191. Sayı: "Aile Bizim Cennetimizdir, Cehenneme Çevirmeyelim"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiAile Bizim Cennetimizdir
Aile ve Çocuk

İlk insanı cennette yaratan Rabbimiz, “insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine karşı bir kalbin mevcut bulunmasından bahisle, sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezzetlerde birbirine ortak; gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine yardımcı olsunlar” diye ona bir de eş yaratmıştır. Daha sonra onları imtihan için dünyaya göndermiştir… “Evet, insan bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki; tarafeyn (iki taraf), aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neşet eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.” Aile, temelleri cennette atılmış bir müessesedir. Tekrar cennete gidinceye kadar, dünyada cennet hayatı yaşayabileceğimiz az yerlerden birisidir. Eğer manası ve kıymeti bilinmezse insanın dünyası cehenneme dönecek, döneceği yer de Allah muhafaza cehennem olacaktır. Bunun için cennetimiz olan aile saldırıya uğramakta ve yok edilmeye çalışılmaktadır. İnsanın yaratılmasından maksadın Allah’a ibadet olduğunu Rabbimiz açık ve net olarak söylemiştir. Kadın ve erkeğin birlikteliği ve bundan maksadın ne olduğu ise şu ayetlerde beyan edilmiştir: “O’nun delillerinden biri de kendilerine (meyledip) ülfet edesiniz diye kendi (cinsi)nizden size eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki bunda, düşünecek olan bir kavim için nice deliller vardır.” (Rum, 21) Aile, insan ferdinin bedeni ve ruhi sağlığı için önemiyle birlikte neslin devamı için olduğu “Evleniniz, çoğalınız, çünkü ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.”1 hadisi ile sabittir. Zira Allah’a kul olan insan yetiştirmek, insan için, aile için, özellikle anneler için en önemli husustur. Gerisi laf u güzaftır… Bunun için bugün aile saldırı altındadır. Mesele kadın ve erkek değil, Allah’a mümin ve abd olacak insanlar ve nesillerdir. Ailemizle beraber imanımız tehdit edilmektedir. Dünyadaki cennetimiz yıkılmaya çalışılmakla, ebedi saadete, cennete giden yolumuz tahrip edilmektedir. Bediüzzaman Hazretleri yüzyılın başında tehlikeyi sezmiş ve şöyle ikaz etmişti: “Benimle görüşen ekser dostlardan, kendi ailevi hayatlarından şekvalar işittim, ‘Eyvah!’ dedim. ‘İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış?’ dedim. Sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl, İslâmiyet’in hayat-ı ictimâiye sine ve dolayısıyla din-i İslam’a zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesâtıyla sefahate sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de biçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim ve bildim ki, bu millet-i İslam’a bir dehşetli darbe, o cihetten geliyordu. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan manevi ev­lâdlarıma katiyen beyan ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniyeden başka yoktur! (Hanımlar Rehberi, 6) 1- Beyhakî, VII/81

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Ertuğrul Süvari Alayı Sultan 2. Abdülhamid, kendisinden önceki padişahlar Sultan Abdülaziz ve Sultan 5. Murad’ın darbelerle tahttan indirilmesinden dolayı güvenliğine önem veriyordu. Bunun için Osmanlı hanedanının mensubu olduğu Karakeçili Yörüklerinden meydana gelen bir süvari alayı oluşturdu. Bizzat Sultan 2. Abdülhamid’i koruyan bu süvari alayına Ertuğrul adı verilmiştir. Elbette ki Osmanlı padişahını koruyan tek muhafız birliği Ertuğrul Süvari Alayı değildi. Arnavut, Boşnak ve Araplardan oluşan birlikler de mevcuttu. Ancak Sultan 2. Abdülhamid’in öz hemşehrilerim dediği Ertuğrul Süvari Alayının onun yanında yeri farklıydı. Alaydaki toplam asker sayısı iki yüzdü. Alay, beş birlikten meydana geliyordu. Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa da hatıratında, bu alayın mensuplarından övgüyle bahsetmiştir. Karakeçili Yörüklerinden Söğüt’e gelmiş olan aileler arasından alaya asker seçilmesi öngörülmüştü. Sakal bırakma mecburiyeti yoktu ancak sakalların bakımlı olması istenirdi. Bu göreve seçilenlerin görev yaptıkları sürece memleketleriyle ilişikleri kesilirdi. Alay mensuplarının çok iyi ata binmesi, güzel ahlaklı olması, beş vakit namazına tam dikkat etmesi, uzun boylu ve yakışıklı olması tercih edilirdi. Kimse alaya zorla alınmazdı, istekli olanlar Ertuğrul Gazi türbesinde Sultan 2. Abdülhamid’e sadakatle hizmet edeceklerine dair yemin ettikten sonra vazifelerine başlarlardı. 10 Ekim 1846Sultan Abdülmecid Harbiye Mekteplerininyeni binalarının açılışını yaptı Harbiye mekteplerinin kuruluşu, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasının ardından oluşturu­lan yeni askerî teşkilatlanmayla olmuştur. Sultan 2. Mahmud, Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunu kurduktan sonra, bu ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere Şehzadebaşı’ndaki Acemi Ocağı Kışlası’nda yaşları on beşin altındaki gençler için bir talimgâh açtırmıştır. Zamanla farklı kademelerde harbiye mektepleri kurulmuştur. Sultan Abdülmecid’in 20 Mayıs 1845 tarihli iradesiyle Harbiye’nin Pangaltı’da Tophane Hastahanesi olarak inşa edilen binaya taşınması, idâdî kısmının da Maçka Kışlası’nda Harbiye’nin yerinde öğretime başlaması kararlaştırıldı. Binalardaki tamir ve tadilat bitince, 10 Ekim 1846 tarihinde okulların yeni binalarının açılışını bizzat Sultan Abdülmecid yaptı. 18 Ekim 1672Bucaş Antlaşmasıimzalandı Ukrayna Kazakları hatmanı Doroşenko Sultan 4. Mehmed’e bir elçi göndererek Leh kralından ve Kırım Tatarlarından şikâyette bulunur. Bu durumdan rahatsız olan Kırım Hanı Âdil Giray kendi tayin ettiği bir başka hatmanı Doroşenko üzerine göndermiş, bundan yararlanmak isteyen Leh kralı da Kazakların bazı kalelerini işgal etmiştir. Son gelişmeler üzerine Kırım hanını değiştiren Osmanlı hükümeti Leh kralına mektup göndererek taarruzdan vazgeçmesini istedi. Lehistan kralından olumlu bir cevap gelmemesi üzerine de bu ülkeye sefer kararı alındı. Veziriazam Fâzıl Ahmed Pa­şa, bizzat padişahın da bulunduğu orduyla 4 Haziran 1672’de Lehistan’a hareket etti. Sefer sırasında başta Kamaniçe olmak üzere İlba, Bu­caş, Yazlavitse, Lublin, İzvanca kaleleri alındı. Bunun sonunda 18 Ekim 1672’de imzala­nan Bucaş Antlaşması Lehistan’a Podolya’yı kaybettirmiş, Ukrayna’yı Osmanlı himayesindeki Doroşenko’ya bıraktırmış ve Lehistan’a Kırım’dan başka Osmanlı Devleti’ne de her yıl 220.000 duka altını vergi verme külfeti getirmiştir. 24 Ekim 1284Hüsameddin Çelebivefat etti Hüsameddin Çelebi, 1225 senesinde Kon­ya’da dünyaya gelmiştir. Urmiye’den Ana­do­lu’ya göç edip Konya’ya yerleşen bir aileye mensuptur. Babası, Konya ve yöresindeki ahîlerin şeyhiydi. Daha çocuk yaşlarındayken babası vefat edince, babasının müritleriyle birlikte Mevlâna Hazretlerine intisap etmişlerdir. Hüsâmeddin Çelebi, Tâceddin Mu‘tezz’in aracılığı ile Ziyâeddin Vezir Tek­kesi’ne şeyh tayin edildi. Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sini, eserin birçok yerinde “Hak ziyâsı, Hak nuru, ruh cilâsı, dinin ve gönlün hüsâmı (kılıç), cömert Hüsâmeddin” gibi vasıflarla övdüğü Hüsâmeddin Çelebi’nin teşvikiyle yazmıştır. Hüsâmeddin Çelebi, Konya’da 24 Ekim 1284 tarihinde vefat etmiş ve Mevlânâ’nın baş ucuna defnedilmiştir.

İrfan MEKTEBİ 01 Ekim
Konu resmiRisale-i Nur’da Evlilik ve Aile Saadeti
Risale-i Nur

