
İnsanın sıhhi olarak, fikri olarak, bilinç olarak kendinden uzaklaştığında sarsılarak muhatap olduğu bir cümle vardır, “Kendine Gel!” Biz de bu ay kapağa bu cümleyi taşıdık ve “Kendine Gel!” dedik. Gelinecek “kendi” üzerinden bir tefekkür ve sorgulama gerçekleştirdik. Biliyoruz ki fert ve toplum olarak kendimize gelmeye ihtiyacımız var. Zira kendimizde değiliz. Buradan özellikle aile kavramına ve olgusuna vurgu yaptık ki toplumun temeli ailedir. Aile kendinden gittiği vakit, toplum zaten yok demektir. Asıl olan niyettir. Halis niyeti çoğaltacak olan Allah’tır. Sesimiz nereye kadar gider, o bizim vazifemiz değil. Bildiğimiz ise, ailenin gerçek hüviyetine kavuşturulmasıdır. Buna yönelik çalışmaların ortaya konulmasıdır. Bize düşen, bunu bilip yerli yerinde söyleyebilmektir. Rabbim hakkımızda hayırlısını versin. *** İrfan Mektebi Dergisi olarak 13 seneyi geride bıraktık. Yeni bir miladi seneye başlıyoruz hayırlısı ile. Gidemediğin yer senin değildir derler, zaman ve mekânla mukayyet bizlerin her yerde olması şu şartlarda zor, fakat neşriyatınız her tarafa ulaşabilir. Biz de sizlerle dergimiz vesilesiyle görüştük, görüşmeye devam edeceğiz inşallah. Bu yeni dönemde de iyi ve güzel olanların, hakikatlerin yayılması ve duyurulmasına katkı sağlayacağız. Yeni kalemlerimizle okul olmaya, marifet taallüm ve terennümüne gayret edeceğiz. Bütün ekibimize, yazarlarımıza, siz kıymetli dostlarımıza bu vesileyle teşekkür ederiz. *** Diğer bir konu ise, Şirin Kalem Çocuk Dergisini şimdilik askıya aldık, fakat dört karakterini dergimize taşıdık. Şirin Kalem kısmında bu yazıları sizlere ulaştırmaya, çocuk dergisini burada yaşatmaya devam edeceğiz. Tekrar müstakil bir dergi olarak devam edeceği zaman kadar misafir edeceğiz. *** Tek tek isimlerini burada sayamayacağım güzel çalışmalar dergide sizleri bekliyor olacak. İnşallah derdimiz olan meseleleri her ay buradan değerlendirmeye ve sizlere ulaştırmaya devam edeceğiz. Bu sene de gerek takip ederek, gerek başkalarına da ulaştırarak desteklerinize ehemmiyet veriyoruz. Vesile olan yapan gibidir. Hayırlı bir işin vesilesi olmak da o işleri yapanların hayrına eşdeğerde ortak olmak kapısını bizlere açacaktır. Bu sene dergicilik açısından zorluklar elbette var. Öyle de olsa, “Kim Allah’tan sakınırsa, (Allah) ona (her darlıktan) bir çıkış yolu kılar. Ve onu hesab etmediği yerden rızıklandırır!” ayeti muvacehesinde çalışmalarımıza devam edeceğiz. Allah utandırmasın. *** Dua eder, dualarınızı bekleriz. Allah’a emanet olunuz!

Türk Kızılayı 11 Haziran 1868 tarihinde “Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti” adıyla kurulan Kızılay, 1877’de “Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti”, 1923’de “Türkiye Hilal-i Ahmer Cemiyeti”, 1935’te “Türkiye Kızılay Cemiyeti” ve 1947’de “Türkiye Kızılay Derneği” adını almıştır. Kızılay, 1876 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’na kadar geçen süre içinde, Türkiye’nin taraf olduğu tüm savaşlarda, cephe gerisinde kurduğu seyyar ve sabit hastaneler, hasta taşıma servisleri, donattığı hastane gemileri, yetiştirdiği hemşireler ve gönüllü hasta bakıcılar aracılığıyla savaş alanında yaralanan ya da hastalanan on binlerce Mehmetçik’in dost ve düşman askerinin bakım ve tedavisine yardımcı olmuştur. Türk olsun düşman olsun savaş esirlerine gereken insani yardımlar yapmıştır. Savaştan etkilenen sivil halkın bakımı ve korunması için çaba göstermiştir. 1. Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’da görülen büyük kolera salgınından bu yana yurdumuzda ortaya çıkan doğal afetlerde felaketzedelerin bakımını, barınağını ve beslenmelerini sağlamış, milletlerarası yardım faaliyetlerine katılmıştır. Hilâlli Amblemin Kabûlü Kızılay Cemiyeti, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda cephe gerisinde dokuz seyyar hastahane ile birlikte İstanbul’da da dört hastahane açarak 25.000’den fazla yaralı ve hasta askeri tedavi ettirdi. 1897’deki Türk-Yunan savaşında da iki hastahane vapuru kiralayarak yaralı ve hasta askerleri İstanbul’a taşıdı. Hilâli amblem olarak alması yüzünden Milletlerarası Kızılhaç Komitesi’nce uzun süre cemiyetin varlığı kabul edilmedi. Nihayet 1907 Haziranı’nda Londra’da toplanan Milletlerarası 8. Kızılhaç Konferansı’nda Besim Ömer Paşa’nın gayretleriyle hilâlin amblem olarak alınması resmen onaylandı. 10 Ocak 1945 “Başvekil” unvanı, “Başbakan”a çevrildi Sultan 2. Mahmud, devlet teşkilâtında giriştiği ıslahat sırasında Sadrazam Rauf Paşa’nın unvanını 30 Mart 1838 tarihli bir hatt-ı hümâyunla “başvekil” olarak değiştirdi. Bu unvan padişahın vefatından sonra 3 Temmuz 1839’da Hüsrev Paşa’nın sadrazam tayin edilmesiyle sona erdi. Sultan II. Abdülhamid ise 4 Şubat 1878’de Ahmed Vefik Paşa’yı “başvekil” tayin etmişti. 28 Mayıs 1878’de Mütercim Rüşdü Paşa sadrazam tayin edildiği zaman başvekillik unvanı kaldırıldı. Ondan sonra 1879-1882 seneleri arasında başvekil unvanı tekrardan kullanılmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi, teşkîlât-ı esâsiyye kanununun bazı maddelerini değiştirdi. 12. maddeye göre cumhurreisi tarafından seçilecek olan başvekil diğer vekilleri belirleyecekti. 20 Nisan 1924 tarihli anayasada bu hüküm 44. maddede aynen kalmış, 45. maddede de İcra Vekilleri Heyeti’ne başvekilin başkanlık edeceği açıklanmıştır. 10 Ocak 1945’te anayasanın dili sadeleştirilince başvekil unvanı “başbakan”a çevrilmiştir. Son olarak Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile birlikte başbakanlık tamamen kaldırılmıştır. 23 Ocak 1924Ali Emirî Efendivefat etti 1857 senesinde Diyarbakır’da dünyaya gelmiştir. Şair Sâim Seyyid Mehmed Emîrî Çelebi’nin torunlarından Seyyid Mehmed Şerif Efendi’nin oğludur. İlk tahsilini Diyarbakır’da Sülûkiyye Medresesi’nde yaptı. Başta Ahmed Hilmi Efendi olmak üzere bazı müderrislerden üç yıl kadar çeşitli dersler aldı; kısa zamanda Arapça ve Farsçasını ilerletti. Bu arada eski tarzda şiirler yazmaya başladı. 1875’te telgrafçılık kurslarına katılarak telgrafçı oldu. 1876’da Sultan V. Murad’ın cülûsu üzerine bir cülûsiyye kaleme aldı. Elazığ ve Erzurum defterdarlıklarında, Yanya ve İşkodra maliye müfettişliklerinde, Halep defterdarlığı ile Yemen maliye müfettişliğinde bulundu. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra kendi isteği ile emekli oldu. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dairesi Tasnif Komisyonu’nun başında bulunduğu sırada da kendi adına izâfe edilen “Ali Emîrî Tasnifi”ni meydana getirdi. Aynı zamanda Vakıflar Nezâreti’ne uzun “vicdannâme”ler yazdı; eski eserlerin bakımsızlık ve ihmalini dile getirerek toplum vicdanını temsil etti. Ali Emîrî Efendi, hayatı boyunca toplamış olduğu paha biçilmez değerde kitaplardan oluşan kütüphanesini, Fatih’te Feyzullah Efendi Medresesi’nde kendi kurduğu Millet Kütüphanesi’ne bağışlamıştı. Bu kütüphaneye çoğu nadir ve tek nüsha olan 16.000 cilt eser vakfetmiş, ölümüne kadar da bu müessesenin müdürlüğünü yapmıştır. Ali Emîrî’nin önemli hizmetlerinden biri de Kâşgarlı Mahmud’un o zamana kadar ele geçmeyen meşhur Dîvânü Lugâti’t-Türk adlı eserini bulması ve ilim âleminin hizmetine sunmasıdır. 23 Ocak 1924’te vefat etti, kabri Fâtih Camii bahçesindedir. 26 Ocak 750Zap Suyu Savaşını Abbasîler kazandı İlk Abbasî Halifesi Ebü’l-Abbas’ın amcası Abdullah bin Ali kumandasındaki ordu, kuzeyden Suriye istikametinde ilerliyordu. Emevî Halifesi 2. Mervân, Suriye ve el-Cezîre Araplarından topladığı bir ordu ile Büyük Zap kenarında Abdullah’ı karşıladı. Savaş 16 Ocak 750 tarihinde başladı ve on gün devam etti. Mervân’ın birlikleri arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle Abdullah savaşı kazandı. Bu hezimetten sonra Harran’a çekilen Mervân, orada da kalamayacağını anlayarak Şam’a, oradan da Ürdün’deki Ebûfutrus’a kaçtı. Abdullah bin Ali hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Şam önlerine geldi ve kısa bir kuşatmadan sonra şehri aldı (26 Nisan 750). Mervan’ı takip eden birlik Yukarı Mısır’da Bûsîr adı verilen yerde ona yetişti ve Ağustos 750’de cereyan eden çarpışmada Mervan hayatını kaybetti. Bu yıl sonlarına doğru Vâsıt’ta mukavemet etmekte olan İbn-i Hubeyre de teslim olunca Emevî hilâfeti tarihe karışmış oldu.

Kalbine ve ruhuna hükmeden, Avrasya’ya hükmeder ve Avrasya’yı kontrol eden, Dünya’yı kontrol eder. ABD Başkanı Carter döneminde, Başkanın ulusal güvenlik danışmanlığını yapmış olan, Başkan Obama tarafından ise en önemli 10 Amerikalı düşünürden birisi olarak nitelendirilen Zbigniew Kazimierz Brzezinski; ABD’de 1997’de yayınlanan ve daha sonra Türkçeye de tercüme edilmiş olan Büyük Satranç Tahtası kitabının daha hemen başında komplo teorileri üretmeye imkan vermeyecek kadar açıklıkta, her hangi bir saklama ihtiyacı da hissetmeden şu ifadeleri kullanmaktadır. “Avrasya’ya hükmetmeye muktedir, dolayısıyla Amerika’ya da meydan okuyabilecek Avrasyalı bir rakibin ortaya çıkmaması zorunludur. Bu nedenle kapsamlı ve bütünleşmiş Avrasya Jeo-stratejisini oluşturmak bu kitabın amacıdır.” Bu ifadelerinden hemen önceki satırlarda ise, “Avrasya’yı kontrol edenin dünyayı kontrol edeceği varsayımına” atıfta bulunmakta ve kuvvetle vurgulamaktadır. “ABD’nin yerini Türkiye’nin alabileceği” ifadeleri de Brzezinski’nin 2012 yılında Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajda yer almıştır. Kendilerine meydan okunması ihtimaline karşı öngörülen tedbirin “kapsamlı ve bütünleşmiş” bir Avrasya strateji üretimi olmasının izdüşümü gittikçe parçalı hale gelen bir Ortadoğu olarak tezahür etmektedir. Kendi stratejilerini bütünleşik hale getirme noktasında attıkları her adım bölgesel ayrılıkları artırmaktadır. Coğrafya’ya hükmetmeyi sürdürülebilir kılmak için coğrafyaya hükmetmekle yetinmemektedirler. Coğrafyanın asıl sahiplerinin, yani Avrasya’nın kendisinin kapsamlı ve bütünleşmiş bir Jeo strateji oluşturmasının etki alanının sadece Avrasya ile sınırlı kalmayacağı, Afrika’yı da içine alan ve iç içe geçmiş mütedahil daireler halinde Bosna Hersek’ten Karabağ’a, Afganistan’dan Yemen’e, Orta Asya’dan Kafkasya’ya, Mısır’dan Kosova’ya bir etki düzeyi oluşturacağı, bununla birlikte Avrasya’nın kesişim alanında yer alan Türkiye’nin coğrafya ve tarihten gelen mirasla bunun inşasının odak noktası olacağını söylemek mümkündür. Brzezinski tarafından bütün bu ifadelerin dile getirilişinin Soğuk Savaşın sona erdiği, yani Sovyetler Birliği ve Komünist dünyanın çöküşünden sonraya tekabül ettiği de göz önüne alındığında, bu meydan okumanın en önemli alternatifinin aslında İslam Dünyası olabileceği yine bir başka Amerikalı tarafından kaleme alınan Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması’nda dile getirilmiş ve tezleri çokça konuşulmuş, tartışılmıştı. Nitekim aradan geçen yıllar boyunca bölgede yaşanan gelişmeler, Avrasya’da bir İslam Dünyası merkezli kendi bütünleşik ve kapsamlı jeo stratejisi uygulamasının zorlaştığını göstermektedir. Zorluğun stratejinin teorik çerçevede üretilmesinde değil uygulamasında olduğu, uygulamasında da zorluğun bulunmasının imkânsız derecesinde olmadığıdır. İslam Dünyasında gerçekleşmesi için bir mucize lazım denilebilecek değişim ve gelişimlerin artık gerçekleşmesi beklentisi, İslam Dünyasındaki pek çok ülkenin, küresel aktörlerden meydan dayağı yemekten, kollektifleşerek yani ittihad ederek küresel aktörlere meydan okuma safhasına geçebilmesi arzusu, güncelliğini koruyan, ancak günümüzde tedavüle giren bir olgu değildir. Uluslararası siyasal zeminde kolektif/ittihad halinde, üretilmiş bir jeo stratejiye uyumlu olarak bütün İslam ülkelerinin siyaset kurumlarından eş zamanlı olarak küresel bir meydan okumanın parçası olmalarını beklemek artan bir hayal kırıklığı ve büyüyen bir umutsuzluğa dönüşmektedir. Bu umutsuzluğu kıracak, umudu diri tutacak, İslam dünyasında küresel değişimin önünü açacak uluslararası siyasal bir meydan okumanın dışında uluslararası küresel aktörlere bireysel bir meydan okuma her bir bireyin dünyasında daha uygulanabilirdir. Daha kalabalık bir kolektifliği ve ittihadı temin edecek bir potansiyeli ihtiva etmektedir. Henüz Brzezinski yukarıdaki satırları yazmamışken, Brzezinski’den kabaca 30 sene önce, Eylül 1969’da Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç tarafından kaleme alınan ve daha sonra İslam Deklerasyonu kitabında yer alan şu ifadeleri hala caridir: “İslam Dünyasında gelecekte gerçekleşecek devrim her şeyden evvel dini devrim olmak zorundadır. İnsanların ruh ve kalplerinde gerçekleşecek olan bu devrim, daha sonra mucize yapacak durumda ve bugün imkânsız görünen her şeyi gerçekleştirebilecektir. Çok kısa süre içerisinde hayatın bütün alanlarında yepyeni yollar açabilecek duruma gelecek, her türlü işgalciyi firara zorlayacak, sefaleti, hurafeciliği, adaletsizliği, cehaleti yok ederek şimdi ihmal edilmiş geniş bir alanda insanlığın ve kültürün yeni devresini açacaktır. Allah’ım İslam halklarına ve bütün dünyaya iman bağışla” Bilge Kral’ın İslam halklarına iman niyazı, “Ey iman edenler, … iman ediniz (Nisa, 136)” ayetini tahattur ettirmektedir. Aliya; bireyin kalp ve ruh dairesindeki, dahası İslam dünyasındaki Müslümanların kalp ve ruhlarındaki bir değişimin imkânsız görünen her şeyi gerçekleştirebileceğini söylemektedir. Kalp ve ruhlardaki bu değişim alanlarından birisi de hiç şüphesiz, “Müminler ancak kardeştirler (Hucurat, 10)” emr-i İlahi ile ilişkilidir. Bu ilanatın icraatı ise, “tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. (22. Mektup Uhuvvet Risalesi)” olarak tezahür edilmesine tekabül eder. Kendisini İslam dünyasına ait hisseden bireylerin kalp ve ruhlarında bu iki ayetin yapacağı devrim, Avrasya’nın kaderini değiştirecektir. İmha inşadan daha kolaydır. Küresel aktörler, kendilerine meydan okuyacak bir aktörün çıkmasını engellemek için, İslam dünyasını manen madden tahrip etmiş ve etmektedirler. Bütünleşik stratejileri, ayrıştırmayı esas kabul etmiştir. Dolayısıyla ötekinin hegemonyası, kalp ve ruhların inşası üzerinden değil, tahribatı üzerinde yükselmektedir. İslam dünyasının külli meydan okumasının yolu ise, kalplerde ve ruhlarda yapılan tahribatın tamirini ve yıkılanın inşasını gerektirmektedir. Mezhebi, etnik vs. muhtelif nedenlerle husumete düşürülmüş İslam Dünyası, toplumlarının ve o toplumları oluşturan bireylerin tamir ve inşasının bidayet noktası kalp ve ruhlardır. Ruhlardaki değişime hayat verecek olan devrim Hucurat, 10’da belirtilmiştir: “Müminler ancak kardeştirler.” Kalbine ve ruhuna hükmeden, Avrasya’ya hükmeder ve Brezinski’nin de vurguladığı gibi Avrasya’yı kontrol eden, Dünya’yı kontrol eder.

