48. Sayı: "Sahibini Cennete Götüren İman: Tahkiki İman"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmi40 Ambar
Tarih

Hatice Terhan Vâlide Sultan 1627 senesinde dünyaya gelmiştir. Sultan İbrahim’in hanımı ve Sultan 4. Mehmed’in annesidir. Sultan İbrahim’in vefatı üzerine oğlu Şehzâde Mehmed tahta geçince genç yaşta Vâlide Sultan olmuştur. Sultan 4. Mehmed tahta geçtiğinde yaşı küçük olduğu için Hatice Terhan Vâlide Sultan saltanat nâibesi olur. Köprülü Mehmed Paşa’yı sadrazamlığa getirerek devlet işlerinin aksamaması için elinden geleni yapar. Sultan 1. Ahmed’in annesi Sâfiye Vâlide Sultan’ın başlattığı, ancak vefatı üzerine yarım kalan Yeni Câmiyi, Hatice Terhan Vâlide Sultan tamamlatmıştır. 1665 senesinde ibâdete açılan Yeni Câmiye Vâlide Câmii de denilmektedir. Hatice Terhan Valide Sultan, Osmanlı coğrafyasının birçok yerlerinde birçok câmi, medrese, hastane ve hayır eseri yaptırmıştır. İyi kalbli, hayırsever ve sâliha bir hanımefendiydi. 1683 senesinde Edirne Sarayında vefat etmiş, kendi yaptırdığı Yeni Câmi arkasındaki yine kendi ismiyle anılan türbeye defnedilmiştir. Kapalı Çarşı (Çarşı-yı Kebir) İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed devrinde inşa edilen Cevâhir Bedesteni, çevresine zamanla birçok dükkân eklenerek gelişmiş ve Haliç’e kadar uzanarak büyük bir çarşı hâline dönüşmüştür. Bazı kısımlarının üstü kapatılarak meydana gelen bu çarşıya Osmanlı’da Çarşı-yı Kebir denilmekteydi. Bugün Kapalı Çarşı dediğimiz bu muazzam çarşı, 30 hektarlık bir alana yayılmıştır. 19. asırda 18 kapısı, 73 sokağı, 2 bedesteni (Cevâhir ve Sandal bedestenleri), 497 dolabı, 22 hanesi, 3 bin 499 dükkânı, 2 bin 195 hücre ve odası, 1 çifte hamamı, 1 mahkemesi, 22 hazinesi, 1 camisi, 10 mescidi, 1 muvakkithanesi, 1 imâreti, 16 çeşmesi, 9 kuyusu, 8 tulumbası, 2 şadırvanı, 1 sebili, 2 mektebi ve 24 hanı vardı. Kutub Minare 1192 senesinde Hindistan’ın Delhi şehrinde, kullanılmayan bir Hindu tapınağının yerine inşa edilmiştir. Câmisi günümüzde yıkıntı hâlindedir. Kutub Minare 80 metre uzunluğunda olup, Kâhire’deki Hasan Câmii’nin minaresinden sonra dünyanın 2. büyük minaresidir. Minarenin tepesine 379 basamaklı bir merdivenle çıkılmaktadır. Üzerine taş oymacılığı usulüyle Cenâb-ı Hakk’ın isimleri yazılmıştır. İnşa edileli sekiz yüz seneyi geçmiş olmasına rağmen hâlâ dimdik ayakta durmakta olan Kutub Minare, İslâm Mimarîsinin en güzel minareleri arasında yer almaktadır. Suyûtî Hazretleri (ks) 3 Ekim 1445’de Kâhire’de dünyaya gelmiştir. Kâhire kadılığı da yapan ve âlim bir zât olan babası Kemâleddin Es-Suyûtî vefat ettiğinde, Celâleddin Suyûtî Hz. altı yaşındaydı. Sekiz yaşına basmadan Kur’ân’ı hıfzetmiştir. Fıkhın temel kitablarından el-Cemâlî’nin Ümdetü’l-Ahkâm’ını, Şafiî fıkhı için İmam Nevevî’nin Minhâcü’l-Tâlibîn’ini ve Beyzavî’nin Minhâcü’l-Vüsûlüyle nahiv için İbn-i Mâlik’in Elfiyye’sini ezberledi. 1459’da 14 yaşındayken imtihan edildi ve icâzet aldı. Bugün az bir kısmı elimize ulaşabilen yüzlerce eser telîf etmiştir. Müctehid olan Suyûtî Hz.’nin müceddid olduğu da rivâyetler arasındadır. Bedîüzzaman Hz. Risâle-i Nur’un değişik yerlerinde Suyûtî Hz.’nin uyanıkken çok defalar Peygamber Efendimiz (asm) ile görüştüğünü ifade etmektedir. Suyûtî Hz., bir keresinde kaç hadis-i şerif ezbere bildiği sorulduğunda şu cevabı verir: “Ezberden iki yüz bin hadis biliyorum. Eğer daha fazla bulabilseydim, onları da ezberlerdim.” 18 Ekim 1505 Cuma günü vefat eder. Türbesi Kâhire’dedir. “Siz de benim gibi talebesiniz” Üstad Bedîüzzaman Hz. yedi yaşındayken gittiği Hizan Şeyhinin Yaylasındaki Medreseden ayrıldıktan bir müddet sonra birâderi Molla Abdullah ile beraber Şeyhan Yaylasına gider. Oradayken bir gün birâderi Molla Abdullah ile tartışır. Yayladaki medresenin müderrisi Muhammed Emîn Efendi Genç Said’e: “Niçin birâderinin emrinden çıkıyorsun?” diye çıkışır. Bulundukları medrese meşhur Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olması dolayısıyla hocasına: “Efendim şu tekkede bulunmak hasebiyle siz de benim gibi talebesiniz. Şu hâlde, burada hocalık hakkınız yoktur.” diyerek gündüz vakti bile herkesin güç girebileceği cesîm bir ormandan geceleyin geçerek Nurşin’e gider. Osmanlı Miğferi Geçtiğimiz aylarda 16. ve 17. asırlara âit Moskova Kremlin Sarayı Hazineleri, Topkapı Sarayında sergilendi. 16. asırda İstanbul’da üretilerek Rusya’ya ithal edilen veya Rus kraliyet ailesine Osmanlı sarayı tarafından hediye edilen kıyâfetler, kılıç, miğfer, hançer gibi silahlar, mücevherler, cep saatleri ve yazı takımları gibi eserler sergide ön plana çıkanlar arasındaydı. Ancak herhalde en dikkat çeken eser, İstanbullu ustalar tarafından yapılan ve bir Rus Prensine âit olan miğferdi. Miğferin üst kısmına kelime-i tevhid, orta kısmına boydan boya Fetih Sûresi’nden âyetler, alt kısmına ise altı ism-i a’zam (Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs) nakşedilmiş.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiKur'ân'ın Câmiiyyet Mucizesi
İtikad

Allah’ın insanlığa indirdiği en son kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm, pek çok yönlerden mucizeler ve hârikalıklarla doludur. Onun, Allah sözü olduğunu gösteren pek çok yönleri vardır. Kur’ân’ı eline alıp okumaya başlayan bir insanın ilk karşılaşacağı ve baştan sona kadar dikkatini çekecek olan şey, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın hem kendisine, hem tüm insanlığa hitab ettiğini görmek olacaktır. Kur’ân öyle bir tarzda hitab ediyor ki, asla bir taklid emâresi hissedilmez. Yani hâşâ, bir insanın kendini Allah yerine koyarak, kendini kâinatın yaratıcısı yerinde farz ederek konuştuğunu düşündürecek hiçbir yapmacıklıkla karşılaşmayız. Hâlbuki bazı inkârcıların iddia ettiği gibi bu kitap Allah katından inmemiş ve bir insan sözü olmuş olsa idi muhakkak pek çok yapmacıklıklar ve yanlışlıklar içinde bulunacaktı. Çünkü yaradılıştan âciz bir insanın, nihayetsiz ilim ve kudret sâhibi Allah’a yakışacak derecede bir bilgi ve üslub ile sözler uydurabilmesi mümkün değildir. İşte Kur’ân-ı Azimüşşân bu duruma şöyle işâret eder: “Kur’ân’ı hiç düşünmüyorlar mı? Hâlbuki (o,) Allah’tan başkası tarafından (gelmiş) olsaydı, elbette onda birçok çelişki bulurlardı.”1 Allah kelâmı olan bir sözle Allah adına uydurulmuş bir söz arasındaki çok açık farkı görmek için, aslı bozulmuş ve insanların sözleri içine çoklukla karışmış olan İncil ile Kur’ân’ı karşılaştırmak kâfidir. İncil’de, Aziz Pavlus’un Romalılar’a, Efesliler’e yazdığı mektublarla veya İsa (as)’a atfedilen sözlerle, İsa (as)’ın hayatını anlatan cümlelerle; ya da Matta, Markos, Luka ve Yuhanna gibi dört farklı İncil ile ve bunların râvilerinin kendi rivâyetleriyle karşılaşırsınız. Kur’ân’da ise asla böyle bir hâl yoktur. Karşınızda konuşan, doğrudan doğruya âlemlerin Rabbi ve her şeyin Hâlıkı olan Allah’tır. Kur’ân’ın Allah’ın sözleri olduğu içindeki hitab tarzı ve üslubdan anlaşıldığı gibi ortaya koyduğu ilimlerin, verdiği bilgilerin, anlattığı bahislerin bir insan tarafından ortaya konulamayacak kadar genişlik, zenginlik ve çeşitlilik taşımasından da anlaşılır. Buna Kur’ân’ın Câmiiyyeti denir ki, Kur’ân’ın yedi büyük mucizesinden biridir. Kur’ân, söz konusu câmiiyyetine şu âyetle işâret etmiştir: “Ne yaş ne de kuru (hiçbir şey) yoktur ki, apaçık bir Kitab’da (Kur’ân’da) bulunmasın!”2 Altı yüz dört sayfadan ibâret olan bu mucize kitapta o kadar çok ilimler vardır ki, tefsir, fıkıh, kelam ve bunların usulleri gibi bütün İslâm ilimleri ondan alınmıştır. Şeriat, tarikat ve hakikat ilimleri sahasında yazılan bütün kitaplardaki bilgi ve marifetlerin asıl ve özleri Kur’ân’dan çıkarılmıştır. Kâinatın yaratılışı ve bütün fen ilimlerinin asılları Kur’ân’da vardır. Hususen ilimlerin en büyüğü olan marifetullah ilmi, yani Allah’ı tanıma ve tanıtma noktasında Kur’ân’ın asla misli olamaz. Kur’ân bize Allah’ı, ancak kendisinin tarif edebileceği azameti, yüceliği ve üstün vasıflarıyla en mükemmel şekilde tanıtır… Asırlar boyunca bazısı yüz cildi bulan, binlerce farklı Kur’ân tefsirleri onun zengin mânâlarını anlata anlata bitirememişlerdir. İşte bu zenginlik ve câmiiyyet sebebiyle Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm), “(Kur’ân’ın) İnsanları şaşırtan mûcizevî husûsiyetleri bitip tükenmez.” diyerek Kur’ân’ın bu sonu gelmez mânâca zenginlik ve câmiiyyetine dikkatlerimizi çekmiştir.3 Bu ilimce zenginlik yanında, Kur’ân’da çok büyük bir konu zenginliği de vardır. Hatta o kadar zengindir ki, “Huz mâ şi’te, limâ şi’te” cümlesi meşhur olmuştur. Yani, “İstediğin herşey için Kur’ân’dan her ne istersen al!...” KUR’ÂN’DAKİ KONU ZENGİNLİĞİNDEN BAZI ÖRNEKLER Kur’ân-ı Hakîm, insan ve insanın vazifesi, kâinatın ve yaratıcının, yer ve göklerin, dünya ve âhiretin, geçmiş ve geleceğin, ezel ve ebedin geniş konularını içine almakla beraber insanın nutfeden yaratılmasından, ana rahmindeki evrelerinden tâ kabre girinceye kadar geçirdiği devirler; günlük hayatta yemek, yatmak âdâbından tut, tâ kaza ve kader gibi konulara kadar; âlemin altı günde yaratılışından tut tâ rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar; “Şübhesiz Allah, kişi ile kalbi arasına girer”4, “Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz!”5 âyetlerinin işâretiyle, Allahu Teâlâ’nın insanın kalbine ve irâdesine müdâhalesinden tut, tâ “Gökler de O’nun sağ eliyle (kudretiyle) dürülmüştür.”6 âyetinde ifade olunan kıyâmette yer ve göğü kudretinin tasarrufuna alışına kadar; “Orada hurmalıklardan ve üzüm bağlarından nice bahçeler yaptık”7 gibi ifadeleriyle, yeryüzünün çiçek ve üzüm ve hurmasından tut, tâ “Yer, (o şiddetli) sarsıntısıyla sarsıldığı zaman”8 âyeti ile ifade ettiği kıyâmet hâdiselerine kadar ve göklerin ilk yaratılışındaki “Sonra duman hâlinde bulunan göğü kasdetti de ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi.”9 vaziyetinden tut, tâ kıyâmet günü göğün dumanla yarılmasına ve yıldızlarının düşüp hadsiz uzayda dağılmasına kadar ve dünyanın insanların imtihanı için açılmasından, tâ kapanmasına kadar ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzah âleminden, haşirden, Sırat Köprü’sünden tut, tâ Cennet'e, tâ ebedî saâdete kadar; geçmiş zamanın hâdiselerinden, Hazret-i Âdem'in bedeninin yaratılmasından ve iki oğlu arasındaki kavgadan tâ Nuh Tufanı’na, tâ Firavun ve kavminin denizde boğulmasına, tâ pek çok peygamberlerin mühim hâdiselerine kadar ve “(Ben) sizin Rabbiniz değil miyim?”10 âyetinin işâret ettiği “elest bezminde” ruhlardan misak almasından tut, tâ “Nice yüzler vardır ki, o gün (âhirette) parlaktırlar! Rablerine bakarlar!”11 âyetinin ifade ettiği Allah’ın ebedî güzelliğine kavuşmaya kadar, insanların kendiliklerinden bilmeleri ve çelişkisiz ve yapmacıksız uydurmaları mümkün olmayan pek çok mühim hâdiseleri Kur’ân gâyet açık, tutarlı ve kâinatı tümden gören bir bakış açısıyla beyan eder, açıklar.12 KUR’ÂN’DAKİ CÂMİİYYETİN ANLAMI Kur’ân’ın gâyet zengin, câmi (her şeyi içine alan) ve zaman ve mekânı kuşatıcı bu açıklamalarından yola çıkan Bedîüzzaman şu mühim tesbiti yapar: Nasıl bir usta, bina ettiği ve idâresini yaptığı iki evden bahseder ve o evlerin programını ve işlerinin listesini yapar. Kur’ân dahi, şu kâinatı, (yeri ve göğü) bina ve idâre eden ve işlerinin listesini ve -tabir câiz ise- programını yazan, gösteren bir Yaratıcının açıklamalarına yakışır bir tarzdadır. Açıklamalarında hiçbir yönden yapmacıklık ve zorlama görünmüyor. Hiçbir taklid şübhesi veya başkasının hesabına ve onun yerine kendini koyarak konuşmuş gibi bir hilenin emâresi olmadığı gibi bütün ciddiyetiyle, bütün samimiyetiyle, sâfi, berrak, parlak beyanıyla, nasıl gündüzün ışığı “Güneş'ten geldim” der. Kur’ân dahi, “Ben, Âlem'in Yaratıcısının beyanıyım ve kelâmıyım” der.13 Ümmî bir insan olup kırk yaşında peygamber oluncaya kadar hiçbir kimseden ders almamış ve içinde yetiştiği kavmi gibi okuma yazma bilmeyen, yani hiçbir kitap ne okumuş ne de yazmış olan Hz. Muhammed (asm) Kur’ân’da bahsi geçen bu kadar çok ilimlerin ve bu kadar zengin çeşitlilikteki bahislerin gerçek sâhibi olamaz. Kur’ân, Hz. Peygamber (asm)’ın ümmîliğine ve bu ilimlerin asıl sâhibi olamayacağına dikkatlerimizi şöyle çeker: “Hâlbuki (sen), bundan önce ne bir kitab okumuş, ne de sağ elinle onu yazmış değildin.”14 Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Bu ilimlerin sâhibi ne o Yüce Resûl olabilir, ne de başka bir insan olabilir. Çünkü bu ilimler ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a yakışacak bir yükseklikte ve ancak O’nun bilebileceği bir câmiiyyettedir. Kur’ân’ı baştan sona okuyan akıl ve insaf sâhibi insan, “Kâinatın yaratıcısı ve Rabbi olmayanın böyle konuşması imkânsızdır” demek zorunda kalacaktır. Nisa, 8En’am, 59Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 14/2906Enfal, 24Tekvir, 29Zümer, 67Yâsin, 34Zilzâl, 1Fussilet, 11Araf, 172Kıyame, 22-23Bkz. Zülfikar Mecmuası, 25. Söz’ün 2. Şua’ıBkz. Zülfikar Mecmuası, 25. Söz’ün 2. Şua’ıAnkebut, 48-49