Asrımızın en büyük problemlerinden birisi, büyük hayallerle ve ümitlerle yapılan evliliklerin huzur getirmemesidir. Aile danışmanlığı, evlilik okulu gibi kurumların yaygınlaşması ve aile içi iletişim seminerlerinin çoğalması, bu sosyal yaranın büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Artık boşananların, evlenmemeyi tercih edenlerin sayısı evlenenlerin sayısını aşmaya başladı. “Benimle görüşen ekserî dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. ‘Eyvah!’ dedim. İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış?”1 diyen Üstad Hazretleri, bunun sebeplerini arar ve bir iki komitenin bu kurumu bozmak için perde altında çalıştığını hisseder. Toplumun bütün dertleriyle dertlenen asrın imamı, bu en önemli kurumu ayakta tutmak ve cennete çevirmek için eserlerinde mühim tespitler yapar ve tiryak gibi ilaçları herkesin istifadesine sunar. Bediüzzaman Hazretleri’nin her meseleye fıtrat eksenli bir yaklaşımı vardır. Zira fıtrat, fıtri olmayanı reddeder. Fıtratıyla savaşanlar yorulurlar ve huzursuz olurlar. Üstad, evlilik ve aile saadeti konusunda da kadın ve erkeğin fıtratlarının gereği üzerinde mükemmel tahliller yaparak onlara gerçek mutluluğu kazandırmayı hedefler. Bu yazıda, Risale-i Nur’da evlilik ve aile saadeti ile alakalı çok geniş bir tarama yaptım. En küçük detayı bile atlamadım. Konu hakkındaki ayet ve hadis-i şerifleri tedkik ettim ve belli bir süzgeçten geçirerek Bediüzzaman Hazretleri’nin ba­kış açısıyla, bu önemli manevi hastalığın sebeplerini ortaya koymayı ve tedavi yollarını göstermeyi gaye edindim. Kur’an Ahlakına Göre Evlilik Kur’an-ı Kerim’de evlilikle alakalı yaklaşık 35 ayet-i kerime vardır. (Bkz. 24/32, 33;33/52, 53;60/10; Çok Eşlilik 4/3, 129;33/50; Eşler Arasında Adalet 4/3, 129; Evlenme Adabı 2/221, 235, 236; 4/20-25, 127; 5/5; 24/3;33/37, 50-52; 60/10-11; Mehir 2/229, 236, 237; 4/4, 19-21, 24, 25; 5/5; 33/50; 60/10, 11 Nikah Akdi 2/235, 237 Tek Eşliliğe Teşvik 4/3, 129) Yüce kitabımız Kur’an’ın nazarı bu dünyadan ziyade ahirete yöneliktir. Rabbimiz, dünya ve dünyadaki olaylardan onların zatı için değil, kendi maksat ve gayesi için bahseder. Her bir vesileyle kendisine yakınlaşmayı telkin eder. Bu durumda evliliğe cinsel tatmin ve şehveti teskin için değil, hem neslin devamı hem de kendine kulluk edecek hayırlı kimselerin sayısının çoğalması nokta-i nazarından bakar. “Onun delillerinden biri de kendilerine (meyledip) ülfet edesiniz diye kendi (cinsi)nizden size eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki bunda, düşünecek olan bir kavim için nice deliller vardır.” (Rum, 21) “Yine onlar ki: ‘Rabbimiz! Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden göz aydınlığı olacak (sâlih) kimseler ihsan eyle ve bizi takva sahiplerine imam (her hususta kendisine tâbi olunan rehber) kıl!’ derler.” (Furkan, 74) Kur’an’ın bu gibi ayetlerini tefsir eden Bediüzzaman Hazretleri, evlilikteki cinsel lezzetin neslin devamını sağlamak için verilmiş, peşin az bir ücret olduğunu ve asıl hikmetin tenasül; yani üreyip çoğalma olduğunu 25. Sözde şöyle ifade eder: “Evet, eğer izdivaçtaki hikmet, yalnız kazâ-i şehvet olsa, taaddüd bilakis olmalı. Halbuki, hatta bütün hayvanatın şehadetiyle ve izdivaç eden nebatatın tasdikiyle sabittir ki, izdivacın hikmeti ve gayesi tenasüldür. Kazâ-i şehvet lezzeti ise, o vazi­fe­yi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir.” (Osmanlıca Zülfikar Mecmuası, s. 42) Tevbe suresi 109. ayette de evliliğin nasıl bir temel üzerine oturtulması gerektiğine dair güzel ip uçları vardır: “O hâlde binasını, Allah’tan sa­kınma (takva üzere olma) kor­kusu ve bir rıdvân (O’nun rı­za­sı) üzerine kuran (mümin bir) kimse mi hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla beraber cehennem ateşine yuvarlanan (münafık bir) kimse mi? Hâlbuki Allah, zalimler topluluğunu (küfürleri sebebiyle) hidayete erdirmez!” Bir binanın sağlam kayalar üzerine kurulması mı daha iyidir, yoksa uçurumun kenarına mı? Elbette sağlam kayalar üzeri­ne kurulması daha evladır. Kur’an’ın bu ifadesine göre dünyevi ve nefsi yapılan evlilikler hüsrandan başka bir şey artırmayacaktır. Dünyada her şey geçici olduğu için güzellik, zenginlik ve asillik üzerine bina edilen evlilikler de yıkılmaya mahkumdur. Batı Medeniyetinin Tesirinde ve Nefsi Yapılan Evlilikler Neden Mutluluk Getirmez? Hakikat çekirdeklerinde Üstad Hazretlerinin güzel bir vecizesi var: “Tarik-i gayr-ı meşru’ ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür” (Mektubat-2, 460). Nefsî yapılan evliliklerde meşru bir yol takip edilmemektedir. Flört döneminde her iki taraf birbirlerinin zayıf yönlerini gizleyerek çok riyakâr davranırlar. Gerçek suretlerini asla göstermezler. Evlenip de bir araya geldikten bir müddet sonra, ülfet ve ünsiyet devreye girer. Sevgi grafiği hızla aşağı inmeye başlar, gerçek yüzleriyle karşı karşıya kalırlar ve bilhassa kadın çok yıpranır. Allah’ın razı olmadığı bir şekilde, açık saçıklık ile kendini beğendirip, münasip bir koca bulmaya çalışan bir bayan aradığını bulamaz, bulsa da başına bela bulur. İnsanın mahiyetindeki nihayetsiz sevme kabiliyeti nihayetsiz sevgiye layık olan bir zata tevcih etmek için verilmiştir. Gayr-ı meşru olarak fani ve muvakkat mahbuplara sarf etmenin neticesi, merhametsiz azab çekmektir. Bu hususla alakalı Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Gayrimeşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir” kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfat ve esmasına sarf edilecek muhabbet ve marifet istidadını ve şükür ve ibâdât cihazâtını nefsinize ve dünyaya gayrimeşru bir surette sarf ettiğinizden, bilistihkak cezasını çekiyorsunuz.” (Sözler, 303) Yirmi dördüncü sözün beşinci dalında da: “Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allah’a ısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazi aşklarda yüzde doksan dokuzu maşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile, sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.” (Sözler, 148) ifadesiyle meseleye açıklık getirir. Yine bu hakikati teyiden Bediüzzaman Hazretleri, Şualar-1, 183’te şöyle der: “Yoksa, kısacık bir iki saat sûrî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip, o dünya cennetini cehenneme çevirir. ” AİLE KURMAK Aile Kurmak Fıtri Bir İhtiyaçtır Bediüzzaman Hazretleri bu ih­­­ti­­yacı İşaratü’l-İ’caz’da şöyle izah eder: “Aile kurmak mutlu­lu­­ğun esaslarındandır. Çünkü, in­sa­nın en fazla ihtiyacını tat­min eden, kalbine karşı bir kal­bin mevcut bulunmasıdır ki; her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezzetlerde birbirine ortak; gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine yardımcı olsunlar. Mesken ve me’kelden (yemek) sonra insanın en ziyade muhtaç olduğu, eşidir. Evet, insan bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki; tarafeyn (iki taraf), aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neşet eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur. (İşaratü’l-İ’caz, 200) Hazret-i Üstad başka bir yerde mevzuya değişik bir bakış açısıyla şöyle yaklaşır: “Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun ister ki; birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en latifi, en şefiki, “kısm-ı sani” ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhi imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbi ünsiyet ve ülfeti itmam eden, suri ve zahiri olan arkadaşlığı samimileştiren, kadının iffetiyle, ahlak-ı seyyieden temiz ve pak bulunması ve çirkin arızalardan hali olmasıdır. (İşaratü’l-İ’caz, 197) Evlenen Kişiler Nelere Dikkat Etmelidir? Sevgili Peygamberimiz bir ha­dis-i şeriflerinde buyurmuşlar ki: “Kadın dört şey için nikahlanır. Malı için, soyu için, güzelliği için ve dindarlığı için. Sen dindar olana bak. (Değilse) kaybedersin.”2 Yine bu hadis-i şerifi açıklayan başka bir hadislerinde: “Kadın­larla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevk eder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyana sevk eder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir cariye, diğerlerinden üstündür.”3 buyurmuşlardır. Evet, insan evliliği neyin üzerine bina ederse o sebep ortadan kalktığında aile hayatının saadeti biter. Güzellik, zenginlik ve neseb gibi şeyler fanidir, elden çıkar gider. Ama dindarlık kalıcıdır ve kişi yaşlandıkça dindarlığı ve Allah’a bağlılığı artar. Allah rızası üzerine, takva üzerine kurulan evlilikler hem dünyada hem de ahirette daimî, ebedi bir birlikteliği netice verir. Zaman geçtikçe, aile hayatının en güzel saadeti olan, eşlerin birbirlerine olan sevgileri, merhametleri ve hürmetleri artar. Bu hakikati Üstad Bediüzzaman şöyle açıklar: “Aklı başında olan bir adam, refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fâni ve zahirî hüsn-ü cemâline bina etmez. Belki, kadınların hüsn-ü cemâlinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli. Ta ki o biçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünkü onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhametle birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakatten sonra ebedî bir mufarakate maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.” (Lemalar, 203) EVLİLİK HAYATI Evlilik Hayatının Lezzeti mi Çok, Meşakkati mi? Evlenmek insanlara çok cazip görünür. Fakat evlilikle birlikte, eşlerin hayat yükü daha da artar. Eğer evlilik bir ideal uğruna yapılmazsa; çekilen meşakkatler, alınan muvakkat keyif ve lezzetleri hiçe indirecektir. Bediüzzaman Hazretleri, gençlik darbesini yiyen genç bir kıza bu durumu şöyle izah eder: “Evlilik vazifesinin karşılığında ücret olarak alınan geçici keyif ve lezzet, başlangıçta erkek için bir derece kâfi gelse de biçare kadın, bu evlilikte 9 ay ağır bir veled yükünü çekmeye ve bir iki sene evladının meşakkatine ve beslemesine giriftar olur. Hem açık saçıklık sebebiyle kocası tarafından sadakatsizlikle suçlanmak ihtimali vardır. Hem kocasının gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdani azaplara duçar olacaktır. Evliliğin semeresi olan evlatlar da Kur’an terbiyesi almadıklarından bu dünyada sürekli ebeveynlerini incitecekler ve ahirette de niçin imanımı kurtarmadınız, Rabbimi, Halikımı tanıttırmadınız diye şefaatçi yerine şikâyetçi olacaklar. İzdivaçta aldığı geçici keyif ve lezzet bu acıları karşılamayacak ve aile hayatı cehenneme dönecektir.” (Kastamonu Lahikası, 166) Nasıl Bir Netice İçin Evlilik Hayatındaki Meşakkatler Hiçe İner? Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Hem peder hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil, yalnız veledin dünyada kemal-i hürmet ve itaatle şefkatlerine ve hizmetlerine bedel, halis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra, salâhatiyle ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i âmâline hasenat yazdırmak ve on beş seneden evvel masumen ölmüşse onlara kıyamette şefaatçi olmak ve cennette, onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır. Şimdi ise, terbiye-i İslamiye yerine mimsiz medeniyet (de­ni­yet: alçaklık) terbiyesi yüzün­den, ondan, belki yirmiden, bel­ki kırktan bir çocuk ancak peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendâneyi gösterir. Mütebakisi, endişelerle, şefkatlerini daima rencide ederek, o hakikî ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir. Ve ahirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvâcı olur.” (Kastamonu Lahikası, 526) Evet hem baba hem anne evlilik vazifesinde çok meşakkat çekerler ve çok hizmet görürler. Peder ve validenin şefkatlerine ve fedakarlıklarına bedel, Allah’ı ve ahireti bilen, hayırlı evlatlar olursa o izdivacın meşakkatleri göze görünmez. O yorgunluklar tatlı bir lezzete dönüşür. Çünkü o veledler dünyada an­ne babalarına tam hürmet eder­ler, ebeveynleri yaşlandıklarında onlar, çocukken kendi­le­ri­ne nasıl şefkat etmişlerse öylece muamele ederler, anne babaları ahirete gittiklerinde hayır hasenatlarıyla onların amel defterine sevap yazdırırlar. Buluğ çağından önce vefat ederlerse, kıyamette anne babalarına şefaatçi olurlar ve cennette kucaklarında sevimli birer çocuk olurlar. O evlatlar dünya ve ahiret saadetine vesile olurlar. AİLE SAADETİ Eşlerin Birbirine Karşı Tutum ve Davranışları Nasıl Olmalıdır? Erkek hanımına şu nazarla bakmalı: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refîka-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü, ebedî bir güzelliği var; gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için, her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım” demeli, o ihtiyâre karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele etmelidir.” (Şualar-1, 183) “Hem, hayat arkadaşını, rah­met-i İlâhiyenin munis, latif bir hediyesi olduğu cihetiyle sevmeli. Çabuk bozulan fiziki güzelliğine muhabbetini bağlamamalıdır. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezâket içindeki hüsn-ü sîretine ve en kıymettar ve en şirin cemâli olan, ulvî, ciddi, samimi, nurani şefkatine sevgi beslemelidir. Çünkü cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir ve o zaife, latife mahlûkun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhafaza edilir.” (Sözler, 308) Bediüzzaman, kadının kocası­nın bu tutumuna karşı nasıl mu­kabele etmesi gerektiğini şöy­le ifade eder: “Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayattır; elbette, ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehâsinine celb etmemek ve onu darıltmamak ve kıskandır­mamak lâzım gelir. Madem mümin olan kocası, sırr-ı imana binaen, onunla alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvani ve güzellik vaktine mahsus, muvakkat bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi, mukteza-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.” (Lemalar, 207) Yine Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle mealen: “Koca, hanımını ebedi hayatta kaybetmemek için, onun dindarlığına bakıp taklit etmelidir. Kadın da kocasının diyanetine bakıp, ebedi arkadaşımı kaybetmeyeyim diye takvaya girmelidir. Yazıklar olsun o erkeğe ki, saliha kadınını ebedi kaybettirecek olan sefahate girer. Ne talihsizdir o kadın ki, salih kocasını taklit etmez, o mübarek ebedi arkadaşını kaybeder. Binler yazıklar olsun o iki bedbaht karı kocaya ki, birbirinin günahlarını taklit ediyorlar, birbirinin ateşe atılmasına yardım ediyorlar.” (Lemalar, 207 ) Aile Saadetini Tehdit Eden Unsurlar Nelerdir? Günümüz kadınlarının; “kocalarımız bizi beğenmiyorlar, ne yapsak yaranamıyoruz” diye ser­zenişte bulunduklarını işitiyoruz. Bediüzzaman Hazretleri, “Aile hayatını zehirleyen en etkili sebebin tesettürsüzlük ve açık saçıklık olduğunu söyler. Açık saçıklık, karı koca arasındaki samimi hürmet ve muhabbeti kırar. Çünkü açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzelini görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor, on dokuzu hanımından daha güzelini görüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile zayıflar ve yok olur. Aile içinde de tesettüre riayet edilmelidir. Yoksa gayet çirkin ve gayet alçakça bir hissi uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki: insan kız kardeşi gibi mahremlerine karşı fıtri olarak şehevani hissi taşıyamıyor. Çünkü simaları akrabalık cihetindeki masum sevgiyi ve şefkati tahrik eder ve nefsani meyli kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süfli nefislerde gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Açık bacakların mahremiyeti haber verecek bir alamet-i farikası olmadığından, hayvani bir hevesi, bir kısım süfli mahremlerde uyandırabilir.” (Lemalar, 208) Bunun ne derece doğru olduğu, yetiştirme yurtlarından ve hapishanelerden alınan bilgilerden anlaşılıyor. Yine Üstad Hazretleri Lemaat isimli eserinde: “Mimsiz medeniyetin teşvik ettiği tesettürsüzlük ve açık saçıklığın, beşeri ruhen hırçınlaştırıp tatminsizliğe sevk ettiğini, kadınların yuvalarından çıkmasıyla erkekleri de baştan çıkardığını veciz bir şekilde ifade eder.” (Sözler, 351) Aile saadetini tehdit eden unsurlardan biri de: “Terbiye-i İs­la­miye yerine mimsiz medeni­yet terbiyesi yüzünden, birbiri­ne seciyeten veya diyaneten li­ya­kat bulunmamasıdır. Ve bil­hassa terbiye-i İslamiye haricinde, Müslüman namı altında olan­lar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bu­la­ma­dıklarından, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, cehennem azabını çektiriyor.” (Kastamonu Lahikası, 526) “Cesaret, sehavet, erkekte gayret, hamiyet ve muavenete sebeptir. Kadında, nüşuza, vakahate, zevc hakkına tecavüze sebep olabilir.” (Sünühat) diyen Bediüzzaman Hazretleri, erkekler için güzel birer haslet olan cesaret ve cömertliğin, kadınlar için, aile saadetine zarar vermesinden dolayı ahlak-ı seyyie olduğunu söyler. “Çünkü kadının, aile hayatında müdir-i dâhilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve her şeyine muhafaza memuru olduğundan en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar.” (Lemalar, 208) Aile Saadetini Besleyen Unsurlar Aile saadetini besleyen en büyük etken, eşlerin dindarlık dereceleridir. Karı ve koca bu noktada ne kadar ileri ve birbirlerine diyanet noktasında ne derece yakın olurlarsa, Allah rızasının hâkim olduğu bu aile iki cihan saadetini elde edebilir. Çünkü muttaki bir insan, bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için nikahladığından ve sevgisini huy güzelliğine ve şefkatine ve he­diye-i rahmet olduğuna bi­na ettiğinden, o biçare zaifeyi daim tahakküm altında tutmaz, yalnız dünyevi, muvakkat genç­liğinde sevmez. Ona verdiği rahatın bazı on misli onu zah­metlere sokmaz. (Hanımlar Rehberi, 16) Aile hayatının hayatı ve saadeti hakiki hürmet ve samimi merhamet ile olur diyen Üstad Hazretleri bunun da nasıl gerçekleşeceğini şöyle anlatır: “Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce, bir tahassüngâh ise aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedi bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münâse­betlerin bulunmak fikriyle, aki­desiyle olabilir. Meselâ der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de za­rarı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım” diyerek, o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir.” (Şualar-1, 182) Sekizinci meselenin hülasasında ise şöyle ifade edilir: “Karısını cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz’i garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakate ve samimi ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri, o nisbette, derecesine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teâli eder.” (Şualar-1, 217) Bir Kadın Gerçek Mutluluğu Nasıl Elde Eder? “Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur.” (Hanımlar Rehberi, 8) Ve “Kadınlar, terbiye-i İslamiye dairesinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlukturlar.” (Hanımlar Rehberi, 12) diyen Bediüzzaman Hazretleri, bunun gerekçelerini de şöyle izah eder: “Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de o masum hanımlar dahi, sefahatte hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için, fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle namahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü erkek sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar bir şey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için, sefahatte erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker. Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki, mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.” (Hanımlar Rehberi, 12) Fena Birisi ile Evlenen Dindar Bir Kadın Nasıl Davranmalıdır? Boşanmanın, haysiyet-i İslâmi­ye ve şeref-i milliyemize yakış­ma­dığını dile getiren Üstad Hazretleri, taife-i nisaya: “Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki, kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına, kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa, o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her cihetle zarar eder. Çünkü hakikî sadakati bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü namahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekinir. Namahrem yirmi erkeğin on sekizinin nazarından istiskal eder. Erkek ise, namahrem yüz kadından, ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sıkılır. Kadın o cihette azap çektiği gibi, sadakatsizlik ithamı altına girer, zafiyetiyle beraber; hukukunu muhafaza edemez. (Hanımlar Rehberi, 10) “Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur.” (Hanımlar Rehberi, 12) tavsiyelerinde bulunur. Bir Kadını Evliliğe Teşvik Eden Unsurlar Bediüzzaman Hazretleri kadınları izdivaca sevk eden temel üç sebep üzerinde durur ve onları da şöyle sıralar: “Birisi: Tenasülün devamı için, hikmet-i İlâhiyece o fıtrî hizmete bir ücret olarak bir fıtrî meyil ve şevk vermiş. Halbuki o zevk, on dakikada bir lezzet verse de eğer meşru ise, erkek bir saat meşakkat çekebilir. Fakat kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardımla meşakkat çeker. Demek, o on dakikalık fıtrî meyil, bu uzun meşakkatlere sevk ettiği için, ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca tahrik etmemeli. İkincisi: Fıtraten kadın, zaafı için maişet noktasında bir yardımcıya muhtaçtır. O ih­ti­­yaç için şimdiki Terbiye-i İs­lâ­miyeden ders almayan, serse­ri­liğe, tahakküme alışanlardan o küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârane kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dün­yeviye ve uhreviyesinin meda­rı olan ubudiyetini ve ah­lâ­kını bozmak bedeline, köy ka­dınları gibi kendi nafakasını ken­di çalışmasıyla kazanmak, on defa daha kolaydır. Rezzak-ı Hakikî çocukların rızkını sütle verdiği gibi, onların da rızkını o Hâlık-ı Rahîm veriyor. O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek, elbette Nur Talebesinin kârı değil. Üçüncüsü: Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelânı var. Ve bir evlâdının dünyada ona hizmeti ve ahirette de şefaati ve validesi öldükten sonra ona hasenatıyla yardımı, o meyl-i fıtrîyi kuvvetlendirip evlendirmeye sevk etmiş. Halbuki şimdi terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye ile on taneden bir iki hakikî evlât, kendi validesinin şefkatine mukabil fedakârâne hizmet ve dindârâne dualarıyla ve hasenatlarıyla validesinin defter-i amaline haseneler yazdırmak ve ahirette salih ise validesinin şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o hâleti göstermediğinden, bu fıtrî meyil ve nefsani şevkle o biçare zai­feler böyle ağır bir hayata kat’î mecbur olmadan girmemek gerektir. İşte bu işaret ettiğimiz hakikate binaen, bekâr kalmak isteyen Nur Şakirtlerinden olan kızlara derim ki: Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan, kendilerini açık saçıklıkla satmasınlar. Eğer bulunmadı; Nurun bir kısım fedakâr şakirtleri gibi mücerret kalıp, ta ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiyeyi almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i dünyevî için bozulmasın. Ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın.” (Hanımlar Rehberi, 19) Bazı Dindar Zatların Hanımları Yüzünden Sıkıntı Çekmelerinin Hikmeti Bediüzzaman Hazretleri, beşer zulmeder kader adalet eder hük­münce, o dindar zatların, diyanetteki denkliği esas al­ma­­dan, nazarları dünyaya mü­te­vec­cih, bir derece serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya gi­riş­meleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yediklerini şöyle ifade eder: “O mütedeyyin zatlar, diyanetlerin muktezası böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti.” (Kastamonu Lahikası, 175) Maişet Noktasında Bir Kadının Örnek Davranışı Günümüzde ekonomik sebeplerle boşanmaların arttığını göz­­­lemlemekteyiz. Dünyevi bir ga­­ye için yapılan evliliklerde men­­­faat ön plandadır. Bu gerçe­­ği resmeden güzel bir fıkra an­­­la­tılır: “Adamın biri eve her akşam elleri dopdolu gelir. Karısı da daha eşikten adımını atmadan hemen ellerindekileri alıp, güle oynaya mutfağa gidermiş. Yıllardan bir gün adam eve elleri boş gelmiş. Tabii hanımı her zamanki alışkanlıkla gene ellerine atılmış. Fakat bir şey göremeyince, şaşkınlıkla başını kaldırıp kocasının yüzüne bakmış. Bakmasıyla da bağırması bir olmuş: Bey! Bey! Senin bir gözün kör!Karısının bu davranışı karşısında şaşıran adam, hayretle sormuş: Be kadın, daha önce gözümün kör olduğunu bilmiyor muydun?Kadın boynunu bükerek: Ellerine bakmaktan yüzüne bakmayı akıl edemedim ki… demiş. Oysa, aile bağlarını perçinleyen dindarlığın ve takvanın esas tutulduğu evliliklerde bu gibi fani şeyler üzüntüye medar olamaz. Gönüller sultanı Mevlâna Hazretlerinin hizmetçisine: “Bugün evimizde yiyip içecek bir şey var mı?” diye sorup hizmetçisinin de “Hayır hiçbir şey yok” diye cevap vermesi üzerine sevince gark olup ellerini yüce dergâha açarak: “Allah’ım sana şükürler olsun ki evimiz bugün Peygamber evine benziyor” diye Muhammed Mustafa’nın (sav) yolunun tozu olmaktan sürür duymaktadır. Bediüzzaman Hazretleri de gayet latif bir hadiseyi şöyle nakleder: “Eskiden bir zat, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi, demiş zevcine: “İhtiyacımız şedittir.” Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: “İşte Cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir.” Birden o mübarek hanım demiş ki: ‘Gerçi çok muhtacız ve ahirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fani bir surette bu zayi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lazım değil.’ Birden yerine gitti, Keşifle gördüler diye rivayet edilmiş.” TESETTÜR VE AİLE HAYATI Tesettür ile aile saadeti arasında doğru orantı vardır diyebiliriz. Bediüzzaman Hazretleri, açık saçıklığın, eşlerin birbirlerine olan samimi hürmet ve muhabbeti, ciddi manada zedelediğini ifade eder. Delil olarak da şunları ortaya koyar: “Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü, açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir.” (Lemalar, 208) Kur’an Niçin Kadınların Örtünmelerini Emreder? Batı medeniyeti, tesettürü bir esaret olarak görüyor, kadınlar için fıtri görmüyor ve Kur’an’ın örtünme emrine muhalefet edi­yor. Oysaki tam aksine, kadın­ların fıtratları tesettürü lüzumlu kılıyor. Açık saçıklık, bir kadınının mutluluğunun temeline atılan dinamit gibidir. Kadınlar farkında olmadan kendi geleceklerini ve aile saadetlerini, büyük bir tehlikeye atarlar. Bediüzzaman Hazretleri, kadınların niçin örtünmeleri gerektiğini, şöyle sıralar: “Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünkü kadınlar hılkaten zaîfe ve nazik olduklarından, kendile­rini ve hayatlarından ziyade sevdikleri yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduklarından, kendilerini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyilleri var. Hem kadınların on adedden altı-yedisi ya ihtiyardır veya çirkindir ki; ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendinden daha çok güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar, taarruza maruz kalmamak için ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hatta dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan ihtiyarlardır. Ve on adedden ancak iki-üç tanesi bulunabilir ki hem genç olsun hem güzel olsun hem kendini göstermekten sıkılmasın. Malûmdur ki; insan sevmediği ve istiskal ettiği âdemlerin nazarlarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık-saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı namahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve seri-üt teessür olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hatta işitiyoruz; açık-saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref-i tesettürü, hilaf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve manevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor. Hem kadınlarda, ecnebi erkeklere karşı fıtraten korkaklık ve tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktiza ediyor. Çünkü sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmetle çekmekle beraber, hamisiz bir veledin terbiyesiyle sekiz dokuz sene, [o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru zevkin] belasını çekmek ihtimali var ve kesretle vaki olduğundan, cidden şiddetle namahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettür etmekle namahremin iştihasını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zaîf hilkati emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kal’ası çarşafı olduğunu gösterir. Mesmuatıma göre: Merkez ve payitaht-ı hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet adi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir âdemin açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların o hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!” (Lemalar, 206) Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık-saçıklık, o emniyeti bozar ve o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü açık-saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzelini görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi âdemden ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki: İnsan, hemşiresi misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin sîmaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî ve şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık-saçık bırakmak, süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber ve­rir ve namahreme benzemez. Fa­kat meselâ açık bacak, mah­re­min gayrısıyla müsavidir. Mah­­remiyeti haber verecek bir alâ­­met-i farikası olmadığından, hay­vanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle bir nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-ı insaniyettir! (Lemalar, 207) Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada düello gibi çok şiddetli vasıtalarla açık-saçıklık içinde namusu bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, evvela boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memalik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve camiddirler. Bu Asya, yani Âlem-i İslâm kıtası, ona nisbeten me­malik-i harredir. Malûmdur ki; muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O diyar-ı memlekette, soğuk insanlarda hevesat-ı hayvaniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık-saçıklık, belki çok sû’-i istimalata ve israfa medar olmaz. Fakat seri-üt teessür ve hassas olan o memalik-i harredeki insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık-saçıklık, elbette sû’-i istimalata ve israfata ve neslin zafiyetine ve sukut-ı kuvvete sebebdir. Bir ayda veya yirmi günde bir ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlub ise fuhşiyata da meyleder. Şehirliler; köylülere ve bedevilere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde ve bedevilerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden masume işçi ve bir derece kaba kadının kısmen açık olmaları, hevesat-ı nefsaniyeyi tehyice medar olamadığı gibi; serseri ve işsiz âdemler az bulunduğundan, şehirdeki mefasidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez.” (Lemalar, 209) 1- Hanımlar rehberi, 62- Buharî, IX. 110. (el-Fethu’r-Rabbânî’den)3- İbn Mâce, Sünen, I. 572