Evet, ne diyordu yüce kitabımız ilk emrinde; yaratılan tüm eserleri hakiki tesir sahibi olan Allah ile irtibatlandır yani “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” Âlemlerin yaratıcısı ve tek sahibi olan Hz. Allah, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed’i (sav) insanlar ve cinlere mükemmel bir rehber olarak gönderdi. Yine Cenâb-ı Hak bu imtihan dünyasında rızasına uygun bir hayatın nasıl yaşanacağını apaçık anlatan Kur’an-ı Hakim’i peygamberi vasıtasıyla kullarına beyan etti. Bu ezeli hitabın muhataplarına ilk mesajı ise “Oku!” emri oldu. Peki neyi? Bu mesajı iki şekilde anlamak mümkündür: Birincisi, Kur’an’ın lafızlarını okumak. İkincisi, kitab-ı kebir dediğimiz kâinat kitabını okumak. İkinci okuma şeklini esas aldığımızda iki soru akla geliyor: Ne için okumak? Nasıl okumak? Ne için okumak? Kâinat kitabını, içindeki tüm varlıkları ve bu emrin muhataplarını yaratan yüce Allah’ın (cc) gaye ve hikmetlerini anlamak için okumak. Nasıl okumak? “Mana-yı harfi” tabir edilen, yaratıcının adına ve onun hesabına okumak. Yani onu merkeze alıp her şeyi onunla/yaratıcısıyla irtibatlandırarak okumak. Evet, bu okumayı bir metot dâhilinde yapacağız. Ayrıca bazı kavramları anlaşılır hale getirmek için bir de misal vereceğiz. Yüce yaratıcının bu muazzam kâinat kitabını var etmesindeki gaye ve hikmetlerini anlayabilmek için önce O’nu tanımak ve bilmek gerekir. Zira Cenâb-ı Hakkı tanımadan eşyanın hakikatini anlamak mümkün değildir. Tüm varlık âlemi onun isim ve sıfatlarının bir çeşit tecellisidir. Şu halde, kâinat kitabının sayfalarını okuyabilmek, cümlelerini anlayabilmek için öncelikle kâtibinin isim, sıfat ve şe’nlerini bilmemiz gerekir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur’un çok yerinde Cenâb-ı Hakkı tanımak ile bilmenin ne şekilde olacağını farklı pencereler açarak izah etmiştir. Bu marifetin en kısa, en selametli usulünün ise, “eserden müessire geçiş” olduğunu yazılan eserlerden anlıyoruz. Bu bize, kâinat kitabının gözümüzle gördüğümüz canlı-cansız tüm eserlerini, bir kitabın sayfaları, cümleleri, kelimeleri ve harfleri gibi görmemizi ve okumamızı öğretiyor. Bu bakış açısı ile Allah’ı bilmeye, tanımaya dair ilmi tahsil etmek hem daha kısa hem de kolay bir vaziyet alıyor. Elde edilen bu nazar ile her bir şeye onun hesabına bakmayı öğreniyoruz. Her şeyi bir mektup gibi kabul edip, kâtibi ile irtibatlandırmak suretiyle, kâinatı bir kitap okur gibi okumaya başlıyoruz. Şimdi kâinat kitabını okumak ile eserden müessire geçmek kavramlarını birbiriyle irtibatlandıralım. Kâinat kitabının satırlarına dikkat edip okumaya başladığımızda yaratılış zincirinde şu sıralamayı görüyoruz: “Eserin kemâli bilmüşahede fiilin kemâline, fiilin kemâli bilbedahe ismin kemâline, ismin kemali bizzarure sıfatın kemâline, sıfatın kemâli hads-i yakînle şuûnatın kemâline delalet eder. Şe'nin kemâli ise, hakkal-yakîn bir suretle zâtın kemâlini gösterir.” (Mesnevî-i Nuriye, 14. Lem’a) “Eser » Fiil » İsim » Sıfat » Şuunat » Zât” sıralamasını bir örnek ile izah ederek bunun üzerinden bir tahlil yapmaya çalışalım. Şöyle ki: Mahir bir ressamı, resim yapmaya sevk ve teşvik eden his, sanatının diğer insanlar tarafından bilinmesi arzusudur. Eserlerinin tanınması ve bilinmesi doğrudan şahsının bilinmesine ve şöhret bulmasına hizmet eder. İşte tanınmaya olan muhabbet ve arzu, zatını tanıtacak eserleri yapmak için ressamı bir irade ortaya koymaya sevk eder. Bu irade, eserlerin ortaya çıkış noktası için gerekli, fakat yeterli değildir. Zira iradenin hemen arkasından sanatını ortaya koyabilecek, sanatçı ruhunun inceliklerini eserlerine aksettirecek farklı sıfatlara da sahip olması gerekiyor. Resim sanatının inceliklerine dair ilim ile beraber, esere suret ve kimlik kazandıran fırça hareketlerini hatasız ifa edecek bir kuvvete de ihtiyaç duyar. İrade, ilim ve kudretinin birlikte vazife yapması, kendisinin mahir bir ressam sıfatıyla anılmasını sağlar. Neticede ortaya çıkan mükemmel eser, ressamın eser üzerindeki fiil, isim, sıfat ve kabiliyetlerini anlayıp şahsını tanımamıza vesile olur. Şimdi Cenab-ı Hakkın kâinat denilen muazzam kitabı yazması/yaratmasındaki maksat, hikmet ve takip ettiği sıralamayı bu misal ve öncesinde ifade ettiğimiz hakikatler ile birleştirelim. Hz. Allah’ın şu gördüğümüz büyük kâinatı var etmesindeki en mühim maksadı, tecellisinin güzelliklerini ve mükemmelliklerini görmek ve göstermek istemesidir. Bu suretle tanınmaya ve bilinmeye olan kutsi muhabbeti şuunat denilen İlahi hisler ve kabiliyetler olarak anlaşılır hale gelir. Bu ilahi haller ve kabiliyetler kâinatın yaratılmasını irade etmeyi gerekli kılmıştır. Zâti sıfatlardan olan irade ise, ilim ve kudret gibi diğer sıfatların tecellisini gerekli kılmıştır. Şu halde sıfatları harekete geçiren hususiyet, sıfatların kutsi kaynağı manasındaki şuunattır. Sıfatlar üzerinden devam ederek diyebiliriz ki, sıfatlardan sayısız, sınırsız filler meydana gelir. Bu çok sayıdaki fiillerden, insan aklının kavramakta zorlandığı, atom parçacıklarından tutun uzayın sonsuz derinliklerine kadar sayısız, sanatlı ve mucizevi eserler ortaya çıkmaktadır. Her fiil şüphesiz bir failden sûdur eder, bir özneye işaret eder. Şu halde fiillerdeki mükemmellik, isimlerin kemaline işaret eder. Tüm fiiller mutlak fail olan Allah’ın isimlerine ve bu isimlerin nuruna, tecellisine bağlıdır. İnsan, yukarıda anlatılan sıralama ve usul ile kâinat kitabındaki hangi esere, mahlûka baksa oradan Rabbine ulaşacak bir pencere açabilir. Eseri görüp, eserlerin mutlak yaratıcısına doğru giden tefekkür yolunu takip ederek “Oku!” emrine imtisal etmiş/uymuş olur. Bu okuma şekli, Cenâb-ı Hakkın varlık, birlik ve azametini insanın zihnine yerleştirmenin bir başlangıcı sayılır. Kazandığı bu ilim ve irfan sayesinde Kuran-ı Hâkim’in ilk emri olan okumak fiiline, kâinatı yaratan Rabbinin ismiyle ve onu merkez alarak başlamış olur. Evet, en başta sormuştuk kâinat kitabını niçin ve nasıl okumalıyız? Bu suallerin cevaplarını özetle şöyle ifade edebiliriz: Kâinat kitabını, kâinatı yaratan yüce Allah’ı tanımak ve bilmek için yavaş yavaş, hazmederek okumalıyız. Elde edilen bu ilim ve marifet yaratıcının bizden istediği ve razı olduğu hayat tarzının yaşanması noktasında hayati bir önem taşımaktadır. Bu okumayı nasıl yapacağımıza gelince; Kur’an’ın bize öğrettiği bakış açısıyla, Allah’ın yarattığı tüm eserleri ayrı ayrı okunup anlaşılması gereken birer mektup kabul edip öyle okumalıyız. Evet, ne diyordu yüce kitabımız ilk emrinde; yaratılan tüm eserleri hakiki tesir sahibi olan Allah ile irtibatlandır yani “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!”

Alem-i İslam’ın içinde bulunduğu durum, özellikle mazlum coğrafyaların halleri, şuur sahibi ehl-i imanı elem içinde bırakıyor. Bazen bu hüzün ve elem çok tahrik edildiğinde, insan itidal ve istikametini kaçırabiliyor. Aç ve zayıf çocukların ve savunmasız kadınların hallerini, buna mukabil elimizden fazla bir şey gelmediğini düşündüğümüzde çaresiz bir hüzün basıyor. Televizyon ve sosyal medyada ise insanların meraklarını ve dikkatlerini daha fazla tahrik ettiği için, acıklı tablolar çokça yayılıyor. Bu elem verici tabloları izleyen ve kendi rahat imkânlarıyla mukayese eden ehl-i iman vicdan azabı içinde kalıyor. Bu hal böyle devam ederken bazı menfi neticeler ortaya çıkmaya başlıyor. Vicdan bu noktada tahrik edildikçe istikametini ve itidalini zayi etmeye ve bir ümitsizlik hali hüküm sürmeye başlıyor. Bu ümitsizlik toplumsal bir hal alıp, yavaş yavaş alışkanlığa ve boş vermeye sebebiyet veriyor. Alem-i İslam’ın içinde bulunduğu durum, özellikle mazlum coğrafyaların halleri, şuur sahibi ehl-i imanı elem içinde bırakıyor. Bazen bu hüzün ve elem çok tahrik edildiğinde, insan itidal ve istikametini kaçırabiliyor. Aç ve zayıf çocukların ve savunmasız kadınların hallerini, buna mukabil elimizden fazla bir şey gelmediğini düşündüğümüzde çaresiz bir hüzün basıyor. Televizyon ve sosyal medyada ise insanların meraklarını ve dikkatlerini daha fazla tahrik ettiği için, acıklı tablolar çokça yayılıyor. Bu elem verici tabloları izleyen ve kendi rahat imkânlarıyla mukayese eden ehl-i iman vicdan azabı içinde kalıyor. Bu hal böyle devam ederken bazı menfi neticeler ortaya çıkmaya başlıyor. Vicdan bu noktada tahrik edildikçe istikametini ve itidalini zayi etmeye ve bir ümitsizlik hali hüküm sürmeye başlıyor. Bu ümitsizlik toplumsal bir hal alıp, yavaş yavaş alışkanlığa ve boş vermeye sebebiyet veriyor. Bu hadiselerin hakiki hikmet ve sebepleri bilinse, hiçbir şeyin başıboş ve sahipsiz olmadığı anlaşılsa, insanın bu dünyaya bir imtihan için gönderildiği ve gerçek vazifesinin iman ve dua olduğu idrak edilse, bu çaresiz hüzün ve ümitsizlik insanın üzerinden kalkar. İnsan elinden gelen yardımı yaptıktan sonra Rabbine tevekkül edip duaya sarılır. Öncelikle şunu unutmamak gerektir ki, mülkün gerçek sahibi ve kudreti her şeyin üstünde olan bir Rabbimiz var. Rabbimiz ise nihayetsiz bir rahmet, hikmet ve adalet ile hükmeder. Mülkün sahibi O olduğu için, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Biz ve onlar ve bütün kâinat Allah’ın mülküyüz. Bu yerler ona aittir. Onlar sahipsiz değildir. Semavat ve arzın mülkü kendisine ait olan Allah’ın kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. Gücünü aşacak hiçbir hadise yoktur. Kişi ile kalbi arasına giren Cenab-ı Hak, dilerse en küçük bir askeriyle en cebbar zalimleri bir anda mağlup eder. Zulmü her tarafı kaplayan Nemrudu bir sinekle gebertmiş, ilahlık iddia eden Firavunun sarayını bir karınca ile yere yıkmıştır. Kalbinin atışına, nefeslerinin sayısına hâkim olamayan ve gözle görünmeyen bir mikroba mağlup olan insan bu hükme karşı çıkamaz. Hem Allah’ın öyle sonsuz bir şefkati ve merhameti vardır ki; yeryüzündeki bütün annelerin şefkati toplansa yanında bir damlacık, bir parıltı etmez. Onun şefkatinden daha fazla şefkatini ileri sürmek büyük bir hatadır. Hem Cenab-ı Hakkın nihayetsiz bir adaleti vardır ki; bu kâinatı adaletiyle, hikmetiyle ayakta tutar, devam ettirir. Her şeyi düzen ve ölçü içinde yaratır ve hayatını devam ettirir. Her hak sahibine ihtiyacı nisbetinde hakkını verir. Özellikle rızka muhtaç bütün canlıların rızıklarını en münasip vakitte en layık bir şekilde ihsan eder. Alemi böyle adaletiyle çeviren Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Azimüşşanda, “Kıl kadar zulme uğratılmazsınız”1 diye teminat veriyor. Hem Cenab-ı Hakkın nihayetsiz bir hikmeti vardır. Kâinatı ve insanı çok büyük gayeler için yaratmıştır. Güzel isimlerinin tecelli etmesi ve insanın terakki edip olgunlaşması için, insanları çeşitli haller içinde yuvarlandırır. Aç bırakır, tok eder. Hastalık ve musibet verir. Sonra şifa ve afiyet ihsan eder. Bu gibi hallerle insanları imtihan eder. İnsandaki güzel ahlakı ortaya çıkarıp cennete ve ebedi saadete layık bir hale getirir. Bir vakit hikmetli bir insana bir avuç ceviz verip bunları şu kardeşler arasında dağıt demişler. O zat birine 5 tane, birine 3 tane, birine 1 tane vermiş. Birine hiç vermeyip gerisini de ortaya saçıp bırakmış. “Ne yaptın? Eşit davranmadın!” dediklerinde, “Allah da böyle yapmıyor mu?” demiş. “Bazısına çok veriyor, bazısına az veriyor. Eğer onlara eşit verseydim hiç bir şey olmazdı. Böyle verdim ki; çok verdiğim az verdiğime şefkat edip muavenet ile paylaşsın. Az verdiğim çok verdiğime yanaşıp yardım istesin. Hakkını verdiğim kanaat edip fazlasına hırs göstermesin. Vermediğim hakkına sahip çıkıp, almak için gayret göstersin. Ortaya saçtığımı da paylaşmayı öğrensinler. Böylece aralarında kardeşlik ve güzel huylar gelişsin” demiş. Bununla beraber dünya madem daimi değildir. Hem insan bu dünyada ebedi kalacak değildir. Hastalık, bela ve musibetler gibi elem verici hadiseler insanı gafletten uyandırır. Dünyada bir misafir olduğunu hatırlatır. Hakiki vazifesi olan iman ve duaya sarılmaya sebep olur. Ömür sermayesinin kıymetini bilip, ahiret ticareti için güzelce değerlendirmeye vesile olur. Musibetlerin bir kısmı İlâhi birer ihtar, birer ikazdır. İnsanı bulunduğu zararlı hallerden uzaklaştırmak için bir hatırlatmadır. Bir kısmı günahların affına sebeptir. Bir kısmı gafleti dağıtmaya vesiledir ki; acizliğini ve ihtiyacını hissederek huzur-u İlâhiyeye yönelmeye bir vesiledir. Musibetlerin hastalık olan kısmı ise bazen ilahi bir hediyedir. Kısacık bir ömürde ebedi hayatı kazanmaya vesile olur. Sıhhat ve afiyet gibi nimetlerin kıymetini hissedip hakiki şükre sevk eder. Bazen insanları günahlardan temizlemek içindir. Bir saat sabır ile bir günlük bir ibadeti insana kazandırır. İşte insan, Cenab-ı Hakk’ı bu güzel isimleriyle tanısa, musibetlerin ahirete yönelik mükâfatlarını ve musibetler vasıtasıyla kısacık ömrünün uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse, sabırdan ziyade şükreder. Bu hikmetleri anlayan ehl-i iman da, ümitsizlik ve çaresizlik yerinde dua, tevekkül ve gayretle çalışmaya devam eder. Kaynaklar: 1-Nisa, 772-Lemalar, 25. Lema 3-Lemalar, 2. Lema

Sünnet ve hadis, yaygın olarak birbirinin yerine kullanılan kavramlardır. Hadis, Hz. Peygamber (sav)’in 23 senelik peygamberlik hayatında Kur’an-ı Kerim dışında yaptığı açıklamalar, sorulara verdiği cevaplar, davet, irşad faaliyetleri, söz, fiil ve takrirleridir. Sünnet ise, onun (sav) örnek fiilleri, dinde takip ettiği yoldur. Hz. Peygamber (sav)’in bizzat kendisi bir delildir, dinde hüccettir. O’nun (sav) döneminde sahabe-i kiram, dini ya da dünyevi bir meseleleri olduğunda doğrudan kendisine müracaat ederlerdi. Hem Kur’an-ı Kerimin hepsi daha inmemişti. Doğrudan müracaat merkezi Rasulluah (sav) Efendimizdi. O gün için ve bize bakan taraflarıyla, Hz. Peygamber (sav)’e itaat ve ittibaı Kur’an-ı Kerim emir buyurmaktadır. Nur Suresi, 54. ayet-i kerimede Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “De ki: Allah’a itaat edin: Peygambere de itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz artık ona (o peygambere) düşen, ancak kendisine yüklenen (itaat)dir. Eğer ona itaat ederseniz, hidayete erersiniz. Peygambere düşen ise, ancak apaçık tebliğdir.” Ayet-i kerime peygambere itaati apaçık bir şekilde emretmiştir. İtaat ise, söz dinleme, emre uymadır. Hidayetin şartını da Hz. Peygamber (sav)’e itaate bağlamıştır. Bu ayetin manasın te’kid eden Ahzab süresi 36. ayet-i kerimeyi de hatırlamakta fayda var: “Hem Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık ne mümin bir erkek, ne de mümin bir kadın için ( o hükme muhalif işlerinde kendilerine (başka bir yolu) seçme hakkı yoktur. Ve her kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, artık muhakkak ki apaçık bir sapıklık ile delalete düşmüş olur.” Bu ayet-i kerimede de bizlere müminler olarak, Allah ve Resulünün seçtiklerini seçme hakkımızdan başka bir seçeneğimiz olmadığını, açık bir şekilde ifade etmektedir. Yani “Allah Resulü (sav) olsaydı ne yapardı, Efendimiz (sav) nasıl davranır, nasıl ibadet ederdi?” sorusu bize en doğru cevabı verecektir. Ayet-i kerimelerde Hz. Peygamber (sav)’in emirlerine itaat edilmesi emir buyurulduğu gibi, yasakladıklarından kaçınmamız gerektiği de vurgulanmaktadır: “Peygamber size ne verdiyse artık onu alın; size neyi de yasakladıysa, ondan hemen kaçının. (Haşr Suresi, 7) Şimdi gelelim bu tarafa. Günümüzde hadis karşıtlığının en büyük fitnelerden biri olduğu ve bu tehlikenin hızla yaygınlaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu durum, İslam’ı tahrif etmek ve bozmak demektir. Çünkü İslami hükümlerin birçoğu sünnete dayanmaktadır. Bedüzzaman Hazretleri Sünnet-i Seniyye Risalesinde şu şekilde tasnif etmiştir: “Resulü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın sünnet-i seniyyesinin menbaı üçtür: Akvali, efali, ahvalidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır. Feraiz, Nevafil, adatı hasanesidir. Farz ve vacip kısmında ittiba’a mecburiyyet var. Terkinde azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında emr-i istihbabi ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat terkinde azab ve ikab yoktur. Fillinde yani yapılmasında ve ittibaında azim sevaplar vardır. Tağyir ve tebdili, bida ve dalalettir ve büyük hatadır. (Lemalar Mecmuası, 60) İslam Tarihinde Hz. Peygamberin (sav) sünnetini kabul etmiyorum diyen bir mezhep yoktur. Oysa günümüzde hadis karşıtlığı Kur’an Müslümanlığı, Kur’an İslam’ı, Kur’an merkezli İslam gibi ilgi çekici, nefislere cazibeli, insanların zihinlerine çeldirici sözlerle sunulmaktadır. Heyhat! Hz. Peygamber (sav)’ın hadislerini, sünnetlerini inkâr eden nasıl Ehl-i Kur’an olabilir! Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler birliktelik açısından et ve tırnak, tohum ve toprak gibi bir bütündür. Hadis ve sünnete ittiba etmek, uymak Hz. Peygambere (sav) iman etmenin zorunlu bir neticesidir. Yoksa Hz. Peygamberi (sav) bizlere sadece Allah’ın kitabını getiren bir postacı hükmünde görmek demektir. Esasen Hz. Peygamber (sav) Efendimizin Kur’an-ı beyan yetkisi, hüküm koyma yetkisi ve içtihad etme yetkisi gibi nebevi vazifeleri vardır. Her Müslümanın Resulullahtan (sav) gelenleri, “Allah’ın muradı üzere kabul ettim” demesi gerekir.