Cemal ERŞEN 01 Kasım
Konu resmiİslâm Harfleri
Eğitim

Harflerimiz “Arab harfi” değil, “İslâm harfleridir”. Çünki bütün Müslümanların müşterek malıdır!.. İmparatorluk münevveri ile cumhuriyet insanı arasındaki en bâriz fark “Harf meselesi” nde ortaya çıkar. Dar ufuklu, Avrupa hayranı ve küçük devlet psikolojisini paylaşan bir cumhuriyet münevveri olmaktan kurtularak din ve târihin engin iklimine açılmak, büyük bir devletin vârisi olduğunu hissetmek, dünya mes’elelerine dar bir çerçeveden değil “Nizâmu’l-Âlem” endişesiyle bakmak gibi bir dirâyete sâhib olmak şansı için, İslâm harflerini bilmek şarttır. O derecede ki, bunu “İslâm münevveri sayılmanın ilk şartı” saymak aslâ mübâlağa değildir. Yazımızı ve bunun neticesi olarak muhteşem ve güzel Türkçemizi kaybetmemiz, topraklarımızı kaybetmemizden daha vahimdir!.. Bunu kabûl etmek din ve târih şuûrunun tabîî bir îcâbıdır.

Kadir MISIROĞLU 01 Kasım
Konu resmiHacca Nasıl Gidilir?
İbadet

Yukarıdaki başlığa bakıp da; cevabı kolay, fakat altında bir zorluk varmış hissi verdiren sorulardan zannetmeyiniz. Bu sorunun elbette ki birçok cihetten cevabı olabilir. Lâkin ben bir sohbet esnasında bir ağabeyimin başından geçen olayla ilgili olarak değerlendirme yapacağım ve cevap arayacağım. Benim gibi hâlâ hacca veya umreye gidemeyenlerin dikkatlice okuması gerektiğine inanıyorum. MADDÎ İMKÂNIM YOK Fıkıhta haccın bir Müslümanın üzerine farz olma şartları şöyle sıralanmıştır: Akıllı olmak, erginlik çağına gelmiş olmak, Müslüman olmak, hür olmak, zorunlu ihtiyaçlardan başka hacca gidip dönünceye kadar kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerinin geçinebileceği maddî güce sâhip olmak, durumuna uygun bir vâsıta ile hac yolculuğunu yapabilmesi için vâsıta ve yol masraflarını karşılayacak parası olmak, hac vazifesini yapabilecek zamana yetişmiş olmak. Günümüzde en önemli husus ise, maddî imkâna sâhip olmak olarak anlaşılmaktadır. Hac ve umreye gidemeyenlerin en önemli mazereti de; daha da önemlisi hac ve umre arzusunu körelten de “Maddî imkânım yok” cevabı olmaktadır. Hâlbuki asıl doğru olan cevap bu değildir. Cevabın doğrusunu öğrenmek ve siz de bir gün umre ve haccını yapmış olmak istiyorsanız lütfen okumaya devam ediniz. HACCA GİTMEK İÇİN EN ÖNEMLİ ŞEY Bir gün ağabey ve kardeşlerimizle bir çay sohbetinde değişik mevzular üzerinde konuşuyorduk. Laf lafı açtı, derken konuşmalar hac üzerinde cereyan etmeye başladı. Hasretler, özlemler, “Bir de biz gidebilsek” yakarışları, “Para mı var kardeşim” serzenişleriyle sohbet devam ediyordu. Ben de şakayla karışık “Bir türlü sıra bize gelmedi, İrfan Mektebi Dergisi’nin çekilişinde de çıkmadı” gibi cümlelerle sohbete katılmıştım. Yakınımda bulunan bir ağabey konuşmama müdâhil oldu ve “Metin kardeş, hacca veya umreye gitmek için en önemli olan şey niyettir. Diğerleri işin bahaneleridir. Bak ben sana başımdan geçen umre ve hac olayını anlatayım da sen de dinle; bana hak vereceksin” dedi ve anlatmaya başladı. Ben de hac ve umre yapmayı çok istiyordum. Öyle ki her hacca gidenin ardından boğazım düğümleniyor, hafif bir acı hissediyordum. Bazen oldu ki gözlerim yaşardı. Rabbim bana da haccı lütfet, diye duâlar ediyordum. Ne var ki benim de ne umreye ne de hacca gidebilecek param yoktu. İlk umreye gidişimle bu hasretleri duymaya başlamam arasında hep yanımda var olan şey, Rabbime olan ümidimdi. Bu noktada arzum ne azaldı ne de tükendi. Bir gün bir ağabeyim aradı ve dedi ki; “Kardeşim ben hanımla umreye niyetlendim, fakat bir mâniden dolayı gidemiyorum. Ne var ki niyete koyduğum bu işin neticesiz kalmasını da istemiyorum. Benim niyet ettiğim işi sen kendi adına yapar mısın?” dedi. Ben de olması noktasında karar verdim ve uzun zamandır niyet edip de bir türlü gerçekleştiremediğim bu arzumun yerine gelmesinden dolayı Rabbime şükrettim. Bu arada kendi başıma olmayayım diye sağdan soldan tanıdığım bazı ağabey ve kardeşlere de haber verdim. Beş-altı kişilik bir aile gurubuyla umreye gittik. Şavtlarımızı, tavaflarımızı, sa’ylerimizi büyük bir heyecanla yapıyor, oraların mânevî atmosferinden olabildiğince istifade etmeye çalışıyorduk. Feyizli ve bereketli bir zaman dilimi yaşıyorduk. DUÂNIZ VARSA KIYMETLİSİNİZ Bir gün bizden yaşça büyük olan bir ağabeyimize “Ağabey ben bir duâ etsem, sen de âmîn der misin?” dedim. O da “Elbette, buyur” dedi ve ben duâya başladım. Ya Rabbî, ben kulunu maddî varlığı yetersiz olduğu halde bu mukaddes yerlere getirdin, sana hamd ü senalar olsun. Benim senden arzum odur ki, bana bu sene içinde hac yapmayı da nasib eyle. Bana bir yol buldur, bu amaç için burada olmayı nasib kıl. Benden yaşça büyük olan o ağabeyimiz, maddî olarak sda benden oldukça iyi durumda idi. Benim duâlarıma ‘âmîn’ demekle birlikte, “Bu iş nasıl olur?” diye de içinden geçirmeden edememiş. Fakat oraya da fazla takılmamış. Her neyse, biz umreyi yaptık döndük. O ağabeyimin otobüsleri vardı ve o seneki hacda yolcu taşımak için gidecek turizm şirketi kendilerinden otobüs ve şoförleriyle katılmalarını istemiş. Benim duâmı bildiklerinden ve benim de daha önceden kendilerine “Böyle bir durum olursa beni şoför olarak yanınıza alırsınız” dememden dolayı beni haberdar ettiler ve kendileriyle beraber şoför olarak hacca gidebileceğimi söylediler. Biz de hazırlıklarımızı yaptık ve aynı sene içindeki hac için yollara düştük. DUÂ TEREDDÜT KALDIRMAZ Hatay’ın Reyhanlı ilçesi Cilvegözü sınır kapısına geldik. Bizim gibi yüzlerce otobüs ve şoförleri Ankara’dan işlenmiş olarak gelecek pasaportlarını bekliyorlardı. Pasaportları gelen otobüsüne atlayıp Suriye tarafına geçiyordu. Biz toplam dört-beş gün kaldık. En sona biz kalmıştık. Nihâyet pasaportlarımız gelmişti. Fakat o ağabeyimin pasaportu yoktu. Yaş haddinden dolayı ona gidiş izni verilmemişti. O ağabeyim bana umrede benim yapıp kendisinin de âmîn dediği duâyı hatırlattı. “Kardeş ben orada senin duâna, nasıl olacak bu, demiştim. Demek tereddüt etmişim. Bak Rabbim de bana nasib etmedi” dedi. Gözyaşları içerisinde o Türkiye, biz Suriye tarafına yöneldik. Böylelikle Rabbim bana hac yapmayı da nasib eyledi elhamdülillah. Mühim olan içimizde, niyetimizde, kalbimizde bu arzu ve istek ile yaşayabilmek. Veysel Karanî Hazretleri Resûlullah’ı (asm) hiç baş gözüyle göremedi, fakat arzusundan hiç vazgeçmedi. Rabbim bizleri, içi Mekke, Medine, Resûlullah aşkıyla ve arzusuyla dolu olanlardan eylesin. Âmîn. NÜKTE Adamın birisi hoca efendiden, “Hocam ben rüyamda Peygamber Efendimizi görmeyi çok arzu ediyorum; ne yapmam lâzım?” diye sorar. Hoca cevaben, “Gece yatmadan bol tuzlu balık ye” der. Adam o gece bol tuzlu balıkları yiyerek yatar. Ertesi gün hoca efendiyle karşılaşırlar. Hoca Efendi sorar: “E, ne yaptın, görebildin mi?” Adam cevap verir: “Yok be hocam nerde. Sabaha kadar çaylar, ırmaklar, göller gördüm” der. Hoca Efendi şu cevabı verir: “Elbette çaylar, ırmaklar görürsün kardeşim. Allah Resûlünü görmen için tuzlu balık yemiş kadar arzulayacaksın, isteyeceksin. Unutma rahat döşekte, gaflet içinde hiçbir şey göremezsin.”

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Kasım
Konu resmiBilim Üzerine 2
Eğitim