Ahmed KIR 01 Ekim
Konu resmiAilenin İnşâ Edici Gücü
Aile ve Çocuk

“Seksen bin zatlardan ders aldığım halde kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, fıtratımda, maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş” İnsan yaratılışı gereği tek başına yaşamaya pek de uygun bir varlık değildir. İnsan kendi varlığını gerek ifade etme gerekse daha değerli kılma süreçlerinde birtakım birlikteliklerin avantajını kullanmaya -ki bu bir tür motivasyondur- ziyadesiyle muhtaç yaratılmıştır. Bu, bazen bir dost veya bir arkadaş olabilmekle beraber, bu sürecin en temel anlamdaki karşılığı, ailedir. İnsanın normal şartlar altında kendini bir aile içinde bulmasıyla sonuçlanan doğumu, aslında onu nitelikli ve farkındalığı yüksek bir insan olma potansiyeline taşıyacak olan bir yolculuğun da başlangıcıdır. Bu başlangıç her ne kadar zahirde doğum ile başlıyormuş gibi gözükse de aslında anne ve baba adaylarının yetişme ve karakterlerini belli bir seviyeye getirmiş olabilmeleri ile başlamaktadır. Anne ve baba olmaya niyet eden bireylerin belki de en etkisiz oldukları biyolojik evrenin daha ötesinde, sahip oldukları çocukları için gerekli ideal iklimi oluşturmak gibi son derece hayatî bir sorumluluğu vardır. Sözünü ettiğimiz bu ideal iklim, çocuğun duygu, düşünce ve ahlak kısacası tüm mizacının mimarı olacak türden bir iklimdir yani aile kurumudur. Anne ve babanın bu süreci bir bilinç ve sorumluluk ile üstlenmemeleri durumunda, gelişigüzel bir surette oluşacak olan iklimde yetişecek olan çocuğun, özellikle bebeklik ve çocukluk dönemlerinde içinden geçmesi gereken yetişme süreci çok hassas ve ince bir kalibrasyon (ayar) gerektirmektedir. En basitinden, bağıran çağıran ya da dengesiz bir ses tonu ile konuşulan bir evde bebeklik ya da çocukluğu geçen insanlar, belki de tüm hayatları boyunca etkisinden kurtulamayacakları bir travma ile yaşayacaklardır. Zira yeni doğmuş bir bebeğin biyolojik olarak sadece iki korku ile doğduğu, bunlardan birinin yük­sekten düşme korkusu, diğe­rinin ise yüksek ses korkusu olduğu ilmî bir gerçektir. Daha bebekken bu korkuları deneyimlemek zorunda kalan bir çocuk hayatı boyunca silinmeyecek hasarlara maruz kalacaktır. İdeal iklimin önemli bir ögesi de sevgidir. Sevmeyi bilmek, sevebilmek ve özellikle de karşılık veremeyecek bir durumdaki bebeği bilinçli ve şuurlu bir şekilde sevebilmek, onun belki de en şiddetli ihtiyacını karşılamak adına önem arz eder. Bebeğin biyolojik anlamda mükemmel gıdalar ile beslendiğini ama ortamda zehirli gazların olduğunu varsayalım. Böyle bir durumda o bebek elbette sağlıklı büyüyemeyecektir. İşte sevgi gibi, değer verme ve güven duygusu gibi hisler, enerji türünden ihtiyaçlardır. Anne ve baba dışında bu enerjinin sağlıklı ve ideal seviyede oluşturulması neredeyse imkansızdır. Üstelik bugün pozitif bilimlerin yaklaşımları göstermektedir ki, bebek ana rahminde iken annenin psikolojik durumları bebeği etkilemektedir. Bu durum, çocukların yetişme sürecinin tahmin edilenden daha derine ve daha geçmişe dayandığını göstermektedir. İşte anne ve babanın mabeyninde vuku’ bulan iletişim ve duygu alışverişi sebebiyle teessüs eden iklim, görünmez ve fark edilmez bir seviyede etki gücüne sahiptir. Bundan dolayı anne ve babanın bu derecede hassas, bu derecede dikkatli olmaları icap eder. Çocuğun 7-10 yaşlarına kadarki algılama süreci büyük ölçüde bilinçaltı tarafından yönetilmektedir. Bu süreç, çocuğun hayatı boyunca yapacağı birçok tercih ve yönelimi ve karakterinin ana temalarını belirleyecek bir güce ve etkiye sahiptir. Çocuğun cesur mu korkak mı olacağı, özgüveninin yerinde olup olmayacağı, öğrenme isteği ve merak durumu ve bunun gibi en belirleyici karakteristik temalar, çocuğun yukarıda zikrettiğimiz yaş bandında içinde bulunduğu iklimin neticeleri olarak yaşanacaktır. Mesela annenin şefkat ve merhamet duyguları ile çocuğuna sadece “vermek” merkezli yani hiçbir karşılık ummadan tamamen fıtrî bir surette sergilemiş olduğu terbiye faaliyet­leri, çocuğun bilinçaltı ile algı­ladığı dönemlerde derin bir hipnotik etki oluşturmakta ve bir ömür boyu tesirini devam ettirmektedir. Bediüzzaman Haz­retleri (ks) “Seksen bin zat­lardan ders aldığım halde ka­sem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, fıtratımda, maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş” (Yirmi dördüncü Lem’a) demekle bu süreci canlı bir şekilde deneyimlemiş olduğuna işaret eder. Ayrıca çocuklar hangi içerik ve mahiyette eğitim ve terbiye alsalar da esas olanın yetiştikleri iklim olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Çocuklarımızın ahlak-ı İslamiye ile yetişmeleri hususunda en mühim ve en işlevsel unsurun anne ve babanın hal ve tavırları ve bu husustaki ihlasları olduğu unutulmamalıdır. Zira Allah (cc) o çocuklara o kadar kuvvetli nazar ve farkındalık gücü vermiş ki, surî ve yüzeysel tutumlar ile içten ve ihlaslı olanları gayr-i şuurî bir şekilde tefrik edebilmekte ve ilgili tesirin vücut bulmasına ya da bulmamasına vasıta olmaktadırlar. Ailenin inşa edici bu nurânî gücü hem annenin hem de babanın odak noktasında ve sorumluluk alanında olmalıdır. Bu konudaki her boşluk ve ihmalin telafisi imkânsız hasarlara neden olabileceği hep hatırda tutulmalıdır. Ayrıca anne ve baba, çocuklarını yetiştirmenin ve terbiye etmenin asıl lokomotifinin kendilerini “gerçek kılmak” ve “özü sözü bir” bireyler olmak olduğunu bilmelidir. Hakikatin meyvesi, hakikattir. Yine bilinmelidir ki bu süreç, anne ve babanın terbiye sürecine eşlik edecek güçlü ve ihlaslı dualarını da gerektirmektedir. Öyle ki, anne ve babanın çocukları için Hak katında reddedilmeyecek dualarda bulunma hakkı olduğu birçok manevî müjde ile sabittir. Hulasa ebeveyn, birer iklim mi­marı oldukları şuuru ile yaşa­malıdır. Cenâb-ı Rabbü’l-âle­min, rahmetine ma’kes ve mazhar kıldığı anne ve babaya evlatlarını terbiye edebilmek gibi muhteşem bir istidadı lütfetmiştir. Bu lütfun farkında olan anne ve baba akıllara sığmayacak bir sabır, engin bir hoşgörü ve sarsılmaz bir metanet ile bu vazifede muvaffak olabilirler. Vesselam.

Ahmet EFENDİ 01 Ekim
Konu resmi“İnsan Ailesi ile Sınanır”
Aile ve Çocuk

Hz. Huzeyfe’nin (ra) anlattığına göre Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “İnsan, ailesi, malı, nefsi, çocuğu ve komşusu ile sınanır; oruç, namaz, sadaka ve iyiliği emredip kötülükten sakındırma işte bu sınanma (esnasındaki kusurlarına) kefaret olur.” Hz. Huzeyfe (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “İnsan, ailesi, malı, nefsi, çocuğu ve komşusu ile sınanır; oruç, namaz, sadaka ve iyiliği emredip kötülükten sakındırma işte bu sınanma (esnasındaki kusurlarına) kefaret olur.”1 Hz. Enes bin Mâlik (ra) tara­fından nakledildiğine göre, As­hâb-ı Kirâm’dan bazı kimseler, Peygamber Efendimizin (asm) eşlerine gelerek, onun yalnız başına iken yaptığı ibadetleri sordular. Kendi ibadetlerini az görerek birisi, “Kadınlarla evlenmeyeceğim.”; birisi, “Et yemeyeceğim.”; birisi de, “Yatakta uyumayacağım.” dedi. On­ların bu sözleri kendisine bildirilince Resûlullah (asm) önce Allah’a hamdedip O’nun yüceliğini dile getirdikten sonra şöyle buyurdu: “Bazılarına ne oluyor da bu sözleri söylüyorlar? Hâlbuki ben namaz da kılarım, uyurum da; oruç da tutarım, tutmadığım da olur; kadınlarla da evlenirim. Her kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir.”2 Bu Hadîs-i Şerif bize evlenmenin ve aile sahibi olmanın önemini ve gerekliliğini anlatıyor. Cenab-ı Hak, insanların fıtratına evlenme isteğini koymuştur. Dünyada hayatın ve nesillerin sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için helal dairesinde yapılmış evliliklerle erkeklerin ve kadınların evlenmesi gereklidir. Evlenen insanların büyük çoğunluğunun çocukları dünyaya gelmekte ve çocuk sayısına göre üç, dört, beş veya daha fazla kişi bir aile olarak aynı haneyi paylaşmaktadırlar. İnsanların bir arada olduğu her yerde sorun çıkması hayatın olağan akışında normal görülmelidir. Çünkü bir imtihan dünyasında yaşıyoruz. Herkeste nefis var. Tam tersine sorun çıkmaması anormal olarak görülmelidir. Sorun çıkacak diye de evlenmekten kaçınmak yanlış olacaktır. Önemli olan çıkacak sorunların doğru şekilde çözülmesidir. Bedîüzzaman Hazretleri 10. Söz’de aile hayatını şöyle anlatmıştır: “Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cem‘iyetli merkez ve en esaslı zenberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce’, bir tahassungâh ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi küçük bir dünyasıdır.” İnsanın fıtratında diğer insanlarla birlikte yaşama isteği vardır. Yalnızlık, insanın tabiatına aykırıdır. Mutlaka başka insanlarla ünsiyet etmek ister. Ev dışındaki hayatta yaşanılan sıkıntılar, problemler, eve girince dışarıda kalır. İnsanların evleri, onlar için dünyada bir çeşit cennet gibidir. Ailesinin yanında, günlük yaşamda karşılaştığı sorunları bir nebze unutur, kuvve-i maneviyesi yerine gelir. Bu açılardan kişinin evindeki ve aile hayatındaki huzuru onun için çok önemlidir. Evde, aile içinde yaşanan sorunlar, büyütülmeden, karşılıklı hoşgörüyle çözülmelidir. Yoksa günlük hayatın stresini evinde atamayan insan, huzur bulamaz, evi de ona bir çeşit cennet olmaktan uzaklaşır. Hz. Âişe’nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım…”3 Tabi ki burada en önemli görev evin babasına düşüyor. Evdeki huzurun sağlanması ile ebeveynler ve çocukları arasındaki hürmet ve muhabbetin tesis edilmesindeki en büyük rol aile reisinindir. Ancak evde her şey baba tarafından idare edilmez, annenin idare ettiği şeyler de vardır. Hem anne, hem baba sorumluluklarını tam yerine getirmelidirler. Bu konuda Hz. Abdullah bin Ömer’in (ra) rivayet ettiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurmuşlardır: “Hepiniz birer sorumlusunuz ve hepiniz yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Hizmetçi de efendisinin malı üzerinde bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür.”4 Aile hayatı ve kişinin kendi hanesinde ailesiyle mesut bir şekilde yaşaması, gerçekten çok büyük bir nimettir. Her nimette olduğu gibi Cenab-ı Hak bu nimette de bazen kişileri sınayabilir. Kişiler hayatlarının belli dönemlerinde aile hayatlarıyla ilgili ciddî imtihanlardan geçebilirler. Bazen imtihan gereği ailelerinden, eşlerinden, çocuklarından ayrı kalmak zorunda kalabilirler. İnsan böyle zamanlarda elindeki nimetin değerini çok daha iyi anlayabiliyor. Zaten elinde bulunan nimetler bir süre sonra insana basit gelebiliyor. Ancak elinden çıkınca değerini anlayabiliyor. Hz. Huzeyfe’nin (ra) anlattığına göre Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “İnsan, ailesi, malı, nefsi, çocuğu ve komşusu ile sınanır; oruç, namaz, sadaka ve iyiliği emredip kötülükten sakındırma işte bu sınanma (esnasındaki kusurlarına) kefaret olur.” Bu Hadis-i Şerif’den de anlıyoruz ki; insan -konumuz özelinde- ailesi ile sınanırken hata yapabilir. Başa gelene sabrederken, gereken şekilde davranamayabilir. Burada oruç, namaz, sadaka ve iyiliği emredip kötülükten sakındırma gibi salih ameller, sınama sırasındaki hatalarına kefaret olur. Biz de imtihan dünyasının gereği olan bir sınama ile karşılaştığımızda öncelikle sabredelim, ardından gereken tavrı gösterememek­ten kaynaklanan hatalarımızdan do­la­yı da bolca salih amel işleyelim. Kaynakça: 1- Müslim, Fiten, 26; Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 42- Müslim, Nikâh, 53- Tirmizî, Menâkıb, 634- Buhârî, İstikrâz, 20