Nübüvvet-i Ahmediye’nin (sav) delâili, evvelâ iki kısımdır. Birisi, ‘irhâsât' denilen, nübüvvetten evvel ve velâdeti vaktinde zuhûr eden hârikulâde hâllerdir. İkinci kısım, sâir delâil-i nübüvvettir. (Zülfikar, s. 229) Tarihî değere sahip bir sarayı veya bir müzeyi ziyarete gittiğimizde, bize bir rehberin eşlik etmesi bu mekânları, bütün özellikleri ile birlikte tanımamıza yardımcı olmaktadır. Aksi takdirde bir sarayın veya müzenin hangi maksatla ve ne zaman inşa edildiğini veya bu mekânlarda kimlerin kaldığını, ne gibi işlerin görüldüğünü bilmemiz mümkün değildir. Belki tanıtıcı kitap ya da broşürler bir nebze olsa yardımcı olabilir. Ama o kitabı ya da broşürü de herkes tam anlayamaz. Mutlaka iyi bir rehber eşliğinde bu mekânların gezilmesi gerekir. Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı ve Beylerbeyi Sarayı gibi çok sanatlı ve özellikli saraylarda bunu fark ederiz. Aynen bu örnekte olduğu gibi, şu dünya sarayını da bize tanıtacak, hangi maksatla dünyaya geldiğimizi bize bildirecek ve bizi buraya gönderenin bizden ne istediğini anlatacak bir rehbere ihtiyacımız var. Bu rehber elbette ki Peygamber Efendimizdir (sav). Cenâb-ı Hakk’ın bizden ne istediğini, bu dünyaya bizi niçin gönderdiğini ve buradan sonra nereye gideceğimizi Peygamber Efendimizden (sav) öğrendik. Âlemlere rahmet Peygamber Efendimiz (sav), hayatı boyunca insanlara bu dünyaya geliş gayemizi, Cenab-ı Hakk’ın bizden nasıl bir kul olmamızı istediğini ve bu dünyadan sonra nereye gideceğimizi anlatmıştır. Bu sebeple, iyilik adına, hayır ve güzellikler adına ne varsa biz Peygamber Efendimizden (sav) öğrendik. Onun (sav) irşad dairesinden çıksak, yüksek bir kuleden derin bir çukura düşmüş kadar sukût ederiz. Cennetin Yaratılış Sebebi Peygamber Efendimiz (sav), yaşantısıyla, mücadelesiyle, duasıyla ve kulluğuyla öyle bir hayat ortaya koymuştur ki; Cenab-ı Hakk’ın cenneti yaratmasına vesile olmuştur. Bedîüzzaman Hazretleri bu durumu, şu ifadelerle anlatmaktadır: “O zât nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saâdet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusûlüdür. Onun gibi, ubûdiyetiyle ve duâsıyla o saâdetin sebeb-i vücûdu ve Cennetin vesile-i icadıdır.” (Zülfikar, s. 28) Peygamber Efendimiz (sav) peygamberliği öncesinde, “El-Emin” yani kendisine güvenilir insan olarak anılmaktaydı. Mekkelilerin Hacerü’l-Esved’i yerine kimin koyacağı konusunda aralarında çıkan tartışmalarda, Peygamber Efendimiz (sav) orta yolu bulmuş ve muhtemel çatışmaları önlemiştir. Yine Mekke’de mazlumların hakkını korumak için kurulan Hilfü’l-Fudûl’a katılmıştır. Peygamberliğin gelmesinden sonra ise Hilfü’l-Fudûl birlikteliğini övmüştür. Resûlullah (sav), sosyal hayatta olduğu gibi, geçimini sağlamak için yaptığı ticaret sırasında da dürüstlüğü ve güvenilirliği ile tanınmıştı. Peygamber Efendimizin (sav) nübüvvetten önce de ne kadar dürüst ve güvenilir bir kişi olduğunun en önemli delillerinden birisi de Hz. Hatice (ra) ile olan evliliğidir. Hz. Hatice (ra), güzel ahlakı ve doğru sözlülüğü ile ön plana çıkan ve ticaret kervanları olan zengin bir Mekkeli hanımefendiydi. Kervanlarından birisine Peygamberimizin (sav) nezaret etmesini istedi. Resûlullah (sav) ile birlikte yardımcısı Meysere’yi de kervanla gönderdi. Meysere yol boyunca Resûlullah’ı (sav) izledi ve ne kadar dürüst ve güvenilir birisi olduğuna bizzat şahitlik etti. Mekke’ye dönüşte, gördüklerini Hz. Hatice’ye (ra) anlattı. Bu sebeple Peygamber Efendimize (sav) evlilik teklifi, Hz. Hatice’ den (ra) gitmiştir. Resûlullah (sav) nübüvvet öncesi de yaşantısıyla herkese örnekti. Bunun yanında irhâsât denilen, peygamberlik gelmeden önce onun peygamber olacağına dair ortaya çıkan harikulade haller de başından geçmekteydi. Bedîüzzaman Hazretleri, irhâsâtın nübüvvetin en önemli delilleri arasında yer aldığını şu cümlelerle dile getirmektedir: “Nübüvvet-i Ahmediye’nin (sav) delâili, evvelâ iki kısımdır. Birisi, ‘irhâsât’ denilen, nübüvvetten evvel ve velâdeti vaktinde zuhûr eden hârikulâde hâllerdir. İkinci kısım, sâir delâil-i nübüvvettir. (Zülfikar, s. 229)” İrhâsâta Örnekler İrhâsâtı temel olarak iki kısma ayırabiliriz. Birincisi, nübüvvet öncesi meydana gelen olağanüstü haller ve olaylardır. İkincisi ise, Peygamber Efendimiz (sav) doğduğu zaman meydana gelen harikulade hallerdir. Nübüvvet öncesi meydana gelen en meşhur hadise, şüphesiz ki Fil Vakasıdır. Fil Vakası, Kur’ân-ı Kerîm’de de aynı isimle müsemmâ olan Fil Sûresi’nde anlatılmaktadır: “1- (Habîbim, yâ Muhammed!) Rabbinin, fil sâhiblerine nasıl yaptığını görmedin mi? 2- Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? 3- Hem üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. 4- (Bu kuşlar,) onlara pişmiş çamurdan taşlar atıyorlardı. 5- Nihâyet onları yenmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi!” Fil Vakasının Peygamber Efendimiz (sav) dünyaya gelmeden 52 gün önce meydana geldiği rivayet edilmektedir. Yemen Valisi olan Habeşli komutan Ebrehe, Yemen’in başşehri San’a’da büyük ve gayet süslü bir kilise inşa ettirmişti. İnsanların Mekke’deki Kabe-i Muazzama’yı değil de, kendi yaptırdığı bu kiliseyi ziyaret etmelerini istiyordu. Bunun için ordusu ile Mekke’ye gidip Kabe’yi yıkmaya karar verdi. İçinde dev fillerin de olduğu 60 bin kişilik bir orduyla Mekke’ye doğru harekete geçti. Onun Mekke’ye doğru gelmekte olduğunu işiten halk, önce Ebrehe ile savaşmayı düşündüler. Fakat ordusunun kalabalıklığı ve gücü karşısında bir şey yapamayacaklarını anlayıp vazgeçtiler. Peygamber Efendimizin (sav) dedesi Abdülmuttalib, Mekkelilere civar dağlara çıkıp siperlenmelerini söyledi. Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye yaklaştığı sırada ordunun içindeki en büyük fil bir türlü Mekke’ye doğru ilerlemiyordu. Ertesi gün sabah güneş doğmaya başladığı sırada, tekrar fili hareket ettirmeye çalıştıkları sırada, Kızıldeniz tarafından büyük bir kuş sürüsünün geldiğini fark ettiler. Kırlangıç ve ebabil gibi türlerde olan bu kuşların her birisi, biri gagasında diğer ikisi ayaklarında olmak üzere toplam üç adet taş taşıyorlardı. Kuşlar, taşları Ebrehe’nin ordusunun üzerine atıyorlardı. Taşın isabet ettiği herkes oracıkta can veriyordu. İşte tarihe Fil Vakası olarak geçen bu hadisede Kâbe, Allah’ın yardımıyla korunmuştu. Kuş ordusu, hava bombardımanı ile Ebrehe’nin ordusunu perişan etmişti. Bu hadiseden 52 gün sonra Resûlullah (sav) doğdu. Resûlullah’ın (sav) doğduğu gece olan hadiseler de dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş şeylerdi. O gece ile ilgili olarak, o zamanlarda yaşayan insanlara sorulsa, hepsi o gecenin farklı olduğunu söyleyeceklerdir. Dünyanın her yerinde insanların unutamayacağı bir gece olduğu tarihî kayıtlardan da anlaşılmaktadır. Özellikle şirkin, küfrün ve putperestliğin o yüzyıllardaki en önemli temsilcisi olan İran’daki Sasani Devletinin başına gelenler, o gece çok önemli bir olayın gerçekleştiğini gösteriyordu. Bin yıldır yanan Mecusi ateşinin sönmesi, İran hükümdarının sarayının 14 burcunun yıkılması, Sava Gölünün kuruması, Semâve Vadisini su basması gibi olağanüstü hadiseleri bu konuya örnek olarak verebiliriz. Bunların dışında Peygamber Efendimiz (sav) doğmadan veya peygamberlik gelmeden önce, O’nun (sav) doğacağını ve peygamber olacağını haber veren birçok kişi çıkmıştır. Bütün bunlar, nübüvvetin yani peygamberliğin en önemli delillerindendir. İrhâsât denilen bu hadiseler ya fil Vakasında olduğu gibi Kur’ân-ı Kerim ayetleri ile sabittir ya da muteber tarih kitaplarında anlatılarak günümüze kadar gelmiştir.

Emr-i hak vaki olduğunda dualarla yâd edilmek için, bir lisanın bin lisan olması için, bir hayata bedel bin hayatı kazanabilmek için, hakka yükselen sözler söylemek lazım. Hakka yükselen sözler mübarek, nurani ve tayyib sözlerdir. Hakka yükselen sözler, sözlerin en güzelidir. Rabbimizin bizlere ihsan ettiği en büyük ve en kıymetli nimetlerinden biri de dilimizdir. Ehl-i iman bu kıymetli nimetle en güzel ibadetleri yerine getirir. Allah'ı zikreder, Kur’ân-ı Kerim okur, dua eder ve niyazda bulunur. Allah’ın emir ve yasaklarını anlatır. Dil, rıza-i ilahi dairesinde kullanıldığı vakit, insana cennet kapılarını açar, cehennem kapılarını kapatır. Muhabbet, kardeşlik ve adaletin tesisine yardımcı olur. Allah namına çalışan, Allah hesabına konuşan bir dil kalpleri fetheder, imanları kurtarır. Dargın gönülleri tamir eder, küskünleri barıştırır, insanları birleştirir. *** Şu kâinatta ehl-i imanın kulluk cihetiyle mesai arkadaşı olan melaikelerden bazıları kırk bin dille Allah’ı zikretmektedir. Seccademiz hükmünde olan bu zemin yüzü, gafletimizi dağıtan şu gökyüzü yüz binler dille Allah’ı zikretmektedir. Eşref-i mahlûk olan insan, bu muazzam tesbihattan ders almalı ve bu müthiş ahenge ve ritme uyum sağlamalıdır. Zira feryat eden ruhlara bir nefes, buhrana giren bedenlere bir rahat, daralan ve kederlenen kalplere bir teselli ancak ve ancak zikir ve tesbihle mümkündür. *** Pek çok hikmetleri, faydaları ve vazifeleri bulunan dilimiz, esasen bir et parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, faydalara vesile olmaktadır. Birincisi, rahmet-i İlahiyeden gelen ayrı ayrı binlerce lezzetleri fark edip bedene ve mideye haber vermesidir. Bu cihetle Rabbimiz, dilimizi kâinattaki bütün lezzetleri bilip anlayıp zevk edecek bir kıvamda yaratmış, fevkalâde bir sanat ve harikulade bir hikmetle donatmıştır. İkincisi, harfler ve kelimeler vasıtasıyla kalbe, ruha ve beyne tercümanlık yapmasıdır. *** Gerçek Müslümanın elinden ve dilinden hiç kimse zarar görmez ve görmemelidir! Büyükler edebi tarif ederken, “İnsanın eline, diline, beline sahip çıkmasıdır” demişler. Dil bazen afet olur, insanı felakete götürür. Dil, insanı mümin de eder, kâfir de eder. Dil, insanı aziz de eder, rezil de eder. Onun için dilimize sahip çıkmak imanımıza sahip çıkmaktır. Dilimize sahip çıkmak geleceğimize, nesillerimize sahip çıkmaktır. Dilimize sahip çıkmak, ahiretimize sahip çıkmaktır. Evet, dilin cirmi küçük, cürmü büyüktür. Kameti küçük, kuvveti büyüktür. *** “İki kulak bir dil içindir.” İnsan bir konuşuyorsa iki dinlemelidir. Yeri geldiğinde konuşmak, en güzel bir haslet olduğu gibi, zamanında susmasını bilmek de erdemli insanların özelliğidir. Bu noktada Hazret-i Üstadın şu ölçülerine riayet etmek, dilin bizim üzerimizdeki hakkıdır. “Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemek senin hakkın değildir. Her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir.” Zira atalarımız; “Dil ebsem baş esen” demişler. Yani kişi dilini tutar, her ağzına geleni söylemezse başını belaya sokmamış olur. *** Malda israf caiz olmadığı gibi, konuşmada da israf etmek, sözü uzatmak, ifrata kaçmak caiz değildir. Hem herkes bilir ki çok söz yalansız olamaz. Fazlaca konuşan, dedikoduya uğramadan geçemez, gıybetten kaçamaz. *** Emr-i hak vaki olduğunda dualarla yâd edilmek için, bir lisanın bin lisan olması için, bir hayata bedel bin hayatı kazanabilmek için, hakka yükselen sözler söylemek lazım. Hakka yükselen sözler mübarek, nurani ve tayyib sözlerdir. Hakka yükselen sözler, sözlerin en güzelidir. *** Evet, madem dil, ebedi hayatı ve sonsuz saadeti kazanmak için verilen en kıymetli nimetlerden birisidir. O halde ehl-i iman dili, rahmani bir hediye ve cennete açılan bir kapının anahtarı gibi görmeli ve ona göre hareket etmelidir. Yaratılış gayesine yakışır şekilde kullanmalı, nefis hesabına çalıştırarak zararlı uğursuz bir alet derecesine düşürmemelidir! اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ Ya ilahi! Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana en güzel bir şeklide ibadet edebilmek için bize yardım eyle! Amin.

Batı’da tezahür eden aydınlanma düşüncesiyle birlikte sonsuzluktan koparılan insan, bilgi ve imanın birbirinden ayrıştırılması gerektiği iddiasıyla, varoluşun anlamını bozmada ne denli mahir olduğunu göstererek; yeni dinler/metafizikler olarak algılanabilecek bütüncül/evrenselci iddialara girişme cüretini de kendinde bulmuştur maalesef. İnsanlığın modernizm merkezli problemlerini ciddi bir şekilde tespit edip ilan eden post-modern düşünürlerin herhangi bir hakikat fikrinin merkeze alınamayacağına dair iddiaları, problemleri apaçık ortada olan insanlığı umutsuzluğa sevk etmekten başka da bir işe yaramıyor. Ancak onların, meselenin temelindeki ratio (aydınlanma aklı) şiddetini ve modern ben’in hâkimiyet iddiasını görmüş olmaları yanında, halen daha gelecekte gerçekleşecek bir adalet imkânına sürekli vurgu yapışları da, çözümün nerede olduğu konusunda düşünmemizi sağlayacak hayati imalar olarak karşımızda durmaktadır. Batı’da tezahür eden aydınlanma düşüncesiyle birlikte sonsuzluktan koparılan insan, bilgi ve imanın birbirinden ayrıştırılması gerektiği iddiasıyla, varoluşun anlamını bozmada ne denli mahir olduğunu göstererek; yeni dinler/metafizikler olarak algılanabilecek bütüncül/evrenselci iddialara girişme cüretini de kendinde bulmuştur maalesef. Aklın ve deneyimin hakikate ulaşabileceği iddiasını temele alan Batı düşüncesi, Nietzscheci bir bakışla söylemek gerekirse, kadim zamanların “mutlak varlık” inanışının yerine “mutlak akıl” ve “mutlak bilim” nosyonlarını (ıstılahlarını) ikame etmekten gayrı bir dönüşümü gerçekleştirmiş de değildir. Temelini sonsuzluktan alan metafiziğin; kesinliğini, evrenselliğini, genel geçerliliğini ve bütüncüllüğünü aynen muhafaza ederek, hakikatin beşeri bir düzlemde yeniden inşa edilmesi anlamına gelen aydınlanmacı, Hegelci, Marksçı bütün meta-anlatı projeleri gerçekte, Allah’ın (O/Hüve) yerine beşeri aklı ve ben’i (Ene’yi/Hevâyı) yerleştiren modern dinler olma iddiasından başka da bir iddiaya sâhip değillerdir. Kadim zamanlarda din, hakikat iddiasını, gücü her şeye yeten, her şeyi yaratan, her şeyi bilen sonsuz bir Allah’tan almaklığıyla, iddialarını oldukça sağlam bir zemine dayandırırken, bugünün meta-anlatılarıysa, kendi vücudunun mahiyetini bile tam olarak bilemeyen bir zayıf aklı; sonsuz ihtiyaçlar ve zayıflıklar yumağı bir aciz ben’i, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten bir sonsuz varlığın tahtına oturtmaya cüret etmişlerdir. İşte bugün, Batı ve Batı’ya öykünen Doğulu mukallidlerin hal-i pür melali tam da bu şekildedir. Sorunları ciddi manada tespit eden ancak “herhangi bir çözüm öneriniz var mı” denildikte, insanlığın ızdıraplarını boş boş süzen nihilist bakışlar yanında, tam da sorunların kaynağı olan ve hala daha çözüm adı altında varoluşsal kör döğüşlere girişen modernci körlükler arasında sıkışıp kalmışız belli ki. Halbuki insanlığın “adalet” ihtiyacı, her zamankinden daha gerçek ve her zamankinden daha şiddetli bugün. Bu noktada, insanlığı bu zulmetli sorunlardan kurtaracak adalet önerileri de her zamankinden daha önemli olarak görülüyor. Değişken bir oluş/kevn u fesâd aleminde ortaya atılan, sürekli değişen bir akıl ve ben tarafından üretilen, üstelik fıtratı gereği, her saniye maruz kalınan devamlı bir değişimin genlerini taşıyan bütün çözüm önerileri, her ne kadar “mutlak” rolüne bürünseler de, modası geçmiş tüketim metaları gibi tarihin karanlıklarında birkaç vakit sonra yerlerini alacaklardır muhtemelen. Örneğin bir adaâlet meselesi, Rawls’ların, Nozick’lerin ya da Hayek’lerin kısır idrak ve tasavvurlarına bırakılamayacak derecede varoluşsal bir meseledir insan için. İnsanı var edip varlığını devam ettiremeyen ve varlığın hakikatini bir bütün olarak bütün vechelerinden kuşatamayan hiçbir bilinç, mutlak bir adalet önerisinde bulunamayacaktır. O halde aramamız gereken değişmeyen bir hakikat, asırlar geçse de başkalaşmayan, varoluşun bütün bağlantılarını elinde tutarak; insanı tam da var olduğu noktadan kavrayan ve onun varacağı nihai imkânların ve ufukların mutlak olarak bilincinde bir gerçeklik zemini olmalıdır. Tam da böyle bir sarsılmaz zeminden yola çıktığımızda, küresel manada ortaya konulacak birlik ve adalet imkânları, insanlığın kurtuluşunu sağlayacak adil reçeteleri de sunacaklardır. Yoksa hakikat taklidi yapan beşeri fikir kırıntılarıyla avunmaya ve bizi hakikatsizlik uçurumlarına yuvarlayan kaos tellallarına kanmaya devam edeceğiz. Hakikat katliamına teşebbüsün binlerce farklı tarzına, modernizmin bütün manevi değerleri paramparça eden vahşetine ve şiddetine maruz kalmaya birkaç yüz yıl daha devam edeceğiz demektir. İmdi aklımızı başımıza, kalbimizi gönlümüze alalım ve bir kere daha soralım kendimize: Bu hakikatten uzak, değişken, sabitesiz, istikrarsız anlayışlarla hakikati bulmamızın mümkün olmadığını ne zaman anlayacağız? Modernizmin mutlak birer hakikat olarak kurguladığı aklın (ratio) ve ben’in, hakikatin sonsuzluğu karşısındaki mutlak acziyetini ne zaman idrak edeceğiz?

Gençlik hayatın en bereketli yılları... Zinde, güçlü, ümit dolu, bir o kadar da heyecanlı. Çocuksu düşüncelerden sıyrılıp hayata ve hayatın gayesine dair bakış açılarının geliştiği, itirazların şekillendiği, “Benim de söyleyecek sözüm var!” denilmeye başlandığı çok hususi bir dönem. Milletleri güçlü kılan onların sahip oldukları genç nüfustur. Bir hazine kıymetindedir gençlik. Hem şahsi hem içtimai hayat için çok kıymetli bir hazine… Köken olarak Türkçe olan “genç” kelimesinin Farsçada “hazine” manasına denk gelmesi bu manada çok ehemmiyetlidir. Öyle bir hazine ki elden çıktığında, heba edildiğinde telafi edilmesinin imkânı yoktur. O halde nedir ideal gençliğin vasıfları, nasıl olmalıdır? Necip Fazıl merhum, özlemini çektiği gençliği şöyle tarif eder: “Kim var!” diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “ben varım!” cevabını verici, her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik… Tek cümleyle, Allah’ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı sevgilisinin âlemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, ondan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve onun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik... “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda bir gençlik... Zamana ve mekânlara mührünü vuran, kendisindeki emanetlere Muhammedü’l-Emin’in (sav) ümmeti olduğunu unutmadan sahip çıkan nice gençleri yetiştiren bu topraklar, gelecek için de hâlâ mümbit hâlâ bereketlidir. Genç, mazisinden aldığı ilhamla geleceğe yürümek noktasında arkasında çok harika örnekler görecektir. Bugün sefahate esir olmuş gençlerin o durumları insaf sahibi herkesi yaralar, yaralamalıdır. Hükümetler gençleri inançsızlık ve sefahat bataklığından kurtarmak için her türlü tedbiri almalı, medya da bu amaca hizmet etmelidir. Yoksa sokakta, sınıfta, kampüste, otobüste karşılaştığımız gençler; zombileşmiş, kimliğini, pusulasını ve yönünü kaybetmiş birer yaratık halinde karşımıza çıkacaklardır. Aradaki hürmet-şefkat köprüleri yıkıldığında tek geçer akçe menfaat olacaktır. Ne yazık ki pek çok şey gibi gençlik de elden çıktıktan sonra kıymete biner. İhtiyarlardan “Hey gidi gençlik hey!” yakınmalarını duymamız bundandır. İşte Efendimiz (sav) kıymet bilme noktasında bizi uyarır ve der ki: “Beş şeyden önce beş şeyi fırsat ve ganimet bil! İhtiyarlık gelmeden gençliği, hastalık gelmeden sıhhati, fakirlik gelmeden zenginliği, meşguliyet gelmeden rahatı ve ölüm gelmeden hayatı ganimet bil.” O halde henüz ihtiyarlık kapıyı çalmadıysa yapılacak çok iş var demektir. Adeta ahir zamanın yüklediği mahcubiyetten kafası sürekli aşağıda, telefon-internet kıskacında ömrünü törpüleyen genç evvela kafasını telefondan bir kaldırmalı ve etrafına müdakkik bir nazarla bakmalıdır. Sınırsız internete sahip olmakla birlikte kendisine bahşedilen ömrün sınırlı olduğunu iyice idrak etmek zorundadır. Hayatı bir kitap gibi okurken tefekkürü ihmal etmemeli, kadın-erkek münasebetlerinde ölçülü davranmalı, yaratılan tüm mahlûkata karşı şefkatle yaklaşmalı, namaza devam konusunda çok hassas olmalıdır. Bu liste uzayıp gider, üzerine kitaplar yazılabilir. Yazılmıştır da… Ali Fuat Başgil’in “Gençlerle Baş Başa” isimli kitabı yaşlanmadan önce mutlaka okunması gereken kitaplardandır. Yazar bu eserinde “babacan ve sevecen” bir üslup yakalamış ve gençlere öğütler vermiştir. Bu öğütler daha çok onun yaşadıkları tecrübelerden oluşmaktadır. Üslup olarak Yusuf Has Hacip ve Ali Şir Nevai gibi eski Türk bilgelerini hatırlatan Başgil, kendini milletine karşı sorumlu hissetmiş ve gençlerin iyi yetişmesi, hatalardan mümkün olduğu kadar korunması için yılların birikiminden yararlanarak böylesine güzel bir eser ortaya koymuştur. “Gençlik Rehberi” adlı eser muhakkak her gencin okuması gereken başka bir eserdir. Risale-i Nur Külliyatında gençler ve gençlik kavramları itina ile ele alınmıştır. Kafaları kurcalayan pek çok sorular, gençleri bekleyen tehlikeler nazarı dikkatlere sunulmuştur. O sorulardan bir tanesi zihinleri hâlâ meşgul eder. “Madem biz her ne kadar yapışsak da bir gün gençlik bizi terk edecek, o halde onu bakileştirmenin bir yolu yok mudur?” Bu soruyu sormak ve cevabını aramak aklın muktezasıdır. Cevabı Üstad Bediüzzaman’dan (ra) dinlemeli, ona kulak vermeliyiz: “Gençlik Rehberinde izah edildiği gibi, gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata istikamet dairesinde sarf etse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semâvî fermanlar müjde veriyorlar. Eğer sefahete sarf etse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mesuliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder. Meselâ, haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz’î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin su-i istimaliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neşet eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette, ekseriyetle gençlerin gençliğinin su-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin. Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlâhiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’ân olarak çok kat’î âyâtıyla bütün semâvî kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar. Madem hakikat budur. Ve madem helâl dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette, gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffetle, istikamette sarf etmek lâzım ve elzemdir.” Giden her bir gün, her bir yıl ömür bakiyesinden düşmekte… Sararıp dökülen yapraklar misali düşen takvim yaprakları dile gelse neler söylerdi acaba bizlere. Şimdi muhasebe zamanı… Gençliği, hayatı bakileştirmek için geçen bir yılın muhasebesini kar/zarar dengesi gözeterek yapmanın vaktidir şu sıralar. Gelecek yılı planlamanın tam da zamanıdır, hatta ebede uzanan o sonsuz hayatı…