Geçen sayıdaki yazımızda, “Bilim nedir? Bilim Nasıl doğmuştur?” gibi sorulara cevap vermeye çalışmıştık. Bu yazımızda, bilim ve teknoloji nimet midir? Bilim ve teknoloji kimin malıdır? gibi sorulara cevap arayacağız. BİLİM VE TEKNOLOJİ ALLAH’IN NİMETİDİR Bilim ve teknoloji vâsıtasıyla maddî ve mânevî ihtiyaçlarımızın karşılanması Allah’ın büyük nimetleri arasındadır. Halk arasında yanlış olarak “teknolojinin nimetleri” diye adlandırılan bilimsel gelişmeler, aslında Rabbimizin bize olan ihsanlarıdır. Çünkü her nimet Allah’a âittir ve O’ndan gelir. Bu nimetleri kendimize mal etmemiz yanlıştır. Bu gerçeği Bedîuzzaman Hazretleri’nin verdiği şu misalle açıklamaya çalışalım: Nasıl ki bir çocuk ağlamasıyla isteklerine kavuşur. Nice kuvvetli insanlar âdeta onun emrinde çalışırlar. Hâlbuki çocuk o isteklerinin binde birini kendi kuvvetiyle elde edemez. Demek ki çocuğun zayıflığı ve âcizliği ona güçlü kuvvetli insanların boyun eğip emrinde çalışmasına vesile olmuştur. Böyle zayıf ve âciz bir çocuk kendisine yapılan şefkatli yardımı ve muâmeleyi inkâr edip gururla, “Ben kendi kuvvetimle bu kişileri emrimde çalıştırıyorum.” dese elbette cezaya müstahak olur. İşte âciz ve zayıf olan insan dahi Rabbinin şefkat ve merhametini hiçe sayar bir tarzda, nankörlük ederek Kârun gibi “Ben kendi ilmimle, kendi gücümle her şeyi yapıyorum. Bütün bu ilmî ve teknolojik gelişmeler benim eserimdir!” dese misaldeki o çocuk gibi cezaya müstahak olmaz mı? Demek ki insanlık âleminde gerçekleşen bilimsel ve teknolojik gelişmeler, medeniyete âit güzellikler insanın kendi gücü, kendi üstünlüğü, kendi mücâdelesi sonucu ortaya çıkmış değildir. Misaldeki çocuk gibi onun âcizliğine ve zayıflığına binâen ona Allah tarafından ihsan, ikram ve ilham edilmiştir. BİLİM VE TEKNOLOJİ KİMİN MALIDIR? Bilim, fen ve teknoloji insanlığın ortak malıdır, zira onlar insanlığın müşterek duygu ve düşüncelerini yansıtır ve bütün insanlara âit fikirlerin mahsulüdür. Başta peygamberler (as) olmak üzere her zamanda ve zeminde o binanın yapımına tuğla koyan nice insan gelip geçmiştir. Nitekim peygamberler (as) sâir insanlara mânevî alanda olduğu gibi; insanlığın faydasına olan dünyaya âit işlerde dahi rehber olmuşlardır. Dolayısıyla bugünkü bilimsel ve teknik gelişmelerin temelinde peygamberlerin yol göstericiliği vardır. 124 binden ziyâde peygamberin dünyanın değişik yerlerinde vazife yaptığı ve her bir peygamberin bilim, sanat, ticâret, zirâat gibi alanlarda insanlığa bir şeyler öğrettiği düşünülürse bugünkü bilim ve teknik adına sağlanan gelişmelerin sâdece belirli kişilere, milletlere ve medeniyetlere âit olmadığı, bütün insanlığın ortak malı olduğu daha iyi anlaşılır. Sözgelimi ilk insan Hz. Âdem’e yakın bir dönemde yaşamış olan Nuh Aleyhisselam, ilk defa gemiyi inşa ederek bu mesleğin öncüsü olmuştur. Yine Hz. Yusuf’un saati yapması, Hz. İdris’in terzilik sanatının piri olması yüzlerce belki binlerce misalden birkaç numunedir. Risâle-i Nur’da peygamberlerin mucizeleri anlatılırken onların maddî gelişmelere nasıl ışık tuttukları misallerle anlatılmıştır. Biz konumuz münâsebetiyle sâdece o mevzua bir pencere açmış olduk. CÂY-İ DİKKAT! “Altını olan kuralı koyar.” diye bir söz vardır. Bu söz, mâneviyat kokmuyor belki, ama dünya gerçeklerine de uymuyor değil. Nitekim bir zamanlar dünyada bizim bilim adamlarımızın kitapları okunur, onların yüksek fikirleri tartışılırdı. İbni Sina’nın sâdece tıp alanındaki buluşu 3 binin üzerindedir. Onun kitapları yakın tarihe kadar Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Batılı bilim adamları Müslümanlarla temasın neticesinde gerek Endülüs Emevîleri gerek diğer Müslüman câmialardan bilimi tahsil etmeye başladılar. Onların bilim adamlarımızdan etkilenmelerinde veya faydalanmalarında yadırganacak bir durum söz konusu değildir, ancak bundan sonraki aşama çok garip bir şekilde tezâhür etmiştir, şöyle ki: Batılılar Müslümanlardan aldıkları bilim mîrasını inkâr edip her gelişmenin üzerine kendi damgalarını vurdular. Bu anlayışlarını reklamla destekleyerek bilimsel gelişmeleri tamamen kendi buluşları gibi dünyaya servis ettiler. Bu arada bizde ise Batılılaşma temâyülü baş göstermeye başladı. Geçmişimize âit mirası reddeden Batı hayranı aydınlarımız(!) her güzelliğin onlarda olduğuna, müreffeh bir hayatın ancak tam bir şekilde Batılı olmakla mümkün olacağına inandıkları gibi insanımızı da bu süslü yalanlarına âlet etmeye çalıştılar. Bilhassa Tanzimat’tan sonra, Batıyı âdeta bir ütopya olarak gösterip yalancı bir cennet olarak tasvir ettiler. Sâfî zihinlere bu imajı yerleştirdiler. Arkasından şu düşünce sürekli neslimize empoze edildi: Türkler, Müslümanlar sâdece savaşmayı bilirler, onlar hiçbir bilimsel başarı elde edememiştir ve edemezler de. Bugüne kadar hangi teknolojiyi yapmışlar ki? Ne yaparsa Avrupalılar yapar. Bu vahim düşünce ders kitaplarımıza kadar girdi. Nesillerimiz bu yalanlarla ve Avrupa masallarıyla avutuldukları için kendilerine olan özgüvenlerini yitirdiler. Bedîüzzaman Hazretleri’nin âlem-i İslâm’ın en büyük hastalığı olarak nitelendirdiği ye’s (ümitsizlik) baş gösterdi. Batılılar, bilim ve teknolojiyi kendi tekellerine alıp buluşların üstüne kendi mühürlerini vurmaya başlayınca şöyle vahim bir sonuç daha ortaya çıktı: Onlar bilimi kendi inanç sistemlerine ve değerlerine göre yorumlamaya başladılar. Mesela, Allah’ın varlıklar âlemine koyduğu kanunlara (o kanunu keşfedene izâfeten) Arşimet Kanunu, Ohm Kanunu gibi isimlendirmeler yaptılar. Rabbimizin kâinatın düzeni için yerleştirdiği sebepleri, bir kitap gibi güzel yarattığı tabiatı yaratıcı olarak görüp sebepleri ve tabiatı inkâr fikirlerine âlet ettiler. Bir deli bir kuyuya taş atar, yüz akıllı onu çıkaramaz. Hele kuyuya taş atan deli, Avrupalı olursa kaç akıllı onu çıkarmak için uğraşır kim bilir! Nitekim Avrupalılar bir teori olmaktan öteye gitmeyen evrim safsatasıyla bile yüzlerce yıl insanlığı oyaladılar. Bu noktada Müslümanlar öyle bir metot geliştirmeliydi ki onların bozuk ve inkâr fikirleri çürütülmekle beraber îman hakikatleri de Kur’ânî bir tarzda beyan ve ispat edilmeliydi. Bu yöntem, ne sâdece beyni doyurup kalbi ihmal edecek kuru bir ilim ne de yalnız kalbi harekete geçirecek, ama beyni ihmal edecek bir yöntem olmalıydı. Bu yöntem hem kalbi ihtizaza getirmeli hem de beyni şüphelerden kurtarıp tatmin etmeliydi. Risâle-i Nur, beyan edilen metotla bu vazifeyi deruhte etmiş ve hakkıyla bu vazifeyi îfa ediyor. Risâle-i Nur, küfrün temel taşını zir u zeber etmiş, inkâr fikrini dirilmeyecek bir surette öldürmüştür. Bunu gerçekleştirirken de îman hakikatlerini Kur’ânî bir tarzda gönüllere yerleştiriyor. Kalp ve beyne bağlı bütün duyguların mânevî gıdası ve şifası oluyor. Yani sâdece inkâr fikrini yere sermekle kalmayıp Müslümanları da ayağa kaldırıyor. Artık Risâle-i Nurlara gereken kıymetin verilmesi gerekir. Onun aleyhine yapılan bunca menfî propagandaların kaynağının nerelere dayandığı açıktır. Hz. Üstad’ın, “Risâle-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakâik-i Kur'âniyenin muammalarını hal ve keşfetmiştir ki her bir tılsımın bilinmemesinden, çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp tereddütlerden kurtulamayıp bazen îmanını kaybederdi. Şimdi, bütün dinsizler toplansalar o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler.” şeklindeki feryadı bundandır. Hz. Üstadın bu feryadına kulak verme zamanı hâlâ gelmedi mi?

Mustafa YANKIN 01 Kasım
Konu resmiMukaddime
İnsan

Bir zamanlar fânilerden usandım Def-i gam kaydıyla çok şeyler yazdım Ruhumdaki boşluk dolacak sandım Şiir tarlasını kazdıkça kazdım   Hassan bin Sâbit’le Kaab bin Züheyr’i Rabbim kıldı nurlu şiirin rehberi Busîrî, Ferazdak gibi erleri Düşündükçe sanki sûk-ı Ukazdım   Fars’tan meşhûr Hâfız ile Şeyh Sadî Molla Câmi, Enver, Firuzabadî Emir Husrev, Kaanî, Feyzî, Hindî Yavuz demiş, Farsça’da da mümtazdım   Gece dalıp yıldızlara, mehtâba  Çakan şimşeklere, kayan şehâba Gündüzleyin parlayan âfitâba  Güyâ kışla yüzleşmemiş bir yazdım   Okudum Fuzûlî, şâir Bâkî’yi Nâbî’deki nebevî terakkiyi Nedim’e bâdeler sunan sâkiyi Hem-meclis olsaydım belki aymazdım   Çâre bulunmadı meşhûr Nef’î’ye Devlet ricâlini sokan Af’î’ye Şu huy onu gönderdi “İrci’î”ye Der gibi, kendime ben mezar kazdım   Sultan Selim ile oğlu Süleymân Mevlidin kâtibi muhlis Süleymân Neler yetiştirmişti âl-i Osmân Hele son eserle hayli dem- sâzdım   Şâir var ki bilmez emr ü menâhı Şeyh Gâlib’e gâlib aşk-ı İlâhî Rûhî-i Bağdâdî, o büyük dâhi Kelâma başlarken hiç doyamazdım   Paşalardan Ziyâ, Âkif, Kâzımlar Diğerlerden Seyyid Vehbî, Nâzımlar Ulvî, Gâlib, Nâilî-i Kadîmler Tekrar şu şâirler doğsun ummazdım   Neşâtî, Surûrî, Nazîf Dedeler İzzet Molla, Hakkı, daha niceler Enderunlu Fâzıl ve Hersekliler Daha mûnis edibler var sanmazdım   Mehmed Âkif o şâir-i şühedâ Necib Bey, Çamlıbel, Üsküplü Yahyâ Ali Ulvî, Kuntay ve Hâtif Hoca Sonuncudan hem okudum, hem yazdım   Hanımlardan Leyla, Fitnat hatunlar Hâlide gibiler az değil bunlar Edeb sarayında elmas sütûnlar Medh ü senâdan hiç eksik kalmazdım   Nefsin havâilin işinde idim Kuzgun gibi dünya leşinde idim Avcı misal hep av peşinde idim Kâfiye kuşuna düşkün şahbazdım   İstedim ki nazmım îmânı yaysın Ruhları tahrîkle irfânı yaysın Hakkı tanıtıcı bürhânı yaysın Lâkin çocuk yaşta fikren haylazdım   Şiirinin çoğunu etmişken imhâ Hâlâ yer verirsin birçok sünûha Vâmık, artık geç tövbe-i nasûha Deme gâfillere savt-ı îkâzdım   Söylenmemiş sözün sensin emîri Söyleyince kişi olur esîri Tam bilmedim “Ve ileyhi’l- mesîr”i Yoksa bunca kelâm, şiir yazmazdım

Cavid SARAÇOĞLU 01 Kasım
Konu resmiAllah'tan Başka İlah Yoktur
İtikad

Allah lafzı, bütün esma-yı İlahiye ile kemâl sıfatları içinde bulundurduğundan dolayı, “Lâ ilâhe illallah” Allah’tan başka ilah olmadığını ifade ettiği gibi lâ hâlika illallah (Allah’tan başka yaratıcı yoktur) aynı zamanda lâ râzıka illallah (Allah’tan başka rızık veren yoktur), lâ Rabbe illallah (Allah’tan başka rab yoktur) gibi bütün esma-yı İlahiyeyi de içinde toplar. Demek “Allah’tan başka ilah yoktur” diyen kendisine ibâdet edilen yalnız o olduğunu kabul ettiği gibi, hayatı, idâreyi, merhameti, zarar ve menfaat gibi mânâları ifade eden isimlerin sâhibi de Allah olduğunu, emirlerine uymak yasaklarını terk etmek lazım geldiğini geniş bir mânâ ile ifade eder. Bu davayı izah ve isbat eden 33. Mektub’un üçüncü penceresinin hakikatini anladığımız kadarıyla açmaya çalışacağız. Evet, nasıl ki bir ordugâhta ayrı ayrı sınıflardan oluşan gâyet muhteşem bir ordunun gâyet mükemmel ve disiplinli bir şekilde sevk ve idâresi, hem erzakından tut tâ silah ve techizatına kadar ölçülü ve düzenli bir surette bütün ihtiyaçları yerine getirilmesi, şüphesiz o ordu ve ordugâhın büyüklüğü nisbetinde, bilmüşâhede bir kumandan-ı a’zamın varlığını ve tek başıyla o işleri görüp, gördürdüğünü isbat eder, hatta kör gözlere bile gösterir. Aynen öyle de yeryüzü gâyet büyük bir ordugâhtır. Bir milyondan ziyâde bulunan hayvan ve bitki çeşitleri muazzam bir ordudur. Her çeşidin erzakları, elbiseleri, şekil ve suretleri, savunma sistemi olan silahları, talim ve eğitimleri, terhisleri ayrı ayrıdır. O neferlerden birisi her nerede bulunursa bulunsun ihtiyaçlarından hiçbirisi unutulmaz. Vaktinde ölçülü ve intizamlı bir surette bu ihtiyaçlar tedârik edilir. Bu hâl, şüphesiz tek başına o orduyu sevk ve idâre eden nihâyetsiz kudret, ilim ve hikmet sâhibi bir zâtın varlığını ve birliğini gösterip isbat eder. Evet, bütün bu ordu ve ordugâhı yaratıp idâre edemeyen bir zât, o ordunun bir ferdine bile sâhip olup karışamaz. Eğer karışmış olsa karıştıracak. Mesela bir çekirdeğin hammaddesi olan atomları yaratan kim ise o çekirdeği de yaratan odur. Çünkü o hammaddeye sâhip olmayan o hammaddeden çekirdeği icad edemez. Aynı zamanda çekirdeği yaratan kim ise meyveyi de yaratan odur. Çünkü meyveyi yaratamayan o çekirdeği var edip içine yerleştiremez. Meyveyi yaratan kim ise ağacı da yaratan odur. Çünki o meyve ağaç denilen fabrikanın ürünüdür. Ağacı yaratamayan meyveyi yaratıp o ağaca takamaz. Öyle de ağacı yaratan kim ise yeryüzünü de yaratan odur. Çünki ağaç yeryüzü denilen tezgâhın dokuduğu bir üründür. Yeryüzünü yaratıp icad edemeyen o ağacı yaratıp da yeryüzüne yerleştiremez. Demek yeryüzü ordugâhı kimin ise içindeki bütün canlılar ordusu da onundur. O ordugâh ile bütün o orduyu yaratıp icad edemeyen bir tek çekirdeği bile yaratıp ona sâhip olamaz. Demek bu ordu ve ordugâhtaki intizam ve disiplinin en mükemmel bir şekilde bulunması, hiçbir tarafta herhangi bir karışıklığın bulunmaması, isbat ediyor ki, Hâlık-ı Zülcelal’den başka bu işe karışan bulunmamaktadır. Âyet-i kerimede ifade edildiği gibi “(Ey aklına güvenen insan!) gözlerini çevir de (âleme ve bilhassa bu orduya) bir bak! Hiçbir gevşeklik (düzensizlik, karışıklık) eseri görebilecek misin?” Eğer bir defa bakmakla göremediysen- ki göremeyeceksin- “sonra tekrar gözlerini çevir de bak” (bu defa daha dikkatli bir araştırmayla herhangi bir karışıklık bulmak için bu orduyu tetkik et!) “Elbette gözlerin bir eksiklik eseri bulamadan pişman ve yorgun olarak sana dönecektir.” İmam Gazalî gibi akıl ve hikmet sâhibi olan bütün bilim adamları da bu gerçeği kabul ederek, âlemdeki bütün varlıkların yaratılışında vazifelerine uygun en mükemmel bir hikmet ve düzenin bulunduğunu, ittifak ile kabul etmişlerdir. Mesela bal arısının vazifesi balı yapmaktır. Cenâb-ı Hak, o vazifeyi yapabilmesi için ona en münâsib bir vücud ile cihazları ihsan etmiştir. Buna göre dikkat edilirse, bütün varlıkların vücud ve âzâları ile vazifeleri arasındaki münâsebet ne kadar hassas ve ince olduğu anlaşılır. Madem biz insanlar bu ordunun içinde en şerefli bir taifeyiz. Öyleyse her şeyden evvel kumandan-ı a’zamımız olan Zât-ı Zülcelal’i tanıyıp rızasını kazanmaya çalışmalıyız. O’nun emirlerine uyarak lâyık-ı vecihle ibâdetimizi yapmalıyız. Yasaklarından sakınıp rızasına aykırı her türlü günah ve yanlış hareketlerden sakınmalıyız. Böylece eşref-i mahlûkat olduğumuzu muhâfaza ederek dünya ve âhiret saâdetini kazanırız. Ve bilhassa bütün saâdetlerin temeli ve başı olan Cemâl-i İlahî ile en şerefli bir asker olarak müşerref oluruz. Yoksa komutanını tanımayan veya ona isyan ederek birliğinden firar eden bir asker gibi, yukarıda saydığımız bütün saâdetleri kaybetmekle beraber o nisbette de verilecek bir ceza ve cehennem azabına maruz kalmak tehlikesi vardır. Aynı zamanda Rabbinin rızasını gözeten ve âhireti düşünen, âhiretini kazandığı gibi dünyasını da kazanır. Fakat o büyük kumandanı dinlemeyen, yalnız dünyanın zevk ve lezzetlerine düşkün olan asker ise, Rabbinin rızasını ve âhireti kaybettiği gibi, eceli geldiğinde dünyası da başına yıkılır; onu da kaybeder. Rabbim bizleri kendine itaat eden kullarından eylesin. Âsi ve nankörlerin zümresine dâhil eylemesin. Âmîn…

