz. Bence küre hayevândır. Başkaların zan­nınca meyyit olan küreyi, ger getirip ko­yarsan karıncanın karşısına, o zî-şuûr ba­şının nısfı bile olamaz. Karınca, varlık terazisinde tartılacak olsa, onun hayat ve ruh sayesinde kazandığı özellikleri küremize sığmaz. Çünkü karınca, âle­min küçük bir numunesi, modeli, çekirdeği, örneği olan hayat ve ruhu taşımaktadır. Zira hayat, bütün âlemlerden birer örnek alınarak yaratılmıştır. Hayat, âlemin bir çekirdeğidir. Çekirdek, bir ağacın programını ve özelliklerini içinde barındırdığı gibi hayat da âlemin bir çekirdeğidir. Âlemde ne varsa küçük bir numunesi de hayatta bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki hayat girdiği bir cismi âlem kadar değerli bir hale getirmektedir. Bediüzzaman Hazretleri başka mütefekkirlerin aksine küremizin canlı olduğunu düşünmektedir. Küremize, onu cansız olarak kabul eden düşünürler gibi bakılacak olursa o vakit kürenin bir karıncanın başı kadar ağırlığı olmayacaktır. Yani terazinin bir kefesine can ve ruh taşıyan bir karıncanın başını, diğer kefesine cansız bir küreyi koyacak olsak, karıncanın küçücük başı ağrı basacaktır. Çünkü bir cansız, ne kadar büyük olursa olsun onun özellikleri, ruh ve hayat sahibi bir canlının özelliklerine nicelik ve nitelik olarak yetişemeyecektir. Demek hayat en küçük bir canlıyı en büyük bir cansız varlıktan daha büyük ve donanımlı hale getirecek özelliğe sahiptir. Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak “İman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.” (Mâide, 82) “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim! Meryem oğlu İsa’nın aranıza ada­letli bir hâkim olarak ineceği, haçı kırıp domuzu öldüreceği, cizyeyi kaldıracağı vakit yakındır…” (Buharî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn-i Mâce) “Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı, İsa dinine (Hıris­tiyanlığa) ait en mühim bir hüsn-ü hâ­ti­mesi (güzel bir son) için, değil sema-i dün­yada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm'in (Allah’ın) hikmetinden uzak değil… Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va'detmiş ve va'dettiği için elbette gönderecek.” Devam Edecek

Muhlis KÖRPE 01 Ocak
Konu resmiNasıl Başarılı Oldular?
Eğitim

Herkes başarılı olmak ister. Siz de istersiniz değil mi? Bu konuda hemfikir isek şunu bilmemiz önemli olacaktır. Başarı çaba ister. Çalışmadan başarılı olmak mümkün değildir. Bize fikir vermesi açısından bazı büyüklerin hayatlarından bazı bölümleri sizinle paylaşmak istiyoruz.  Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri: Bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yer ve az uyurdu. “Fıtrî uyku beş saattir” derdi. Yatsı namazını kılınca fazla beklemez hemen ya­tardı. Gece erken kalkar, Teheccüd Na­mazını kılardı. Evradlarını, bütün dualarını sa­bah namazına bir saat kala bitirirdi. Son­ra el­lerini dergâh-ı İlahiye açar, uzun uzun dua ederdi. Bu dua bir saat devam ederdi. … Ve kendi yazdığı Risale-i Nur Külliyatı’ndan günde iki yüz sayfa okur ve tashih ederdi. Zeynelâbidin (ra), gece ve gündüzde bin rekat namaz kılardı. İbn-i Sina (980-1037): Geceleri hep oku­mak ve yazmakla meşgul oldum. Uyku bas­tıracak olsa bir bardak bir şeyler içerek açı­lıyor, yeniden çalışmaya koyuluyordum. Fahreddin-i Razi (1149-1209): Çok defa sofraya oturduğunda bir yandan yemeğini yer, öbür yandan kitap okurdu. Sadece tefsire dayalı yazdığı eserler 20 bin sayfayı geçer. 63 yaşında vefat eden, Razi, geriye 200 eser bırakmıştır. İmam-ı Azam: 40 sene yatsı abdesti ile sa­bah namazını kılmış. 7000 defa Kur’an-ı hatmetmiştir. Beş yüz bin meseleye fetva vermiş. Elli beş defa hacca gitmiş. Geceleri beş yüz veya bin rekât nafile namaz kı­lar. Bazen iki rekât namazda Kur’an’ı hat­medermiş. İsmail Hakkı Bursevi (1652-1715): Mum ışığında 161 eser yazmıştı. Avrupalılar bu eserler beş ömre sığmaz. Bu kitaplar 300 yılda yazılmaz derlerdi. İbnü’I-Cevzî: Okuduğu kitapların sayısının yirmi bini geçtiğini ifade eder. Bazısı 20 cildi bulan 340’tan fazla eser vererek, kitap yazmadık hiçbir ilim dalı bırakmamıştı. İb­nü’l-Cevzî ömrü boyunca kullandığı ka­lem­lerin yontulmasından biriken talaşları biriktirip, öldüğünde bu talaşların gasil suyunun ısıtılmasında kullanılmasını vasi­yet etmişti. Vefatında vasiyeti yerine geti­rildi, biriktirdiği talaşlar gasil suyunu ısıt­maya yeterli gelmişti. Sultan Selahaddin-i Eyyûbi: Kudüs’ün fethine dek yemek ve uyumayı unutmuş; gülmeyi kendine haram etmiş ve kendine ev yapmayıp çadırda kalmış. Cahız: Bütün kitapları almaya gücü yet­mediği için kitapçı dükkânına gider, bir gece için dükkânı kiralardı. Kapıyı üs­tünden kilitletir, sabaha kadar kitapları mü­talaa ederdi