İman hem dünya hem ahiret saadetine vesile olan bir intisaptır. Kulun Rabbi ile olan irtibatının en kuvvetli kanalıdır. İnsan, iman ile değer ve kıymet kazanır. Kıymetini, yüksek derecelere kadar çıkarabilir. Ve letaif-i Rabbaniye olan hissiyatlarını, ancak iman şuuru ile tatmin edebilir ve o hissiyatlara huzur bulabilir. Zamanın fena ve zeval tesirleri, yaratılmışlar üzerinde farklı farklıdır. Bazen bir durumun son bulması, başka bir durumun başlangıcı olabilir. Sevdiğimiz şeyler tükenebilir veya gidebilir. Hayatımızın her alanında bizimle alakadar olan ve olmayan hadiselerden etkilenebiliriz. Zira vücut elbisesi giydirilmiş olan ruhumuz, hazır zaman ve zeminde durmayarak uzaklara veya geçmişe veya geleceğe yolculuk edebilir. Hal böyle olunca tüm mevcudatla bir alaka peyda eder. İşte böyle inbisat etmiş (genişlemiş) ruha sahip olan insan fıtratında, bekaya karşı meftunluk vardır. Sevdiği şeyleri de beka tevehhüm ederek sever. Bu şekilde onlarda gördüğü cemal, kemal ve ihsan sıfatlarına karşı muhabbet hisseder. Fakat ne vakit fena damgasını görür, işte o vakit hakiki Baki olana kalbini çevirmeye çalışır. Aksi halde fani mahbuplardan gelen derinden derine elim bir hüzün yaşar. Bizler bu ayrılıklardan ve bu son bulmalardan gelen hüzünlerden, kalbimize nasıl bir pencereden nefes aldırabiliriz? O acıyan yanımıza nasıl merhem sürebiliriz? İnsan, fıtraten cemal, kemal ve ihsana müştaktır. Ve yine fıtraten bir sonsuzluk hissi mevcuttur. İşte fıtratında bulunan bu hal; nihayetsiz cemal, kemal ve ihsan sahibi zatın sonsuz isimlerinden tek bir isminin cilvesinin gölgesi olarak koyulmuştur. Nasıl ki bir çınar ağacının gölgesi, bitamamiha çınar ağacının özelliklerini taşımasa da ağacın boyu nispetinde yansır, -teşbihte hata olmasın- bekanın cilvesinin gölgesi de elbette bekaya müteveccih olur. Fakat insan gaflet sebebiyle o gölgenin aynadaki yansımasına aldanarak o yansımayı sonsuz zan eder ve ona bağlanır. Yani güneşe bakmayı bırakır da güneşin sudaki yansımasına meftun olur. Oysaki bizdeki sonsuzluk hissinin aradığı saadet ve lezzet, sebepsiz ve bizzat sevilmeye layık olan sonsuz Zatta ve ona imandadır. Bize verilen latifelerin/duyguların/hislerin meskeni/merkezi olan kalbimiz de yalnız Cenab-ı Hakka yönelmek ve o ve onun için olandan gayrı her şeyden yüz çevirmek için verilmiştir. Zira itaatin şartı evvelen kalp ile teslimiyettir. Bu da ancak sevmekle mümkündür. Sevilerek yapılanda ihlas olur, sebat olur, gayret olur. Allah’a itaatin şartı, onu bilmek ve onu sevmektir. İnsan fıtraten sevdiklerinin sözünü dinler. Hem sevdiklerinin saadetleriyle mutlu ve mesud olduğu gibi, sevdiklerini saadete erdireni de sever. İşte bu şuurla, duyduğu o muhabbetten halis bir kulluğa kapı açılır. Hayatımız boyunca aradığımız asıl saadet ve lezzet beka sahibine yönelmekle bulunur. Bu da ancak iman şuuru ile karar kılar. O şuur ile insan, mahbub-u hakikiyi/hakiki sevilmesi gerekeni bilir. Kendisinde fıtraten bulunan sevmek hissi, “Onlar, iman edenler ve kalbleri Allah’ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur” ayetinde de belirtildiği üzere, Allah’ı bilmek, tanımak ve sevmekle tatmin olur. Kaybetmekten her vakit korkan ve üzülen bir insan için tek teselli, “ezeli ve ebedi” sıfatlarına sahip olanı sevmek ve o iman şuuru ile kendisindeki ve kainattaki mükemmelliği ve dahası bunları vereni görmektir. Bu şekilde kemale müştak nazarını asıl kemal sahibinde tatmin eder ve bu dünyadan beka alemine uzanan ebedi saadete vesile bulur. Sonra yaratanı seven kalp, yaratılanları da Yaratandan ötürü sever. Uçan kuştan yerdeki karıncaya, yakınından uzaklara kadar varlıklara, o cihette alaka meydana gelir. Yaratandan ötürü mevcudata duyduğu bu alaka ve bu intisab ile kendisinden gayrı sonsuz bir vücud bulur ve tüm varlığa karşı, sanki o vücudları bir nevi kendi varlığı gibi kabul ederek muhabbet rabıtaları oluşturur. Böyle bir baki muhabbet tecellisine mazhar olan insan, ondandır ki hiçlik duygusunu fıtraten istemez. O iman şuuru iledir ki insan ebedi saadeti kazanmayı ister. Ölümü hiçliğe açılan idam kapısı gibi görenler, ölümden korktukları gibi bu hayatlarını da beyhude geçirirler. Oysa ölüm, ahirete inanlar için bir visal kapısı olur. Burası ise, bir hazırlık/imtihan yeri olur. Gurbette olanlar sıla hasretiyle yaşadıklarından, gurbete değil, varacağı menzile yönelik çalışır. Aynen öyle de her nefis sahibinin varacağı yer olan ahirette; cennetin en büyük nimeti cemalullahı müşahede etmek olduğu gibi cehennemin de en büyük azabı cemalullahtan mahrum olmaktır. Bizler nasıl ki sevdiklerimizin sözünü dinler, söylediklerini gönül rızasıyla yaparız. Sevdiklerimizi razı etmeyi arzularız. Sevdiklerimizi görmek isteriz. Öyle de insan hakiki mahbubunun sözünü dinler, o imandan hasıl olan salih amel gibi, neticeleri baki meyveler veren tohumlar eker. Onun rızası uğrunda çalışır. Onun cemalinin ruhuna, gönlüne, gözüne nur olduğu bilir cemaline kavuşmak için çabalar İnanmak, inancın gereklerini yerine getirme mükellefiyetidir. Fıtratta derç edilen aşk-ı beka her ne kadar enaniyetin perdesi sebebiyle başka şeylere yönelse de şuur-u imani ile o aşk-ı beka, bekayı netice veren asıl menzile dönüp, baki meyvelere perestiş edebilir. İnsan inandığı gibi yaşar. Olması gerektiği şekilde yaşayan, hakikati müşahede eder, gafletin ve enaniyetin perdelerinden sıyrılabilir. Hayat öyle bir nimettir ki küçük bir arı, dünya için “burası benim bahçem” diyebilir. Allah, insana “insaniyet” vasfı vermekle onu öyle kıymetli bir makama çıkarmıştır ki, insana mahsus duygularla maddi manevi âlemlerde inkişaf edip, o âlemlerin sofralarından istifade edecek teçhizatla donatmıştır. Sonra İslamiyet nimeti vermekle vücudunu âlem-i gayb ve âlem-i şehadete kadar genişletmiştir. Sonra iman-ı tahkikiyi vermekle o vücuda, o iman mertebeleri nispetinde dünya ve ahireti içine alır hal kazandırmıştır. Sonra marifet ve muhabbetini ihsan eder ve vücuda daire-i mümkinattan esma-i ilahiye kadar ellerini uzatabilir mertebe kazandırır. Ve ona Kur’an ilmini vermekle mahlukat üstünde bir makam verir. Hem batıni hissiyatları insanda derç etmiştir. Tecelliyat-ı esmayı o hissiyatlarla bildirmek istemiştir. Yarattığı güzellikleri saklı bırakmayıp; tazimlerle, tekbirlerle, tahsinlerle iltifatlar edebilecek şuur sahibi kuluna göstermiştir. Ta ki zatının gizli hazinesi keşf edilsin. Kul aczini görür, bakar ki kendisine gelen hiçbir hadiseyi engelleyemez. O vakit nihayetsiz kudrete dayanır. Hem fakrını görür, istediği her şeye eli yetişmediğini ama buna mukabil ihtiyaçlarının ziyadeliğini fark eder. Nihayetsiz rahmetten medet ister. Sonra kendisinde bulunan şefkatin sadece bir gölge olduğunu düşünür. Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Zatın kapısını, dua ile niyaz ile çalar. Ve halis bir his olan şefkatiyle, bütün mevcudatı -Allah’ın mahlukları olmak hasebiyle- yaradandan ötürü sever. Hem tefekkür eder. O tefekkürle kalbi agah olur. Kitap misali, kâinatı satır satır okur. O zatın sıfat ve esmasının, tecellilerini görür. Rabbini bilir, bildikçe sever, sevdikçe bağlanır, bağlandıkça itaat eder; teslim olur, tevekkül eder. Fıtraten aciz olan insan asıl güvenilecek, sığınılacak, dayanılacak mercii bulur ve tüm kalbiyle, “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel vekîldir!” der. Sükûnet bulur, huzura erer.

“O nuranî burhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin yüzler işârâtı ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşârâtı ve kâhinlerin mütevatir şehâdâtı ve şakk-ı kamer gibi binler mu’cizâtının delâlâtı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-yı galiyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti, davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.” 1) “O nuranî burhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevatürüyle teyid ediliyor.” “Lâ ilâhe illâllah / Allah’tan başka ilah yoktur” derken, aslında ondan başka dayanak/sığınak/malik/halık/rezzak/hayat/memat vs. olmadığını kabul etmiş oluyoruz. Tevhide en büyük delilin Efendimiz (sav) olduğunu izah etmeden önce, zannımca tevhid kavramını sağlam bir zemine oturtmakta fayda var. Peygamberimizin tevhid anlayışı, Kur’an’da İhlas Suresinde belirtildiği gibidir. “De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.” Bu ayeti, dönemin müşriklerine, Yahudilerine ve Hıristiyanlarına karşı “Nasıl bir Allah?” sorusunun Kur’anî bir cevabı olarak görmek gerekir. Sebep ve sonuç ilişkisi içerisinde, tevhitten ne anlamamız gerektiğini anlatan muhteşem bir suredir çünkü. Allah’ın tek olması, sayısal olarak bir olduğunu ifade ettiği gibi, hiçbir şekilde benzerinin olmadığını da ifade eder. O halde bir olmak ve hiçbir şeye benzememek, hiçbir şeye muhtaç olmamasını intaç eder. Hiçbir şeye muhtaç olmayan doğmaya ve doğurmaya da muhtaç değildir. O halde hikmet bu vasıflara sahip bir zatın dengi ve mislinin olmadığını iktiza eder. İslam’ın bu tevhid anlayışını diğer inanç sistemlerinde göremiyoruz. Bir kısım Hıristiyanların teslis inancıyla Allah’a oğul isnat ettiklerini, bazı Yahudilerinse Üzeyir (as) Allah’ın oğlu olarak gördükleri gerçeği Kur’an’da da sabit olan bir husustur.1 Müşriklerde ise, Allah’a ulaşmada putları aracı kılma, Allah’ı hesaba katmadan putlara tapınma gibi bir durum vardır. Arındırılmış bir tevhid anlayışı Müslüman topluluğunda olmakla birlikte, bizleri de “gizli şirk” diye tarif ettiğimiz bir tehlikenin beklediğini görmezden gelemeyiz. Başkasından medet umma, Allah’a ulaştırmada aracıları vesile kılmanın ötesinde, Allah’ın yerine onları özne olarak kabul etme yahut da nefis ve arzularını her şeyin üzerinde görme2 gibi bazı hususlar, gizli şirk kapısını aralayan birkaç örnektir sadece. Oysa bizleri açık ve gizli şirkten alıkoyan İhlâs Suresi’nin haricinde bir de Fatiha Suresi vardır. “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” derken aslında başkalarına tapmamayı, onlardan yardım istememeyi, sebeplerin muktedirliğine sığınmamayı belirtmiş oluyoruz. Allah’ın zatında olduğu gibi rububiyetinde, sıfatlarında ve icraatında dahi eşi ve benzeri yoktur. Tevhid nağmeleri mırıldayan şu kâinattan ve içindeki müştemelattan bir kez olsun tek bir aykırı sesin çıkmaması buna en büyük delildir. Bu mızıka-i hümayun ordusunun en önemli neferleri insanlardır. Kumandanı ise bunca insan arasında peygamberimiz (sav) olmuştur. İşte o Zat (sav), gür sesiyle “Lâ ilâhe illâllah” diyerek tevhidin bayraktarlığını yapmakla birlikte, Müslümanların tevhid anlayışını izafi bir kavram olmaktan çıkarmış, herkesin zihninde aynı manayı ifade eden, aynı nağmeleri terennüm eden bir kavrama dönüştürmeyi başarmıştır. Burhan-ı tevhidin iki cenahın icma ve tevatürüyle teyid edilmesinden kasıt ise, mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan nurani zakirlerdir. Peygamberimizden önce gelen peygamberler ve nübüvvetten sonra gelen sahabeler, evliyalar, asfiyalar, keşif sahibi insanlar, âlimler hatta mütefekkirler, sosyologlar, psikologlar ve hakeza her meslek mensubu, Efendimizin peygamberliği noktasında gerek hâl dilleriyle, gerekse kâl dilleriyle ittifak ederek davasına kuvvet vermişlerdir. 2) “Öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin yüzler işârâtı” Sözü edilen semavi kitapların tahrif olduğunu bizzat Kur’an haber veriyor.3 “Kitabı elleriyle yazanların vay haline, onlar kitabı elleriyle yazarlar da, o yazdıkları şeyi az bir para karşılığında satmak için ‘Bu Allah’ın katındandır’ derler. Elleriyle yazdıklarından ötürü vay onların haline, yine kazandıklarından ötürü vay onların haline.” Yine başka bir ayet,4 “Ey Kitap ehli! Kitaptan gizlediğinizin birçok bölümünü size açıklayan ve birçoğunu açıklamadan geçiveren elçimiz size geldi! Gerçekten size Allah’tan bir ışık ve apaçık bir kitap geldi.” Hazret-i İsa’nın (as) sağlığında yazılmamış, kendisinden yıllarca sonra kaleme alınmış olan İncil kitabının günümüze kadar bir birinden farklı onlarca hâli ortaya çıkınca, papazlar sayıyı en aza indirmek için çalışmalar yapmış, nihayetinde Hıristiyanlarca Matta, Markos, Luka ve Yuhanna gibi dört önemli İncil kitabı ortaya çıkmıştır. Bu durum, Kur’an’ın belirttiği gibi semavi kitapların ne denli tahrif olduğunu ortaya koymaktadır. Dört incilin kendi içerisinde bile çelişkiler söz konusudur.5 Mesela Hazret-i İsa’nın (as) risaleti Matta, Markos ve Luka İncillerine göre bir yıl, Yuhanna’ya göre ise iki yıldan daha fazla. Dört farklı kitabın bazı metinlerinde Allah’a ulûhiyetlik isnat edilirken, bazı yerlerinde ise ona insanoğlu denmektedir. Luka İncilinin metinlerinde bir yerde kurtarıcı tanrı, diğer bir yerde de Hz. İsa (as) görülmektedir. Tanrının görünüp görünmeyeceği ise, bu kitaplarda ayrı bir tartışma konusudur. Hıristiyan rahiplerince dört kitaba indirilen İnciller arasında her nedense milattan sonra 325 yılında yasaklanan Barnabas incili bulunmamaktadır. Oysa Barnabas incilinde Hazret-i İsa’nın tanrı olmadığı ve çarmıha gerilmediği, kendisinden sonra da bir peygamberin geleceği6 açıkça ifade edilmiştir. Bu kadar tafsilattan sonra tahrif olduğu yüzde yüz belli olan bu semavi kitaplardan bile Hüseyin-i Cisri, peygamberimizin nübüvvetine delil olarak yüz on dört işaret bulmuştur. Şimdi bazı ayet metinlerin bir kısmına bakalım: İncil’den bir ayet:7 “Ben gidiyorum, tâ size Faraklit gelsin.” Zebur’dan bir ayet:8 “Allah’ım! Fetretten sonra bize Sünneti ihyâ edecek olan zâtı gönder.” Tevrat’tan bir ayet:9 “Benî İsrail’in kardeşleri olan benî İsmail’den, senin gibi birini göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım; Benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azap vereceğim.” Daha bunun gibi semavi kitaplarda yer tutan birçok ayet Efendimizi işaret etmektedir. 3) “İrhâsâtın binler rumuzâtı” Peygamberimizin kendi şahsında ya da onunla bağlantılı olarak ortaya çıkan, normal şartlarda gerçekleşmesi mümkün olmayan, sıra dışı olarak nitelendirebileceğimiz harikulade olaylara irhasat diyoruz. Mucizeden bilinen önemli bir farkı, nübüvvetten önce gelmiş olmasıdır. Bu durum sadece peygamberimize has olmayıp bütün peygamberler için de geçerlidir. Mesela Hazret-i İsa’nın beşikte konuşması.10 “Melekler şöyle demişti: Ey Meryem! Şüphesiz Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. ‘Adı Meryem oğlu İsa Mesih’dir.’ O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşur.” Babasız olması ile ilgili,11 “Meryem dedi: Ya Rabbi, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” Bu ayetleri irhasata birer misal olarak verilebiliriz. Peygamberimizin annesinin doğumdan önce gördüğü rüyalar.12 “Sen bu ümmetin efendisine hamilesin. Doğduğu zaman ‘Onu, her hasetçinin şerrinden tek olan Allah’a ısmarlarım’ de ve kendisine Ahmed (Muhammed) ismini ver.” Çocukken göğsünün yarılıp temizlenmesi.13 “Rüyamda bir adam görmüştüm ki, elini iki omzumun üzerine koyduktan sonra, elini göğsüme sokup kalbimi çıkarmış: ‘Temiz ve pak bir bedende, temiz ve pak bir kalptir’ demiş ve kalbimi yine yerine koymuştur.” Şam yolcuğunda bulutların gölge yapması.14 “Ticaret kervanı Şam topraklarındaki Busrâ’da konakladı. Alış-veriş yapıldıktan sonra oradan Mekke’ye dönmek üzere ayrıldılar. Kervanda bulunan Meysere, öğlen sıcağında devesinin üzerinde yolculuk yapmakta olan Hz. Muhammed’i gölge yapan bulutların izlediğini fark etti ve ona karşı kalbinde derin bir sevgi ve saygı uyandı. Hz. Hatice de kervanın Mekke’ye girişi sırasında aynı gölge olayını görmüş ve yanında bulunan kadın arkadaşlarına bunu göstermişti.” Bunların dışında Mekke’de bir yıldızın doğması/yıldızların sarkması, Kisrâ’nın sarayının on dört burcunun yıkılması, Mecusilerin hiç sönmeden yanan ateşlerinin sönmesi ve Sâva Gölü’nün kuruması gibi birçok irhasatı Efendimizin nübüvvetine örnek olarak verebiliriz. 4) “Hâtiflerin meşhur beşârâtı, kâhinlerin mütevatir şehâdâtı” Hatif, kelime olarak sesi işitilen fakat kendisi görülmeyen bir cin taifesi... İnsanlar içinde nasıl kâhinler varsa cinler içinde olanlarına da hatif denilmektedir. Efendimizin nübüvvetiyle ilgili bir hatifin söylediğine kulak verelim. Hatif-i cinni, Samia bin Karreti’l-Gatafani’ye şöyle bağırmıştır: “Hak geldi, nur saçtı. Batıl ise mahvoldu, kökü kazındı.” Bir başka hatif-i cinni Zeyab ibnü’l-Haris’e,15 “Ey Zeyab, ey Zeyab! Acayibin en acayibine kulak ver. Muhammed kitapla gönderildi. Mekke ahalisini çağırıyor, ama onu dinlemiyorlar” diye bağırmıştır. Yanlış anlaşılmaması için sözün burasında zannediyorum bir tespiti ifade etmekte fayda var. Cinlerin, kâhinlerin ya da medyumların gaybı bilmeleri gibi bir durum söz konusu olamaz. Zira Kur’an şöyle buyuruyor:16 “Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilemez. (Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” Bir başka ayette ise,17 “Ve gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları ancak O bilir. Hem karada ve denizde ne varsa bilir. Hiçbir yaprak da düşmez ki onu bilmesin…” ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere ne yerde, ne de gökte yaratılan hiçbir varlığın Allah’ın dilemesi dışında gaybı bilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla kâhinlerin ya da cinlerin bildikleri sadece sema dairesinde tebarüz etmiş, emaresi ortaya çıkmış bazı hadiselerden başka bir şey değildir. Öte taraftan zaman kavramı algı düzeyimiz/kapasitemizle ilgili bir durumdur. Zamanı geçmiş, an ve gelecek olan bir koridor olarak düşündüğümüzde bazı insanlar sezgilerinin güçlü olması sayesinde yolun ileri kısmını görebilmektedirler. Bu durum görme kapasitelerine göre bir saat, bir gün, bir ay, bir yıl hatta daha da ileriki yılları kapsayabiliyor. Bunların yanında cinlerden yardım alarak haber veren insanlarda bulunmaktadır. Bizzat yaşadığım bir olayı sizlerle paylaşmak isterim. Yaklaşık yirmi yıl önce ruhsal açıdan rahatsız bir hastamızı Van’da bir zatın yanına götürmüştük. O zaman seksen beş yaşlarında olan bu zat, sohbet esnasında bize Bediüzzaman Hazretlerini gördüğünü, onunla görüştüğünü ve kendisine teberrüken beş kuruş bozuk para verdiğini ifade etmişti. Sohbetten sonra hastaya döndü ve ondan Hakkâri’de kaldığı evin adresini sordu. Bu arada biriyle konuşur gibi ona belirtilen adrese gitmesini söyleyerek talimatlar veriyordu. Hocamız orayı tanımadığı halde birkaç dakika içinde hastanın kaldığı yeri, evinin boyasının rengini, kaç odalı olduğunu, hatta içindeki eşyalarına varıncaya kadar birçok şeyi bizlere ayrıntılarıyla bahsetti. Anlattıkları harfiyen doğruydu. Ayrıca hastanın evine gelen birinin kötü niyetle yaptığı muska yüzünden hasta olduğunu ve o muskanın evin neresinde olduğunu da belirtti. Hakikaten de hocanın dediği yerde de muska bulundu. Bugün önemli istihbarat örgülerinin cinleri kullandığı bir ortamda bu ve buna benzer olayları akıldan uzak tutmamak gerekir. Kaynaklar: 1- Tevbe 9/302- Furkan Suresi 43. Ayet3- Bakara Suresi 2/794- Maide Suresi 5/155- https://sorularlaislamiyet.com 6-http://www.barnabas-incili.com/incil/barnabas/7/7- Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:352; Cisrî, Risâle-i Hamidiye (Türkçe tercümesi), 8- Yusuf Nebhânî, Hüccetullah ale'l-Âlemîn, 104, 115.9- Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:743; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 86; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:347; Tevrat, Tesniye, Bab 18.10- Al-i İmran Suresi3/45,4611- Al-i İmran Suresi3/4712- (İbn İshak, a.g.e., I, 166; Beyhakî, a.g.e., I, 70; Belâzurî, Ensâbü’l-Eşrâf, Mısır 1959, I, 80, 81; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 20).13- (Ebu’l-Ferec İbnu’l Cevzî, el-Vefâ, Kahire 1386/ 1966, I, 140, 141: Diyarbekrî Hamîs, Beyrut, t.y., I, 261).14- (İbn Sa’d, Tabakât, I, 130, 156, 157; İbn İshak, a.g.e., I, 200; Taberî, Tarih, Mısır 1326, II, 196, 197; Ebû Nuaym, Delâil, Haydarâbad 1369, l, 133, 134; Beyhakî, a.g.e, l, 337; Halebî, a.g.e., 1, 220; Ebu’l-ferec, a.g.e., I, 144).15- Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:335-337; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:358; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 181.16- Neml Suresi 18/6517- Enam Suresi 6/ 59

Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî olarak kalıcı oldukları Cennetler ve Adn Cennetlerinde güzel meskenler vadetti.Allah’ın rıdvânı (razı olması) ise daha büyüktür! İşte büyük kurtuluş budur!(Tevbe, 72) Süreklilik: Üretkenlik ve çeşitliliğin devamlılığını sağlamak, daimî olabilme yeteneğini korumak... Bu fiil, günümüz insanın içtimai ve şahsi hayat sahalarında muvaffakiyet vesilelerinden olduğu kadar her devirde durum benzerdir. Âlem-i İslam’da asr-ı saadet başta olmak üzere bu fiilin faal olarak gerçekleşmesi, cevher niteliğini taşıyan rıza-yı ilahi ile mümkün olmuştur. Bir bakıma rıza-yı ilahi, her müsbet etvar ve ef’alde, fevcen ve şahsen ulaşılan muvaffakiyetteki sürekliliğin kendisi olmuştur. Nasıl mı? İşte iki misâl… Fevc Fevc Rıza-yı İlahi Asr-ı saadette kendilerinin her tavır ve fiilini bu cevherin parıltısı doğrultusunda anlamlandırmaya çalışan sahabe yürekleri, en güzel bir misâl. Fahr-i Kâinatın (sav) kumandasında ve bu yüce gayenin istikametinde teşekkül eden toplum hayatı bunun en mümtaz bir numunesi. Büyük muvaffakiyetler: Birden kırka, kırktan bine, binden on binlere… Fütühat sancaklarıyla Medine’ den Mekke’ye, Hicaz’dan çeşitli memleketlere… Nüvesi: Rıza-yı İlahi. Ta kutlu çağın müntehasından, içinde soluklandığımız vakitlere kadar arz-ı endam eden zaman şeridinde yürüyen her Müslüman gönlü, bir tuğla misali birbirine bağlayıp saf saf uhuvvet duvarları ören İslam medeniyeti, güzel bir misâl. Rengini Kur’ân’dan, nefesini imandan alan İslam sanatının manadan maddeye bürünmüş, hattan taşa her tavırdaki eserleri, mümtaz bir numune. Büyük muvaffakiyetler: Biri diğerini itmam ve ikmal eden zaman şeridinde el ele vermiş usta sanatkârlar… Her biri İslam’ın mührü olup memleketlerin alnına vurulmuş kimi mimari nice eserler… Nüvesi: Rıza-yı ilahi. Ömürlerce Rıza-yı İlahi Asır asır devam eden koca adımların nüvesi rıza-yı ilahi olduğu gibi sene sene ilerleyen ömürlük adımların da takati, cevheri rıza-i ilahidir. O adımların sahipleri ki “Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdır” sırrına mazhar oldular. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalıştılar. Maddi ve manevi her şeyden feragat ettiler. “Rıza-yı ilahi kâfidir. Eğer o yâr ise, her şey yârdır. Eğer o yâr değilse bütün dünya alkışlasa beş para değmez” dediler. O adımların sahipleri ki hiçbir şeyi kendi şahıslarına âlet yapmadılar. “Konuşan yalnız hakikattir” dediler. Evhamları, vesveseleri söküp attılar. O adımların sahipleri ki derslerini sadece ve sadece Kur’ân’dan aldılar. Lisan-ı hâlleri ayât-ı Kur’ âniyeyi okudu. Âlem-i İslam’ın şahs-ı manevisinden yükselen “Allahümmağfirli...” duasına uhuvvet zemininde dâhil olup affa nail oldular. O adımların sahipleri ki dünya toprağındaki manevi bedenlerini ahiret gıdası sevaplarla beslediler. Rıza-yı ilahiyi düşünerek bu hasenatlarını güdük bırakmadılar. “Rıza-yı ilahi ubudiyetin neticesidir” hakikatini her daim niyetlerinde taşıdılar, bir lahza dahi olsa araya mesafe koymadılar. Ve O adımların sahipleri ki “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” emrine imtisal ederek Allah’ın seçkin ve salih kulları arasına katıldılar, Rahman’ın Cennetine girmeye mazhar oldular. Ve’l-hasılı Madem onlar dünyanın meşakkatine alkış uğruna katlanmadılar, hem halis niyetleri rıza-yı ilahi idi. Her an kendilerini bu niyet ile yenilediler, “İnnemel mü'minûne ihvetun” hakikatinin envarında asırlarca rıza-yı ilahi sırrıyla bağlandılar, rıza meyvesi tesmiyesindeki maddi manevi nice eserde kucaklaştılar. Bizlerin de… Ahir zamanın işaret edilmiş olan tehlikeleri karşısında olan bizlerin de, sahabelerin küçük kardeşleri müjdesine yakışır tarzda, rıza-yı ilahiyi esas yaparak asrımızı aradaki zamanlarla birlikte saadet asrına bağlamamızın vakti gelmedi mi? *** Ya İlahi! İhlas Suresinin hakkı için, bizi ihlasa erdirilmiş olan ihlaslı kullarından eyle! Âmin. Dünya ve Cennetler diyarı dolusu Rahman’ın salavatı onun üzerine olsun.

Hz. Üstad, Risale-i Nurların telif edildiği tarihten vefatına kadar yaşadığı 33 yıl boyunca pek çok suikasta maruz kaldığı halde düşmanları onu öldüremediler. Risale-i Nurları ve Nur hizmetini ortadan kaldırmaya çalışanlar, Kur’an’ın bu asrı aydınlatan nurunu söndürmeye çalışanlar kendileri söndüler. Üstadın dediği gibi: “Risâle-i Nûr gizlenir, fakat sönmez ve söndürülmez.” Hz. Üstad, kendisinin yaşadığı H. 1300’lü yıllardan sonra gelen asrın yani H. 1400’ün çocuklarının vizyon ve misyonunu başka bir deyişle nesl-i cedidin (gelecek neslin) “istikbal hedefini” şöyle açıklıyor: “Ey muhâtab! Ben çok bağırıyorum. Zîrâ asr-ı sâlis-i aşrın (13. asrın) minâresinin tepesinde durup, sûreten medenî, fikren mâzînin en derin derelerinde olanları câmiye da‘vet ediyorum. İşte ey, iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet’i bırakan, iki ayaklı mezâr-ı müteharrik (hareket eden mezar hükmündeki) bedbahtlar! Mesîl-i neslin (sel gibi akıp gelen neslin) kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki hakîkat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinât üzerinde temevvücsâz eden (dalgalandıran) nesl-i cedîd gelsin!”1 Üstadımız, yeni neslin İslami hakikatleri kâinat üzerinde hakkıyla dalgalandıracağını ihbar ediyor. Kur’an’ın hakikatlerini dünyanın her tarafına götürecek, İslam’ı tebliğ ve temsil edecek Saidlerin, Hamzaların, Ömerlerin, Osmanların, Yusufların, Ahmetlerin vesâirelerin geleceğini haber veriyor. Risale-i Nur hizmetinin tarihi seyrine baktığımızda bugün dünyanın her tarafında bu eserlerin okunuyor olması, bize, bu hakikatin daha geniş çapta tahakkuk edeceğine dair kuvvetli bir ümit veriyor. Risale-i Nur Sönmez ve Söndürülmez 1927-1960 yılları arasında, Üstadın vefatına kadar ve vefatından sonraki zamanlarda her fırsatta Risale-i Nurların yayılmasını engellemek ve o nuru söndürmek için akla hayale gelmeyecek bahanelerle saldıran dinsiz komite amacına ulaş/a/madı. Dinsizliğe hizmet eden gizli komitenin niyetini Bediüzzaman Hazretleri şu cümlelerle açıklıyor: “Otuz sene evvel Darü’l-Hikmet âzâsı iken, bir gün, arkadaşımızdan ve Darü’l-Hikmet âzâsından Seyyid Sadeddin Paşa dedi ki: “Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebîde ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.” Ben de “Tevekkeltû alâllah, ecel birdir, tagayyür etmez” dedim. İşte bu komite, otuz sene, belki kırk seneden beri hem tevessü etti (genişledi), hem benimle mücadelede her bir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa oldu).”2 Üstad Hazretleri, zındıka komitesi ve kendisine suikast tertipleyenlere şu cevabı veriyordu: “Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûb olduğunuz zaman, kuvvete mürâcaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla dünyayı başıma ateş yapsanız, hakîkat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu baş size eğilmeyecektir. Hem size bunu da haber veriyorum ki, değil sizler gibi mahdûd, ma‘nen millet nazarında menfûr bir kısım adamlar, belki binler sizler gibi bana maddî düşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim. Ve bir kısım muzır hayvanâttan fazla kıymet vermeyeceğim. Çünki bana karşı ne yapacaksınız? Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak sûretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok. Hayatın başına gelen ecel ise, şuhûd derecesinde kat‘î îmân etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukadderdir. Madem böyledir. Hak yolunda şehâdet ile ölsem, çekinmek değil, iştiyâk ile bekliyorum. Bâhusus ben ihtiyâr oldum. Bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehâdet vâsıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkîye tebdîl etmek, benim gibilerin en âlî bir maksadı, bir gayesi olur. Ama hizmet ise, felillâhilhamd, hizmet-i Kur’âniye ve îmâniyede Cenâb-ı Hakk rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatım ile o hizmet bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölüm ile susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar. O hizmeti idâme ederler. Hatta diyebilirim, nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sünbül hayatını netice verir. Bir taneye bedel, yüz tane vazîfe başına geçer. Öyle de, mevtim hayatımdan fazla o hizmete vâsıta olur ümidini besliyorum.”3 Hz. Üstad, Risale-i Nurların telif edildiği tarihten vefatına kadar yaşadığı 33 yıl boyunca pek çok suikasta maruz kaldığı halde düşmanları onu öldüremediler. Risale-i Nurları ve Nur hizmetini ortadan kaldırmaya çalışanlar, Kur’an’ın bu asrı aydınlatan nurunu söndürmeye çalışanlar kendileri söndüler. Üstadın dediği gibi: “Risâle-i Nûr gizlenir, fakat sönmez ve söndürülmez.” Kaynaklar: 1- Mektubat 2, Münazarat, 131-132. Altınbaşak Neşriyat.2- Emirdağ Lahikası 1. 145. Mektup.3- Mektubat 2, 37,38. Altınbaşak Neşriyat.

“Şeb-i yeldâyı Müneccimle muvekkit ne bilirMübtelâ-yı gama sor kim, geceler kaç saat?” Muvakkithâne, içinde vakti doğru olarak belirlemekle görevli bir veya birkaç memurun çalıştığı ve bu kişilerin kullandığı çeşitli araç ve saatlerin bulunduğu yerin adıdır. Bu bağlamda muvakkithâne, "Vaktin belirlendiği mekân" anlamına gelmektedir. Burada çalışan zaman tayini yapan ve bu konuda eğitimli olan kişilere vakti belirleye manasındaki “Muvakkit” denir. Muvakkitler, kullandıkları araçları da çoklukla kendi üreten, saatlerin ayarını ve tamirini yapan, namaz vakitlerini belirleyerek müezzine bildiren kişidir. Ayrıca imsakiye ve cep takvimleri hazırlarlar ve isteyenlere gökbilimleriyle ilgili teorik, pratik bilgi ve eğitim verirlerdi. Namaz vakti belirlenmesiyle ilgili mesleğe daha önceki İslâm kültürlerinde de rastlanmasına rağmen bu çalışmanın yapıldığı hususi bir mekâna muvakkithâne denilmesine Osmanlı’dan önce rastlanmamaktadır. Ayrıca Osmanlı medeniyetinde külliye adıyla anılan yapının içerisinde pek çok farklı işlevi ve hizmeti sağlayan kamusal hizmet binaları bulunmaktaydı. Camii, İmaret, Şifâhâne gibi yapıların yanı sıra muvakkithâneler de külliyelerin içerisinde bulunabilmekteydi. Muvakkithâneler genellikle tek katlı ve tek odalı bir yapı olarak camilerin girişine inşâ edilmişlerdir. Yapıların yola bakan cepheleri geçenlerin saatleri daha iyi görebilmeleri için dışarıya taşan üçgen bir düzlemde tasarlanmıştır. İki katlı olanları ise Sıbyan Mektebi, Kütüphane gibi vakıf müesseseleriyle birleştirilerek kullanılmıştır. Muvakkithâneler ile cami minareleri genelde birbirini görürdü. Muvakkit, Muvakkithânenin kapısından minarenin şerefesinde bekleyen müezzin Efendiye “Vakti salâ” diye seslenir, Müezzin Efendi de o vaktin ezanını okurdu. Namaz vakitlerinin güneşe göre ve hassas bir şekilde belirlenmesi, ayrıca kıble yönünün dakik olarak tayini ihtiyacı, muvakkitliğin daha Emevîler döneminde ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İlk muvakkithâne de Şam’daki Emevî Camii’nde kurulmuştur. Emevîler döneminde ortaya çıkan Muvakkithâneler, Osmanlı’da özellikle İstanbul’un fethinden sonra yaygınlaştı. İstanbul’da ilk inşa edilen Muvakkithâne, 1470 tarihli Fatih Camii Muvakkithânesidir. Buranın başına da ilk muvakkit kabul edilen ünlü bilim insanı Ali Kuşçu getirilmiştir. Fakat fetihten sonra camiye çevrilen Ayasofya Camii’ne bir muvakkit tayin edildiği, ilk Muvakkithânenin burada açılmış olduğu bir ihtimal dâhilinde söylenmektedir. Bu mekânlarda çalışan muvakkitler, senelik takvim ile Ramazan ayı için imsâkiye hazırlardı. Muvakkitlerin hemen hemen tamamı basit astronomi âletlerini kullanmayı bildikleri gibi içlerinde bu sahada eser verecek seviyede bilgi sahibi olanlar da vardı. Muvakkithânelerde ayrıca astronomi, astroloji ve takvim gibi konularda ders verilir, vakit tayiniyle ilgili basit âletlerin yapımı da öğretilirdi. Bazı muvakkithâneler dönemin küçük birer rasathânesi gibi çalışmaktaydı. Şeyh Vefa, Takiyüddin ve Darendeli Mehmet Efendi gibi kişiler namaz vakitlerini gösteren dakik cetveller hazırlayan ünlü gök bilimci ve muvakkitler arasındadır. Mekanik saatlerin yaygınlaşması ve muvakkithânelere girmesiyle muvakkitlerin görevi zaman içerisinde saatleri tamir ve ayarlarını kontrol etmeye, saat ve astronomi âletleri imal etmeye dönüştü. Muvakkithânelerin demirbaşları arasında zaman tayini yapmak, yön bulmak, güneşin meridyen geçişini tespit etmek için kullanılan Usturlap, zaman tayininde birinci derecede önemli bir ölçüm aracı olan ve üçgen şeklindeki rub’u tahtası, çift yansıma ilkesine dayanan ve ölçüm kapasitesi 90 derece olan Oktant, güneş ve yıldızların yüksekliklerinin ölçülmesinde kullanılan Dâire-i muaddel gibi çeşitli küreler bulunmaktaydı. Bunların yanında teknolojik gelişmelere göre farklılaşan Kadran, Sekstant, Kum Saati, Güneş Saati, mekanik saatler gibi astronomi âletleri ile usta hattatların elinden çıkma, saat üzerine yazılmış anlamlı sözler içeren hüsn-i hat levhaları Muvakkithâne duvarlarını süslerdi. Muvakkithâne duvarlarında bulunan levhalardan bazıları Ed-dünya saatün fec’alhâ tâaten Saat-i vâhidedir ömr-i cihân Saati tâ’ate sarf eyle hemân Yâr-i müşfikdir, çalar saat, beni âgâh ider Ömrümün her saati geçdikçe bir kez âh ider Cihânda irtifâ-i kadr ile temkîni istersen Muvakkithâne-i dehr içre her saat rasadbîn ol Saatin çaldığı evkat değildir her gâh Müddet-i ömrün geçip gittiğinde eyler âh Zamanın izâfi bir kavram olduğunu incelikle anlatan şu beyti de anmak yerinde olur: Şeb-i yeldâyı müneccim muvakkit ne bilir, Müptelâ-yı gama sor kim, geceler kaç saat? Muvakkithâneler, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde özellikle Sultan Abdülmecid döneminde meydan saatlerinin yapılmaya başlanması ve mekanik saat kullanımı yaygınlaştığı halde Osmanlı Devleti’nin sonuna dek varlığını sürdürmüşlerdir. Cumhuriyetin ilânı sonrasında “Başmuvakkitlik” adı altında kurulan yeni bir müesseseye devredilen muvakkithâneler, 20 Eylül 1952’de kapatıldı. Eski bir gelenek olarak özellikle İstanbul'da saatlerinin ayarlarını kontrol için, Muvakkithâne saatlerinin doğruluğuna inanarak buralara uğranmaya devam edilmiştir. Ama ne hazindir ki İstanbul halkına 500 yıla yakın hizmet vermiş, kültürümüzün bir parçası olan 150’yi aşkın muvakkithâneden bir teki bile özgün haliyle korunamamıştır. İstanbul dışındaki muvakkithâneler arasında Kütahya Muvakkithânesi, Kayseri Saat Kulesi, Muğla Saat Kulesi, Balıkesir Saat Kulesi, Tokat Saat Kulesi ve Çanakkale Saat Kulesi sayılabilir. İstanbul’da günümüze ulaşabilmiş Muvakkithânelerden bazıları şunlardır: Atik Ali Paşa Camii, Ayasofya Camii, Bâlâ Süleyman Ağa Külliyesi, Bayezid Camii, Beykoz Camii, Beylerbeyi Camii, Büyük Selimiye Camii, Caferağa Camii, Cerrah Mehmed Paşa Camii, Dolmabahçe Camii, IV. Murad Sebili, Eminönü Yeni Camii, Emirgân Hamid-i Evvel Camii, Eyüp Sultan Camii, Galata Mevlevihânesi, Humbarahane Camii (Halıcıoğlu Mihrişah Sultan Camii), II. Mahmud Türbesi, Kandilli Camii, Kanlıca Gazi İskenderpaşa Camii, Kasımpaşa Camii, Keçecizade Fuad Paşa Camii, Koca Mustafa Paşa Sümbül Efendi Camii, Lâleli Camii, Nişancı Mehmed Paşa Camii, Nusretiye Camii, Osmanağa Camii, Ramazan Efendi Camii, Sultan Ahmet Camii, Suadiye Camii, Sultan Mustafa Camii (Kadıköy İskele Camii), Şehzâde Mehmed Camii, Teşvikiye Camii, Tevfîkiye Camii, Üsküdar Ahmediye Camii, Üsküdar Valide-i Atik Camii, Üsküdar Valide-i Cedîd Camii, Yavuz Selim Camii, Yeraltı Camii (Kurşunlu Mahzen), Yenikapı Mevlevîhânesi