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiKüçük Bir Cennet: Aile
Aile ve Çocuk

Aile, âdemoğlu için vazgeçilmez bir kurumdur. Aile kurumu ilk insan Hz. Âdem zamanından beri varlığını sürdürmektedir. Aile hayatının saadetle devamı, eşlerin birbirlerini ebedi hayat arkadaşı olarak görmesiyle mümkündür. İslamî esaslara göre kurulan ve devam eden bir aile hayatı, bu dünyada cennet gibi bir hayatı netice verir. Çünkü hürmet, muhabbet ve şefkat esaslı bir hanede bir taraftan aile fertlerinin huzuru ve mutluluğu temin edilirken, diğer taraftan toplumun saadet ve emniyetine katkı sağlanmış olur. Aile efradında Allah sevgisi ve Allah korkusunun olması, huzurlu ve mutlu bir aile ortamını tesis eder. Çünkü Allah sevgisi, insanı Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik amelleri işlemeye sevk ederken Allah korkusu da her türlü haramdan, günahtan ve yasaktan kaçınmaya vesile olur. Böylece Allah’ı seven ve Allah’tan korkan birisi aile hayatında üzerine düşen vazifeleri yerine getirir, eşinin ve çocuklarının haklarına riayet eder. İşte böyle bir ailede huzur ve mutluluk filizlenip neşvünema bulur. Aile hayatının hayatı ve saadeti, samimi ve ciddî ve vefâdârâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refâkat ve sermedi bir beraberlik ve hadsiz bir za­manda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunması fikriyle ve akidesiyle olabilir. Meselâ, der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refîka-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî bir arkadaşlığın hatırı için her bir fedâkârlığı ve merhameti yaparım” diyerek o ihtiyâre karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle ve merhametle mukabele edebilir.”1 Demek aile hayatında, eşler arasındaki hürmet, muhabbet ve merhamet duygularını geliştirip ihtiyarlık zamanında da devam ettiren ebedî arkadaşlık düşüncesi ahirete imanla ilgilidir. Haneyi, Hane-i Saadet Yapan Çocuklardır İslamiyet’te evlat, şükre vesile, ilahî bir hediyedir. Kız veya er­kek olmasının bir farkı yoktur. Önemli olan, hayırlı evlat ol­masıdır. Evlat, nikâhın temel taşıdır. Nikâh müessesesi onun için kurulmuştur. Nikâhtan ga­ye, insan neslinin devam etmesidir. Evlat sahibi olmak, dört cihette bizi Allah’a yakınlaştırmış olur: Birincisi: Allah’ın muhabbetine uygun insan neslinin devamına vesile olmaktır. İkincisi: Ümmetinin çoklu­ğuyla iftihar eden Allah Re­sulü’nün (sav) sevgisini ve rızasını kazanmaktır. Zira Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette, sizin kesretinizle iftihar edeceğim.”2 Üçüncüsü: Kendine dua eden sâlih bir evlat bırakmaktır. Bu hususta Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlu ölünce ameli kesilir (amel defteri kapanır) ancak şu üç kişinin hayırlı amelleri devam eder: Sadaka-i cariye (cami, medrese, çeşme gibi yapılan hayırlı işler), istifade edilen bir ilim, kendisine dua eden sâlih bir evlat.”3 Dördüncüsü: Eğer evlat buluğ çağına ermeden önce vefat ederse kendisine şefaatçi olur. Bunun içindir ki evladının vefatından dolayı şiddetli üzüntü çeken birine Resulullah (sav) buyurmuştur ki: “Yaşadığın müddetçe ondan is­ti­fade etmek mi? Veya yarın cennetin hangi kapısına varsan bir de görürsün ki o seni geçmiş ve cennetin kapısını sana açıyor. Bunlardan hangisini daha çok seversin?” O kişi dedi ki: “Beni geçip de bana cennetin kapısını açmasını daha çok severim.” Peygamberimiz, “İşte senin için bu ihsan vardır.” buyurdu. Başka bir zât: “Ey Allah’ın Resulü! Bu ihsan sadece o şahsa mı mahsustur yoksa hepimiz için geçerli midir?” Peygamberimiz (sav) buyurdu ki: “Hepiniz için geçerlidir.”4 Ailenin Sağlıklı Devamı İçin Ailede İş Bölümü Lazımdır Aile içinde -fıtratları gereği- an­ne babaların kendilerine münasip farklı görev ve sorumlulukları vardır. Çocuk yetiştirme ve terbiyesinde anne öne çıktığı gibi, evin geçimini sağlamada ve ailenin dış işlerinde baba öne çıkmaktadır. “Aile hayatında kadının müdür-ü dâhilî olması haysiyetiyle, kocasının bütün malına ve evlâdına ve her şeyine muhafaza memuru olduğundan, en esaslı hasleti sadâkattir, emniyettir.”5 Aile reisi olarak mesuliyeti omu­zuna alan baba, ailesinin ih­ti­yaçlarını karşılayıp maddi ve manevi problemleriyle ilgilenerek ailenin huzur ve mutluluğuna vesile olur. İşte böyle bir aile yuvası adeta cennetten bir köşe gibidir. “İnsanın, hususen Müslüman’ın tahassungâhı ve bir nevi’ cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.”6 Mutlu ve huzurlu bir aile ortamı, nesillerin sağlıklı bir şekilde devamı için oldukça önemlidir. İslami temeller üzerine kurulmuş aileler ve bu ailelerde edepli, ahlaklı ve terbiyeli yetişen çocuklar saadetli bir toplumu meydana getirirler. Kaynakça: 1- Asâ-yı Musa, s. 190.2- İmâm Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Nikâh Kitâbı, s. 98.3- Riyazu’s-Sâlihîn, Hadis No: 1386.4- Ahmed bin Hanbel, c. 3, s. 436.5- Lem’alar, s. 208.6- Hanımlar Rehberi, s. 6.

Ali CİRİT 01 Ekim
Konu resmiİş Hayatı ve Aile Huzuru
Aile ve Çocuk

Bir yandan iş hayatımızı sürdürürken diğer yandan da aile huzurunu ıskalamamak gerekir. Bu yazımızda iş-aile dengesini kurmak ve muhafaza edebilmek konusunu iki başlık halinde mütalaa etmeden evvel, bir girizgâh yapalım. “Önce iş mi gelir; aile mi?” di­ye sorsam, “Elbette ki; aile!” der insanların birçoğu. Peki, işi yoluna koymadan aile hayatı nasıl yürüyecek? Onun yürümesi de neredeyse imkân­sız. O zaman, bir denge politikası gütmek gerekecek. Yani ne iş için aile ihmale gelir; ne de iş hayatına, ailesi için kimsenin bütün bütün boş verme lüksü var. Hele 85 milyona dayanmış nü­fusun 79 milyonu, il ve ilçe merkezlerinde yaşamakta olan ülkemizde, maişet derdi öyle kenarından tutularak çözülecek gibi gözükmüyor. Bir de son zamanlardaki enflasyon, iş derdini fazlaca öne çıkarmakta. Peki, bu dengeyi nasıl kuracağız? Yani, çetrefil hâle getirilmiş bu hayatımıza nasıl düzen vereceğiz? Çocuklarımızın yetişmesi başta olmak üzere, aile düzenimizi nasıl muhafaza edeceğiz? Geçim derdini öne alıp, daha fazla çalışarak mı? Aksi halde bunca masraf, nasıl karşılanacak? Bazıları daha fazla çalışarak, bazıları da karı-koca iş hayatına girerek çare üretmeye çalışmakta. Sistem de sanki, bizleri bu tarz bir hayata zorlayıp duruyor. Peki, kadın çalışmalı mı? Dinimizdeki yeri nedir? Toplumu, Anne Yetiştirir Günümüzde kadının çalışması çok yaygın hâle gelmiştir. Kızlarını yetiştiren aileler, ilerde ne olur ne olmaz diye düşünerek, “ya kötü kocaya denk gelir”, “belki evlenmez de baş­kalarına muhtaç olur”, “en azından evine destek olsun” ya da “yaşlandığında bir emekli maaşı olsun” düşüncesiyle mes­lek sahibi olması için de çaba sarf etmektedir. Dinimiz ise, yeni nesli yetiştirmenin annenin fıtratına daha uygun olduğu için, bunun ona verilmesi gereken bir vazife, belki de bir hak olduğunu öğretmektedir bize. Çünkü çocuğun dünyaya gelmeden önce annenin hamilelikte çektiği zahmetler, ilk 5-6 senede annesinin şefkatine ve bakımına muhtaç olması, ileriki zamanlarda da kolaycılığının ve alakasının lüzumu, bu mevzuya güçlü destek vermektedir. Çoğu düşünürün ve sosyoloğun da katıldığı bir düşüncedir ki; “toplumu, anne yetiştirir.” “Çocuğun hakiki muallimi, va­­li­­desidir” der Bediüzaman Haz­­retleri. Kendi validesinden al­­dı­ğı eğitimin, karakterine ve inancına olan kalıcı tesirinden bahseder. Kadın, kocasının da en büyük destekçisi olduğu için bu fonk­siyonu katmerlenmektedir. Oysa çalışan kadın, genellikle kocasına olan saygının da bir kısmını kaybetme durumuyla karşı karşıya kalıyor. “Ben de para kazanıyorum” deyip, aile riyasetinde kocasıyla yarış içine giren hanımların varlığı maalesef ki hakikattir. Oysa ayet-i kerimede: “Erkekler, kadınlar üzerine hâkim­dir (onların reisidir)ler. (Bu,) Allah’ın (insanlardan) bazıla­rı­­nı (erkekleri), bazısından (ka­­­­dın­­lardan) üstün kılması ve (er­kek­lerin kendi) mallarından sarf etmeleri sebebiyledir. Sâ­li­ha kadın­lar ise, itaatkâr olan­lardır” buyurulmaktadır. (Nisa/34) “Her başarılı erkeğin arkasında, bir kadın vardır” sözü de, her defasında yeniden ispatlanan bir tez gibidir adeta. İşte bu desteğin tam manasıyla yerini bulabilmesi için kadının iş hayatında değil; belki eş hayatında daha fazla bulunması gerekir gibi gözüküyor. Ancak bazı meslekler vardır ki; kadın çalışanın -zaruret kadar- bulunması gerekebilir. Tıp sahasında, eğitimde, bakım evlerinde, emniyet teşkilatında, hava alanlarında, bazı ihtiyaç maddelerinin satışında vs. yerlerde kadınların rahatça muhatap bulup dertlerini anlatabileceği hemcinslerine ihtiyaç duyduğunu biz de görüyoruz. Toparlarsak, evde hem geleceğe hazırlanan çocukların sürekli anne şefkatini yanında hissetme ihtiyacı, hem evin beyinin içtimai hayatın baskı ve çeşitli zorluklarını kendisinden uzaklaştırıp moralini tazeleyebilecek merhametli, ciddi bir destekçi araması, kadının evinde bulunması gereğini işaret etmektedir. Baba iş için belki uzaklarda iken anne sayesinde kafası ve gönlü rahat olacaktır. Çünkü masum yavrucakları başkalarına emanet etmenin türlü sakıncalar doğurduğuna şahit olmaktayız. Ayrıca çalışan hanım, yorgun ve bazı sıkıntılarla eve döneceği için çocuklarının ve beyinin ihtiyacı olan desteği, mükemmelen karşılama imkânı olmayacaktır. Halbuki toplum huzurunun, aile huzurundan geçmekte olduğunu da kimse inkâr edemiyor. Yukarıda bahsettiğimiz geçim derdi mevzuuna dönersek, onu da iyi hesap etmek gerek. Çalışan hanımlar, bir taraftan kazanmakta iken, öbür taraftan masrafları da o nispette olmaktadır. İş hayatına uyacak kılık-kıyafet, bakıcı-kreş masrafı, yol vs. derken, elde kalanın bütün bunlara değiyor olması lazım değil midir? En mühimi de, Müslümanlar için olmazsa olmaz haremlik-selamlık meselesidir ki; kaç işyeri buna dikkat eder; düşünülecek konudur. “Beşer, esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır.” Aile hayatındaki huzur, harcamalara dikkat etmeye de bağlıdır. Herkesin geliri aynı olmadığı için harcamaların da aynı olmaması, işin normalidir. Fakat günümüzde “onda var, bende de olmalı” kısa ifadesiyle “ayaklar uzatılırken yorganı gözeten” az sayıda aile vardır. Bu ise, geçim sıkıntısını arttıran mühim bir sebep olarak karşımızdadır. Geçim derdini çok çekmeyen, kendi işinin sahibi ailelere de şöylece bir bakmakta fayda var. Çoğu zaman babanın iş hayatı, ailesine ayırdığı vakti sınırlar mahiyettedir. Buna da çare bulmak bizim elimizdedir aslında. İş sahibi insanımızı, bazı peşin fikirlerden kurtarmamız gerekiyor. Bunlardan birisi, “her zaman işimin başında olmazsam, işler yürümez” düşüncesi. Oysa bunun geçersiz bir düşünce olduğunu işini büyütmüş, başarılı iş adamlarının hayatına baktığımızda rahatlıkla görebilmekteyiz. Yani işin başında olmak, ille de fiziken orda bulunmak manasını taşımaz. Yani işlerini ehil kimselere dev­redenlerin hem şahsi hayatı hem aile hayatı daha huzurludur. “Peki, başkasına nasıl güveneceğim?” ve “Onun/onların ücretini nasıl karşılayacağım?” gibi sorular da aklımıza gelebilir. Bunlar da çözülmüş mevzulardır. On binlerce insan istihdam eden şirketlerin sahipleri veya ortaklarının, her iş kalemini bizzat kendilerinin takip etmesinin imkânı olmadığı aşikârdır. Yani gerekli konumlara yönetici ve uzman yerleştirerek sadece bazı raporlar alıp, bazı toplantılara katılarak işlerini yürütmekte, hatta her geçen gün büyütmektedirler. Onlar da bir zamanlar yeni kurulmuş küçük bir işyeri sahibiydi. Öyleyse onların gittiği yolları izlersek biz de benzer başarılar elde edebiliriz. Özetle, iş ve aile hayatını dengelemek bizim çabalarımıza bağlıdır. Günümüz gençleri, ailelerinin ve çevresinin yönlendirmesiyle memur olmak yani devlet kademesinde veya özel işletmelerde maaşlı çalışmak taraftarıdırlar. Halbuki devlet destekleriyle kendi işini kurmak hele bu zamanda sanal ortamda iş yaparak daha iyi imkanlar elde etmek çok kolay hale gelmiştir. Tabii ki gayret ve sabırla devam etmek, sürekli kendini geliştirmek şartı vardır. “Beşer, esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır” sözü günümüzde tam manasıyla kendini göstermeye başlamıştır. Yani insanlık esirlikten kurtulduğu gibi ücretli/maaşlı çalışma mecburiyetinden de kendini kurtaracak; kendi işinin sahibi olacaktır. Kısaca, gerek kendi geçimini gerekse aile geçim ve huzurunu sağlamanın yolları çok çeşitlenmiştir. Bazılarına saplanıp kalmak günümüz insanı için büyük kayıptır. Çünkü görünüşte kolay olan tercih ediliyor. Fakat ilerisi için büyük zorluklarla ömür geçirme tercih edilmiş oluyor. Rabbim, evlerimize huzur ve bereket ihsan etsin.Selametle kalın.