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiOkçuluk ve Nişantaşları
Eğitim

Kur’ân-ı Kerim’de Enfal Suresi’nin 17. âyeti şöyledir: “Attığın zaman da (sen) atmadın, fakat Allah attı! (Oku Allah’ın yardımıyla attın)” bu âyetin okçulukla ilgili olduğu kabul edilmiştir. Ok­çulukla ilgilenenler bu âyeti levha olarak yaz­dırıp evlerinin duvarlarına asarlardı. Peygamber Efendimiz (sav) “Kim kırk hadis hıfzederse, Allah Teâlâ onu âlimler zümre­sinde haşreder… Ben de kıyamet gününde ona şahit ve şefaatçi olurum” buyurmaktadır. Kırk hadis yazmanın, okumanın, ezberlemenin ve nakletmenin güzel olduğuna dair farklı hadisler de mevcuttur. İslam peygamberinin bu müjdesine erişebilmek için çok farklı konularda 40 hadis derlenmiştir. Okçulukla uğraşanların, Okçuluk hakkında derlenen kırk hadisi ezberlemesinde Okçuluğun di­ni ve ibadet boyutuna ne kadar önem ve­rildiğini göstermektedir. Ebu Hammad’dan rivayet olunan bir ha­dis-i şerif: O, Allah (cc) bir ok sebebi ile Al­lah’ın birliğine inanan üç kişiye cennetinde yer ve­rir. Bunların biri Allah rızası için ok yapan, biri Allah yolunda ok atan, biri de atılan okları toplamak suretiyle yardım eden kimsedir. Hz. Cabir’den rivayet olunan hadis-i şerifte: ”Çocuklarınıza ok atmayı öğretiniz.” Peygamber Efendimiz (sav “Onların ok ve yay talimleri, namazın vakti geçmediği müd­detçe, namaz içinde gibidir ” demiştir. Bu hadisi açıklayanlar, “ Bu hadiste ok atmanın üstünlük ve fazileti namazın sevabı gibidir” demişlerdir. Bir gün ashabıyla birlikte, yol kenarında ok talimi yapan kimselerin yanından geçer­ken Hz. Peygamber’in (sav) onlara selâm ver­memesi, yakınındakilerin dikkatini çe­ker. Nedenini sorduklarında “Selam verme­dim, çünkü onlar şimdi ibadetteler” demiştir. Ok atmak  “sünnet” sayılmış; savaş okçu­lu­ğunun yanında, spor okçuluğuna da ay­nı kutsal önem tanınmıştır. Nitekim gerek menzil gerekse hedef atışlarında oklar hep “Ya Hak”  nidasıyla atılırdı. Savaş ok­çu­luğu önemini yitirip terk edildikten son­ra, spor okçuluğunun öncelikle mâne­vi bir disiplin sayılıp yüz yıllar boyu sür­dürülmesinde, kuşkusuz bu dini inanç önemli rol oynamıştır. Bu yüzdendir ki ok meydanlarına Cennetten bir köşe olarak bakılmış, buraları mescitler kadar kutsal sayılmıştır; sınırlarına tecavüz edilmesine, abdestsiz girilmesine izin verilmemiş; yağ­mur, afet ve cihat duaları için hep bu alanlarda toplanılmıştır. Osmanlı padişahları da okçuluğa rağbet ve iltifat etmişler; bu sporla bizzat uğraştık­ları gibi, okçuları teşvik etmişler, başarı gösterenleri ödüllendirmişlerdir. Osmanlı devrinde İstanbul’un fethiyle birlikte Ok­meydanı okçuluk talimlerinin ve ok yarış­malarının yapıldığı bir