Zakir ÇETİN 01 Kasım
Konu resmiAkla Ölçü Nedir?
İnsan

Akıl, Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin en büyüklerindendir. Çünkü insan birçok şeyi akılla anlayıp farkına varıyor ve mânâ veriyor. Doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini akılla tartarak birbirinden ayırt edebiliyor. Hatta buna binâen Allah, aklı olanı sorumlu tutuyor. Aklı olmayan çocukları ve delileri sorumlu tutmuyor. Âyet sonlarında ‘düşünmez misiniz?’ gibi ifadelerle akla havâleler yapıyor. Fakat akıl tek başına yeterli olmayıp vahiyle birlikte olursa yani, akıl vahye tâbi olursa insan doğru yolu bulabiliyor. Sâdece aklı esas tutup vahyi dinlemediği zaman doğru yoldan uzaklaşıyor. Bu noktada İmam-ı Gazalî Hazretleri, “göz için ışık ne ise akıl için de vahiy odur.” diyerek vahiy nuru olmadan aklın hakîkatları göremeyeceğini ifade etmiştir. İslâm âleminde bazı kimseler, vahyi dinlemeyen batı felsefesinin etkisiyle aklı yeterli görüp her şeyi akıl ölçüsüne göre tartmaya çalışıyorlar. Aklı Kur’ân ve sünnet ölçüsüne göre çalıştırmak yerine “İslâm akıl dinidir” diyerek Kur’ân’ı ve sünneti akıl mihengine vuruyorlar. O zaman herkesin anlayışı ve akıl ölçüsü farklı olduğu için herkese göre farklı bir din anlayışı ortaya çıkmaz mı? Evet, İslâm akıl dinidir. Fakat akla ölçü nedir? Akla ölçü vahiydir. Kur’ân ve sünnet ölçüsüdür. İslâm, akıl, hikmet ve mantık üzerine tesis edilmiş ve selim olan akla uygundur. Bir âyette selim akla şöyle işâret edilmiştir. “Ancak selim akılların sâhipleridir ki, iyice düşünür (ve anlar.)” (Ra’d, 19) Bir hadiste ise şöyle işâret edilmiştir. “Akl(-ı selim) ile rızıklandırılan kimse, kurtuluşa ermiştir.” (Feyzü'l-Kadir) Bedîüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle diyor: “Takarrur etmiş (kararlaşmış) usuldendir: akıl ve nakil teâruz ettikleri (birbirine zıt oldukları) vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir. (Muhâkemat)”, “Âyetlerin sonunda zikredilen ‘Hiç düşünmüyorlar mı?’, ‘Düşünmezler mi?’, ‘Düşünmez misiniz?’ cümleleriyle İslâmiyet’in akıl, hikmet ve mantık üzerine müesses (tesis edilmiş) olduğuna işâret etmiştir ki, İslâmiyet’i herbir akl-ı selimin kabul etmesi, İslâmiyet’in şanındandır. (İşâratü’l-İ’caz)” Eğer sâdece akıl yeterli olsa idi, her şeyi hikmetle yapan Cenâb-ı Hak kitap ve peygamber göndermezdi. Demek, her şeyi en iyi bilen ve hikmetle yapan Cenâb-ı Hak, tek başıyla akıl yeterli olmadığı için akla ölçü olarak kitap ve peygamber göndermiştir. İslâm’ın akılla birlikte nakil denilen Kur’ân ve sünnet ölçüsüyle anlaşılması gerektiğine latif bir misal Hazret-i Ali (ra) Efendimizin şu sözüdür. “İslâm sâdece akıl dini olsa idi bizler mestin üstünü değil altını meshederdik.” Zaman zaman dinde aklın almadığı şeyler olduğunu söyleyenler çıkmaktadır. Her şeyden önce bu sözü “aklın almadığı” değil, “aklın anlayamadığı şeyler” olarak düzeltmek gerekir. Buradaki ölçü aklın anlayamadığı şeyleri hemen reddetmek değildir. Cenâb-ı Hakk’ın bize bildirdiklerini anlamaya çalışmak; anlayamadıklarımızı bilenlerden ve anlayanlardan sormak ve öğrenmektir. Hem akıl her şeyi anlayacak bir kâbiliyette değildir. Çünkü insan yaratılışı gereği belli sınırları vardır. Sınırsız ve mutlak bir varlık değildir. Nasıl ki, insanın kulağı belli frekanstaki sesleri işitebiliyor; diğer sesleri işitemiyor ve belli şeyleri görebiliyor; diğerlerini göremiyor ise aklı da belli şeyleri anlayabilir. Mesela 50 tonluk bir kantara 60 tonluk bir tır çıksa o kantar çekmez. Bunun gibi insanın aklı da her şeyi kavrayamaz. Buna bir işâret olarak meşhur Ziya Paşa şöyle demiş: “İdrak-i meâli bu akla gerekmez. Zira bu kadar sıkleti bu terazi çekmez.” Zâten Cenâb-ı Hak, insana aklının anlayamayacağı şeyleri yükleyip mükellef tutmuyor.

İlyasi RAMAZANOĞLU 01 Kasım
Konu resmiDünyadan İnciler
İbadet

Hatırlarsınız; okulda bize dünyanın 23 derece 27 dakika eğik durduğu ve şeklinin de yuvarlak olmayıp az “yamuk” olduğu öğretilmişti. ( Latiftir ki 23 rakamı Kur’ân’ın nüzul müddetine 27 de vahyin ilk başalangıç tarihi olan Kadir Gecesine tevafuk etmektedir!) Acaba her işi hikmetli olan Hakîm-i Zülcelâl misâfirhanemizi neden bu vaziyette yaratmıştı? Bunun maddî sebeplerini bilim adamlarından sorsak, çok hikmetlerini sıralayacakları gibi “daha yaşanabilir bir dünya” için bu şeklin zarurî olduğunu ifade edeceklerdir. Fakat bu yaratılışın mânâ âleminde de bir izahı olmalıydı. Gelin bu sualin cevabını dünyamızdan dinleyelim: “Ey insanoğlu benim adım Dünya’dır. “En alçak yer” mânâsını taşıyan ve mübâlağalı bir isim olan “edna” kelimesinin müennesidir (dişilidir). Siz insanlar için tehlikeli olan tarafım bu dişillik ve alçaklığımda yatmaktadır. Hâlimi bir Allah dostu şu veciz söz ile anlatmıştır: “Ey gafletinden mecnuna dönmüş olan, dünya bin kocalı ihtiyare bir kadındır, taliplisi çok amma elde edeni yoktur.” Evet, bana âşık olanlar, uğrumda her şeylerini feda edenler çok olmuş ise de kimseyi ne yar edindim ve ne de memnun ettim. Siz siz olun benim güzel görünüşüme ve zehirli geçici lezzetlerime aldanmayın. Onlar, şu hayatın bir dirhem zevki namına her şeylerini pazara çıkaranları, ibâdeti ve âhiretlerini bir çırpıda unutanları avlamak için kullandığım yemlerdir. Üstümdeki fena damgasını görüp bâki bir zâta mahsus olan kalbinizde yer etmesine izin vermeyin. Buna rağmen içinizde, zehirli oklarıma karşı bir arzu hissettiğinizde “sazan misal” kendilerini bana kaptıranların acı sonlarını hatırlayın ve intibaha gelin. Rabbimiz, sizleri en şerefli misâfirleri olarak yaratıp üstümde iskân etmek üzere gönderiyorken bana da şöyle emretti: “Ey dünya, bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edeni de hizmetinde kullan.” Bilirsiniz hiçbir zaman itaatsizlik etmem. O gün bugündür bu sözü yerine getiririm. Âdeta ölmeyecekmiş gibi güzelliklerime meftun olanları, yeryüzümün imar işlerinde kullanırım. Bunlardan öyleleri vardır ki hiç oturmayacakları yazlık ve kışlık villaları ve devasa gökdelenleri inşa ederler de ömürleri kifâyet etmediğinden hiç faydasını görmeden göçüp giderler. Mülklerin ve katların doyuramadığı o gözleri şimdi bir avuç toprağım yeterli gelmektedir. Bazen akılları başlarına gelsin diye bir titreme ile silkelenirim. Anlayanlar ibret alır, ders almayanlar ise daha büyük bir çaba ile yeniden daha sağlamının inşasına koyulurlar. Evet, mezkûr emir gereğince Rabbime kul olanların hizmetine âmâdeyim. Yüz yirmi bin Peygamber ve yüz yirmi milyon evliya bu dediklerime şâhittirler. Nice Firavun, Nemrut ve servet sâhipleri sâdık hizmetçilerim oldukları halde, ne siz ne de ben isimlerini hatırlarım. Allah dostları ise sizler tarafından asırlardır hayır duâlarla yâd edilirken, bana da cesetleri şehit olmaları sebebiyle haram kılınmıştır. Laf açılmışken âlem-i misalde beni gören bir ehl-i kemâl şöyle tasvir etmiştir: “Dünya başında ve kuyruğundaki kılları yolunmuş bir köpektir.” Bu garipliğe şaşırdınız herhalde, izah edeyim; Başımdaki kıllarımın dökük oluşu, peşlerini bırakmadığım âhiret sevdalılarının, ayaklarının tersiyle başıma vurmalarındandır. Kuyruğumun kılsızlığı ise beni arzulayanları oyalamak için koparmalarına izin vermem sebebiyledir. Aslında kimseye kendimi kaptırmazdım, ama peşimden sürüklensinler ve nefisleri daha da aç bir hale gelsin diye bazı dünyalıkları elde etmelerine izin veriyorum. Oysaki doyumsuzlukları ziyâdeleşmektedir. Siz siz olun bu tuzaklarıma düşmeyin! Ey insanoğlu bil ki, benim üç yüzüm var: Birincide: Allah’ın isimlerine güzel bir aynayım. İkincide: Âhiretin tarlasıyım. Üçüncüde ise: İnsanların hevesatına bakarım. İşte şimdiye kadar anlattıklarım üçüncü yüzüm ile alâkadardır. İlk ikisi ise temizdir. Eğer Rabbimizin bin bir ismini anlayıp maddî perdelerden sıyrılıp hakikati güneş gibi görmek istersen bu veçhimi çokça tefekkür et. Ama Cennet nimetlerini ziyâdeleştirmek istersen ikinci yüzüm tam sana lâzım olanıdır. Sahâbe Efendilerimizin hâli bu noktada size güzel bir numunedir. Onlar ki; ne ibâdet ve itaatte sınır tanımışlar ve ne de dünya ticâretlerinde geri kalmışlar. Âdeta hayatlarını bereketli bâki neticeler verecek buğday başağına döndürmüşler. İnsanoğlunun bu hâli ne ilginç değil mi? Yaşanılması lâzım gelen hayatı öğrenir, bilir, öğretir, takdir eder, ama kendine tatbik etmeye gelince zamanın değişmesinden asrın başkalaşmış olmasından dem vurur. Oysaki bu nâdide yıldızların izlerini sürüp rıza makamına çıkmanız elzem iken onların yaşantılarını asr-ı saâdete hapsedip gökyüzünde ulaşılması mümkün olmayan insanüstü vasıflar olarak kabul ediyorsunuz. Aslında onlar Cennete ve Ruyetullaha giden yolun üzerinde sizler için dikilmiş nurlu kandillerdir. Sana son bir sözüm de şu olsun: Bir gün İbrahim (as), “Ya Rabbî, ne zamana kadar daha dünyayı takip edeceğim” dediği zaman Allahu Teâlâ buyurdu ki: “Ya İbrahim, böyle konuşma! Çoluk çocuğunun nafakası için çalışmak dünya talebi değil ki ondan şikâyet edilsin!” İşte dünyayı böyle anlamalı ve yaşamalı. Biraz çokça söyledik herhalde, ama hak adına olanda israf olmaz bilirsin. Haydi, Allah kolaylık versin!… Rabbim, bizlere dünyanın ibretlik sözlerinden ders alıp, kendimizce kendimizi mahkûm etmiş olduğumuz olmazsa olmazlarımızdan vazgeçip dünyayı kesben terk edenlerden değil de kalben terk edenlerden eylesin. Âmîn.