İsmail ERDOĞAN 01 Ekim
Konu resmiOku!… Kalbine “Değer” Kat!
İbadet

O risâlenin (Mu’cizât-ı Ahmediyye’nin) mezâyâsını (sözlerinin mehasinini) söylemek lâzım gelse, o risâle kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanları onu bir kere okumasına havâle ediyoruz. Çıkmadı bahr-i muhabbetden senün gibi güherİlm ü hikmet kânı sensin yâ Muhammed Mustafâ Kâinât: Kâtibini tanıtan bir hikmet-nümâ kitap! Okuyabilene…Kâinat: Sâniini tanıtan bir hikmet-nüma saray! Görebilene… Bir Muallim-i Ekberi bulmak gerek, bir Rehber-i Mutlak’ın ardı sıra gitmek gerek. Ki her kelimesinde her satırında mana yüklü okumalar yapılsın. Baktığında mana-yı harfi göz olsun. Şu âlem sarayı mana kazansın. Hikmetleri, gayeleri, faydaları bilinsin. Rabbimizi bize isimleriyle ve sıfatlarıyla tanıtan, Âlim ve Hâkim isimlerinin azami tecellisine mazhar olan sensin ya Resulallah! Vücûdun cümle mevcûdâtı nice câmi’ oldıysaDahi ‘ilmün muhît oldı kamusın yâ Resûlallâh İnsan: Küçük kâinatİnsan: Zi-fikir ve zi-şuurİnsan: En cemiyetli ve şuuru külli olan Şu kâinat kitabının mütalaa edicileri ve şu âlem sarayının seyircileri, Halikımızın has muhatabı. Eşref-i mahlukat… Elbette yapan bilir, bilen konuşur. Rabbimizin vahyine mazhar olan, umum beşerin iktida ettiği Ekmelü’l-halk’sın ya Nebiyallah! Gülşene gül-i rânâ, bağıbâna candır OMisilsiz bir ziyâdır, ufuksuz ummandır OCenab-ı Kibriyâ’nın katında sultandır OO ebed sevgilisiz mana bulur mu cihan?O’na benzer can katan cana, bulur mu cihan? Nısf-ı arz senin hükmüne râm oldu. İstikbal nurunun ziyasıyla ışıklandı. Şimdi zulmet sarsa da enfüs ve afakı, nurun her daim sarar müştak olanların mevcudiyetlerini. Sen ruhlarımıza Sultan’sın, Resul-ü Zişan ve Nebiy-yi Muhterem’sin Efendim! Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyan imiş ‘âlemde kimYetmiş andan bin bin âteş-hâne-i küffâre su Nasıl ki incecik ipler ictima ettikçe kopmaz bir halat olur, külliyetiyle mucizatın da delil oldu. Acze düşenlerin dilinden bes sihir isnadı çıkakaldı. Tek tek her bir mucizen “sadakte” oldu. Kâinatın Halikı iltimasınla müstemir âdetini değiştirdi. Parmağının bir işaretiyle mah’ın sinesi iki pâre oldu. Taşlar taşlığıyla avuçlarında tesbih ettiler. Ağaçlar kökleriyle tevhid yazarak seni tasdik ettiler. Dağda bir titreme… Parmaklar beş çeşmeli musluk, sular fışkıran… En büyük mucizen Kur’ân kırk vech-i i’cazıyla indi. Ve Zat’ın… Allah Kelam’ından sonra en büyük mucizen oldu. Mevlidinde Mecusinin bin senelik ateşini söndüren “kudümündeki harikuladelik”, nübüvvetinde “mucize” olup binlerce kez küfür ve dalaletin ateşlerini söndürdü. Sahiplendiğimiz (hamden lillah) iki büyük emanetinle mucizen dâim… Hâlâ küfrün ateşini sön­dürmekte, Resul-i Zişan Efendimiz Ümmetinin gözbebeği,Göklerin resûlüydün…Elçi geldin, elçiler gönderdin…Ruhunu Allah’a,Elini ümmetine verdin. Resul’dün; Risaletini “Mucize”n ile bizzat Allah tasdik etti. Nebi’ydin; Nübüvvetini ise ef’alin, akvalin, ahvalin, etvarın, siretin ve suretin… Abdullah bin Selam’ın dilinde “Şu simada yalan yok. Şu yüzde hile olamaz. Haza Nebiyallah!” Daha nice ümmetine gerilen kol kanat: ebedî saadet numuneleri. Asr-ı saadetçe, asırlarca… Cihân bâğında insan bir şecerdür gayrılar yaprakNebîler meyvedür sen zübdesisin yâ Resûlallâh Resul dedirten, nebi dedirten ne varsa, nebiler içinde en ekmel en cami olarak sende. Bahr-i mucizat: delail-i risalet… Hüsn-i suret, hüsn-i siret ve saire: delail-i nübüvvet… Daha vazıh katiyyet ile senindir hükm-ü nübüvvet.… (İbtida iki nükteden istifadeden bahisle bir inşadır.) Yâ İlâhî! Risâlet semasının güneşi, nübüvvet feleğinin ayı olan Efendimiz Muhammed (sav)’e, Ehl-i Beyt’ine ve hidayete erenlere hidayet yıldızları olan ashabına salât eyle.”

İbrahim SARITAŞ 01 Ekim
Konu resmiEn Bahtiyar Odur ki…
Risale-i Nur

“Ve saîd (bahtiyar) olanlara gelince, artık (onlar ise) Cennettedirler; gökler ve yer durdukça orada ebedî olarak kalıcıdırlar; ancak Rabbinin dilediği müstesna! (Bu) asla kesilmeyip devam eden bir lütuftur.”(Hud Suresi, 108) “Bahtiyar kimse odur ki, fitnelerin kol gezdiği dönemde fitnelerden uzak durur.”(Hadis-i Şerif, Ebu Davud, Sünen) Bundan seksen-doksan sene evveldi. Gözünde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu olan bahtiyar bir Üstad vardı. Çağlar öncesinden işittiği “Ümmeti! Ümmeti!” nida­ları ile çizmişti yolunu. Tek derdi üm­metin iman selameti idi. Kur’an’dan alarak ilhamı helaket ve felaket asrının idrakine söyletmek istedi İslam’ı. Yazdı­ğı manevi reçetelerle herkese şifa sundu. En müzmin hastalıklar onunla yok oldu. Kalbi ve akli marazlar bir bir son buldu. Nurlu yoluna girenler hep bahtiyar oldu. Bahtiyarlığın en güzel tarifini bu ahir zamanda o yaptı. Önüne, birinde hayat sahiplerinin en bedbahtı diğerinde ise en bahtiyarı olacağı iki acayip yol açılan insana neşrettiği hakikatlerle bahtiyarlık yolunu anlattı. Kâinat sahibinin en sevgili ve en makbul kulunun kendisi olduğunu fark ettirdi. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişemezken, bütün hayvanat üstünde, kâinatın en seçkin ve bahtiyar bir misafiri insan olduğunu gösterdi. Şimdi o sevgili Üstadı dinleye­lim, kaleminden dökülen haki­katlere beraberce bir bakalım. Bakalım ki biz de bahtiyar olalım yahut bahtiyar kalalım! Zira en karanlık gecelerden daha karanlık geceler bize isabet etmiş. Bid’a ve dalaletlerin her yanı istila ettiği bir zaman diliminde bu dünyaya gelmişiz. İmanı elde tutmanın kor bir ateşi elde tutmaya denk geldiği bir asırda bulmuşuz kendimizi. Mademki bu asırda insan hak ettiği değerden mahrum bırakılmış, düşünen yahut konuşan hayvan derecesine düşürülmüş o vakit en evvel, 2. Şua Risalesi’ndeki şu ifadeler bize serlevha olsun: “Evet sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemâl sâhibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlukatın en nâzenîni ve en mükemmeli ve zihayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı Âlem’in muhatabı ve dostu olabilir.” Şu tatlı sözler yolunu şaşırmış, nereye gittiği belli olmayan yollar arasında kalmışlara ve rol model arayanlara pusula olsun: “Elbette o Zat’ı (sav) sünneti ve harekâtı, iktidâ edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittibâ-ı sünnette, hissesi ziyade ola.” Dünyanın dört bir yanında ıstırap çeken, zulme maruz kardeşlerimize ve onların bu haliyle kederlenen müminlerin kalbine şu gelecek mühim sır nakşolsun: “O’nu tanıyan ve O’na itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan, saraylarda da olsa, zindandadır, bedbahttır. Hatta bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: ‘Ben idam olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden, sizden tam intikamımı alıyorum.’ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.” Günümüzde yetişmiş fertlere, hususen donanımlı gençlere olan ihtiyacın her zamankinden daha ziyade olduğu aşikardır. İhlas, ittihad ve tesanütte muvaffak olmak, benlik ve gururun pençesinden kurtulmak yani bahtiyar talebeler olmak için gelin ezber edelim: “Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enâniyetini, o havuz içine atıp eritendir.” “Bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’ân’ı dinle ve hükmüne muti ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et.” sözü kulağımıza küpe olsun. Nazarların tamamen gaflete düşüp dünyevileştiği, geçici dünyaya ebedi imiş gibi bakıldığı ve kırılacak şişeler hükmündeki dünya işlerinin baki elmaslar kıymetindeki ahiret işlerinin önüne koyulduğu bir zamanda, “Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin. Ve öyle de izan etsin. Ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiyatını vermez. İstikamet ve lezzetle hayatını geçirir.” hakikati ve telkini ile gafleti dağıtalım. “Elbette en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın. Ahiretini dünyaya feda etmesin. Hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın. Mâlâya‘nî şeylerle ömrünü telef etmesin. Kendini misafir telakki edip misafirhane sâhibinin emirlerine göre hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” diyerek masivadan yüz çevirelim. “Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimat eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır.” ifadeleri ile nefse okkalı bir ders olsun! Zira mimsiz batı medeniyeti menfaat esaslı bir hayat tarzını ön plana çıkararak nefisleri azdırmış. Öldürücü darbelere maruz kalan haneler, yıkılmak istenen saadetli yuvalar şu tavsiyelere dikkat etmeli: “Hem Risâle-i Nûr’un bir cüz’ünde denilmiş ki: Bahtiyardır o adam ki; refika-i ebediyesini kaybetmemek için sâliha zevcesini taklîd eder, o da sâlih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki; kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için, o da tam mütedeyyin olur, saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. Bedbahttır o adam ki; sefahate girmiş zevcesine ittibâ eder, vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder.” Evlatlarımız ebeveynlerine göz aydınlığı, mahalle ve şehirlerine faydalı, vatana ve millete hizmetkar bahtiyar fertler haline gelmek istiyorlarsa şu nasihatleri dinlemeli: “Bahtiyardır o evlâd ki; peder ve validesinin hastalık zamanında, onların serîütteessür olan kalblerini memnun edip hayır dualarını alır.” Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedîalarına ve senin hanende emanetlerine merhamet et. “Ahiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Onu dininde, dünyasında muvaffakiyetli gö­rü­yordum. Sebebini bilmiyor­dum. Sonra anladım ki, o muvaffakıyetinin sebebi, o zât ihtiyar peder ve validelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşallah ahiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.” Körpe yavruların taptaze zihinlerine hile ve şüphelerin aşılandığı, ahlaken perişaniyetler içinde bırakıldığı şu belalı asırda çocuklarımıza telkin edeceğimiz en güzel bir hakikat: “En bahtiyar çocuklar onlardır ki, Risâle-i Nûr dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenâtı ile onların defter-i amaline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve ahirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlâd olurlar.” Tevekkülün sönmeye yüz tuttuğu, çalışma hayatının ibadetleri önemsiz gösterdiği bir zamanda yaşıyoruz. Rızık için mücadelede şu altın tavsiyeye bakalım: “Bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisad ve kanaatle, sa‘y-i helâli bir nevi‘ ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek, müteşekkirâne ve minnetdârâne o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir.’’ Yazımıza şu dua ile son verelim: Ya Rab! Bu zulmetli asırda bizlere bütün müminleri tam hakiki kardeş bilmeyi ve iman-ı tahkiki nuruyla cadde-i kübrâ-yı Ahmediye’de (asm) ilerlemeyi nasip eyle. Bu suretle bizi de bahtiyar kullarının zümresine dahil eyle. Âmin!