Kırmızı pancar etkileyici bir besin profiline sahiptir. Kalorisi düşüktür ve ihtiyacınız olan tüm vitamin ve mineralleri içerir. Pancarın besin içeriğine bakacak olursak 100 gram pişmiş pancarda bulunan bileşikler: 44 kalori, 1,7 gram protein, 0,2 gram yağ, 2 gram lif içermektedir. Günlük önerilen C vitamininin %6’sını, folatın %20’ sini, B6 vitamininin %3’ünü, magnezyumun %6’sını, potasyumun %9’unu, fosforun %4’ünü, manganezin %16’sını ve demirin %4’ünü karşılamaktadır. Pancarda bunların yanı sıra sağlık için pek çok faydası olan inorganik nitratlar ve pigmentler yaratılmıştır. Kırmızı pancar yaratılışı itibariyle kan basıcını kontrol altında tutmaya yardımcı olur. Pancarın yoğun olarak içerdiği nitratların tansiyon düşürücü etkisi vardır. Bu da kalp krizi, kalp yetmezliği ve inme riskinin azalması demektir. Çalışmalar pancarların kan basıncını sadece birkaç saat içinde 4-10 mmHg’ye kadar düşürdüğünü göstermiştir. Bu etki, pişirilmiş pancarlardan daha fazla çiğ pancar için daha güçlü olabilir. Bu kan basıncı düşürücü etkileri, pancarlardaki yüksek nitrat konsantrasyonuna bağlı olabilir. Vücudunuzda, diyet nitratları, kan damarlarını genişleten ve kan basıncının düşmesine sebep olan bir molekül olan nitrik okside dönüştürülür. Kan nitrat düzeyleri, diyet nitratı yedikten sonra yaklaşık altı saat boyunca yüksek kalır. Bu sebeple, pancar sadece kan basıncında geçici bir etkiye sahiptir ve kan basıncında uzun süreli düşüşler yaşamak için düzenli tüketim gereklidir. Bununla birlikte hipertansiyon hastaları ‘kan basıncını dengeliyor’ diyerek aşırı tüketmekten kaçınmalı. Çünkü yaklaşık 136 gram gelen yumru bir kırmızı pancar 106 mg sodyum içeriyor. Bu da aşırı tüketiminin riskli olabileceğini gösteriyor. Atletik performansı artırmak için sporcular tarafından tercih edilebilir. Pancar, oksijen kullanımını iyileştirerek ve daha geç yorulmayı sağlayarak atletik performansı destekler. Faydanın en fazla olması için, pancarın idman ve karşılaşmadan 2-3 saat önce yenmesi iyi olur. Enflamasyonla savaşta yardımcıdır. Pancarda bulunan betalain adlı pigment anti enflamatuar özelliktedir. Kırmızı pancar içeriğindeki betalainin antioksidan özellik göstermesi sayesinde bu serbest radikallerle savaşıyor ve bu özelliği sayesinde kalbi koruyor, kansere karşı savaşıyor. Sindirim sağlığına iyi gelir. Pancar bol miktarda lif içerdiğinden sindirim sağlığını destekler. Kabızlık sorununa çözüm olabilir. Bazı kişilerde dışkı rengini kırmızıya çevirebilir. Bu bir sağlık probleminin göstergesi değildir. Beyin sağlığını destekler. Pancarın içerdiği nitrat beyne kan akışını artırarak zihni fonksiyonları geliştirir ve bunama riskini azaltır. Vücudumuzda nitrik oksit miktarındaki azalma beyne giden kan akışını ve beyindeki hücresel iletişimi bozabildiğinden, bu durum kronikleşirse beyin hasarı ve bilişsel fonksiyonlarda bozulmaya sebep oluyor. Kırmızı pancar içeriğindeki nitratın vücutta nitrik okside dönüşmesi sayesinde beynin kanlanması ve bilişsel fonksiyonların en elverişli şekilde yürütülmesinde önemli rol oynuyor. Kansere karşı koruyucu etkisi vardır. Antioksidan içeriği ve anti inflamatuar özellikleri kansere karşı koruyucu olabileceğini düşündürdüğünden bu konuda araştırmalar yapılmıştır. İnsan hücreleri ve fareler üzerinde yapılan çalışmalar, pancardaki pigmentlerin kanser hücrelerinin artışını durdurabileceğini gösteriyor. Kilo vermeye yardımcıdır. Pancarın kalorisi düşük, su içeriği fazladır. Bu açıdan kilo vermeyi destekler. Aynı zamanda lif içeriği yüksek olduğundan uzun süre tokluk sağlar. Pancar, öğünlerinize kolayca ekleyebileceğiniz lezzetli bir besindir. Çeşitli şekillerde beslenmeye dahil edilebilir. Pişmiş ve çiğ olarak farklı şekillerde salatası yapılabilir. Fermente edilerek turşu olarak da tüketilebilir. Sapları ıspanak gibi pişirip sarımsaklı yoğurtla yenilebilir. Kaynak: https://www.healthline.com/nutrition/benefits of beets

Hani bir insan yanlış yaptığında ona söylenen meşhur bir söz vardır, “kendine gel!” Gerçekten kendine gelmek ne demek? Üzerinde düşünmemiz gereken bir ifade. Bazen kendimiz için de kullandığımız olur ama biz bu ifadeyi genelde başkaları için kullanırız. “Kendine gel!” derken gelinmesi gereken bir yerden ve gelmesi gereken birinden bahsediyoruz. Zira kendine gelmesini istediğimiz kişi demek ki kendinde değil. Yani olması gereken yerde ve durumda bulunmuyor. O zaman karşımızda iki temel durum var. Birincisi, gelinmesi gereken ve daha doğru olduğuna inandığımız yer ve durum. İkincisi, doğru yerde olmadığına veya durmadığına inandığımız şey. Burada nesne olarak söylediğimiz şey, dünyevi, kendine gelme potansiyeline sahip her şey olabilir. Mesela bugün ailenin geldiği yerden herkes muzdarip. Ailenin ve aile fertlerinin silkinip kendilerine gelmelerini istiyoruz. Yani önceki zamanlardaki mutlu, huzurlu bir aile hayatı için ne gerekiyorsa, işte onu yapmalarını aile fertlerinden bekliyoruz. Gerçekten, Kendine gelecek ailenin ve aile fertlerinin gelmesi ve dönmesi gereken “kendi” neresi? Aileler kendine gelmek için ne yapmalı? Eskideki gibi mutlu bir aile ortamı için anne baba kendi özlerine dönmek için neye muhtaçlar? Evde yaşayanlar ne yaparlarsa, kim gibi olurlarsa biz onları kendilerine dönmüş kabul edeceğiz? Evet, ailenin ve aile fertlerinin kendine gelmesi ve dönmesi için müracaat etmeleri gereken en önemli yer, en sağlam ve güvenilir referans fıtrattır, yaratılıştır. Yani kendi özümüzdür. Hani, amiyane tabirle fabrika ayarları deniyor ya! İşte oraya o duruma dönmemiz, tekrar o noktaya gelmemiz gerekiyor. İnsan bozulmamış fıtrata, sağlam özüne, köklü değerlerine döndüğünde gerçekten kendine gelir. Fıtratın sahibi Yaradanına, fıtratın temsilcisi ve sembolü olan Peygamberine (sav) yüzünü ve gönlünü döndüğünde kendine gelmek için çok önemli bir adım atmış olur. Gömleğin ilk düğmesini doğru iliklemiş olur. Bugün aileye yapılan planlı saldırıların temelinde, ailenin fıtratını, fıtri yapısını bozmak geliyor. Eğer ailenin fıtri yapısını bozarlarsa, geriye ailenin kalmayacağını en iyi bu profesyonel çalışan bozguncular biliyor. Günümüz yaşam tarzında yuvayı ayakta tutacak olan esasın Allah ve ahiret fikri olduğu unutturuluyor. İnsanlar olabildiğince dünyevi pencereden evliliğe baktırılıyor. Yine bize model ve rehber olarak gönderilen bir peygamberimiz olduğu hakikati, koşuşturmalar içinde unutulduğu veya unutturulduğu için insan ne kendisine ne de manevi mesuliyetini taşıdığı ailesine ve yakınlarına gerekli zamanı ayıramıyor. Yani kendisine gelemiyor. Aile bağları zayıflıyor. Maalesef, modern hayatın telaşeleri içinde kul olarak insanların Allah’la, Resülullah’la, Kitabullah’la olan bağları sağlamlaşmıyor, bilakis zayıflıyor. Zaten Rabbimizle, Peygamberimizle, pusulamız olan mukaddes Kitabımızla olan bağlarımız zayıfladığı için aile içi bağlar zayıflıyor belki de kopuyor. Evet, gerçekten bir Müslüman olarak kendimize gelmek için, kendimize dönmek için öncelikle aileler kendilerine manevi danışman olarak Peygamber Efendimizin örnek davranışlarından oluşan sünnet-i seniyeye dönmeleri gerekiyor. Onu rehber yapmaları gerekiyor ki, pek çok sıkıntılar daha oluşmadan kaybolsun. “Geçen yüzyıllarda olmayan ailevi problemler niye bu gün var?” sorusunu sormaya bile gerek kalmasın. O Peygamberimiz (asm) Allah’ın en güzel ahlaki özellikleri üzerinde topladığı örnek bir modeldi. Öyle olduğundan dolayı asırlar ötesinden istifade ettiğimiz örnek sahabe toplumunu yetiştirmişti. Doğru onlar da dünyevi işlerde çalışıyorlardı, onlar da para kazanıyorlardı, onlar da idarecilik veya ticaret veya bir sanatla uğraşıyorlardı. Lakin onlar günlük telaşeler içinde Allah’ı unutmuyorlardı. Birbirlerine özelliklede aile fertlerine hep Allah’ı ve onun rızasını nasıl kazanacaklarını anlatıyorlardı. Sohbetler, görüşmeler bu çerçevede gelişiyordu. Sözgelimi, Hazreti Ebu Bekir (ra) o kadar iş güç, ticaret, İslam davası ile uğraşırken kendi evinde Hz. Aişe gibi, Hz. Esma gibi kahraman ruhlu insanları yetiştirebildi. İş güç, İslam’a hizmet meşguliyetleri onları engellemedi. Hz. Ömer Efendimiz Peygambere hanım olabilecek Hz. Hafsayı onca vazifeleri ve mesuliyetleri varken terbiye etmeyi ihmal etmedi. Çünkü onların ders aldıkları rehberleri Peygamber Efendimiz (asm) ailesini ve ailesinin dünyevi ve uhrevi, psikolojik ve sosyolojik ihtiyaçlarını karşılama, onların maneviyatlarını ve kemalatlarını geliştirme hususunda çok dikkatli ve gayretliydi. Siyer kitapları bu durumun örnekleriyle doludur. Zaten iş de orada ya! Peygamber Efendimizin (asm) hayatını çocuklarımıza okutmakla beraber en başta kendimiz için, kendi ailemiz için “özellikle de yaşamak için okumak” gerekiyor.