merkez oldu. Atıcı­lar dergâhında, kemankeş denilen en ünlü yeniçeri okçuları yarışmalarda hakemlik eder­lerdi. Ok meydanında ok atma yarış­maları ve talimler yapılırken atılan okun düştüğü yer, daha önce başkasının ok attığı uzaklığı aşıyorsa, oraya yeni bir “Nişan Taşı” dikilirdi. Taşın üzerinde okçunun adını, atış tarihini gösteren bir de kitâbe bulunurdu. Osmanlı’da spor gündelik hayatın bir par­çası idi. Aynı zamanda saray erkânı için de mühim uğraşlardandı. Saray sporlarının baş­lıcaları olarak da güreş, binicilik, okçu­luk, cirit, tüfek atıcılığı, topuz atma vb. spor dallarıyla uğraşanları Padişahlar teş­vik ettikleri gibi kimi Padişahlar da bunlar­dan birini ya da birkaçını bizzat yapmaktaydı­lar. Sultan III. Selim ve II. Mahmut gibi kimi sporda öne çıkan padişahlar yaptıkları ok ve tüfek atışları ile tarihe kayıt düşmüşler, sadece kayıt düşmekle de kalmamışlar, atışlarını nişan taşı ile belirgin bir emare ile kalıcı hâle getirmişlerdir. Bu sultanların ok ve tüfek atışlarındaki başarılarını gösteren ve günümüze ulaşabilen pek çok nişan taşı vardır. Bu Sultanlar üst üste rekorlar kırarak başarılarını kanıtlamışlardır. Okmeydanı bu yüzden ok atışlarının sembol mekânı haline gelmiş, özellikle II. Mahmut her hafta gelip bu mekânda ok atışları yaparmış. Daha önce meskûn olmayan yöreye III. Se­lim'in 1790-91 de ilk nişan taşını dik­tir­mesinden sonra, 1794-95'te, bugünkü Teş­vikiye Camii'nin bulunduğu yerde bir mes­cid yaptırdığına dair bilgiler vardır. Mescit, Padişahın kalabalık topluluklar ha­­­linde nişan talimine çıktığı günlerde kı­la­cakları namazları için yaptırılmıştı. III. Selim’in dikdirdiği kitabeli ilk nişan taşı bugün Teşvikiye camisinin önündeki avlu­nun ortasında yer alır. Abdülmecid 1853-54'te Teşvikiye Camii'ni yenilettiği gibi bu­rada yeni bir mahalle kurulması sağlamış; atışlar nedeniyle dikilen nişan taşlarından dolayı bu semte Nişantaşı adı verilmiştir. 1950’li yıllarda köyden kente göçün yo­ğunlaşmasıyla birlikte, İstanbul’un tarihi dokusu yağmalanmış, günümüzde İstan­bul Okmeydanı’nda bulunan nişan taşları, so­kak aralarına sıkışmış durumdadır. Yıllar­dır atıl vaziyette duran taşların çoğu harap olmuş, kalanlar ise çalınma ve tahrip olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu alan tümüyle Fatih Sultan Mehmed tarafından münhasıran okçuluk sporuna tahsis edilmiş vakfıdır. Yapılması gereken “Allah için tahsis edilmiş kul malı” olan bu alanın tekrar eski haline getirmek, vakıf koşullarına göre kullanmaktır. Fatih’in beş asırlık mirası olan Okmeydanı Vakfının bu­günkü mevcut durumundan, aklı başında her Müslüman Türk’ün rahatsızlık duyması gerekir.

Mustafa YILMAZ 01 Ocak