Celal AKAR 01 Ekim
Konu resmiDünya Artık Dikdörtgen
İnsan

Herkesin şahsi hayatı onun için bir âlemdir, derÜstad Bediüzzaman hazretleri; elhak doğrudur. Kişinin içinde bulunduğu âlem ve hayata bakış açısı da dünyanın ne olduğu ile ilgili değerlendirmelerin merkezinde yer alır. Zaman içinde edipler, hikmet sahibi insanlar dünyanın mahiyeti hakkında şiirler söylemiş, kitaplar kaleme almışlar. Kutadgu Bilig’de Yüknekli Edip Ahmet dünyayı vefasız, dönek huylu ve edalı bir kocakarıya benzetir. Divan şiirinin üstatlarından Bâki için dünya sıkıntı, elem ve dert sarayıdır. İmar edilemeyecek kadar harap, belanın yağmur gibi yağdığı viran ve köhne bir saraydır. Başka bir şiirinde Bâki dünyayı gerçekte dumanlı bir ateş ama görüntüde güzel, süslü, kubbeli bir köşke benzetir. Şeyhî için bir devdir dünya, herkesin ondan cefasını çektiği belalı bir dev. Şeyh Galib, Fuzuli, Yahya… liste uzar gider. İşin edebî yönü bu şekildeyken bilim adamları da Dünya’nın şekline dair uzun yıllar tartışmışlar. Her ne kadar bugün milyonlarca insan Dünya’nın hala düz olduğunu savunsa da (Brezilya’da yaklaşık 11 milyon kişi Dünya’nın düz olduğuna inanıyor.) bilim adamları Dünya’nın elips şeklinde olduğunu tespit etmişler, bu uğurda kan ve ter dökmüşler. Bugün geldiğimiz noktada Dünya artık ne düz ne yuvarlak ne de geoid… Dünya artık dikdörtgen… Kendine yabancılaşan ve fıtra­tından uzaklaşan insanoğlu dik­dörtgen bir çerçeveden ba­kı­yor hayata. Ahirzamana göz­lerini açan günümüz insanı -içinde yaşadığı çağın mahcubiyetinden olsa gerek- başını kaldıramıyor bir türlü. Metroda, durakta, ev oturmalarında, hastanede sıra beklerken boyunlar bükük, gözler telefonda. Beğeniler, kutlamalar, taziyeler hülasa hayat dikdörtgen bir kuy(t)uda akıp gidiyor. Neye ihtiyacımızın olduğu, neye inanıp inanmayacağımız, nelerin meşru veya gayrimeşru olduğuna dair kanaatler hep bu sihirli çerçevede karar buluyor. Bir zamanlar televizyondu… Hâlâ etkinliğini sürdürse de yerini kendi küçük ama mahareti büyük dikdörtgenlere bıraktı. Televizyonun mahalledeki sayılı kişilerde bulunduğu yıllarda çocuklar özgürce oynardı. Oyunun bin bir türlüsü… Akşamın olduğu ezan okununca anlaşılırdı. Tek kanallı yıllarda da çocuklar hala doyasıya oynamaya devam etti ancak çizgi film saatlerinde sokakta kimsecikler olmazdı. Evinde televizyonu olmayan da komşuya giderdi. Şimdi ise sokakta oynayan çocuklar yok denecek kadar azaldı. Sinemayı televizyondan ayrı düşünmemek gerekir. Televizyon ve sinemanın toplum üzerinde güçlü bir etki oluşturduğu inkâr edilemez bir gerçek. Toplumu şekillendiren, dönüştüren, değiştiren bir etki… Amerikalı bir medya teorisyeni ve yazar olan Neil Postman “Bir teknolojinin kendine göre toplumsal değişim programıyla donanmış olduğunu fark etmemek, teknolojinin tarafsız olduğunu iddia etmek, teknolojinin daima kültürün dostu olduğunu sanmak gerçekten düpedüz saflık olur.” diyor. Özellikle sinema sektörü öteden beri siyasi ideolojinin bir propaganda aracı olarak kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor. Özellikle milli ve manevi değerlerle ortak bir noktada neredeyse hiç buluşamadı bu sektör. Bunun temelinde siyasi iradenin sansürleri belirleyici oldu. “Türkiye’de Sinema Sansürünün Tarihi” isimli kitapta, 1932-1988 yılları arasında 2 bin 453 filmin ilgili kurullarca reddedildiği, 4 bin 757 filmin ise şartlı kabul edildiği ifade ediliyor. Ahlaki kaygılar ve sakıncalı bulunan siyasi içeriklerin yanı sıra sakıncalı bulunan başka şeyler de vardı bu engellemeler arasında: ezan, cami, namaz, abdest, mevlüt, imam nikahı sahneleri… Bazı filmlerde ezan, namaz, sarıklı hoca veya medrese sahnelerinin filmden çıkartılması şartıyla halka gösterilmesine izin verildi. “Çöl Kızı Cemile” (1938) filminde ezan ve namaz kısımları çıkarıldıktan sonra halka gösterilmesinde mahzur olmadığına karar veriliyor. “Canavar” (1948) filminde ise iki yerde okunan ezanın çıkarılması isteniyor. Kimi zaman Kur’an harfleri kimi zaman tesettürlü bir kadın kimi zaman ise imam nikahı sahnesi sakıncalı bulunuyor. 1970’li yıllara gelindiğinde dinî hatta bazen de millî mevzuları alaya almak, küçük düşürmek gayesiyle bir nefret ve aşağılama aracı olarak perdeye yansıdığı açıkça görülüyor. Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin gibi yazarların senaryolarını kaleme aldığı bu filmlerde üçkağıtçı hoca ve ahlaksız hacı tiplemeleri yoğun olarak işlenir. Her meslekte ahlaki zafiyetleri bulunan insanlar olabilir. Üçkağıtçı avukat, öğretmen veya doktor tiplemeleri bu filmlerde nedense aynı yoğunlukta yer almaz. Din adamlarıyla birlikte bazı isimler de itibar suikastına uğramıştır. Şaban, Ramazan, Abdi, Hüsnü, Rıfkı, Kâmil gibi isimler de nedense hep alay edilmeye müsait tiplemeler için kullanıldığından kimse çocuklarına artık bu isimleri vermez olmuştur. Saf bir asker tiplemesi ile meşhur olan “Şaban oğlu Şaban” Dumlupınar Savaşı’nda şehit düşmüş bir vatan evladıdır. Milli değerler açısından da benzer örneklere rastlanır. Bizler millet olarak “Vecihi” ismini bir komedi filminde “acemi bir pilot ve şaşkın bir âşık” olarak tanıdık. Halbuki Vecihi Hürkuş bu ülkenin gençleri tarafından örnek alınacak pek çok vasfı bulunan bir girişimcidir. Türk havacılık tarihinin en önemli isimlerinden biridir. Türkiye’nin ilk uçak tasarımcısı ve üreticisidir. Türkiye’nin ilk yerli uçağını o üretmiştir. Mazi kalbimizde onulmaz bir yara olarak dururken gün günden beter gelmiş; televizyon her eve, her odaya hatta cep telefonları ile her cebe girmiştir. İnternet ve sosyal medya, televizyonu mumla aratır olmuştur. Art arda çıkan akımlar ve bu akımlara kapılan insanlar, kontrolsüz bir ortamda faaliyet gösteren sınır bilmez sosyal medya fenomenlerinin peşinden giden milyonlarca genç… Örselenen aile ve arkadaşlık ilişkileri… Yapılan araştırmalar sosyal med­­yayı yoğun kullanan gençlerin aile içerisinde konuşulan konuları sıkıcı bulduğunu ortaya koyuyor. Bu gençler özel bir sorunları olduğunda da yaşadıkları sıkıntıları ailelerine değil sosyal medyadaki arkadaşlarına aktarmayı tercih ediyorlar. Dijital yalnızlık içinde mutluluğu arayan gençler her türlü zararlı akımın yönlendirmesine açık bir hedef olmaktan kurtulamıyor. Gençleri hedef tahtasına koyup işin içinden sıyrılmak çok hakkaniyetli bir davranış olmaz. Yetişkinler bu konuda gençleri eleştirirken kendi ekran sürelerinin farkında bile değil. Zaman, şairin dediği gibi “bir çeşmenin ağzından düşen damlalar gibi akıp gitmekte”. Düşen her bir damla altın kıymetinde. Ne mutlu kıymetini bilenlere. Vesselam…

Tarık ÇELİK 01 Ekim
Konu resmiCuma Hutbesinin Hatırlattıkları
İtikad

Bir kimse, Allah Teâlâ emrettiği için çalışır, rızkını helal yoldan ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızık, ona bereketli olur. Helal rızkını aramak noktasındaki çalışmaları için de sevap kazanır. Eğer rızkını Allah’ın yasak ettiği yerlerde ararsa, yine ezelde ayrılmış olan o belli rızka kavuşur. Fakat bu rızık ona hayırsız, bereketsiz olur. Rızkına kavuşmak için kazandığı günahlar da onu felaketlere sürükler. Rabbimiz, herkesin rızkını ezel­de takdir etmiş, ayırmıştır. Rızk değişmez, azalıp çoğalmaz. Kimse kimsenin rızkını yiye­mez. İnsan, rızkını aradığı gibi, rızık da sahibini arar. Çok fakir­ler vardır ki, zenginlerden daha iyi, daha mutlu yaşar. Allah kendisinden korkanlara, dinine sarılanlara, ummadıkları yer­den rızık gönderir. Onları hesap­sızca rızıklandırır. Rab­bimiz, “Allah’ın size verdiği helal ve temiz rızıklardan yiyin ve iman etmiş olduğunuz Allah’ın yasaklarından sakının.”1 diye emrediyor. Peygamber Efendimiz (sav) de şöyle buyuruyor: “Dürüst ve gü­venilir tüccar, peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.”2 “Rezzâk” olan Rabbimiz, kullarına sayısız nimetler bahşetmiştir. Helal ve temiz rızkın peşinde koşmayı, haramlardan ise sakınmayı emretmiştir. Helalinden kazanmak için emek sarf etmeyi, alın teri dökmeyi öğütlemiştir. Nitekim Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Rızkınızı Allah katında arayın, O’na kulluk edin, O’na şükredin; sonunda O’na döndürüleceksiniz.”3 Helal kazanç; el emeği ve göz nuruyla elde edilen nimetin “en hayırlı lokma” olduğunu idrak etmektir. Ölçüyü ve tartıyı eksiksiz yapmak, söz ve davranışlarda dürüst davranmaktır. Helal kazanç, işinin hakkını vermek, işçinin hakkını alın teri kurumadan ödemektir. Kul ve kamu hakkına riayet ederek kazancı ve ömrü bereketlendirmektir. Helal kazanç, maddi yönden yükselirken, manevi olarak tükenmemektir. Hırs ve tamahın esiri olmamak, boynunda hiçbir kulun vebalini taşımamaktır. Helal kazanç, yalan, hile ve aldatmadan kaçınmak, haram lokmayı, mideyi yakıp kavuran bir kor gibi görmektir. Ne acıdır ki modern zamanlar iş ve ticaret ahlakını da olumsuz etkiliyor. Dürüst, güvenilir, helal-haram hassasiyeti olan, işinin ve işçinin hakkını gözetenlerin sayısı çoğunlukta olsa da sadece maddiyat odaklı düşünenlerin, daha fazla kazanmayı hayatın gayesi sananların sayısı da artıyor. Çalışma ve ticaretin de bir imtihan, işini layıkıyla yapmanın da bir ibadet olduğu bazen göz ardı ediliyor. Hâlbuki İslam, boğazımızdan geçen her bir lokmanın helal ve meşru olmasını imanımızın bir gereği olarak görür. İçki ve ticaretinden, içerisinde kumar olan bütün oyunlardan, faizin her çeşidinden, hırsızlık, rüşvet, tefecilik, kamu malını üzerine geçirmek, stokçuluk ve karaborsacılık gibi her türlü haramdan şiddetle kaçınmamızı emreder. Unutmayalım ki kim helalinden kazanıp helal yollarda harcarsa ibadeti kabul, duası makbul olur. Kazancı bereketle, hanesi huzurla dolar. Nihayetinde Allah’ın rızasına ve cennetine nail olur. Kim de yediğine, içtiğine, giydiğine haram bulaştırırsa malının bereketi azalır. Kazandığını zannederken aslında kaybeder. Dünya saadeti yok olur, ahirette ise cehennem azabına duçar olur. Hadis-i Şerifin ifadesiyle: “Haramla beslenen vücudun layık olduğu yer ancak cehennemdir.”4 Hayatımızın her alanında olduğu gibi iş ve ticaret hayatımızı da doğruluk ve dürüstlük üzerine inşa edelim. Allah’ın koyduğu helal-haram sınırlarını hem ticaretimizde hem de şahsi hayatımızda hakkıyla koruyalım. Helalinden kazanalım, helalinden üretelim, helalinden yiyelim ve helalinden harcayalım. Geçici dünya malını, kalıcı ahiret saadetine tercih etmeyelim. Unutmayalım ki: “Kıyamet gününde insanoğlu, malını nereden kazandığından ve nereye harcadığından hesaba çekilmedikçe Rabbinin huzurundan hiçbir yere kımıldayamaz.”5 Kaynakça: 1- Mâide, 5/88.2- Tirmizî, Büyû’, 4.3- Ankebût, 29/17.4- Tirmizî, Cum’a, 79.5- Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 1.

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiKalbini İhya Eden, Kabrini Âbâd Eder
İtikad

Kalp ikidir. Biri maddi diğeri manevidir. Kan dolaşımını sağlayan ve çam kozalağı şeklinde olan maddi kalp vücudun merkezidir. Bedenin sıhhatle çalışması onun ayakta olmasına bağlıdır. Manevi kalp ise imanın mahallidir. Manevi hayatın merkezi hükmündedir. Vücudumuzda bulunan kalp sönerse beden ölür. Latife-i Rabbaniye olan manevi kalp sönerse yani iman ile aydınlanmazsa ebedi olarak karanlıkta kalır. Kalp, Cenab-ı Hakk’ın insanın ruhuna taktığı ilahi bir cevher, Rabbani bir latifedir. Kâinat bir ağaç ise meyvesi insandır, çekirdeği ise insanın kalbidir. Yani kalp, kâinat ağacını içine alan bir harita ve fihriste hükmündedir. Kâinatta bulunan ilahi isimler ve sıfatlar ve o sıfatların tecellileri, nakışları küçük bir surette insan kalbinde Allah’ın bir lütfu olarak görünmektedir. Evet, kalp sonsuz hakikatlerin mazharı ve Allah’ın aydınlattığı, parlattığı en güzel ve en geniş aynasıdır. Kalp bütün duyguların şahı ve efendisidir. *** Kalp bir komutana benzer. Akıl, ruh, sır, nefis, hayal gibi her bir latife ve hasse kalbin emrinde çalışan birer asker hükmündedir. Kalp emrindeki askerleri başıboş bırakırsa askerler dağılır, ordu tarumar olur. Vücutta ihtilal olur. Mesela; akıl, her söze kulak kesilir, peşinden gider. Her şüpheyi kalbe davet eder. Mahall-i iman olan kalbe adavet eder. Hayal, her hoşuna gidenin meftunu olur. Gittiği yerden ayağı pis gelir. Atık ve necis maddeleri beraberinde getirir. Kalbin zarafetini incitir. Nefis keyfine göre hareket eder. Ve hakeza… Kalp muntazam ve müstakim olursa asker de istikamette olur. Asayiş berkemal olur. Akıl hariçten aldığı malumatı kalbin projektörüyle aydınlatır. Hayal itaate memur, nefis ittibaa mecbur olur. İnsan da saadet ve huzur bulur. *** İnsanın en ehemmiyetli vazifesi kalbe aittir. Kalbini ihmal eden kabrini imha eder, ahiretini berbat eder. Kalbini ihya eden kabrini abad eder. Kalp boş olmaz ve ihmale gelmez. Kalp sevginin mahalli olduğu gibi nefretin de meskenidir. Kalp ilhamın aynası olduğu gibi ifsadın da aynasıdır. Derin ve necis çukurlara düşme tehlikesi olduğu gibi uçsuz bucaksız zirvelere de tırmanabilecek bir kabiliyettedir. Kalbin kadr u kıymetini kalbin sahibi bilir. Yetimliğin en fenası kalbin yetim olmasıdır. Kalbin kendisini sahipsiz ve maliksiz hissetmesi, onun yetim olması demektir. *** Bir bütünün içerisinde önemli bir parçanın değerini ifade etmek için o şeyin kalbi deriz. Mesela, Kâbe için dünyanın kalbi. Falanca adam için bu işin kalbi şu adamdır deriz. Evet, kalp her şeyin en değerlisidir. Kalp manevi hayatın can damarıdır. Zikir ve marifet-i İlâhiyenin yurdu, beden ülkesinin sultanıdır.Kalp mücevher çıkaran kıymetli bir fabrika gibidir. Veyahut milyonlar kazanç sağlayan bereketli bir tezgâha benzer. Böylesi değerli bir tezgâh müşterisiz ve ilgisiz, böylesi müstesna bir maden ocağı vazifesiz ve atıl kalamaz. Kalbin hayatı, madeni ve meyvesi iman ve marifet-i ilahiyedir. Gıdası zikir ve tefekkürdür. *** Herkesin şu âlemin içinde kendine ait bir âlemi vardır. Herkesin âlemi kendi kalbine bakar. Kalbine göre şekil alır. Kalbi güzel adamın âlemi de güzeldir. Kalbi çirkin adamın âlemi de çirkindir. Yani herkesin âlemi kalbindedir. Herkes âlemini kendi kalbinden seyredebilir. *** Kalp daima yaratıcısını arar ve O’nu ister. Yalnızca O’nunla tat­min olur. Yalnızca O’nunla hu­zur bulur. Kalbin acizliğini gi­deren, zafiyetine imdat eden, Allah’a imandır. Kalbin dayanak noktası sonsuz istek ve arzularının yegâne çaresi, Allah’a inancıdır. Kalp her şeye muhtaçtır. İhtiyaçlarını ancak her şeyin sahibi olan Allah giderebilir. Kalp her şeyden etkilenir. Kalbi her beladan ancak her şeyin sahibi olan Allah koruyabilir. Kalbin sonsuz istekleri, dünya dolusu arzuları vardır. Kalbin hadsiz emellerine ancak nihayetsiz rahmet hazinelerinin sahibi olan Allah yardım edebilir. *** Akıl ne kadar parlarsa parlasın ne kadar aydınlanırsa aydınlansın kalbin nuruyla nurlanmazsa zifiri karanlıktır. Akla ışık veren, kalbin nurudur. Akıl, gözün beyazı ise kalp gözün siyahıdır. Nasıl gözün siyahı olmadan göz göremez. Aynen öylede akıl kalpsiz göremez. Akıl, kalpsiz olamaz. Mesela insanın kalbinden hürmet ve merhamet duygusunu çıkardığınızda aklın o insanları canavara dönüştürdüğünü görürsünüz. Akıl kalp ile kalp ise iman ile nurlanır. İman olmazsa kalp karanlıktadır ve onun karanlığına aklın hiçbir aydınlığı fayda sağlamayacaktır. *** Kalbin bir içi bir de dışı vardır. Allah, kalbin içini iman, marifet ve kendi muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin dışını ise muhabbete layık olan sair mubah şeyler için hazır hale getirmiştir. Mücevher hususi kasalarda, talaş ve odun ise en edna yerlerde muhafaza edilir. Dünyaya ait meseleler odun mesabesindedir. Kalbin alakasını hak etmemektedir. Kalbin bir şeye bütün kuvvetiyle bağlanması ve o şeyle ebedi olmak istemesi fani, geçici, kırılgan olan dünya için yaratılmadığının bir delilidir. Demek kalp dünyevi işler için yaratılmamıştır.Kalbin saati ebedi saadete göre ayarlanmıştır. Hiçbir mesele kal­be saadet-i ebediye kadar huzur veremez. Kalp sonsuz bir sevme duygusuyla donatılmıştır. O halde onu ancak baki bir muhabbet doyurabilir. *** Hakikatlerin kalpte iyice yer tutması ve yerleşmesi için ziyade tekrar lazımdır. Her gün kırk defa Fatiha okunması, Kur’an’da bir kısım ayetlerin mükerrer tadadı, zikirlerin yüzlerce binlerce tekrarı, bir kısım hakikatlerin, nasihatlerin mütemadiyen ihtar edilmesi kalbin istikrarı içindir. Kalp bu tekrarlara muhtaçtır. Kalbin istikameti için hakikatin devamlı tekrarı elzemdir. Zira kalp tekrar ile ber-karardır. *** Kalp bir bina gibidir. İnanca ait küçük bir meselenin inkârı o binayı darmadağın edebilir. Onun için iman mahalli olan kalbin üzerinde titremelidir. Müminin inandığı iman rükünleri ise birbirine bağlı zincir gibidir. Biri kopsa iman dağılır, kalp bozulur. İşte bu yüzden Efendimiz (sav) kalp üzerinden Allah’a çok yalvarmıştır.“Rabbimiz! Bizi hidayete erdir­dikten sonra kalblerimizi (haktan) eğriltme! Ve bize, tarafından bir rahmet ihsân eyle! Şübhesiz ki Vehhâb (çok ihsân edici) olan, ancak sensin!”1 “Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Rabbim! Bizim kalbimizi dinin üzere sabit kıl!”2 Kaynakça: 1- Âl-i İmran, 82- Tirmizi, Deavat, 89