Kudret UĞUR 01 Kasım
Konu resmiİhtiyat ve ihtiyaç
İnsan

Güzel’e, yarattığı her şeye bir güzellik tevdi edene ve güzellikleri emredene… Tarifi muhal bir yokluktan ve karanlık bir âlemden, nura, vücuda ve mahkukatın en mükemmeli ve en mükerremi olan hayata, insanlığa ve Müslümanlığa uyandıran Yüce Rabbe hamdolsun. Yolcuyuz. Farkında değiliz belki, ama şimdiye kadar uzun bir zaman tünelinden geçerek geldik bu güne kadar; yokluktan, âlem-i ervahtan, rahm-i mâderden, sabâvetten, çocukluktan, gençlikten ve daha ömrümüz varsa ihtiyarlıktan, kabirden, haşirden, sırattan ve oradan sonsuzluğa uzayan bir yol... Ve bu yolun her durağında binlerce süslü ve güzel nimetler serpilmiş önümüze. Bizim yaratılışımız gâyesiz olmadığı gibi bu nimetler de gâyesiz bir şekilde verilmemiş ve yeryüzünde zerre kadar israf edilmemiştir. Her şeyi ile muhteşem bir varlığız. Sonsuz arzularımız var, ama fâni bir dünyada hayat yaşıyoruz. Kâh saâdetli, kâh meşakkatli ve elemli bir ömür… Nihâyetinde son İlahî çağrı ve ölüm… Beşerin hayat yolculuğundaki bu serüveninin kısa, ama güzel bir portresini Bedîüzzaman Hazretleri şöyle çizer: “Bir zaman küçüklüğümde hayalimden sordum: Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilsin, fakat sonra ademe ve hiçliğe mi düşmesini istersin? Yoksa bâki ve fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ah çekti. Cehennem de olsa beka isterim, dedi.”(Şualar 1, 216) Beka istiyoruz, sonsuzluğu arzu ediyoruz, ancak gaflet içerisinde yaşamaya devam ediyoruz. Ne zaman uyanacak, ne zaman atâletten silkinip hakikate vâsıl olacağız? Doymak bilmeyen bir iştah içerisindeyiz. Doymak bilmeyen bir dünya sevdası bürümüş gözlerimizi. Ölümcül bir dünyada ölümsüzlüğü arzu ediyor ve sonsuz bir ihtirasla bu dünyada bâki kalacak gibi nazlanıyor ve kendimizi buna inandırmaya çalışıyoruz. Yarının sabahı gibi ölümün geleceğini biliyor, ama hakikati tefekkür etmekten kendimizi çeşitli sarhoşluklarla alıkoyuyoruz. Hep yarına, yarınlara bırakıyoruz güzellikleri; “Okul bitince namaza başlarım.”, “Emekli olunca hacca gider, tevbe ederim.”, “Üniversiteyi bitirdikten sonra örtünürüm.”, “60 yaşına gelince dine dönerim.”… Yarını olmayan bir dünya kurmadık kendimize. Ölümü yakıştıramayınca nefsimize, planları hep ölümsüzlük üzerine kurduk. Gazze’ye yardıma giden ve yükleri “İnsanlık”tan başka bir şey olmayan ve dönmeyeceğini bile bile mazluma, dindaşına yardım eden kahramanlar vardı. İsteseydik hâlis bir niyetle Allah bize de verirdi elbet güzellikleri. Biliyorduk Allah, bir şeyi samimî niyetle isteyene o arzusunu verir. Bütün dünyanın gözleri önünde Bağdat’ta yapılan insanlık ayıbını seyrettik. Ama sâdece setrettik, seyirci olduk. Gazze’ye gidip karanlık sularda Yahudilerin kirli elleriyle şehit olanları da canlı canlı seyrettik. “Yaparız, ederiz!...”lerle kendimizi kandırdık. Oysa hâlâ marketlerde Yahudi ürünlerini satıyor ve yine Yahudi imali yiyecek-giyecekleri almaya devam ediyoruz. Biz kendimize bile samimî değilken kendi vicdanımızı kandırmaya çalışıyoruz. Samimiyetimiz işte bu kadar! Bizler yemeyeceğiniz şeyi toplarken, oturmayacağınız saraylar, kâşaneler yaparken, yarın bırakıp gideceğimiz şeyler için birbirimizle yarışıp dururken, yarın döneceğimiz Allah’tan korkmazken, yarın ihtiyacımız olan şeylerle uğraşmazken, dünyayı sâdece kendi nefsimiz için isterken, Allah ve Resûlünü (asm) unutup dalmışken süflî oyuncaklara, belki de hakikat çiçeklerinin filizleneceği günlerde “Elhamdulillah” deyip asr-ı saâdet benzeri bir devri görmeden göçüp gideceğiz. Yarın pişman olacağımız şeyler için bugün neden daha dikkatli davranmıyoruz? Yoksa bugün her zamankinden daha ziyâde maddî-mânevî ihtiyata ihtiyacımız olduğunun farkında değil miyiz?

Zafer ŞIK 01 Kasım
Konu resmiEn Tehlikeli Düşmanın En Tehlikeli Silahı
İtikad

Şübhesiz ki şeytan size düşmandır; öyle ise (siz de) onu (kendinize) düşman edinin! (O,) kendi tarafdarlarını ancak alevli ateş ehlinden olsunlar diye çağırır.” (Fâtır, 6) Âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere şeytan, bizi hak yolundan saptırmaya çalışan, son derece tehlikeli ve sinsi bir düşmanımızdır. Allah tarafından lanetlenip ve onun huzurundan kovulduğu vakit şöyle dedi: “Öyle ise beni azdırmandan dolayı (ben de) mutlaka onlar(ı saptırmak) için, senin dosdoğru yoluna oturacağım!” “Sonra elbette onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve (sen) onların çoğunu şükredici kimseler bulmayacaksın!” ( A’râf, 16-17) Bu sinsi düşmana, karşı koyabilmek ve tuzaklarına düşmemek için, onu çok iyi tanımalıyız, hile ve takdiklerini çok iyi bilmeliyiz. Zîra düşmanı tanımadan, onun hilelerini anlamadan, düşmana karşı koymak asla mümkün değildir. İnsanın kalbini bir kaleye benzetirsek, şeytan da o kaleye girmeye çalışan bir düşman gibidir. Kaleyi düşmandan korumak kapıları sağlamlaştırmakla mümkündür. Şeytanın kalbe giriş yolu ve kapılarıysa o kişinin zaaflarıdır. Onlar ne kadar çoksa, şeytanın kapıları da o kadar çoktur. İşte! Şeytanın kalp kalemize girmeye çalıştığı en etkili yollardan birisi, belki de birincisi vesvese yoludur. O sinsi düşman, bu zayıf damarı işlettirerek, milyonlarca insanı haktan uzaklaştırıyor. Vesvese: Fısıltı, hışırtı ve fışırtı gibi gizli ses, kalpte meydana gelen şüphe, kuruntu, tereddüt ve aslı olmayan ihtimaller demektir. Biraz daha bu tanımı açarsak, vesvesenin anlamı, insanın kalbine hissettirmeden peş peşe şüphe sokmaktır. Vesvese kelimesinde, yapılan fiilin sürekliliği ve tekrarı söz konusudur. Çünkü insanı bir kere kışkırtmak yeterli olmaz. Ona bir günah işletebilmek için onu tekrar tekrar kışkırtmak gerekir. İşte bu çalışmaya “vesvese”, vesveseyi verene de “vesvâs” denir. Nâs suresinde,  buyrularak, “مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ Vesvese veren Hannâs’ın şerrinden Allah’a sığınmamız emredilmiştir.” Burada geçen “vesvâs” kelimesi, şeytan için kullanılmıştır. Yani bununla şeytan kastedilmektedir ve vesvese de onun eseridir. Âyette geçen “Hannas” ismi ise; açığa çıktıktan sonra saklanan ve ileri çıkıp geri çekilen anlamına gelir. Bu işi çokça yapan da Hannas ismini alır. İşte burada geçen “Hannas” da şeytandır. Nasıl ki köpeği kovalarsınız, o kaçar, fakat başka taraftan yine gelir. İşte! Şeytan da köpek gibidir. Siz kovalarsınız, o başka yerden yine gelir. Yani vesveseyi verir ve geri çekilir, daha sonra yine gelir ve tekrar vesvese vermeye çalışır. Birincisinde başaramadığında vesvese vermek için ikinci, üçüncü, dördüncü defa ve daha fazla gelir. Eğer vesvesenin sebepleri ve kurtulma yolları bilinmezse, şeytanın o tekrar tekrar gelişleri insan üzerinde etkili olur ve kalbinde kötülüğe istek meydana getirir. Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, 21. Söz’ün ikinci makamında, şeytanın bu tehlikesini ve kurtulma çarelerini izah etmiştir. Üstad bu dersinde, kalbin beş yarasından ve bunların da beş merheminden bahsetmiştir. Bunlar şunlardır: Şeytanın, kendi çirkin sözlerini, kalbin sözleri zannettirerek verdiği vesvese. Şeytanın, haram ve çirkin manzaraları hayal ettirmesi cihetiyle verdiği vesvese. Îmanî meselelerde şüphe suretinde gelen vesvese. Amelin en iyi suretini araştırmaktan meydana gelen vesvese. Şeytanın, hayalin bir özelliğinden yararlanarak, teda-i efkâr suretinde verdiği vesvese. Bu sıraladığımız vesvese çeşitlerinden ilk üçünün, sebeplerini ve kurtuluş çarelerini, Ocak 2009 sayımızda, kıymetli yazarlarımızdan “Muhlis KÖRPE” hocamız kaleme almıştı. Biz onların izahını o yazıya havale ediyor ve "Amelin en iyi suretini araştırmaktan meydana gelen vesvese" üzerinde durmak istiyoruz. Şeytan, bazen takva sureti altında, amelin en iyi suretini araştırmakla vesvese verir. Takva zannıyla, bu hâli ona o kadar şiddetlendirir ki, kişi amelin daha evlasını ararken, bilmeden harama düşer. Mesela: Gusül abdesti alan birinin, suyu fazla kullanıp israf etmesi haramdır. Zîra Peygamberimiz (asm) “Akan bir nehirde de abdest alsanız, suyu israf etmeyiniz.” buyurmuştur. Vesveseli kişi, aman guslümde eksik olmasın diyerek suyu haddinden fazla kullanır. Ve amelin en iyi suretini ararken israf ile harama düşer. Hem mesela: Bir kişide, gusül abdesti almayı gerektirecek bir hâl vukua gelse, önce gusül eder, sonra namazını kılar. Ama eğer üç millik alan içinde su yoksa ya da suya ulaşamıyorsa, toprak ile teyemmüm abdesti alarak namazı öylece kılar. Namazını kazaya bırakmaz. Şeytan, bu durumda olan ve bu fıkhî hükmü bilmeyen birisine gelerek, “guslün yok bu durumda Allah’ın huzurunda durulur mu?” diyerek vakit namazını kılmasını engeller. Ve namazını kazaya bıraktırır. Kişi amelin evlasını ararken, namazı kazaya bırakarak harama düşer. Şeytanın amel cihetinde kişiyi en çok muzdarip ettiği vesvese, “acaba amelim sahih oldu mu?” dedirtmek suretiyle verdiği vesvesedir. Bu vesveseye yakalanan kişilerin saatler süren gusül abdesti aldıklarını, kıldıkları namazı defalarca tekrar ettiklerini, abdest alıp oturduktan sonra, “acaba şu uzvumu yıkadım mı?” diyerek tekrar tekrar kalkıp abdest almaya gittiklerini çokça müşâhede ediyoruz. Hatta namaza durup niyet ettiklerinde bile, “acaba niyetim oldu mu?” diyerek defalarca niyeti tekrar ederler ve bir türlü namaza başlayamazlar. Bedîüzzaman Hazretleri, vesvese için, “cehil onu davet eder, ilim onu kovar; tanımazsan gelir, tanırsan gider.” buyurarak fıkıh ilmini bilmeyen ve amelin ölçüsüne vakıf olmayan insanların, cehâletlerinden dolayı bu vesvese illetine tutulduklarını söyler. O halde şeytanın bu vesvesesinden kurtulmanın çaresi, Allah’ın dinini hakkıyla öğrenmek, neyin haram neyin helal olduğunu, neyin farz neyin vâcip, neyin takva neyin ruhsat olduğunu iyi bilmektir. Biz bu noktadaki eksiğimizi kapatırsak, şeytanın vesvese kapısını da kapatmış oluruz inşâallah.  