Komşuluk nedir? Komşu, ev, işyeri, arazi, köy, kent ve ülke bakımından birbirine yakın olanların aldıkları addır. Aileden sonra en yakın sosyal çevreyi komşular meydana getirir. Toplumsal ilişkiler ağı iyi veya kötü günlerde en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanda yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme, birbirinin halinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik hakkına sahip olma komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağını teşkil etmiştir (Gölcük, 2007:12). “Komşuluk kavramı bir yanıyla bir umuda işaret eder. Tarihsel/ontolojik anlamıyla komşuluk, dostluğa dayalı niteliğine atfen, mevcut savaşları durduracak bir ‘sığınak’ olarak tasarlanmaktadır. Bunun başlıca nedeni, komşulukla dostluk arasında bir iletişim ve dayanışma olmasına dönük kabuldür. Bu manasıyla komşuluk, dostluğa dayanacak, giderek savaşın engelleyicisi olacaktır” (web1, 2003). “Osmanlı döneminde, toplumsal hayatın hemen her kesiminde komşuluk uygulamaları çok yaygın ve çok etkin olarak uygulandı. Asırlar boyunca da Müslüman olup olmama şartı aranmaksızın komşulara karşı her türlü nezaket, her türlü sevgi ve saygı sergilendi. Birbirleri ile alış verişte bulunma, en azından karşılaştıklarında selâmlaşma, birbirlerini ziyarete gitme, oturup bir arada yemek yeme gibi insanların günlük hayatlarında komşuluk ilişkileri, bütün inceliklerine kadar, titiz bir şekilde yerine getirildi. Nesilden nesile, komşuluk kültürü aktarıldı” (web1, 2003). Komşuluk Kültürü Dünyadaki bütün toplumlarda, toplu yaşamanın tabiî bir sonucu ve gereği olarak bir arada yaşayan insanlar arasında bazı hak ve görevler ortaya çıkmış olup, bu sorumluluklar genellikle kanunlar hâlinde de düzenlenmiştir. Türkiye’de ise bu hak ve görevlere İnsanî unsurlar da ilâve edilmiş ve zaman zaman kanunların da üzerinde uygulamaları ihtiva eden bir “Komşuluk kültürü" ortaya çıkmıştır. Bu komşuluk kültürünün oluşmasında en önemli iki unsur vardır. Bunlardan birisi din ve onun en önemli unsurlarından olan ahlâk, diğeri ise örf, âdet ve geleneklerimizdir. Dinî kaynaklarda komşuluk hukukunun önemini vurgulayan pek çok hüküm, emir ve yasak vardır. Örf ve adetlerimizde komşuluk hukuku ise; kısa, öz, fakat en iyi şekilde atasözlerinde ifade edilmişlerdir: “Ev alma komşu al.”; “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.”; “Komşunun köpeği komşuya havlamaz.” ve daha onlarcası. Ayrıca ahlâk kitaplarında da bu husus oldukça geniş şekilde işlenerek, insanların uygulamalarda bunlara dikkat etmeleri istenmiştir. Komşuluk kültürünün oluşmasında etkili olan unsurlardan birisinin din olduğunu belirtmiştik. Modernleşme bağlamında din olgusunu ele aldığımızda, modernleşmeyle birlikte sekülerizmin kök saldığı herhangi bir toplum zamanla dinin öğretilerinin ve doktrinlerinin dışına çıkar. Bu durum komşuluk kültürünü besleyen en önemli unsuru devre dışı bırakır. Haliyle komşuluk kültürü yeri doldurulmaksızın sosyal hayattan ayrılır. Bu da farklı sıkıntılara gebe kalır. Modern hayattaki yalnız insanın canı sıkıldığında dertleşeceği, hastalandığında ziyaretine gelineceği, mutlu olduğunda mutluluğunu paylaşacağı bir sosyal çevrenin olmayışı demektir. Yalnızlığın neticesinde intihar, şizofren ve paranoyak kaçınılmazdır. Modern toplumun en ileri örneği olan Avrupa ise bu gün bunlarla mücadele vermektedir. Modernleşme Bağlamında Komşuluk Diğer bir unsur ise örf, adet ve gelenekler demiştik. Modernleşme bağlamında, geleneksel toplumdan bir kopuş ve modern topluma bir geçiş söz konusudur. Geleneksel toplumda hakim olan informel ilişkiler artık yerini modern toplumla birlikte formel ilişkilere bırakmıştır, karşılıksız ilişkiler çıkarcı ilişkilere inkılap etmiştir. Geleneksel toplumda; sosyal hayatta yüz yüze ilişkiler yoğun iken, modern toplumda bu yoğunluk azalmaktadır (Akdoğan, 2013). Bu yoğunluğun azalması insana atfedilen değerin azalmasına neden olmuştur. İnsanı insan yapan temel vasıflar zamanla kaybolmaya başlamıştır. Böyle bir ortamda insan ilişki ağı olan komşuluktan bahsedemezsin. Komşuluk ilişkilerindeki insanî özelliklere bakıldığında ise, tamamen âdet, gelenek ve göreneklere dayalı yaşayan bir kültürle karşılaşılır. Komşuluk kültürü temelde, doğumdan ölüme kadar iyi ve kötü günlerde sevinç ve kederi paylaşmaya ve yardımlaşmaya dayanmaktadır. Şöyle açıklanacak olursa; bir kadın doğum yaptığında komşuları hemen anne ve çocuğu için yiyecek-içecek bir şeyler götürerek ziyaret edilir. Daha sonra ise çocuğun ihtiyacı olan giyecek eşyaları veya aileye maddi destek sağlayacak hediyeler götürülür. Çocuğun sünnet düğününde de aynı şeyler tekrarlanır. Düğün sahibi de komşularına yemekler ikram eder. Yine ev veya benzeri bir mülk alan kimseye komşular bir hediye ile hayırlı olsun demeye giderler. Hastalık veya ölüm zamanlarında da komşuluğun gerekleri yapılır. Hasta muhakkak ziyaret edilip ona moral verilir. Ölüm hâlinde ise cenaze evine baş sağlığına ve yardıma ilk önce komşular gelir. Cenaze kefenlenip de evden ayrılacağı zaman komşularından haklarını helal etmeleri istenir, daha sonra camiye götürülür. Burada cenaze namazını kılmak ve mezarlığa kadar götürüp defnetmek en son komşuluk görevidir. Zekât, sadaka ve fitre gibi dini menşeli maddi yardımlar yapılırken de ihtiyaç sahibi komşular öncelikle gözetilir. Komşuluk Kültürü ve Kentleşme Komşuluk, geçiş dönemi boyunca beliren ve kente uygun bir yardımlaşma kaynağı olarak günlük yaşamı her yönüyle kuşatan bir başvurma çerçevesidir. Başka bir deyişle, kent çevresinde ilk uyum ilişkilerini akrabalarıyla başlatan, iş arkadaşlarıyla geliştiren yeni kentlerin, son ve daha kararlı bir aşamada vardıkları az çok sürekli ve kentsel işbirliği sistemi komşuluktur (Sencer, 1979: 31). Farklı sosyal dokulardaki mahallelerde, komşuluk ilişkilerinin ve komşu tanımının ne denli farklılaştığını saptamak amacıyla yapılan bir araştırmada alt gelir grubunda komşuluk ilişkilerinin daha yoğun, konut alanlarının yabancıların buraya erişebilmesi bakımından daha geçirgen olduğu, konut dışı mahremiyet ve güvence sağlama gereksinimini karşılamak amacıyla konut dışı alanlarda (apartman girişi, site girişi) yabancıların erişebilmesi amacıyla çitler, bahçe duvarları, bekçi kulübeleri, kilit, diyafon vb. ses düzeni ile fiziksel engeller oluşturulduğu görülmüştür. İdeal komşu tanımının sosyal gruplar açısından farklılaştığı saptanmıştır (Suer, 1991: 57). Kentleşmeyle birlikte komşuluk ilişkilerinde eskiye göre her ne kadar değişiklikler olsa da komşular, iyi ve kötü günlerde aileden sonra bize en yakın olanlardır. Weber, modernleşmeyle birlikte kentlilerin küçük topluluklarda olduğu kadar komşularıyla yakın arkadaşlık kuramayacaklarına değinmiş, Simmel, daha ileri giderek “kentlilerin her karşılaştığı kişiyle duygusal ilişki kurması veya ona duygusal tepki göstermesi halinde içyapısının zerrelere ayrılacağını, zihin bakımından korkunç bir çıkmaza gireceğini” ileri sürmektedir. Kentleşme yabancılaşma mıdır? Cevabınız Evet ise, neden? Modernleşme ve Kentleşmenin Komşuluk Buhranı “Geleneksel toplumlarda, köyde münasebetler aile ve komşuluk grupları içerisinde geçerken, fertler yoğun bir dayanışma içinde oluyorlar. Bu, fertlerde ait olma birbirinin yardımına koşma gibi davranışların gelişmesini mümkün kılıyor. Modern toplumlarda ise bu durum tam tersidir.” (Görmez, 1991:27) Bilim ve teknolojideki hızlı değişim, toplumsal yapıyı da etkilemekte ve toplumsal yapıdaki değişim hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir. Geleneksel toplumlarda toplumsal değişim yavaşken modern toplumlarda toplumsal değişim çok hızlı seyretmektedir. Geleneksel toplumdaki komşuluk kültürü modernleşmeyle birlikte çok hızlı bir ivme kat etmiştir. Kentleşme ile birlikte akrabalık ve komşuluk ilişkilerinde ortaya çıkan sosyal değişim gözler önündedir (Gölcük. 2007:32). Kentleşmeyle birlikte homojen toplum yapısından heterojen toplum yapısına geçiş yaşanmış, geleneksel geniş aile, kentsel çekirdek aileye dönüşmüştür. Modern dünyada kişi, kendi emeği başta olmak üzere, içinde yaşadığı topluma, kültürel değerlere ve rol dağılımına karşı ilgisini kaybeder, toplumsal değer ve normları da anlamsız görmeye başlar. Kendini toplumdan soyutlar ve o topluma ait olmadığı hissine kapılır. İşte bu noktada birey sadece topluma yabancı değil, topyekûn her şeye yabancı olmuş olur. Bu bağlamda komşuluk kültürüne de yabancılaşmış olur (Gölcük, 2007:55). Yabancılaşmayla ilgili Afyonkarahisar’da yapılan çalışmayı paylaşmak istiyorum. Araştırmada “kentleşme yabancılaşmadır'’ yargısına katılanların %75,4'ü bunun nedeni olarak kentlerde komşuluk ilişkilerinin zayıf olmasını gösterirken, %14,8’i ise diğer faktörlere bağlamaktadır. Diğer görüşü içinde insanların yalnız kalması ve yoğun iş temposu nedeni olarak gösterilmektedir. Katılımcıların, %9,9’u ise, akrabalık ilişkilerinin zayıflığı faktörüyle açıklamaktadır (Gölcük, 2007:59). Yukarıdaki grafiği bu bağlamda değerlendiriniz. “Türkiye’de son elli yılda hızlı bir yabancılaşma süreci yaşanmaktadır. Bunun sonucu olarak gerek resmi makamlarda gerekse kamuoyunda bu sürece endişe ile bakılmaktadır. 1982 Anayasası’nın devlete, aileyi destekleme görevi vermesi. 1986’da DPT’nin “Türk ailesi sektörü” oluşturması, 1989’da Aile Araştırma Kurumunun kurulması, hep bu endişenin parçasıdır. Özellikle büyük şehirlerde gecekondularda bireylerin yalnızlığa mahkûm olduğu, cemaat yaşamının kaybolduğu gözlenmektedir” (Şenyapılı, 1981: 20). Araştırmanın sonuçları, kentleşmenin beraberinde birçok alanda yabancılaşmanın yaşandığını göstermektedir. Bu araştırma komşuluk kültürünün zayıflamasıyla birlikte insanın kendine yabancılaştığını göstermektedir. Modernleşmenin dört boyutunu ele alırsak. Siyasal modernleşme; siyasi partiler, parlamentolar, oy hakkı gibi katılımcı karar vermeyi destekleyen anahtar kurumları içeren modernleşme. Kültürel modernleşme; genellikle sekülerleşme ve ulusalcı ideolojiye bağlılığın üretildiği kültürel modernleşme. Ekonomik modernleşme; endüstrileşmeden farklı olmakla birlikte artan bir ekonomik dönüşümle özdeşleşen ve giderek büyüyen iş bölümü, yönetim tekniklerinin kullanımı, teknolojinin ilerlemesi ve ticari yeteneklerin artması gibi unsurları bünyesinde barındıran modernleşme. Toplumsal modernleşme; artan okuma yazma oranı, kentleşme süreci ve giderek geleneksel otoriterliğin zayıflaması gibi öğelerden oluşan toplumsal modernleşme. Bu dört boyuta bakıldığında toplumsal ve yapısal bir farklılaşmadan bahsedilebilir. Peki, bu farklılaşma kime göre önemli olur ya da değişimin, farklılaşmanın yönünü kim belirler? Bu sorunun cevabı oldukça basittir. Modern olma bilincini gerçekleştiren ve içine düştüğü (İkinci Dünya Savaşı ile) buhrandan kurtulma istemindeki Batıdır. Batı dışında kalan toplumların, Batının öngördüğü şekilde ve yapıda toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel alandaki değişmelerdir modernleşme (Gordon, 2003). Konumuz bağlamında bizi ilgilendiren kültürel ve toplumsal modernleşmedir. Görüldüğü üzere kültürel modernleşme; komşuluk kültürü üzerinde etkisi olan dini ortadan kaldırarak yani sekülerizmi ikame ederek tedavisi mümkün olmayan yaralar açmaktadır. Kimileri komşusuzluğu sevdiğini söylese de bir gün öyle bir an olacak ki “komşu komşunun külüne muhtaçtır.” atasözü kulaklarda çınlayacak. Ama artık çok geç kalınmış olunacak komşuluk kültürüne sahip çıkılmazsa. Çünkü insan var olduğundan bu yana sürekli birlikte yaşamış ve birbiriyle ilişki içinde olmuştur. Modernleşmeyle birlikte birbirinden uzaklaşmış ve zamanla yabancılaşmıştır. Toplumsal modernleşme ise bu duruma paraleldir. Burada kentleşme ile birlikte geleneksel aile yapısının yerini çekirdek aile yapısı almıştır. Aileler bütün bir sülale olarak hareket etmekten ziyade çekirdek aile olarak hareket etmektedir. Kentleşme ve sanayinin getirdiği geçim sıkıntısı, yoğun iş temposu vb. sebeplerden dolayı kentte akraba ve komşularıyla bir araya gelememektedirler. Bu durum ise yan komşusunun açlıktan kıvranarak ölmesinden haberi olmayan ya da yüksek sesle müzik dinleyen ama yan komşusunu yeni doğmuş çocuğunun yeni uyuttuğunu bilmeyen ve o anneye çektirdiği eziyetin umuruna getirmeyen bir insan tiplemesini doğurmuştur. Tonnies, Durkheim ve Max Weber modernleşmeyi kitle toplumunun ortaya çıkışı olarak değerlendirmektedir. Kitle toplumunda sanayi ve bürokrasi geleneksel toplumsal bağları ortadan kaldırır. Kitle toplumunda akrabalık ve komşuluk bağları zayıftır. Bu yüzden bireyler toplumsal olarak izole olmuştur. Bu dışlanma sonucu toplum yaşamı belirsizleşir. İnsanlarda güçsüzlük duygusu ortaya çıkar. Modern kentlerde bazı insanların ölümü ancak etrafa yaydıkları koku ile anlaşılmaktadır. Bazı insanlar kentlerde yalnız yaşamakta ve yalnız ölmektedir. Kitle toplumunda insanların yaşamında kendileri ve aileleri vardır. Bazıları aile bağlarını da koparmıştır. Kent hayatının yorucu ve bunaltıcı ortamına bir de olumsuz komşuluk ilişkileri eklenince hayat daha da çekilemez bir boyut almaktadır. Zira kent hayatında diğer insanlarla olan ilişkiler bir anlamda gelip-geçici bir durumdadır. Ancak komşularla olan ilişki devamlılık arz etmektedir. Hayatın devamlılığı açısından komşuluk ilişkileri büyük önem taşımaktadır. Aslında kent hayatında insanlar komşuluk ilişkilerine daha fazla ihtiyaç duymaktadırlar. Çünkü kentin bunaltıcı ve yorucu stres atmosferinden kurtulmanın yollarından birisi de komşularla kurulacak olan samimi ilişkilerdir. Öyle ki gün boyu yaşanan iş yoğunluğundan sonra, komşularla geçirilecek mutlu bir zaman, hem dinlenmeye hem de ilişkilerin derinleşmesine imkân sağlamaktadır (Akdoğan, 2009). Geleneksel toplumlarda daha güçlü olan komşuluk ilişkilerinin modernleşme ve kentleşme süreciyle zayıfladığı görülmektedir. Yani modernleşme ve kentleşme ile komşuluk ilişkileri arasında ters orantı bulunmaktadır (Akdoğan, 2009). Modernleşme komşuluk kültürünü peyderpey azaltmaktadır. Komşuluk ilişkilerinin bize kazandırdıklarını yok etmektedir. İnsanın sosyal yanını yok etmektedir. Sonuç olarak Modern dünyada unutulan insan ve komşuluk ilişkilerinin yeniden canlandırılması ve hayata geçirilmesi, bunalan insanlığın yeniden hayat bulması anlamına gelmektedir. İnsan, toplum ve evren arasında dengeye dayalı bir hayat vardır. Komşuluk ilişkileri de söz konusu hayatta önemli bir yere karşılık gelmektedir. Ancak modern dünyada bu ilişki büyük oranda zedelenmiş ve zayıflamıştır. Zedelenen ve zayıflayan bu ilişkinin yeniden tesisi ve derinleştirilmesi, bu noktada hem öğretici hem de kuşatıcı bir boyut taşımaktadır. Batı’nın bu günkü çöküşünün başlıca nedeni ferdiyetçiliktir (Guenon, 2009:96). Bu bağlamda komşuluk kültürünü en fazla etkileyen modernleşmenin bu yönüdür. Modernleşmenin dayattığı ferdiyetçilik fikri insanın sosyal hayatını ciddi manada etkilemektedir. Bunun bir tezahürü komşuluk kültürüdür. Modern yaşam ve kapitalizm ile birlikte; iç donanım, iç zenginlik ve iç güzellik yerini dış görünüm, güç, iktidar, para, sahiplik, gençlik, güzellik ve cinsellik kavramlarına bıraktı. Parlatılmış, cilalanmış ve şişirilmiş yanılsamalı egolar çağımıza damgasını vurdu. Narsizm doruk noktasına geldi. Altta yatan boşluk, değersizlik ve güvensizlik hisleri; maddi ve somut servetle, sahip olunan sözde değerli objelerle doyurulmaya çalışılmaya başlandı. İletişim teknolojisi ve ağları gelişti, yaygınlaştı ama bu insanların arasındaki gerçek iletişimi ve ilişkiyi güçlendirmeye, zenginleştirmeye yetmedi; bilakis insanları hem kendine hem de birbirine daha da yabancılaştırdı. İnsanlar yalnızlaştı. Bağlar ve bağlılıklar zayıflarken, bağımlılıklar arttı. Uzaklar yakın, özel alanlar kamusal, mahremler aleni olurken, aile hayatı ve sosyal paylaşımlar da yerini yavaş yavaş bireysel yaşantıya ve hatta o da git gide yalnızlığa bıraktı. İstatistiklere göre, kalabalık metropollerde yaşayan insanlar kendilerini daha fazla yalnız hissediyorlar. Modern kent hayatında aileler küçüldü, sosyal bağlar zayıfladı, komşuluk, akrabalık, ahbaplık, arkadaşlık ilişkileri yoğunluğunu ve önemini kaybetti, bazı değerlerin içi boşaldı ve tüm bunların nihayetinde de kalabalıklar içinde yalnız olmak kaçınılmaz son oldu. Depresyon, intihar ve anti-sosyal kişilik bozukluğu oranları; Batı toplumlarında, Doğu ve Akdeniz toplumlarına kıyasla açık ara daha yaygın. Bu farkı yaratan ve Doğu toplumlarını koruyan en güçlü faktörün ise öz kültürleri, insan ve ilişki odaklı yaşam tarzları olduğu düşünülüyor. Aile bağları; eşlik, dostluk, arkadaşlık, komşuluk ilişkileri; doğum, ölüm ve evlilik ritüelleri; gelenekler, sosyal alışkanlıklar ve insancıl paylaşımlar aracılığıyla kurulan destek ağları, iletişim, dayanışma ve duyarlılık en belirgin ve en değerli koruyucu etkenler olarak görülüyor (Altekin, 2013). Kaynakça: AKDOĞAN, Ali (2009), Kentleşme Sürecinde Komşuluk İlişkileri ve İslam, Diyanet İlmi Dergi, Eylül 2009, c. 53.AKDOĞAN, Vefa (2013), Geleneksel Toplum ve Modern Toplum Dikotomisi Bağlamında Modernliğin Eleştirisi, www.toplumvesiyaset.com/yaziOku.php?id=1440 (06.01.2013)ALTEKİN, Serap (2013), “modern hayatın getirdikleri götürdükleri” www.dokudanismanlik.com/modern.hayat.html (05.01.2013).BERKES, Niyazi (2001), Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul.GORDON, Marshall(2003), Sosyoloji Sözlüğü, çev. O. Akkınay, D. Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.GÖLCÜK, Müjgân (2007), Kentleşme Sürecinde Akrabalık Ve Komşuluk Kültürü (Afyonkarahisar Örneği), Yüksek Lisans Tezi, Afyonkarahisar.GÖRMEZ, Kemal (1991), Şehir ve İnsan, MEB Yayınları, İstanbul.GUENON, Rene (2009), Modern Dünyanın Bunalımı, çev. M. Kanık, 2. Basım, Hece Yayınları, Ankara.KELEŞ, Ruşen (2012), Kentleşme Politikası, İmge Yayınevi, 12.Baskı, Ankara.MARDİN, Şerif (2008), der. M. Türköne-T. Önder, Türk Modernleşmesi-Makaleler 4, İletişim Yayınları, İstanbul.SENCER, Yakut (1979), Türkiye’de Kentleşme Süreci ve Kırsal Alan Sorunları, Ankara.SUER, Hande (1991), Kentleşme ve Kentlileşme Politikası, Türk Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı Yayınları, Ankara.ŞENYAPILI, Tansal (1981), Gecekondu, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları, Ankara.WEB1, www.varlik.com.tr (l7.03.2003).WEB2, www.tüsiad.orgZİNCİRKIRAN, Memet (2011), Dünden Bugüne Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Dora Yayınları, Bursa