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Ekim
Konu resmiRabbanî Bir Tevafuk: Taif’te Bir Köleyle Olan Karşılaşma
İtikad

Peygamberimiz (sav) amcası Ebu Talib’in vefatından sonra nü­büv­­vetin onuncu yılında, Şaban ayı­nın 27. gecesinde azad­lı kö­le­si Zeyd b. Hârise’yi alıp yürü­ye­rek Taif’e gitti. Peygamberimizin (sav) Taif’e gitmekten maksadı, Taif eşrafıyla görüşüp konuşarak, onları Allah’a, imana, İslâmiyet’e davet etmek; kavmi olan Kureyş müşriklerine karşı kendisini barındırmalarını, korumalarını, kendisine yardımcı olmalarını istemek idi. Taifliler Peygamberimizin (sav) teklifini kabul etmediler. Gençlerinin Müslüman olmalarından korktular. Peygamberimize (sav): “Sen hemen yurdumuzdan çık, git! Seni kurtaracak yerlere iltica et!” dediler. Peygamberimizi (sav) en çirkin red ile reddettiler ve alay ettiler. Taifliler Peygamberimizi (sav) Utbe ve Şeybe b. Rebia’nın Taif’ teki bostanına sığınıncaya kadar takip ettikten ve taşladıktan sonra dönüp gittiler. Onların ellerinden kurtulduğu zaman, Peygamberimizin (sav) ayaklarından kanlar akıyordu. Peygamberimiz (sav) sığındığı bostandaki bir asmanın gölgesi altına oturdu. Utbe ve Şeybe b. Rebia, Peygamberimize (sav) yapılanları seyretmekte idiler. Utbe ve Şeybe b. Rebia, Peygamberimizi (sav) o halde gördükleri zaman, aradaki akrabalık onları Peygamberimize (sav) karşı gayrete getirdi. Addas adındaki Hristiyan kölelerini yanlarına çağırdılar. Ona: “Şuradan birkaç salkım üzüm al! Şu tabağın içine koy! Sonra da, onu şu adama götür! Kendisine, ondan yemesini söyle!” dediler. Addas da öyle yaptı. Üzümü tabakla götürüp önüne koyduktan sonra, Peygamberimize (sav): “Buyur ye!” dedi. Peygamberimiz (sav): “Sen hangi beldeler halkındansın? Dinin nedir?” diye sordu. Addas: “Hristiyan’ım ve Ninova halkından bir kimseyim!” dedi. Addas, Efendimize (sav) hakkın davetinin geldiği ilk günlerde, Hz. Hatice’nin gidip Cebrail aleyhisselam hakkında bilgi aldığı kişiydi. Ona: “Allah aşkına! Sende Cebrail hak­kında bana verebileceğin bir bilgi var mı?” diye sordu. Addas: “Kuddûs! Kuddûs! (Pak ve kusursuz! Pak ve kusursuz!) Halkı putlara tapan şu belde halkına Cebrail anılır mı hiç?” dedi. Hz. Hatice: “Sen, onun hakkında bildiğini bana haber ver!” dedi. Addas: “Cebrail, Allah’ın Nâmûs-u Ekber’idir. O, Allah ile peygamberleri arasında Allah’ın emini, elçisidir. Musa ve İsaların (sav) sahibidir. O, peygamberden baş­­kasına gelmez!” deyip Hz. Ha­­ti­ce’ye önemli malumatlar ver­mişti. Peygamberimiz (sav): “Demek sen salih kişi Yunus b. Metta’nın köyündensin ha?” buyurdu. Addas: “Yunus b. Metta’nın kim oldu­ğunu sana kim bildirdi? Ni­no­va’da, Metta’nın ne olduğunu bilen on kişi bile bulunmaz! Sen Metta’nın ne olduğunu nereden biliyorsun?” Peygamberimiz (sav): “Ben Allah’ın Resulüyüm! Allah bana Yunus’un haberini haber verdi. O benim kardeşimdir. Kendisi bir peygamberdi. Ben de bir peygamberim!” buyurdu. Addas “O halde bana Yunus b. Met­ta’ nın haberini ver!” dedi. Peygamberimiz (sav) ona Yunus b. Metta’nın hal ve şanı hakkında Yüce Allah tarafından kendisine vahyolunanları haber vermeye başladı. Bu Taif’te vuku bulan çirkin hadisenin üzerine Efendimizin (sav) Addas ile karşılaşması Rabbanî bir tevafuk olup boşuna değildi. Böyle bir halde iken Efendimizin (sav) kardeşim de­diği Hz. Yunus’un kıssasını hatırlaması ve Addas ile karşılaşması Allah’ın bir lütfu idi. Çünkü Efendimiz (sav) teblîğ-i Risâlet’te ve nâsı hakka davette, o derece metânet ve sebat ve cesâret göstermiş ki, büyük devletler, büyük dînler, hatta kavim ve kabîlesi ve amcası ona şiddetli adâvet ettikleri halde, zerre mikdar bir eser-i tereddüd, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyet’i dünyanın başına geçirmesi isbat eder ki, teblîğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz. Şefkat ve merhamet peygamberi Efendimiz (sav), bu denli zor durumda, Allah’a iltica edip onların sulblerinden yalnız Allah’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi şerik koşmayacak kimseler çıkarmasını istemiştir Allah’tan. Gökyüzü denizinde, yeryüzü gemisinde, çok fırtınalarla ve dev dalgalarla boğuşuyoruz. Depremler, taunlar, vebalar, sa­vaş­lar gibi ölüm saçan dev musi­bet dalgalarını görüyoruz. Bütün bu korkularımıza rağmen diğer yandan nefsimizin arzu ve isteklerini karşılamak yüzünden bazen gaflete düşüyor, etrafımızı balık karnı gibi daracık bir hale getiriyor, kendi kendimize nefsimizin esareti altına girerek geleceğimizi zulümata bürüyoruz. Sonsuz kudret sahibi Rabbimiz, korktuğumuz ve dehşet aldığımız bu dünyanın binlerce boğucu dalgalarından ve tehlikelerinden bizi koruyacak bir kudrete sahiptir. O’nun bütün sevdiklerimizi bi­ze bağışlayacak şefkat ve merha­meti, kalplerimizin derinliklerindeki en ince ve en gizli isteklerimizi bilecek bir ilmi var. O bizim için, çok istediğimiz ebedi âhiret yurdunu yaratarak geleceğimi­zi aydınlatacak bir cömertliğe sahiptir. İşte bu nedenle Hz. Yunus (as) gibi her zaman; (لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ) demeye, Allah’a sığınmaya ve mer­­hametini kazanmaya muhtacız. Taif’te bulunan Addas’ın kıssasına geri dönecek olursa Hz. Yunus hakkında kimsenin bil­­mediği şeyleri Efendimizden (sav) duyan Addas şöyle demiştir: “Ben şehadet ederim ki, sen Al­lah’ın kulu ve Resulüsün!” de­di, Müslüman oldu. Yüce Allah on­dan razı olsun! Addas, Peygamberimizin (sav) üzerine kapanıp başını, ellerini, ayaklarını öptü! Rebia’nın oğullarından biri öbü­­rüne: “O, sana karşı köleni de bozdu, yoldan çıkardı!” dedi. Yanlarına gelince, Addas’a: “Yazıklar olsun sana ey Addas! Sen ne için o adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün?” dediler. Addas: “Ey efendim! Bütün yeryüzünde O’ndan daha hayırlısı yoktur! O, muhakkak Resûlullah’tır!” dedi. Utbe ve Şeybe, gülüştüler: “Yazıklar olsun sana ey Addas! O, seni de dili ile sihirlemiş! Sakın, O seni Hıristiyanlığından döndürmesin! Çünkü, O aldatır bir kimsedir” dediler. Addas: “O bana öyle birisini haber verdi ki, onu peygamberden başkası bilemez!” dedi. Utbe ve Şeybe b. Rebia: “Yazıklar olsun sana ey Addas!” dediler. Taiflilerin daveti kabul etmeme­sinden sonra Rabbimizin Ad­das’ın şehadetini ihsan edip Efendimizi (sav) davet ve tebliğine tekrar bir heyecan ve şevk ihsan etmesi şüphesiz büyük bir nimettir. Rabbim Hazret-i Addas ve Umum Ashab-ı kirama rahmet eylesin. Bizlere de o zatların sebatlarını ihsan eylesin.

Rıdvan ABUD 01 Ekim
Konu resmiNamaz Niçin Usandırmaz?
İbadet

Rabbimizin, karşılığında bize vermeyi vaat ettiği sonsuz cennet hayatının vesilesi olan namaz için günde sadece bir saatimizi ayırmak, sence bizi usandırmalı mıdır? Yoksa “aman Ya Rabbi, ne kadar az verip, karşılığında ne kadar çok kazanıyorum” diyerek aşk ve şevkle bizi namaza daha fazla yönlendirmeli midir? Dünyayı Sevenler VS Dünyaya Tapanlar Bir şey almaya karar verdiğimde alternatifleri iki veya üçe indiriyorum bazen, ama en son “şunu alıyorum” demek her zaman çok kolay olmayabiliyor. Birinin bir yönden üstünlüğü, diğerinin de başka bir yönden avantajı olabiliyor. Artık bu karşılaştırma için yapılmış özel siteler bile var; A versus B. Yani A ile B’yi aynı özellikleri yönüyle karşılaştırıyor. A vs B yazarsanız karşınıza çıkar. Şimdi gelelim asıl mevzumuza; A ve B iki yerleşim yeri, ama hangisini tercih edeceğime karar veremiyorum. Şimdi aynı karşılaştırmayı farklı yönlerden bu iki yerleşim yeri arasında yapalım istiyorum. Hastalık var mı? Cevap: A’da var, B’de yok. Sevdiklerinden ayrılık söz konusu mu? A’da evet, B’de hayır. Yaşlanmak var mı? A’da evet, B’de hayır. Alacağım lezzet kesintiye uğrar mı? A’da evet, B’de hayır. Ölüm var mı? A’da evet, B’de hayır. Haydi buyurun, siz benim yerimde olsanız hangisini tercih ederdiniz? Evet hiç tereddüt etmeden ben de aynen sizler gibi “B”yi tercih ederim. Çünkü B’de hastalık yok, ayrılık yok, yaşlanmak yok, lezzetler kesintiye uğramıyor ve ölüm yok. Ama bunların hepsi A’da var. Sizce bu A ve B memleketleri nereler? Şöyle bir düşünelim: Evet doğru, A şu yaşadığımız Dünya, B ise Rabbimizin vaat ettiği Cennet. Yalnız B’yi seçmenin küçük bir bedeli var: Bunu sana ihsan edecek Allah’a iman edeceksin, inanacaksın. Ve inandığın gibi de yaşayacaksın. İşte namaz bu yüzden çok değerli; ebedi mutluluğun anahtarı. Peygamber efendimiz şöyle buyurmuşlar: “Dua rahmetin anahtarı, abdest namazın anahtarıdır, namaz da cennetin anahtarıdır.”1 Dua, istemek demektir; elbette bir şey ancak verebilecek olandan istenilir. Rabbimiz de “İsteyin vereyim” diye buyuruyor. Dolayısıyla rahmetin vesilesi, duadır. Namaz için nasıl abdest gerekiyorsa, ebedi lezzet ve saadet yeri olan cennete kavuşmak için de en temel ibadet olan namaz gerekiyor. Büyüklerimiz, “Dünyanın 1000 sene mutlu, mesut hayatı Cennetin bir saatine karşılık gelmez” demişlerdir. Çünkü biri sonlu, diğeri sonsuz. Sonlu olan şeyin en büyüğü sonsuz olanın bir zerresine karşılık gele­mez­ken, şu kısacık hayat içinde küçücük zevkleri için ebedi bir hayatın sonsuz mutluluğunu feda eden sözüm ona akıllı (!) insanların kulakları çınlasın. Bir diğer taraftan da cennetin anahtarı olan ve kısacık hayattaki günlük bir saat ile bana sonsuzluğu kazandıracak olan namaz, asla ama asla beni usandırmamalıdır. Hem ihtiyacım olduğundan hem de lezzetli olduğundan “su”dan hiç bıkmayan ben, namazdan niçin bıkkınlık göstereyim ki! Ona hem muhtacım hem de müthiş bir manevi lezzeti içinde barındırıyor. Kazandırdığı da cabası! Ebedi hayatı tercih edip namaza yönelenler -ayrıca- dünyayı da terk etmiyorlar. Zaten dünya ahiretin tarlası, insan tarlasını sevmez mi? Biz Müslümanlar dünyayı seviyoruz ama dinimiz için seviyoruz. Dünyayı ebedi hayatımız için seviyoruz. Çünkü bu hayat bize ebedi hayatımızı kazandıracak. Şu yaşadığımız hayat bizim için cennet hayatının bir fidanlık bahçesi hükmündedir. Özetle şunları diyebiliriz: İnanan bir insan dünyayı sever ama ona tapmaz. Dünyayı ebedi hayatını kazanmasına vesile olduğu için sever. Dünya için ahiretini feda etmez. Namazı hem insanlık hem de Müslümanlık vazifesi olarak görür, bir saatini ona ayırmayı kendisi için büyük bir şeref vesilesi olarak bilir. Dolayısıyla inançlı bir insan hem dünyada mutludur hem de ahirette. Mutluluk Beklentisi ve Ölüm Haydi gelin şöyle birkaç daki­ka­mızı ayırarak birlikte bir hasbihal edelim. Bir iki soruyla başlayalım? Hastalanmak istiyor musun Sevdiklerinden ayrılmak istiyor musun? Yaşlanmayı arzu ediyor musun? Peki, Ölmek istiyor musun? Hayır, hayır, hayır. Hepsine hayır. Çünkü bunlar mutluluğu­muzun önündeki en büyük engeller. Senin, benim istemediğimi kimse istemiyor aslında. Pekâlâ bu istemediklerimizden kurtulabilen var mı? Ben bilmiyorum. Yani hastalanmayan, sevdiklerinden hiç ayrılmayan, 30 sene önce nasıl idiyse öyle kalan, hiç ihtiyarlamayan ve en nihayet ölümün pençesinden kurtulan. Şimdiye kadar bu saydıklarımla ilgili bir habere hiç rastladığımı hatırlamıyorum. Zaten sonunda ölümün olması dünyaya ait ne kadar cennet hayalim varsa hepsini temelinden iptal ediyor. Hastalıkları bize biraz sıkıntı verdiği, zevk ve sefamızı bozduğu için sevmiyor gibi görünsek de bence hastalıkları hiç sevmeyişimizin temelinde yatan sebep, bazı hastalıkların sonunun ölüm olmasıdır. Yaşlılık da böyledir. Buruşan cildimiz, bozulan sağ­lığımız, bükülen belimiz aslında hep ölümün birer habercisidir. Bunları düşününce, Sevgili Peygamberimizin; ‘her sabah bir melek, “ey insanlar ölmek için dünyaya geliyorsunuz” diye nida eder’ hadisi hatırıma geldi. Dünyada ölümden daha büyük bir gerçek yok! Bunu düşünmeyen ve ölümü gündemine almayan bir insan -hangi söylem içinde olursun- benim için gerçeklikten uzak bir hayal aleminde yaşıyor daha doğrusu kendini avutuyordur. Yoksa yüz yaşını aşmış geride kimsenin kalmadığı şu hayatını ebedi zannetmeyi veya -söz ile söylemese bile- sanki hiç sona ermeyecekmiş gibi şu dünyaya sonsuz bir hırsla saldırmayı ve bu uğurda hatır-gönül dinlemeyip her şeyi ve herkesi kırıp dökmeyi neyle açıklayabiliriz ki! Ölüm var! Sen var desen de var, yok desen de. Sen onu hiç düşünmek istemesen de gündemine hiç almak istemesen de ölüm bir gerçeklik olarak var. Dolayısıyla ölümün olduğu yerde kesintisiz ve devamlı bir mutluluk ve sevinçten bahsetmek de çok mümkün gözükmüyor. LGS ve üniversite sınavına giren bir öğrenci, sınav esnasında kendine ortopedik bir koltuk ve mükellef bir sofra istese güleriz, “Şimdi bunun sırası mı?” deriz. Buna güleriz ama Yüce Rabbimizin “ebedi hayatı kazanmanız için bir imtihandır” dediği -hadd-i zatında- kısacık olan şu dünya sınavımızın içinde bana, zevk sefa namına olmayan bir şeyi gösterebilir misiniz? Şu yaşadığımız dünyaya biz matem tutalım diye gönderilmedik elbette. O lezzetlerin tadına varacağız ki onların membalarına ve ebedi olanlarına talip olacağız. Yani dünya hayatında aldığımız zevk ve lezzetlerin iki şeye dikkat edersek bize bir zararı olmaz: Öncelikle bu eğlenceler Rabbimize karşı yapmakla sorumlu olduğumuz ibadetlerimizi bize ihmal ettirmemeli. İkinci olarak da bu zevk ve eğlencelerin helal olan alternatiflerini tercih etmeliyiz. Esas mutluluk ve sevinç maddi ve bedenî olan değildir. Çünkü maddi olan şey devam etmez, saman alevi gibi parlar ve sona erer. İmanın, bir insana verdiği mutluluk eşsiz ve tarifi olmayan bir sevinçtir; kedersiz bir sevinç. Allah’ı bulan hiçbir şeyi kaybetmez. Onu bulamayan bir insan ise saraylarda da olsa kalben ve ruhen zindandadır. Şimdi Rabbini bulmuş ve ona imanı olan bir kardeşime sormak istiyorum: Rabbimizin, karşılığında bize vermeyi vaat et­tiği sonsuz cennet hayatının vesilesi olan namaz için günde sadece bir saatimizi ayırmak, sence bizi usandırmalı mıdır? Yoksa “aman Ya Rabbi, ne kadar az verip, karşılığında ne kadar çok kazanıyorum” diyerek aşk ve şevkle bizi namaza daha fazla yönlendirmeli midir? Değerlendirmeyi size bırakıyorum. Kaynakça: 1- Tirmizi, Taharet, 4.