Feridun ŞAMİL 01 Kasım
Konu resmiİnsanlar Neden Yollarda Ölür?
İnsan

Bilmediğimiz, çoğu zamanda bildiğimiz halde ihmal ettiğimizden dolayı –maalesef- bazı istenmeyen durumlarla karşılaşabilmekteyiz. Bu durumların en ön sıralarında trafik kazaları ve elim neticeleri gelmektedir. İstatistiklerdeki verilere göre, Türkiye’de 2009 yılında 264.163 kaza olmuş, toplamda ölü sayısı kayıtlara 2.969 olarak geçmiştir. Son 10 yılda meydana gelen trafik kazalarında tespit edilen ölü sayısı ise, 45 bin 188 kişidir. İNSAN İHMALLERDEN SORUMLUDUR Ecel birdir, değişmez. Allah’ın takdirinin önüne geçilemez. Fakat bizden kaynaklanan ihmaller varsa, elbette insan sebebiyet verdiği bu durumdan tamamen mesuldür. Madem her yıl neredeyse en az bir savaştaki kadar insanın ölmesine sebep olan bir durum var ortada, o zaman bizler birer Müslüman ve vatandaş olarak kendi sorumluluklarımızı tekrar gözden geçirmeliyiz; ihmalimiz varsa bunları tespit edip gereğini yapmalıyız. DURUM NEDİR? Elhamdülillah, memleketimiz adına hep beraber seviniyoruz ki, hem arabalarımız hem de yollarımız eskiye nispetle oldukça iyi bir duruma taşınmıştır. Trafik işâret ve işâretçileri, elektronik ve polis denetimleri artırılmış, cezaî müeyyidelerde ciddi düzenlemeler yapılmıştır. Basılı ve görsel medya, okullar ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla halkın bilgi düzeyi her geçen gün daha da ilerlemektedir. PROBLEM NEREDE? Bütün bu güzellikler ve gelişmelerle birlikte -her ne kadar azalmalar olsa da yeterli değil- hâlâ birçok kazalar meydana gelmekte, her gün yürekler burkulmaktadır. Burada en mühim problem ise, sürücülerin kendisi olarak gözükmektedir. Sürücülerin; dikkatsizlik, uykusuzluk, uzun mesâfeli yolculuklarda yedek şoför bulundurmama, trafik işâret ve işâretçilerinin ikazlarına uymama, kendine ve araca güven, araçla ilgili seyâhat öncesi ve sonrasında yapılması gereken işleri ihmal etmeleri, sefer duâsını okumama ve yola çıkarken başkalarının duâlarını almamaları gibi sebeplerden dolayı sıklıkla kazalarla karşılaşmaktayız. Elbette her bir kaza insanın sâdece kendisine değil, etrafındaki başka insanlara da sıkıntı vermesi sebebiyle, hem kendi adına hem de başkalarının hukuku adına bazı mesuliyetleri gündeme getirmektedir. Bu minval üzere elbette çok şeyler söylenebilir. Biz burada hadislerden istifâdeyle işin mânevî boyutuna nazarı çekip duânın ehemmiyeti üzerine bazı mevzuları sizlerle paylaşacağız. İNSAN ÖNEMLİ BİR VARLIKTIR Bir insanın yetişmesi, kolay bir hadise değildir. Hususan bazı insanlar kolay kolay yetişmemektedir. Fakat insanın en kolay kaybedildiği hadiseler, hava, deniz, demiryolu ve karayolu kazalarıdır. Gerek modern bilim anlamında, gerekse dinî anlamda yetişmiş insanları kaybetmek, devlet, millet ve memleket adına en mühim kayıplardır. Peygamber Efendimiz (asm) bu noktada “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir” buyurmuşlar ve yetişmiş insana vurgu yapmışlardır. SEFER DUÂSI Rabbimiz “De ki: Eğer duânız olmasa, Rabbim size ne diye ehemmiyet versin?” (Furkan, 77) buyurmaktadır. Lütfen duâyı ihmal etmeyelim. Bir gün bir adam Peygamber Efendimize gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü! Ben yolculuğa çıkmak istiyorum, bana öğüt ver.” demiş; Peygamber Efendimiz de: “Takva üzere bulun ve her yüksek yere çıkınca tekbir getir” buyurmuştur. Yine hadis-i şeriflerden gelen rivâyetlere göre, Peygamber Efendimizin sefer esnasında şunları yaptığı anlaşılmaktadır: Yolculuğa çıkmadan evvel iki rekat namaz kılar ve vedalaşırdı. Geride bıraktıklarına “Sizi, emânetleri zâyi olmayana emânet ediyorum.” derdi. Zuhruf Sûresi’nin 12-14. âyetlerinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Yine O (Allah) ki, bütün çiftleri yarattı ve sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyler kıldı. Ta ki, onların sırtlarına kurulasınız; sonra üzerlerine yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin nimetini anarak: ‘Münezzehtir O (Allah) ki, bunu bize itaatkâr kıldı; yoksa (biz) buna güç yetirici kimseler değildik; çünkü şüphesiz biz, gerçekten Rabbimize dönecek olanlarız’ diyesiniz.” Peygamber Efendimiz bu âyetin emrine binâen bir bineğe bindiğinde önce tekbir getirir, sonra da âyette geçen şu bölümü okurdu: “Münezzehtir O (Allah) ki, bunu bize itaatkâr kıldı; yoksa (biz) buna güç yetirici kimseler değildik; çünkü şüphesiz biz, gerçekten Rabbimize dönecek olanlarız.” Daha sonra da şu duâları yaptığı vâkidir. “Ya İlâhenâ! Biz senden bu yolculuğumuzda iyilik ve takvayı ve râzı olduğun ameli istiyoruz! Yâ İlâhenâ! Bize bu yolculuğumuzu kolay kıl! Uzaklığını yakın eyle! Ya İlâhenâ! Yolculukta arkadaş ve ailede vekil sensin! Ya İlâhenâ! Yolculuğun meşakkatinden, hüzün­lü manzaradan, (yolculuğum esnasında) mal, aile ve evlâtta muhtemel kötü değişiklikten sana sığınırız!” “Allah’ın ismiyle. Mülk Allah’a âittir. Hâlbuki (o kullar) Allah’ı şanının hakkıyla takdir edemediler (tanıyamadılar, lâyıkıyla kulluk edemediler). Fakat kıyâmet günü, yer tamamen onun avucunda (mülkü ve tasarrufunda)dır. Gökler de onun sağ eliyle (kudretiyle) dürülmüşlerdir. O, (onların) ortak koşmakta oldukları şeylerden pek münezzeh ve pek yücedir.” (Zümer, 67) “(Nuh) dedi ki: Ona (gemiye) binin; onun akıp gitmesi de durması da Allah’ın ismiyledir. Şüphesiz ki Rabbim, elbette Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (Huda, 41) FİİLÎ DUÂYI İHMAL ETMEYELİM Malumunuz ki duâ sâdece el açıp yalvarmaktan ibâret değildir. Duânın bir de fiilî kısmı vardır ki çok önemlidir. Seyâhatler esnasında ihmal edilen kısımlardan birisi de bu fiilî duâ kısmıdır. Bunlardan bir kısmı şunlardır: Araç sürücüsünün seyâhat öncesi aracın gerekli bakımlarını yapmaması, gece yolculuğu yapanların yola uykusunu tam almadan çıkması, mesleği şoförlük olmayanların uzun mesâfeli yolculuklarda yanlarına yedek şoför almamaları, sürücünün araç seyâhat esnasında iken yolcularla normal bir ortamdaymışçasına muhâtap olması, telefonla konuşması, hatta yiyip içmesi, aşırı hız ve dikkatsizlik. BİR İSTİRHAM VE BİR DUÂ Sevgili sürücüler ve kıymetli kardeşlerimiz! Rabbimiz bizlere her şeyi emânet olarak vermiştir. Bunların başında da ömrümüz, hayatımız gelmektedir. Bizler ömrümüzü Rabbimizin yolunda, onun dininin ihyasına hizmette kullanmak durumundayız. Madem öyledir, o zaman daha dikkatli olmalı ve hem kendimize hem de etrafımızdaki canların muhâfazasına özen göstermeliyiz. Yakında trafik kazasında vefat eden Tıp doktoru Abidin ve Taner kardeşlere Allah’tan rahmet diliyoruz. Rabbim mekânlarını cennet eylesin. Geride kalanlara da hayırlı, bereketli, sağlıklı ve kazasız bir hayat sürmeyi nasip eylesin. Âmîn.

Metin UÇAR 01 Kasım
Konu resmiEserlerin Bedîüzzamanı
Risale-i Nur

Bedîüzzaman, zamanın eşsizi, garibi mânâlarına gelir. Bu lakap Üstad Hazretleri’ne Molla Fethullah tarafından üstün zekâsı ve hâfızası münâsebetiyle verilmiştir. Ve Üstad Hazretleri bu lakaba ziyâdesiyle lâyıktır. Buna da hayatı, eserleri ve en müşkil sorulara verdiği cevablar şâhiddir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Hz. Ali’nin (kv) bir kasidesi olan Celcelutiye’yi tanıttığı yerde, Hz. Ali’nin (kv) hem eserinin ismiyle hem de muhteviyatının ekseriyetiyle Risâle-i Nur’a ışık tuttuğunu haber verir. Ve Üstad Hazretleri şöyle bir çıkarımda bulunur: Celcelutiye, Süryanîce “Bedî” demektir ve “Bedî” mânâsındadır. İbâreleri bedî olan Risâle-i Nur, Celcelutiye'de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı (pırıltıları) göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyâkatım olmadığı halde bana verilen Bedîüzzaman lakabı benim değildi, belki Risâle-i Nur'un mânevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten (ödünç) ve emâneten takılmış. Şimdi o emânet isim, hakikî sâhibine iâde edilmiş. Demek, Süryanîce bedî mânâsında ve kasidede tekerrürüne binâen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid'at zamanında çıkan Bedîülbeyan ve Bedîüzzaman olan Risâle-i Nur’un hem ibâre, hem mânâ, hem isim noktalarıyla bedîliğine münâsebetdarlığını ihsas etmesine (hissettirmesine) ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında (sâhibinde), Risâle-i Nur çok yer işgal ettiği için, hak kazanmış olmasına.. tahmin ediyorum. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 114) Burada iki noktaya dikkat edilmelidir. Birincisi: Hz. Ali (kv) Celcelutiye isimli kasidesiyle Risâle-i Nur’a işâret etmekte ve onun mevkiini yüksek tutarak “Bedî” olduğuna parmak basmaktadır. Bu da Hz. Ali’nin (kv) büyük bir kerâmetidir ki Celcelutiye’ye dikkat edenler bunu görebilirler. İkincisi: Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, herkesin ve her kesimin kabul ettiği büyük İslâm âlimidir. Öyle ki zamanındaki bütün âlimlere üstün gelmiştir. Âlimlerin âlimi olmuştur. Böyle olmakla birlikte üstün tevâzusu ile hiçbir kemâlâtı nefsinde görmeyen Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, yine Bedîüzzaman lakabına -son derece lâyık olduğu halde- liyâkatını görmeyerek, asıl sâhibi olan ve Kur’ân’ın mânevî bir tefsiri bulunan Risâle-i Nur’a vermiştir. İnsanlar lakap ve ünvanlar ile anılmak isterken, O bütün lakap ve sıfatları eserine vermiştir. Eserlerini üzüm, kendini acı asma çubuğu olarak görmüş, fahr yerine şükretmiştir. Burada bir üçüncü noktayı ilâve etmek münâsib olacaktır ki tarikat ile Risâle-i Nur hizmetinin mühim bir farkıdır. Şöyle ki: Tarikatte şahıs esastır ve mürşid-i kâmil tarikatin mümessilleri olan şeyhlerdir. Şu enâniyet asrında Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bütün lakap ve ünvanlardan sıyrılıp enâniyetine bir hisse vermeyerek zamana uygun tam bir mürşid-i kâmil olduğunu ispat etmiş ve bu ünvana lâyık bir şekilde mürşid-i kâmil olan Risâle-i Nur’a irşad etmiş, Risâle-i Nur da Kur’ân’ın mânevî tefsiri ve talebesi olması münâsebetiyle hakikî tevhid-i kıble olan Kur’ân-ı Azimüşşan’a irşad etmektedir ve hakikî mürşid olan, yani Allah’a ulaştıran Kelamullah’a ve hakiketlerine irşad etmektedir. Böyle olması zamanın gereği ve icabıdır ve rahmet ve hikmet-i İlahiyenin istemesidir.

Ramazan ÜĞÜCÜ 01 Kasım
Konu resmiİhsan Mertebesine Ulaşmada Sünnet-İ Seniyyenin Rolü
İtikad