“Dikkat edin! Şübhesiz, Allah’ın velî kullarına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”1 ayetindeki “Allah’ın veli kulları ifadesinden ne anlamalıyız? Bunlar kimlerdir? Bunların gittiği yol, takip ettiği metotlar nelerdir? Faydaları ve tehlikeleri var mıdır? İslam medeniyetindeki yerleri ve medeniyete katkıları nelerdir? 21. asrın maddeye endekslenmiş akıl ve kalbi o nurani yola nasıl bakıp değerlendirmeli?” vb. sorulara verilecek cevaplar, mevzuu aydınlatmamız açısından önem arz etmektedir. Biz tarihi gelişim sürecine kısaca değindikten sonra, Üstad Said Nursi’nin (ra) kaleme aldığı “Telvihat-ı Tisa”2 eserinin ışığında sorduğumuz sorulara cevap bulmaya çalışacağız. TARİHİ SEYİR İlk mutasavvıflarından kabul edilen Cüneyd-i Bağdadi (ra), İslam’ın ilk çağında bölgeleri ve bunların özellikle işledikleri konuları şöyle sıralamıştır; Bağdad’da şathiye ve ibadet, Horasan’da gönül ve cömertlik, Basra’da züht ve kanaat, Şam’da yumuşak huyluluk ve teslimiyet, Hicaz’da sabır.3 Bu tasnif bölgelerin psikolojik analizi açısından değerlendirmeye değerdir. Müessese haline dönüşmeden önceki mutasavvıflar; Rabiatül Adeviye (ö.804), Cüneyd-i Bağdadi (ö.909), Hamdun Kassar (ö.884), Beyazıd-ı Bestami (ö.874), Hallac-ı Mansur (ö.1021), İbn-i Hafif (ö.981), Bişr-i Hafi (ö.850) (rae). İslam’ ın bu ilk değerli şahsiyetleri ilk sufiler olarak değerlendirilmektedir. Bu dönemde her ne kadar tasavvufa dair kitaplar yazılmış olsa da tam bir teşkilatlanmadan söz etmek mümkün değildir. Bununla beraber, tefsir çalışmaları ve fıkhi mezhepler 8. yüzyılda, itikadi mesheplerse 10. yüzyılda ortaya çıkarken,4 tasavvuf ekollerinin müesseseleri ile ortaya çıkması 12. yüzyılı bulmuştur. Bunda fıkıh ve akaid konularının önemi, pratik hayatta gündem olması, ana esasları ilgilendirmesi ve acele çözüm beklemesi etkili olmuştur. Zahiri ilimler olarak da ifade edilen bu ilimlerin rayına oturmasından sonra batıni ilimler olarak ifade edilen tasavvufun teşekkülü, kader-i ilahinin de bir remzi ve işareti olsa gerektir. Nitekim ilimlerin gelişme ve tasnifinde insanların ihtiyaçları ve yaşanılan problemler en önemli müessir/etkendir. Tasavvuf, diğer İslami ilimlerle beraber Abbasiler döneminde (751-1258) kurulup gelişmiştir. Zahiri ilimlerde de otorite olan İmam-ı Gazali’nin (ö.1111) ömrünün son deminde tercihini tasavvuftan yana kullanması bir dönüm noktası olmuş. Artık tekke hayatının Müslümanlar arasında yaygınlaşması için bir engel kalmamıştır.5 Abbasi Devleti yıkıldığında Abdulkadir Geylani (ö.1160 Bağdat), Ahmet Rifâî (ö.1183 Irak), İbn-i Arabi (ö.1240 Suriye), Suhreverdi (ö.1236 Bağdat), Necmeddin-i Kübra (ö. 1221 Harezm), Ahmet Yesevi (ö.1166 Türkistan), Ebu’l-Hasan Şazeli (ö.1258 Mısır) gibi tasavvufun önde gelen temsilcileri ebedi aleme gitmişlerdi. Ahmet Bedevi (ö.1276 Mısır), İbrahim Desuki (ö.1295 Mısır), Mevlâna (ö.1273 Konya), Hacı Bektaş Veli (ö.1270 Nevşehir) Abbbasilerin yıkılış döneminde daha hayattalardı. Sadrettin Konevi’nin rüyasına “Hz. Peygamber’in (sav) can çekişmesi” olarak giren Moğol istilasının, maddi ve manevi yıkıcı dönemi yaşanıyordu. İmam-ı Nakşibendi (ö.1389 Buhara), Hacı Bayram Veli (ö.1430 Ankara), Ömer Halveti (ö.1397 Afganistan) ise sonraki dönemde tasavvuf alanında önemli hizmetler yaparak isimleriyle anılan tarikatlara üstadlık yapmışlardır.6 Tekkesi, zâviyesi, şeyh ve mürid münasebetleriyle ilk tarikatlar on ikinci asırda yani Abbasiler döneminde ortaya çıkmıştır. Bağdad’da Abdülkadir Geylanî, Basra’da Ahmed Rifâî, Türkistan bölgesinde Ahmed Yesevî, bu dönemde yetişen ilk tarikat kurucularıdır.7 Bu bakımdan kuruluş aşamasından önce “el-Muhasibi, Bişr-i hafi” gibi zatlar dışarıda kalırsa, kurumlaşmış tarikatın ilki Kadiriye tarikatıdır ve ilk kurucusu da Abdülkadir Geylanî hazretleridir.8 VELAYET ve TASAVVUF Evliyaullah: Mezkûr ayette yüce Rabbimiz; “Dikkat edin! Şübhesiz, Allah’ın velî kullarına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır” buyurmaktadır. Burada geçen evliyaullah kelimesi, doğrudan tasavvufu ve onun baş öznesi olan mutasavvıfı ilgilendirmektedir. Bu yüzden evliyaullah kelimesi üzerinde durmamız lazım. Evliya kelimesi velayet, muhabbet, dostluk, yardım ve vekaleten onun işine bakmak gibi anlamlar ifade eder. Evliyaullahta Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır, onlara müjdeler vardır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmişle ilgili hüzün yoktur. Evliyaullah unvanı, Allah’a dost olanlar, Allah için dost olanlar, Allah için birbirlerine destek olanlar gibi manalara da gelmektedir. Evliya Unvanına Layık Olanlar: “Dikkat edin! Şübhesiz, Allah’ın velî kullarına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır” ayetiyle ilgili tefsir alimlerinin naklettikleri bazı rivayetler vardır. Resulullah’a (asm), evliyaullahın kimler olduğu sorulmuş, o da (asm) şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, yad ve zikrolunur.” Bir diğer hadiste ise; “Allah uğrunda birbirini seven kimseler” oldukları da rivayet olunmuştur. Nitekim Ömer b. Hattap (r.a.)’tan rivayet olunmuştur ki, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki, enbiya değiller, şehidler de değiller, amma kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı onlara nebiler ve şehidler imrenerek bakacaklardır.” “Bunlar kimler? Ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim, ya Resulallah!” dediler. Resulullah (sav): “Onlar öyle bir topluluk ki, aralarında bir akrabalık, alıp verecekleri mal mülk olmaksızın Allah için birbirlerini severler. Hem, vallahi şüphesiz onların yüzleri pırıl pırıl nurdur. Şüphesiz onlar nur üzerindedirler. (İşleri nurdur) insanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, halk mahzun olduğu zaman onlar mahzun olmazlar.” buyurdu. Hemen “Dikkat edin! Şübhesiz, Allah’ın velî kullarına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır” ayetini okudu. Bu konuyla ilgili rivayetleri içine alan geniş bir tarif de ortaya konmuştur: “Allah’a ibadet ve taatle sevgi gösterisinde bulunur, Allah da kendilerine keramet ihsan ederek dostluğunu gösterir.” Bu tarif, evliyaullaha Allah’ın rızasının nasıl tezahür ettiğini göstermesi açısından güzel bir tariftir. Evliyaullah onlar ki, iman etmişlerdir ve ittika ederler, Allah’a karşı gelmekten sakınırlar, tam bir iman ile ilahi emirleri ve hükümleri ifa ve icraya devam ederler. Kendilerinden Allah rızasına aykırı bir hal, bir durum sadır olmaması için dikkat ederler, her türlü haramdan ve şüpheli şeylerden sakınırlar. İşte evliyaullahın hakiki tarifi budur.9 TELVİHAT-I TİS’A – TASAVVUF MÜDAFAASI Üstad Said Nursi (ra) de “Dikkat edin! Şübhesiz, Allah’ın velî kullarına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır”10 ayetini yirmi dokuzuncu mektubun dokuzuncu kısmında “Telvihat-ı Tisa” adlı eseriyle tefsir etmiştir. Allah’ın veli kullarının hizmet yolu olan tarikat ve tasavvuf yolunu zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek açıklıkta önümüze sermiştir. Veli kullar ifadesi, Peygamber Efendimizin (sav) “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır”11 hadisinde manasını bulmaktadır. “Allah onlardan razı olmuştur ve onlar da O’ndan razı olmuşlardır”12 ayetindeki hitaba mazhar olan Allah dostlarını ve gittikleri yolu tanımak Müslümanlar için önem arz etmektedir. Zira biz kulların varlık gayesi, yüce Rabbimizi razı etmektir. Kur’an ve Sünnet rehberliğinde asırlara nur ve feyiz saçan bu tarikat ve hakikat erlerinin yolunu, Üstad Said Nursi’nin bakış açısından istifade ederek ele almaya çalışacağız. Tarikatın Gayesi: İmam-ı Rabbani (ra), “Bütün tarikatlerin nihai hedefi iman meselelerinin açığa kavuşturulmasıdır”13 der. Nitekim İslami ilimlerde, iman esaslarının önemi her daim önceliğini korumuş. Bu ilim, “ilimlerin şâhı ve padişahı, iman ilmidir”14 şeklinde literatürde yerini almıştır. İman hakikatlerinin inkişafı ve açığa kavuşturulması en önemli hedeftir. Bununla birlikte; Ruhun velayet mertebelerinde ilerlemesi, Kat edilen mertebelerde Kur’ an ve imanın hakikatlerini görerek, zevk ve hale mazhar olunması, İnsanın sırları çözme kabiliyetini, mükemmel manevi potansiyelini işleterek iman esaslarının hakikatlerinin ortaya çıkartılması, Dinin farz ve zaruriyatına, sünnet-i seniyenin hakikatlerine nüfuz ederek uyulması, İlim, amel ve ihlasla şeriatın hakikatlerine hizmet edilmesi, Batınla zahiri tamamlamak; onu kemale erdirmek15 tasavvufun hedeflerindendir. İnsanın akli-bedeni kabiliyetleri olduğu gibi kalbi-ruhi meseleleri de vardır. Bu ikinci grup kabiliyetler onun mistik ve estetik dünyasının oluşmasına, gelişmesine yardımcı olur. Estetik tarafı olmayan medeniyet olmadığı gibi, etik ve mistik yönü olmayan uygarlık da yoktur.16 İşte tasavvuf kalp ve ruhu harekete geçirerek, İslam medeniyetinin bu yönüne cereyan veriyor ve aydınlatıyor. Metodu: Mirac-ı Ahmediye’nin (sav) gölgesi ve sayesi/koruması, himayesi altında; ruhu, kalbi, sırrı vs. latifeleri harekete geçirerek kemalat yolunda ilerlemeyi sağlamak. Tarikat ve hakikati şeriatın cüzleri bilmek. Asıl maksadın şeriat olduğu şuurunda bulunmaktır. İnsanda iki önemli fabrika vardır; akıl ve kalb. Akıl nasıl ki tabiat dediğimiz kâinatı okuyarak çalıştırılıyor. İşleyen bu akıl, bilim hakikatlerini ortaya çıkarıyor. Öyle de kalbi de çalıştıran Allah’ın zikridir. Allah’ı zikretmekle çalışan kalbi, iman hakikatlerine yönlendirerek kalbin gerçek potansiyelini ortaya çıkarmaktır. Nitekim kalbin yaratıcısı bunu murat etmiş ki kalbi bütün alemi içine alacak bir kabiliyette yaratmıştır. Tefekkür ve zikr-i İlahi vasıtasıyla; kalb ayağıyla velayet mertebelerinde ilerlemek, ruhu harekete geçirmektir. Modern ve Yalnız İnsana Teselli Tariki: İnsan ruhu her zaman bir teselliye, zevke, ünsiyete, vahşeti ortadan kaldıracak bir teselliye ihtiyaç duyar. Medeni toplum hayatının alışkanlıkları ise insanların yüzde onuna, yirmisine ancak gafletle karışık, sarhoşçasına bir teselli ve eğlence verebilir. Bu teselli ve eğlenceden insanların yüzde sekseni; dağda, derede yalnız yaşaması, geçim derdiyle ücra köşelere çekilmesi, yaşlı, hasta ve musibete uğrayanların çaresizlik duygusu, ölüm endişesinin her an insanı tehdit etmesi, elde edilen imkanların elden çıkma tehdidi ve kaygısı durumlarından dolayı mahrumdur. Modern eğlenceler bu durumdaki insanlara bir ünsiyet ve teselli vermez. Bu durumdaki insanların en ciddi tesellisi ve zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işlettirmek; o vahşi halden “Allah” diyerek sıyrılmak; kendisine dehşet veren her şeyin Allah’ın yarattığı ve onun emriyle hareket eden memurlar olduğunu bilmek ve tebessüm vaziyetini almak; Allah’ın sevimli mahlukatını dost bilerek, onlardan ürkmek yerine, teselli bulmaktır. Vahşete kapılan ruh, işte bu şekilde bir iman ile o vahşetten çıkarak bütün eşyaya dost olur. Hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Hayata mutluluk veren gerçek manayı anlar. Allah’a şükreder. Peygamberlik ve Şeriat Açısından: Velayet, nübüvvetin ve şeriatın bir delilidir. Çünkü; Peygamberin (sav) getirdiği hakikatleri kalp gözüyle ve ruhun o hakikatlerden zevk duymasıyla gözle görür derecede bilir, getirilen esasların hakikatini tasdik eder. Bu tasdik, risalete bir delildir. Aynı zamanda, evliyanın feyzinin, müşahedesinin, istifadesinin, ilerlemesinin, bulunduğu manevi makamın kaynağının risalet ve şeriat olması da yine nübüvvet ve iman esaslarının kati delillerindendir. İslam ilimlerini inceleyen alimler zahiri ve batıni şeklinde tasnif etmişlerdir. Batıni ilimleri zahiri ilimlerin tamamlayıcısı olarak görmüşlerdir. İmam-ı Rabbani’ nin (ra) ifadesiyle “ikisi arasında kıl kadar ayrılık yoktur.”17 Zahiri ilimler: Kelam, tefsir, fıkıh, hadis, tarih, fizik, kimya, biyoloji gibi ilimlerdir. Akıl yoluyla çalışarak, kesben elde edilen bilgilerdir. Batıni ilimler: Kalbe ilham edilen bilgilerdir. Vehbi ilim ya da ilm-i ledün olarak da ifade edilir. İmam-ı Malik’in (ra) ifadesiyle “zahiri ilimleri bilip, amel edene -ihsan- edilir.” İmam-ı Rabbani ise, “Batın olarak adlandırılan tarikat ve hakikat, şeriattan ibaret olan zahiri tamamlayıp kemale erdiren iki unsurdur”18 der. İmam-ı Rabbani (ra) devamla; “Bu tarikat yollarına giren saliklerde; sülûk esnasında şeriatın zahirine aykırı işler zuhur ederse, bunu da açığa vururlarsa bu, o vaktin sarhoşluğu ve hal âlemlerinin ağır basmasındandır. Bu makamı geçip sarhoşluk sıkıntısından ayıklık fezasına çıkarlarsa, bu aykırı haller tamamen kalkar; o menfi ilimler, tamamen yok olur gider”19 ifadesinde bulunur. Yine İmam-ı Rabbani aynı mektubunda zahir ve batın kıyaslamasından sonra, “Batınî marifetlerin; şeriatın zahiri ilimlerine tamamıyla ve kemaliyle uygun olduğu, hatta aralarında hakir ve kıtmir kadar ayrılık kalmadığı anlaşılır” beyanıyla zahir ve batının birbirini tamamlayan şeriata hizmet eden iki cüz olduğunu ortaya koyar. Tasavvuf erbabının söylediği “Zahire muhalif her batın, batıldır” ifadesi de zahiri ilimler ile batıni ilimlerin arasında nasıl bir ilahi denge kurulduğunu açıkça ortaya koymaktadır.20 Zira bu ikisinin birbirinden ayrışması ve uzaklaşması tarihte bazı problemleri ortaya çıkarmıştır. Tasavvuf berzahında bu konuda Melami, Batıni, Kalenderi tarzı düzeni bozan bazı hareketler görülmüştür. Buna karşılık zahir ilminde ileri gidip, tasavvuf erbabını tekfir eder derecede hareket eden İbn-i Teymiye, Kayyım El Cevzi gibi alimlerin yanında, Harici, Vahhabi hareketini de sayabiliriz. Bediüzzaman Said Nursi (ra), tasavvufun risaletin delili olduğunu anlattıktan sonra; “Tasavvufun ehemmiyetiyle beraber, bazı ehl-i sünnet dışındaki dalalet fırkaları onu inkâr yoluna gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o nurlardan, başkalarının mahrumiyetine sebep olmuşlar” diyerek tarikatı inkâr yoluna gidenlere tepki göstermiştir. Tarikatıları engellemeye çalışanlara tepki: Bediüzzaman Said Nursi, bazı zahir ulamasının ve ehl-i sünnete mensup siyasetle uğraşan bazı gafil insanların, tarikat içinde gördükleri bir takım su-i istimalleri ve hataları bahane ederek bu nur ve kevser kaynaklarını kapatma çabalarına tepki göstermiştir. Allah’ın, mahşer meydanında hesaba çekerken iyiliklerin kötülüklere galibiyeti mağlubiyeti açısından adaleti sağlayacağını belirttikten sonra; “Ehil olmayanlar bir işe girseler, su-i istimal ederler” diyerek ehil olanların önünün açılması, Takva dairesi hatta belki İslam dairesinden çıkmış, başka bir hal almış, tarikat namını haksız olarak kullananların fenalıklarıyla hak tarikatların mahkûm olmaması gerektiğini savunmuştur. Tarikatların iyilik ve faydalarının, hata ve fenalıklarına üstün geldiğini; Ehl-i dalaletin hücumuna karşı tasavvufa girenlerin imanını muhafaza etmesi, Dalalet ve şüphelerin arttığı asrımızda, sıradan bir tasavvuf ehlinin, şeyhine muhabbet vasıtasıyla imanını koruması; aklına güvenen, zahiri bir mütefeninin ise bu şüphelerin etkisinde kalması, göstermektedir. Bununla beraber tarikatın; dini, uhrevi, kalbi, ruhi çok mühim neticelerinin yanında: Günahlara girse dahi evliyaya muhabbetinden dolayı müritlerin imanını koruması, Takipçilerin kolay kolay dinsizliğe girmemesi, İslam kardeşliğine vesile olması, Küfür ve Hristiyan aleminin hücumlarına karşı, siyaset ve medreselerle beraber İslam’ın üç kalesinden biri olması, İstanbul gibi pek çok şehrin İslam beldesi olmasında ve kalmasında büyük rol oynaması, İslam beldelerinde Müslümanların önemli bir dayanak noktası olmasında camilerin arkasında “Allah-Allah” diyenlerin iman kuvvetlerinin ve ruhi coşkunluklarının yerini hangi müessese doldurabilir? Vatan ve millete hizmet ettiğini iddia eden ve milliyetçilik iddiasında bulunan sahtekârlar, tarikatın toplum hayatımıza kattığı bu güzellikleri çürütecek hangi kötülükleridir, söyleyiniz... 1925’de çıkarılan, tekke ve zaviyelerle, türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanun da “falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla muskacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası/giyilmesi memnudur/yasaklanmıştır”21 ifadesinde yerini bulan kavramlarla, çizgisini koruyan tarikatlar zaten mücadele etmektedir. Etmesi de vazifeleridir. Ama İslam’a da uymayan bu kavramların yanına “şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik” kavramlarını da koyarak, bin yılı aşkın kullanılan bu kavramları itibarsızlaştırmak tarihi sorumluluk bilincinden uzaktır. Elbette insanın içinde bulunduğu yapılarda ve eşyada her daim kusurlar olabilir. Böyle bir durumda cehalete dayalı yanlış uygulamalarla mücadele etmenin yolu müesseseleri silip atmak değil, doğruyu öğretip cehaleti yenerek müesseseleri ve medeniyet yapılarını ayakta tutmaktır. Nitekim zaman zaman ortaya çıkan su-i istimaller ve onlar karşısında sergilenen yapıcı tutum ortadadır. Büyük Selçuklu Devleti Haşhaşilerle mücadele ederken İmam-ı Gazali’ ye imkân sağlamış, Nizamülmülk’ü ikinci adam konumuna yükseltmiştir. Babailer ayaklanmasında peygamberlik iddiasında bulunan Baba İshak’ la mücadele edilirken, Mevlâna Celaleddin Rumi’ye dokunulmamıştır. Osmanlı Devleti’ni zor durumda koyan Şeyh Bedreddin’e karşı Hacı Bayram Veli Hazretleri himaye edilmiştir. Enfüsi ve Afaki Tefekkür: “Kat’î olarak iman edecekler için yerde ve kendi nefislerinizde Allah’ın kudretine ve birliğine deliller vardır. Hiç görmez misiniz?”22 “Onlara hem âfâkta, kendi dışlarındaki âlemlerde, hem de kendi nefislerinde, enfüste delillerimizi göstereceğiz; ta ki o Kur’ân’ın gerçekten hak olduğu onlara belli olsun!”23 Bu ayetlerin işaret ettiği şu iki alanı anlamak ve çözmek ister tasavvuf; -İnsanın içinde yaşayan iç dünya, enfüsi daire, -İnsanın içinde yaşadığı dış dünya,24 afaki daire. Bu tefekkürde; enaniyeti kırmak, hevayı terk etmek, nefsin kötü arzularını öldürmek esastır. Nefs-i emmaresini öldürmeyen, enaniyetini kırmayan kişi; şükür makamından fahra, fahırdan gurura düşer. Hem kendi zarar eder hem başkasına zarar verir. Kendini kutb-u azam veya mehdi zannetmeye başlar. Yıldızböceği hükmünde, kalbe gelen ilhamı, güneş hükmündeki ayet zanneder. Dalalete sapar. Allah korusun. Bu tehlikelere düşmemenin çaresi; Şeriat ölçülerini elde tutmak için zahiri ilimleri öğrenmek, Usulüddin yani kelam ve fıkıh alimlerinin ölçülerine uymak, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi hakiki alim ve evliyanın talimatlarını rehber edinmek, Daima nefsini itham etmek, Nefsinin eline kusur, acz ve fakırdan başka bir şey vermemektir. Velayette İstikameti Korumak: Sünnet-i Seniye en parlak, en istikametli, en güzel yoldur. İstikameti korumak, sünnete tabi olmakla mümkündür. Bununla beraber tarikat şubelerinin en önemli esası, ihlastır. Allah için sevmek, Allah için buğzetmek temel düsturdur. Aynı zamanda dünyayı hizmet yeri olarak görüp, ücret beklememek, keşif-keramet, vecd, zevk peşinde koşmamak, verilse de gizlemek prensip olmalıdır. Şeriat, Tarikat, Hakikat: “Şeriat; doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyetle, rububiyet-i mutlaka noktasında Allah’ın hitabının neticesidir. Tarikat ve hakikatin en yüksek mertebeleri şeriatın cüzleri hükmüne geçer.”25 İmam-ı Rabbani Hazretleri de Mektubatında şeriatın esas olduğunu belirtir. Şeriatın ruhuna ulaşmak için tarikat ve hakikat meslekleri vesile ve basamaktır. Tasavvufun Vartaları ve Tehlikeleri: Velayeti nübüvvete tercih etmek, Evliyayı, sahabeye ve Peygambere (sav) tercih etmek, Tarikat adab ve zikirlerini sünnete tercih etmek, sünneti terk etmek (bir sünnet bin tasavvuf adabından kıymetlidir.) İlhamı vahiy zannetmek, Zevk, envar ve kerameti; ibadet, hizmet ve zikre tercih etmek, (dünya ücret yeri değildir.) Velayet makamlarının cüz’i gölgelerini ve numunelerini asıl makamla karıştırmak, Fahır, naz, şatahat (manevi sarhoşluk), insanların teveccühü ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve insanlardan istiğnaya tercih etmek, Ahirette koparılacak velayet meyvelerini dünyada yemek (cennetin bir meyvesi, dünyanın bin bahçesidir.) Bu vartalardan korunmak için, zahiri ve batıni ilimleri tamamlamış hal ashabının ve bir mürşid-i kamilin rehberliği önemlidir. Tasavvufun neticeleri ve faideleri: İman hakikatlerinin inkişaf ve vuzuhu, Kalp vasıtasıyla bütün latifeleri harekete geçirmek ve hakiki, kâmil bir insan olmak, Tasaavvuf silsilesinin icmaından aldığı kuvvetle, dalalet ve şüpheleri defetmek, İmandaki şecere-i tuba çekirdeğini inkişaf ettirerek, marifetullah ve muhabbetullahla kalbi vahşetten kurtarmak, Şer’i sorumluluklardaki latif hakikatleri his ve takdir etmekle, iştiyakla itaat ve ibadet etmek, Hakiki zevk, lezzet kaynağı olan tevekkül, teslim ve rıza derecesini kazanmak, İhlas ile şirkten, riyadan, yapmacıklıktan, nefsin kötü telkinlerinden ve enaniyetin tehlikelerinden kurtulmak, Zikir ve tefekkürle, ömür dakikalarını ebedileştirmek, Kalp, ruh ve manevi terakki ile, insan-ı kâmil olmaktır. Hakiki bir mümin ve Müslümanlıkla şereflenmektir. Ahsen-i takvimde olduğunu göstermektir. Melaikeden üstün olduğunu isbat etmektir. Şeriatın imanî ve İslami kanatlarıyla en yüce makamlara uçmaktır. Dua: Allah’ım! Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz; senin bize öğrettiklerinden başka bizim için bir ilim yoktur. Şüphe yok ki her şeyi bilen, her işi hikmetli olan ancak sensin. Ey Yüce Rabbim! Bütün asırlarda Gavs-ı Ekber olan ve bütün zamanlarda Kutb-u Âzam olan Efendimiz Muhammed’e ve onun bütün âl ve ashabına salat ve selam eyle. O zat ki (sav) haşmet-i velayeti ve makam-ı mahbubiyeti miracında tezahür etmiştir ve bütün velayetler onun miracının gölgesinde devam etmiştir. Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Amin! Kaynaklar: 1- Yunus Suresi, 62. ayet2- 29. Mektup, 1932 ile 1934 yılları arasında Isparta’nın Barla nahiyesinde yazıldı. (Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l Halefi Ahmet Hüsrev Altınbaşak, c.1, s.26)3- Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İletişim Yayınları, s.54- Mukatil bin Süleyman (d.702-ö.767), ilk müfessirdir. İmam-ı Azam (d.699-ö.767) ilk fıkıh mezhebi imamıdır.5- Mustafa Kara, age, s.216- Doğuştan Günümüze BİT, c.14, s.3717- Hasan Kâmil Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 20048- https://sorularlaislamiyet.com9- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, c.4, s.494, Taberi Tefsiri, Yunus Suresi 62-63. Ayetin Tefsiri10- Yunus Suresi 62. Ayet11- Razi, c.. 9/17, 13212- Beyyine Suresi, 8. Ayet 13- Mektubat-ı Rabbani c.1, s.17514- Sözler, Konferans15- Mektubat-ı Rabbani, 41. Mektup (Dille yalan söylememek şeriattır. Yalanı hatırdan gönülden silip atmak, tarikat ve hakikattır. Şayet yalanı hatırdan ve gönülden silmek zorlama ve bir ameliye ile oluyorsa bu tarikattır. Gayet kolay oluyorsa.. hakikattır.)16- Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İletişim Yayınları, s.517- Mektubat-ı Rabbani, 41. Mektup 18- Age.19- Age.20- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi c.14, s.33321- Resmi Ceride, 13 Kanun-ı evvel 1341 (13 Aralık 1925), Numara 24322- Zariyat Suresi, 20-21. ayetler23- Fussilet Suresi, 53. ayet24- Doğuştan Günümüze BİT, c.14, s.30925- Mektubat , 29. Mektup, Yedinci Telvihin Birinci Nüktesi