Abdulkadir YILMAZ 01 Ekim
Konu resmiKardeşlere Sarf Edilen Fena ve Çirkin Sözler Kime Gidiyor?
Risale-i Nur

“Sizi kasemle (yeminle) temin ederim ki: Biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur’aniye ve imaniye ve nuriyeden vazgeçmese, ben onu helal ederim, onunla barışırım. Gücenmemeye çalışırım.” Ölçü: Kardeşler arasında söylenen fena ve çirkin sözlerin muhatabı üstadımızdır. Risale-i Nur talebeleri arasında beşeriyetin gereği olarak zaman zaman anlaşmazlıklar, hatalı hal ve davranışlar, öfkeyle söylenmiş sözler vs. olabilir. Sevgili Üstadımız kardeşler arasındaki ittifak, muhabbet, uhuvvet, tesanüd ve samimiyetin hatırına dava arkadaşlarının şuursuzca birbirlerine söyledikleri fena ve çirkin sözleri kendi üzerine aldığını ifade ediyor.1 Vicdan sahibi her bir talebe bu noktaya azami dikkat etmeli­dir. Çünkü kardeşimize sarf ettiğimiz fena sözler doğrudan doğruya Üstadımıza yönelmiş oluyor. Kimin vicdanı böyle bir hakarete rıza gösterebilir? Ya da hiçbir vicdan sahibi, üstadımız gibi bir kahraman-ı İslam’a o sözleri sarf edebilir mi? Madem söyle(ye)meyiz. Öy­leyse kardeş­lerimizle aramızda­ki sıkıntıları güzel muamele, af ile mukabele, kemal-i edeple, muhabbet, uhuvvet, merhamet ve şefkatle çözmeye çalışmalıyız. Hele hele sıkıntı yaşadığımız kişi imana, Kur’an’a hizmet eden biri ise bin defa haysiyetimiz de kırılsa dava-yı Kur’aniye hatırına o kardeşimizi affetmeliyiz. Davaya ve dava arkadaşlarımıza asla küsemeyiz. Küsmemeliyiz. Habbeyi kubbe yapıp faturayı davaya/hizmete kesmemeliyiz. Ölçü: İlk adımı atan kazanır. Hazret-i Üstad kendisine yapılabilecek en büyük hakarete veya haysiyetini kırabilecek en ağır muameleye karşı evvela o hakareti ve kötü muameleyi yapan şahsın hizmetteki durumuna bakıyor. Eğer o zat hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede devam ediyorsa hatası ne olursa olsun affediyor. Bizlere kıyamete kadar unutulmaması gereken bir ölçüyü gösteriyor: “Sizi kasem­le (yeminle) temin ederim ki: Biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur’aniye ve imaniye ve nuriyeden vazgeçmese, ben onu helal ederim, onunla barışırım. Gücenme­meye çalışırım.”2 Dava arkadaşlarıyla aralarında böyle bir durumla karşılaşan bir nur talebesi, muhatabına ona hakkını helal ederek af ile mukabele etse hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede ciddi terakki eder. Kardeşini affedip barışsa hadis-i şerifte: “Kim haksız ol­duğu bir münakaşayı terk ederse kendisine cennetin kenarında bir ev kurulur. Haklı olduğu bir münakaşayı terk edene de cennetin ortasında bir ev kurulur.”3 beyan edildiği gibi uhrevi çok kârlara mazhar olur. Öyleyse dava kardeşlerimizle aramızdaki anlaşmazlıklarda ilk adımı atan biz olalım. Haksız isek özür dilemeyi, haklı isek hakkımızdan davamız için feragat edip kardeşimizi affetmeyi tercih edelim. Bunu başarabilirsek inanın dünya ve ahirette kazanan her zaman biz oluruz. Ölçü: Hep karşı taraftan bekleme, kendin harekete geç. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Nur talebeleri arasında ya­şanabilecek sıkıntıların çözül­mesinde en selametli yolu şöyle açıklıyor: “…ben onu helal ederim, onunla barışı­rım. Gü­­cen­memeye çalışırım.”4 Yani ben dilini kullanıyor. Ben onu helal edeceğim. Ben o karde­şimle haklı/haksız da olsam barışacağım. Ben o dava arkadaşıma gücenmeyeceğim. İşte problemlerin, aşılmaz zannedilen sıkıntıların, dargınlıkların, kırgınlıkların reçetesi. Hep karşı taraftan bir adım gelmesini beklemeyelim. Biz ona gidelim. Affedelim. Ya da kendimizi affettirelim. Bütün bu fedakarlıkları dava-yı Kur’aniye ve rıza-yı İlahi için yapalım. Üstadımızın dediği: “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, affa müstahak olur.”5 hakikatini rehber edip kusuru nefsimizde arasak/görsek kusur kusurluktan çıkar. Affa yelken açar. Kaynakça: 1- Lemalar, 304. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Şualar 2, 543. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Tirmizi, Birr 58, (1994), Ebu Davud, Edeb 8, (4800), İbnu Mace, Mukaddime 7, (51), Nesai,4- Edeb (6, 21)5- Şualar 2, 543. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha6- Lemalar, 91. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Ekim
Konu resmiTopkapı Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağa Camisi
Kültür ve Medeniyet

“Takkeci İbrahim Çavuş Camii” ve“Takyeci Camii” olarak da bilinir. Arakiyeci İbrahim Ağa tarafından gördüğü bir rüyâ üzerine yaptırdığı rivâyet edilen külliye cami, Topkapı sur dışında, eski Davutpaşa Caddesi ve Topkapı Mezarlığı ile E-5 karayolunun kesiştiği köşede yer almakta­dır. İki sebil, kuyu, hazîre ve sıb­yan mektebi olarak bilinen yapı­dan oluşmaktadır. “Takkeci İbrahim Çavuş Camii” ve “Takyeci Camii” olarak da bilinir. 16. yüz­­yı­lın olağanüstü güzellik­te­ki İz­nik çinileriyle tezyin edi­len ca­minin çinileri Takkeci İbra­him’in gördüğü rüyâya nispetle, asma dalı ve üzüm salkımı, çiçek açmış meyve ağacı ve dalı, nar ve nar çiçeği, gül, lâle, karanfil, menekşe, sümbül, şakayık, gibi meyve ve çiçek motifleri; bunların yanı sıra rûmî, çinbulutu, hatâyî, şemse ve palmet gibi motiflerle bezenmiştir. Mercan kırmızısı, zümrüt yeşili, mavi, kobalt mavisi, koyu lâcivert bu çinilerde en sık kul­lanılan renklerdir. Mihrap du­varının iki köşesindeki panolarda yine camiyi yaptıranın gördüğü rüyâyı hatırlatmak üzere, üzüm salkımları ve asma yaprakları görülür. Ne acıdır ki caminin bu emsâlsiz güzellikteki çinilerinin yarıya yakın kısmı yerinden sökülüp çalınmış, daha sonra yerlerine taklitleri konulmuştur. Sökülen çinilerin kimi yerleri de boştur. Çalınan çiniler yurt dışındaki müzelerde sergilenmektedir. Son cemaat yerinde alt sıradaki pencerelerin alınlıklarında mer­mer üstüne celî sülüs hatla İhlâs, Felak, Nâs ve Fâtiha sûreleri yazılıdır. Caminin içinde bulunan ve sivri kemerler tarafından taşınan ahşap mah­fi­lin sütun başlıkları ve konsolunun alt kısımları kalem işi ile bezenmiştir. Caminin 5,5 met­re çapı­na sahip olan ahşap kubbesinin göbeğinde, sü­­lüs hatla dairesel bir istif ile dört kere tekrarlanarak yazılmış olan İsrâ Suresi’nin, “Her­­kes kendi hâline (mizâcına) göre amel eder.” mealindeki 84. âyet-i kerimesi bulunmaktadır. Arakiyeci İbrahim Ağa’nın Rüyâsı: İbrahim Ağa’nın Topkapısı dışında küçük bir evi, Arakiyeciler Çarşısı’nda ufak bir dükkânı, saf ve dürüst bir eşi, iki oğlan ve bir kız çocuğu vardır. Dükkanında arakiye ve takke yapıp satarak mütevazı bir yaşam süren, kimseye muhtaç olmadan geçinip giden, herkesin sevip saydığı, namazında niyazında bir kişidir. Bir gece rüyâsında kendisine birkaç kez seslenilir: “Bağ­dat’a git, Medinetü’s-Selâm Köprü­sü’ nden geçip İmâm-ı Azam Ka­pı­sın­dan gir. Köprünün tam kar­şı­sında hurma ağacına sarılmış bir asma var. O asmadan üç üzüm tanesi kopar ve ye; senin kıs­metindir.” İbrahim Ağa “Hayırdır İnşaallah” demekle birlikte bu seslenişe pek de önem vermez. Ancak İbrahim Ağa aynı rüyâyı bir süre sonra yine görüp yine üzerinde durmayınca, artık her gece görmeye başlar. Sonunda, bu işin içinde bir iş olduğunu sezmiştir. Ne olursa olsun Bağdat’a git­meye karar verir. İbrahim Ağa hazırlıklarını tamamlar ve Bağ­dat’a gidecek bir kervana katılır. Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra Bağdat’a ulaşır. Rüyâsında seslenildiği gibi Me­dî­ne­­­­tü’s-Selâm Köp­rü­sü’nden ge­­­çe­rek İmâm-ı Âzam Ka­pı­sı’na va­rır. Gerçek­ten köprünün tam karşısında, hurma ağacına sarılmış bir asma ve üzerinde iri taneli salkımlar vardır. Rahat bir nefes alır. Önce bir aşçı dükkanına girip karnını doyurur. Bu arada aşçı yamağına karşıdaki hurma ve asmayı göstererek bunların kimin malı olduğunu sorar. Yamağın, sahipsiz olduklarını söylemesi üzerine asmanın yanına gider ve salkımdan üç üzüm tanesi koparıp yer. Rüyâsında istenileni yerine getirmiş, içi iyice rahatlamıştır. Sonra dükkâna dönerek aşçıya, İstanbul kervanının ne zaman kalktığını sorar. Aşçı, kervanın bulundukları kapıdan geçmediğini, şehrin öbür ucundaki Acemçarşısı Kapısı’ndan çıkacağını söyler. Bu konuşmaya kulak misafiri olan bir zat “Sen herhalde yabancısın, o kapı tarifle bulunmaz, ben de o tarafa gidiyorum, seni götüreyim” deyince, birlikte yola koyulurlar… Yolda giderken, kendisine yardımcı olan kişi, İstanbul’dan biraz önce geldiğini ve hemen geri dönmek istediğini öğrenince hayretler içerisinde kalır. İbrahim Ağa bunun üzerine bütün macerayı ona anlatmak zorunda kalır. Bu, adamı büsbütün şaşırtmıştır: “Darılma ama, senin herhalde aklından zorun var. Bir rüyâ için bu külfet ve zahmete katlanılır mı? Meselâ, ben bir yıldır aynı rüyâyı görüyorum. Rüyâmda bana ‘İs­tanbul’a git, Topkapı’da Arakiyeci İbrahim Ağa’nın evinin bodrumunda üç küp altın var, çıkar al’ diyorlar. Ama ben, senin gibi divâne olmadığım için hiç aldırış etmiyorum…” İbrahim Ağa o an kısmetinin ne olduğunu anlar ve hiç sesini çıkartmaz. Zaten Acem Çarşısı Kapısı’na da varmışlardır. İstanbul’a gidecek kervana katılır. İstanbul’a varınca evde kim­se­nin bulunmadığı bir sırada bod­rumdaki küpleri arar ve bulur, küplerden kimseye söz etmez. Altınların bir bölümünü fır­sat buldukça daha emin bir yere taşır ve 1572 yılında camiyi yaptırmaya başlar. Hem dikkat çekmemesi açısından hem de yapının her şeyiyle bizzat ve ti­tiz­likle ilgilendiği için cami yapı­mının yirmi yıl sürdüğü söylenir. Caminin ibâdete açılmasından üç yıl sonra 1595’te vefat eder ve sebilin arkasındaki hazireye gömülür. Sağlığında caminin yönetimi ve bakım giderleri için vakıf kur­­­­muştur. Vefatından sonra kı­­zı Ayşe, annesi Emine hatun, oğul­­­­ları Mustafa Subaşı ve Ha­­lil Ça­vuş kendilerine dü­şen mi­­ras pay­larını bu vakfa ilâve et­­miş­­­­ler­­dir. Bu husus cami içindeki sağ ve sol pencere alın­lıkların­da­ki kitabeler­de yazılmıştır. Ca­mi aynı zaman­da Halveti Tek­­ke­si olarak da kullanıl­mış­tır.

Mustafa YILMAZ 01 Ekim