Dinimiz İslâm, insanın yaratılış gâyesini, Allah’ı tanıyıp îman eylemek ve O’na ibâdet etmek şeklinde tarif etmiştir. Bu gâyeye uygun olarak insana düşen vazife, Cenâb-ı Hakk’ın kendini tanıttırmasına karşı O’nu güzelce tanımaya çalışmak,  hem şu tezyinatla kendini sevdirmek istemesine mukâbil O’nun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendini O’na sevdirmek, hem bu görünen ihsanat ile muhabbetini göstermesine karşılık olarak itaat ile O’na muhabbet etmek, hem şu görünen in’am ve ikramlar ile şefkatini ve merhametini göstermesine mukâbil şükür ile O’na hürmet etmektir.1 Ve bu vazifeyi layıkıyla yerine getirip asıl gâye olan Rıza-yı İlahî’yi kazanabilmektir. Rıza-yı İlahî’yi kazandıracak olan şey, emredilenleri yapıp nehyedilenlerden uzak durmaktır. Emredilenlerin en önemlilerinden biri Allah’a itaat mânâsına gelen ibâdettir. İbâdeti kabule karin eden şey, ibâdetteki ihlastır. İhlas ibâdetin ruhu olup, yapılan ibâdetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. İhlâsı kazanma noktasında da en ehemmiyetli şeylerden birisi ihsan mertebesidir. Cibril hadisi olarak da bilinen hadiste, Cebrail Aleyhisselam’ın "İhsan nedir" sualine Efendimiz (asm) "İhsan Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibâdet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor." diye cevap vermiştir. İhsan mertebesine ulaşmak kolay olmamakla beraber gâyet kıymettardır. Bu mertebeye ulaşan birinden kolay kolay edep dışı bir hareket veya günah sudur etmeyecek. İbâdetlerini ihlaslı bir şekilde îfa edecektir. Ulaşılması gereken bir hedef olarak gösterilen ihsan mertebesine ulaşmamızda önemli olan şeylerden birisi sünnet-i seniyyedir. Sünnet-i seniyye huzur-u dâimiyi kazandırır Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı hâtıra getiriyor. O ihtardan o hâtıra, bir huzur-u İlahî hâtırasına inkılâp eder. Hatta en küçük bir muâmelede, hatta yemek, içmek ve yatmak adabında sünnet-i seniyyeyi müraat ettiği dakikada, o âdi muâmele ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibâdet ve şer’î bir hareket oluyor. Çünkü o âdi hareketiyle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ittibaını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sâhibi o olduğu hâtırına gelir. Ve ondan şâri-i hakikî olan Cenâb-ı Hakk’a kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibâdet kazanır.2 Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin yukarıda söylediği gibi Efendimiz (asm)’a en küçük muâmelelerde bile tâbi olmak قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ (Âl-i İmrân,,31) âyetinin sırrınca bizim Allah’a olan sevgimizi ispat etmekle beraber bizlere ihsan mertebesini de kazandırır. Mesela tüccar olan bir insan alışveriş yaparken sünnete riâyet ederse hemen aklına o fiilleri yapan ve o fiillerin o şekilde yapılmasını emreden Efendimiz (asm) aklına gelecektir. Çünkü şeriatın sâhibi odur. Oradan da hemen Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacaktır. Zîra Efendimiz’in (asm) her hâl ve hareketini kontrol eden, bazen düzelten şeriatın asıl sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’tır. Yani alışveriş yapılırken o sünnetlerin o şekilde olmasını asıl isteyen Allah’tır diye düşünerek hangi zâtın huzurunda olduğunun farkına varacaktır. Allah’ın huzurunda olduğunun farkına varan birisi de ticâretinde hile yapmaktan kaçınacaktır. Vâli gibi önemli şahısların huzuruna çıkıldığında insan hata yapmamak, o makama ve makam sâhibine edepsizlik etmemek için ne kadar gayret gösteriyorsa her şeyi yaratan, gören, işiten mutlak kudret sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda olduğunun farkına varan şahıs da hata yapmaktan, o huzurda, O zâta karşı edepsizlik etmekten şiddetle kaçınacaktır. Bu şekilde hâl ve hareketine dikkat edecek, hayatına istikamet vermiş olacaktır. Bunu hayatının her safhasında uygulayan yani her zaman sünneti yaşamaya çalışan birisi bu silsile sâyesinde hemen Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacak, Allah’ı göremese de O’nun kendisini gördüğünün farkına varacak ve huzur-u dâimîyi kazanacaktır. Tefekkür huzuru, huzur da ihlâsı netice verir Îman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü îmanîden gelen lemeât ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîm’in hâzır, nâzır olduğunu düşünüp, O’ndan başkasının teveccühünü aramayarak, huzurunda başkalarına bakmak, medet aramak o huzurun edebine muhâlif olduğunu düşünmekle o riyâdan kurtulup ihlası kazanır.3 Îmanın tahkikî hâle gelmesi ve hadisin işâretiyle bir saati bazen bir sene ibâdet hükmüne geçebilen tefekkürî olan ibâdetin yapılması insanı ihsan mertebesine çıkarır. Şöyle ki kendisinin ve çoluk çocuğunun rızkını temin etmek için çalışan bir insan kâinata ibret nazarıyla bakacak olursa görür ki; âciz, fakir, miskin olan bütün mahlûkatın rızkı mükemmel bir şekilde gönderiliyor. Bilhassa hareket kâbiliyeti yok denecek kadar az olan bitkilerin, rızklarının ayaklarına kadar gönderilmesi tam tefekkürlük bir hâdisedir. Elbette ki mahlûkatın ednası durumundaki bitkileri unutmayan, onlar için hâzır ve nâzır olan Rezzak’ın mahlûkatın eşrefi konumundaki insanı unutması mümkün değildir. Onların lisan-ı hâl ile yaptıkları duâyı işiten ve kabul eden bir Zâtın insanların lisan-ı kal ve hâl ile yaptıkları duâya cevap vermemesi veya lâkayt kalması gayr-ı kâbildir.  Bu tefekkür mertebelerini geçen rızk peşinde koşan o insan artık şunu düşünecektir; bütün mahlûkatın rızkına kefil olan, onlara rızk verme noktasında her zaman hâzır ve nâzır olan Rezzâk-ı Kerîm beni de unutmaz ve rızksız bırakmaz. Benim için de hâzır ve nâzırdır. O zaman ben de kimin huzurunda olduğumun farkına varmalıyım. O’ndan başkasının teveccühünü aramamalıyım. Huzurunda başkalarına bakmamalıyım, başkalarından medet aramamalıyım. Bu şekildeki düşünce de her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın rızası gâyesiyle yapmak mânâsında olan ihlası netice verecektir. İhsana bir misal Osmanlı Devleti’nin padişahlarından olan, tahtta kaldığı dönemde birçok yeri fetheden, halifeliğin Osmanlı’ya geçmesine vesilelik yapan, Hâkimü’l-Haremeyn unvanı yerine Hâdimü’l-Haremeyn unvanını tercih eden, padişahlık yaptığı sekiz seneye İslâm lehinde çok hizmetler sığıştıran Yavuz Sultan Selim Han, hayatının son demlerinde yanından ayırmadığı Hasan Can'a hasta yatağında bulunduğu bir sırada: ― Hasan, beni nasıl görüyorsun, dedi. Hasan Can: ― Sultanım Allah'a kavuşmak zamanıdır. O'na yöneliniz! dedi. Yavuz: ― Ya Hasan bunca zamandır sen bizi kiminle sanıyorsun? Allah'a karşı bir kusurumuz mu var? dedi. Hasan Can: ― Sultanım hiç bir zaman sizin için öyle düşünmedim ve düşünmem. Yalnız şu var ki her zamanki hâlinizle şimdiki hâliniz mukâyese edilemez... Ben bu bakımdan size hatırlatmak istedim. Ve Padişahın ağzından artık son defa “Lâilahe illallah, Muhammedün Resûlullah” dediği duyuldu. Yavuz Sultan Selim Han şehâdet getirerek ruhunu teslim etti. İhsan mertebesine ulaşan ve her an Allah’ın huzurunda olduğunun farkında olan Yavuz Sultan Selim Han kısacık hayatında çok hayırlar yapıp ebedî istirahatkâhına gitmiştir. Yavuz’un torunları olan bizler de ihsan mertebesine ulaşıp, kimin huzurunda olduğumuzun farkına varıp, ona göre hareket edersek kısacık hayatımıza çok hayırlar sığdırabiliriz. Birçok maddî ve mânevî fetihler yapabiliriz. Bilhassa sünnet-i seniyyeyi yaşayarak âdâtımızı ibâdete çevirebilir, bütün ömrümüzü semeredar ve sevabdar yapabiliriz. Cenâb-ı Hakk bizleri de ihsanıyla ihsan mertebesine vâsıl eylesin. Âmîn… Said Nursî, Tılsımlar, Osmanlıca Esas Nüsha, 14;Said Nursî, Lem’alar, Osmanlıca Esas Nüsha, 51A.g.e, 171

Mehmet KURT 01 Kasım
Konu resmiThe Pen İlk Seminerini İstanbul'da Yaptı
Eğitim

Üç ayda bir yayımlanan The Pen Magazine’in editör kurulu Ekim ayından itibaren yeni bir faaliyet dönemine giriyor. Dergi her ay îman ve Kur’ân hakikatlerini konu alan bir seminer düzenleyecek. İngilizce İslâmî ıstılâhâta, tebliğ yöntem ve içeriklerine de yer verecek olan seminerler, ayda bir defa İstanbul’da ve Gaziantep başta olmak üzere Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde muhtelif zamanlarda düzenlenecek. Bu seminerlerin ilki, lise ve üniversite öğrencilerinden ve çeşitli meslek grubu mensuplarından oluşan 25 kişilik bir katılımla 16 Ekim Cumartesi günü Hayrat Vakfı merkezinde gerçekleştirildi. Saat 11.00’de başlayan seminerin ilk bölümünde The Pen Dergisi editörleri Selahattin Özel ve Yusuf Kara slâyt gösterisi eşliğinde Risâle-i Nur’dan birer sunum yaptılar. Selahattin Özel “Disproving Naturalism” başlıklı Risâle-i Nur Külliyatı’nın Tabiat Risâlesi adlı bölümünden yaratılışa ve tevhide dâir yaptığı sunumunda, mevcudatın var olmasının aklen dört yolu olabileceğini belirtti. Bunlardan ilk üçü olan kendi kendine oluşun, sebeblerin yapmasının ve tabiatın yaratmasının mümkün olmadığını; mevcudatı ancak kudreti her şeye yeten bir olan Allah’ın yarattığını delilleriyle anlattı. Yusuf Kara “Resurrection” başlığı ile Haşir Risâlesi’nden kıyâmetten sonra dirilişin olacağını aklen ispat eden bir sunum gerçekleştirdi. Sunumunda; ölümle insanın toprak olup hiçliğe gitmediğini, tekrar cismanî bir dirilişin olacağını ve büyük mahkemede insanların muhâsebe edileceğini ifâde etti. Seminerde, çay arasında serbest sohbet ile dostluklar geliştirildi. Aradan sonra tekrar söz alan Yusuf Kara; tebliğ faaliyetleri için dil bilmenin ehemmiyetinden bahsederken katılımcıları dil öğrenmeye teşvik maksadıyla yurt dışından gelen misafirlerle kurulan temaslar ve İngiltere ve Amerika’daki Risâle-i Nur hizmetleri hakkında kısaca bilgi verdi. Sonra Selahaddin Özel, The Pen Dergisinin faaliyetleri hakkında katılımcılara bilgi verdi. Ayrıca “Tips for Language Study” başlıklı sunumunda katılımcılara etkili dil öğrenmenin ipuçlarını aktardı. Son olarak Yusuf Kara katılımcıların sorularını cevaplandırdı ve The Pen Magazine olarak ileriye yönelik planlarını paylaştı. Seminer sonunda katılımcılara birer The Pen dergisi hediye edilerek katılımcılar Kasım ayı sonunda gerçekleştirilecek olan seminere davet edildi. Öğle yemeği ile The Pen Dergisinin İstanbul’da düzenlemiş olduğu aylık seminerlerin birincisi sona erdi. İkinci İstanbul semineri 28 Kasım'da yapılacak. Seminere herkes davetlidir. Katılmak isteyenler info@thepenmagazine.net adresine e-mail göndererek başvurularını yapabilirler.

Ramazan ÜĞÜCÜ 01 Kasım
Konu resmiBedîüzzaman'ın Gözünde Nur Talebeleri-1 Hâfız Ali (rh)
Risale-i Nur

Hâfız Ali’nin (rh) Hz. Üstad ile tanışması Hayvanları harmana sürmeden önce yaylada otlatırlarmış ve bu çobanlara normal vakitten biraz daha fazla ücret verirlermiş. Birgün, Hâfız Ali Ağabey, harman zamanında çobana hayvanını sorar, çoban, ona senin hayvanın Gelincik dağında görülmüş diyerek cevap verir. Kendisi hayvanını aramak için oraya gittiğinde Üstad Bedîüzzaman Hazretleri ile karşılaşır. Orada Üstad’ın kerâmetini görür ve ona talebe olur. Bu hâdisenin vukubulduğu tarih 1927'dir. ÜSTAD’IN HÂFIZ ALİ’NİN NUR TALEBESİ OLMADAN ÖNCEKİ HAYATINA BAKIŞI Hâfız Ali’nin ileriki yıllarda, Risâle-i Nur’a yapacağı hizmetlerinin âdeta peşin bir karşılığı olarak, geçmiş hayatında da Nurlara hizmete zemin olacak şekilde yaşadığını Bedîüzzaman Hazretleri şu ifâdeleri ile anlatır. “Evet, Husrev, Feyzi, Hâfız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları bu hizmet-i nuriyeye göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de, çok has kardeşlerim de, hatta burada aynen tarz-ı hayatım gibi böyle bir nuranî meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum. Hissetmeyen kısmı, dikkat etseler hissedecekler. Ben kendim, bütün hayatımın hârika kısmını, evvelce Gavs-ı A'zam'ın bir silsile-i kerâmeti telakki ediyordum; şimdi Risâle-i Nur'un bir silsile-i kerâmeti olduğu tebeyyün etti.” (Emirdağ Lâhikası-1, 35) HÂFIZ ALİ’NİN İHLAS RİSÂLESİ’NİN SIRRINA TAM MAZHAR OLMASI Hâfız Ali’nin Risâle-i Nur’a hizmeti zamanında, sırr-ı ihlasa tam mazhariyetini, Hz. Üstad’ın ifâdelerinde şöyle görüyoruz. “Hâfız Ali ile Husrev'in birbirleriyle ciddî bir mahviyet içinde kardeşlik irtibatları, Risâle-i İhlâs’ın tam sırrına mazhar olduğunuzu bana ihsas etti, ümidlerimi fevkalâde kuvvetlendirdi.” (Kastamonu Lâhikası, 2) “Kardeşlerimizden İslâmköylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum; o zât yanıma geldi, ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. O daha çok hizmet eder, dedim. Baktım ki; Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlas ile onun tefevvuku ile iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celbettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim; gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenâb-ı Allah'a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âlî hissi taşıyanlar var. İnşâallah bu his büyük hizmet görecek.” (Barla Lâhikası, 79-80) “Hâfız Ali kardeş! Senin mektubundaki tevâzuun ve ihlasın ve Husrev'e âit medhin ve Risâle-i Nur talebeleri bir tek vücud hükmündeki kanaatın, senin hakkında büyük bir ümidimi ve hüsn-i zannımı tam kuvvetlendirdi.” (Kastamonu Lâhikası, 22) “Hâfız Ali'nin mektubunda, Risâle-i Nur'a karşı kemal-i mahviyetle kemal-i ihlası ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hâsiyet-i mümtazesini göstermekle beraber, benim gibi bir bîçareyi de şefaatçi yapıp, ben de onun kemal-i samimiyetini şefaatçi yapıp, duâsına âmîn derim.” (Kastamonu Lâhikası, 140) “Evet, kardeşlerim! Sizler, ihlas sırrını tam muhâfaza ediyorsunuz. Bu kadar esbab-ı tefrika içinde vahdetinizi muhâfaza, hakikaten bir hârikadır. Hâfız Ali'nin hakikaten müstesna bir mahviyet ve tevâzuu içinde ihlası ve fena fi’l-ihvan düsturunu muhâfaza etmesi ve Husrev'in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirâyeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlası ve mahviyeti; Hâfız Mustafa'nın hizmet-i nuriyede büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadâkati ve fedakârane teslimiyeti ve hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Hâfız Ali mânâsını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risâle-i Nur hizmetini dünyada herşeye tercihan hayatının en büyük maksadı yapması ve sebeb-i ihtilafa karşı kuvvetli mukâvemeti bulunduğunu bu dört mektubunuz bana bildirdi.” (Kastamonu Lâhikası, 159) HÂFIZ ALİ’NİN ÜSTAD HAKKINDAKİ BEYANI Hâfız Ali’nin, kendisi hakkındaki düşüncelerini Bedîüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder. “Fakat Hâfız Ali'nin Üstadı hakkında benim haddimden çok fazla isnad ettiği meziyet ve mâsumiyeti, onun mâsum lisanıyla hakkımda medih olarak değil, belki bir nevi duâ olarak tasavvur ediyoruz. Hem Hâfız Ali'nin mektubunda bahsettiği, Sava gibi yerler ve karyeler ve Isparta bir medrese-i nuriye hükmüne geçmesi ve Risâle-i Nur’un sâdık şâkirdleri hârikulâde olarak günden güne yükselmeleri ve tenevvür etmeleri, bizleri belki Anadolu'yu, belki âlem-i İslâmı mesrur ve müferrah eden bir hakikatli haber telâkki ediyoruz. Ve mektubunun âhir fıkrasında Muhbir-i Sâdık'ın (asm) haber verdiği mânevî fütuhatı yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemini hemen hemen gelmiş diye olan fıkrasını, bütün ruh u canımızla Rahmet-i İlâhiyeden niyaz ve temenni ediyoruz.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 172) RİSÂLE-İ NUR HİZMETİNDEKİ DİRÂYETİ Bedîüzzaman Hazretleri, Hâfız Ali ağabeyin nurlara hizmetinde göstermiş olduğu samimiyetini, sadâkatini, dirâyetini, şu sözlerle ifade eder. “Nur fabrikası nam sâhibi Hâfız Ali kardeş! Fevkalâde mektubun, ehemmiyetsiz şahsiyetim hâriç kalmak şartıyla bana hârika göründü. Senin hâlis ve yüksek dirâyetin terakkide olduğunu gösterdi. Bana, "İşte çok Abdurrahmanları taşıyan bir Ali" dedirdi.” (Kastamonu Lâhikası, 3) “Yorulmaz ve usanmaz ciddî, samimî Hâfız Ali kardeş! Tevâfukta muvaffakıyetli kalemin ile yazılan İ'caz-ı Kur'ân'ın âhirinde senin hakkında (…) olan dua, bu defa şübhem kalmadı ki, tam kabul olmuş.” (Kastamonu Lâhikası, 20) “Aziz, sıddık kardeşlerim.” “Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat'î kanaatim gelmiş ki: Risâle-i Nur ile kırâeten ve kitâbeten iştigal.. sıkıntıyı çok hafifleştirir ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binâen ben en ziyâde Husrev'i, Hâfız Ali ve Tâhirî'yi. (rh) sıkıntıda tahmin ettiğim halde en ziyâde temkin ve teslim ve rahat-ı kalb onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. Acaba neden derdim.. Şimdi anladım ki onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar, malayanî şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkid ve telaş etmediklerinden temkinleriyle ve metânet ve itminan-ı kalbleriyle Risâle-i Nur şakirdlerinin yüzlerini ak ettiler. Zındıkaya karşı Risâle-i Nur'un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak onlardaki nihâyet tevâzu ve mahviyetteki tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin. Âmîn.” (Şualar-2, 379) HÂFIZ ALİ’NİN DUÂSININ TESİRİ Hâfız Ali’nin duâlarının makbuliyetini, Hz. Üstad şu şekilde ifâde eder. “Hâfız Ali 'nin (Rahmetullahi aleyh)  bu defaki mektubunda çok mübârek ve yüksek duâsı ruhumuzu derinden derine mesrur edip bizi şükre sevketti. Her musibetzedeye ve her hüzün ve kederlere düşenlere mânâ-yı işârîsiyle mededres (yardımcı ve halaskâr ve şifadar ve medar-ı sürur olan (انَّ مَنَ الْعسْرِ یسْرًا – اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَك) her musibetzedeye baktığı gibi, bu geçen hastalık cihetiyle de bize de baktığını yazıyor. Evet, Hâfız Ali o noktayı tam görmüş. Ben de tasdikan derim ki: Eğer o hastalık yirmi derece tezâuf etseydi, bizlere kazandırdığı neticeye nisbeten yine ucuz düşerdi ve rahmet olurdu.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî,172) HÂFIZ ALİ’NİN KERÂMETLERİ Yapmış olduğu Nur hizmetilerinin peşin bir mükâfatı olarak kerâmete mazhar olması, Hz. Üstad’ın ifâdelerinde yer almıştır. “Ben bu musibetten evvel Kastamonu'nun dağında bağırarak mükerrer defa dedim: "Kardeşlerim! Ata et, arslana ot atmayınız." Yani her risâleyi herkese vermeyiniz; tâ bize taarruz edilmesin. Yaya gidilse yedi gün uzaktaki Hâfız Ali (Rahmetullahi Aleyh), mânevî telefonuyla işitmiş gibi aynı vakitte bana yazıyor ki: "Evet Üstadım, Risâle-i Nur'un bir kerâmetidir ki; ata et, arslana ot atmaz. Belki ata ot, arslana et atar ki, o arslan hocaya İhlâs Risâlesi'ni verdi" diyor. Yedi gün sonra mektubunu aldık, hesab ettik; aynı zamanda, ben dağda bağırırken, o da o garib sözleri mektubunda yazıyormuş.” (Lemalar, 279) “Aziz sıddık kardeşlerim.” “Hâfız Ali benden on gün uzakken mânevi radyo gibi benim onlara karşı konuştuğum ve ihtiyat için tavsiye ettiğim acip sözleri aynı dakikada işitiyor gibi bana aynen yazıyor, cevab veriyor. Şöyle ki: Ben Kastamonu'nun Karadağı’nın tepesinde idim. Bir hiss-i kable’l-vuku ile başınıza gelecek bu geçen musibetten çekinmek için bağırarak beş defa dedim. Ey kardeşlerim! (Ata et, aslana ot atmayınız; ata ot, aslana et atınız.) Yani risâlelerden herkese lâyıkını veriniz. Yedi gün sonra mektubunu gördük. İçinde diyor: Evet Üstadım Risâle-i Nur'un bir kerâmetidir ki: (Ata et.. aslana ot atmaz.) Belki (Ata ot, aslana et atar.) O arslan hocaya en evvel İhlas Risâlesi’ni verdi. Said Nursî” (Şualar-2, 388) “Hâfız Ali kardeşim! Bir zaman Barla'da Cuma gecesinde duâ ederken, senin âmîn sesini iki defa sarihan işittim. Arkama baktım. Dedim: Hâfız Ali ne vakit gelmiş." Dediler: "O burada yoktur." Ben şimdi o vâkıadan diyebilirim ki; üç-dört saat mesâfeden duâma âmînini işittirmesi, otuz günlük mesâfeden buradaki zaif davet ve duâma kuvvetli ve tesirli bir âmîn hükmünde olan yazıların imdadıma yetişmesi çok mânidar bir tevâfuktur.” (Kastamonu Lâhikası, 18) “Sâlisen: Nur fabrikasının sâhibi Hâfız Ali kardeş! Senin Risâle-i Nur'a karşı hârika ihlas ve irtibat ve itikadın, inşâallah o nurları o havâlide dâima parlattıracak. Senin, o büyük zelzelenin gürültüsünü işitmemen ve zelzeleyi hissetmemen; tokadını yiyen hoca gibi, Risâle-i Nur'un bir nevi kerâmetidir. Demek değil şakirdlere zarar vermek, belki inâyetkârane, vücudunu da bazı haslara bildirmiyor, korkutmuyor.” (Kastamonu Lâhikası, 170) ON YILDA YÜZ SENELİK KUR’ÂN HİZMETİ YAPMASI Risâle-i Nur hizmetindeki ihlasının bir neticesi olarak görmemiz gereken bu hâdiseyi Bedîüzzaman Hazretleri şu şekilde ifâde eder. “Hakikaten Hâfız Ali, Hâfız Mehmed ve Mehmed Zühdü'nün vefatları, değil yalnız bize ve Isparta'ya belki bu memlekete ve âlem-i İslâma büyük bir zâyiattır. Fakat şimdiye kadar bir cilve-i inâyet olarak Risâle-i Nur'un bir şakirdi zâyi olduğu zaman derakab iki-üç tane o sistemde meydana çıktığından kuvvetle ümid varız ki başka şekilde o kahramanların vazifelerini görecek ümid ettiğimizden ciddî şakirdler çıkarlar, görürler. Zâten o üç mübârek merhum zâtlar az bir zamanda yüz senelik vazife-i îmaniyeyi gördüler. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn onların yazdıkları ve neşrettikleri ve okudukları huruf-ı Nuriye adedince onlara rahmetler eylesin Âmîn..” (Şualar-2, 404)        “Üç cihetle o âlimlere teşekkür ederim. Ve şahsım itibariyle minnettarım. (Birincisi) Siracünnur mecmuasının Beşinci Şua'dan başka onüç parçasını takdirkârane hülâsa etmeleridir. (İkincisi) Medar-ı ittihamımız olan tarikatçılık ve cemiyetçilik ve emniyeti ihlâl bahânelerini reddetmeleridir. (Üçüncüsü) Benim mahkemedeki davamı tasdikleridir. Yani mahkemeye dedim: Kusur varsa, bütün o kusur benimdir. Nur talebeleri hâlis ve masum olup îmanları için Nurlara çalışmışlar. İşte o ehl-i vukuf dahi Nurcuları kurtarıyorlar. Bütün kusuru bana veriyorlar. Ben de onlara Allah sizden râzı olsun derim. Yalnız merhum Hasan Feyzi’yi ve merhum Hâfız Ali'yi ve o iki mübârek şehidin sisteminde ve vârislerinden iki üç zâtı benim suçuma şerik etmişler. Fakat bir cihette sehvetmişler. Çünkü o zâtlar kusurda değil, belki hizmet-i îmaniyede benden ileri ve benim hatalarımdan müberra olarak zafiyetime merhameten inâyet-i İlahiye tarafından bana yardımcı verilmişler.” (Şualar-2, 459) ÜSTAD’IN BEDELİNE ŞEHİD OLMASI Hayatı ile Risâle-i Nurlara hizmet etmesi gibi, hayatından Hz. Üstad’a hayat hediye ederek yine Nurlara hizmet etmiştir. Hâfız Ali ağabeyin, kendisinin yerine berzah âlemine gittiğini Bedîüzzaman Hazretleri şu ifâdeleri ile belirmiştir. “Sonra gizli düşmanlar beni zehirlediler, benim bedelime Nur'un şehid kahramanı merhum Hâfız Ali hastahaneye gitti ve benim yerimde berzah âlemine seyâhat eyledi, bizi me'yusâne ağlattırdı.” (Lemalar, 279) “Ben merhum Hâfız Ali 'yi unutamıyorum. Onun acısı beni sarsıyor. Eski zamanlarda bazan böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim o merhum benim yerimde gitti. Eğer onun fevkalâde hizmetini sizler gibi o sistemde zâtlar yapmasa idi, Kur’ân’a İslâmiyet’e büyük bir zâyiat olurdu. Ben onun vârisleri olan sizleri tahattur ettikçe o acı gidiyor. Bir inşirah geliyor. Medar-ı hayrettir ki: Ben şimdi onun mânevî, belki maddî hayatıyla âlem-i berzaha gitmesi cihetiyle o âleme gitmek için bende bir iştiyak zuhur etti. Ve ruhuma başka bir perde açıldı. Nasıl ki: Buradan Isparta'daki kardeşlerimize selâm göndererek muârefe ve muhâbere ile sohbet ediyoruz. Aynen öyle de Hâfız Ali'nin tavattun ettiği âlem-i berzah nazarımda Isparta, Kastamonu gibi olmuş. Hatta bu gece mesmuata göre buradan birisi oraya gönderilmiş. On defadan ziyâde teessüf ettim. Ne için Hâfız Ali'ye onun ile selâm göndermedim. Sonra ihtar edildi ki: Selâm göndermek için vâsıtalara ihtiyaç yok. Kuvvetli râbıtası telefon gibidir. Hem o gelir. Alır. Hem o büyük şehid Denizli'yi bana sevdiriyor. Daha buradan gitmek istemiyorum. O ve Mehmed Zühdü hayatlarında iken gördükleri vazife-i îmaniye ve Nuriyeye devam ediyorlar. Onlar pek yakından temaşa ediyorlar. Evliya-yı azîmenin dâiresinde kıymetli hizmet noktasında mevki aldıklarından, ben o ikisinin isimlerini silsilemde aktabların isimleri yanında yâd edip hediyelerimi bağışlıyorum... Kardeşlerim, bu iki meyve hediyenize mukâbil Cenâb-ı Hak firdevste iki milyon meyve-i cenneti yazanlara ihsan eylesin. Âmîn.” Said Nursî (Şualar-2, 395-396) HÂFIZ ALİ MÜNKER VE NEKİRE NASIL CEVAP VERDİ Risâle-i Nurlara olan aşkının, onun kabir âlemindeki imtihanda başarılı olmasına vesile olduğunu Hz. Üstad’ın şu ifâdelerinden anlıyoruz: “Risâle-i Nur'un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risâlesi'ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melâike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatları ile cevab verdiği misillü; ben de ve Risâle-i Nur şakirdleri de, o suallere karşı Risâle-i Nur'un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi mânen cevab verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevkedecekler inşâallah.” (Şuâlar-1, 247) HÂFIZ ALİ’NİN ÖLÜMÜNDEN SONRA DA HİZMET ETMESİ Hâfız Ali’nin bu dünyadaki hayatının sona ermesi, Risâle-i Nurlara hizmetinin sona ermesi mânâsına gelmediğini ve vefatından sonra da nurlara hizmet ettiğini Bedîüzzaman Hazretleri şöyle anlatır. “Nasıl bir dane toprak altına konulur tâ çok daneleri sünbül versin, aynen öyle de: Şehid merhum Hâfız Ali o tarlada, toprak altına girdi, otuz-kırk Hâfız Ali'leri sünbül verdi ve verecek kanaatım geldi.” (Emirdağ Lâhikası-1, 37) “Şimdi de neşrettikleri ve yazdıkları ve ikazlarıyla ölmemiş gibi çalışıyorlar. Mânevî ve nurî hayatları dünyada dahi devam ile berzahta onlara mütemâdiyen rahmet yağdırıyorlar. Hem onların vefatları bir hizmet daha bize ediyor. Çünkü ben gördüm ki bazı kardeşlerimiz mahkemede Muhammed Zühdü'nün arkasında kendini saklıyor. O neşretmiş diye o şeref-i azimi bütün ona veriyor. Kendini mahkemenin şerrinden kurtarıyor. Ve Isparta'da dahi aynen müddeiden anladım. Hâfız Ali dahi onun gibi çoklarımızı zulümden kurtardı diye o iki kahraman büyük üstadlarımın dâiresinde bilistihkak makam almışlar. Bir kardeşimiz rüyasında bu iki kahramanın beraber bizim için hapse geldiklerini görmesi ise hem yardım, hem teşekkür içindir tahmin ederim.”  (Şualar-2, 393) “İmam-ı Ali Radıyallahü Anhın (a«V«D²9!ö­a«W²VÇP7!ö¬y¬"ö]«,x­8ö@«M«2ö­v²,!ö«:) fıkrasında bir vecihte Âyetü’l-Kübra Risâlesi maksud olduğu gibi, Denizli Meyvesinin onbir meselesi, "Hüccetü’l-Bâliğa" onbir hüccetiyle aynen Asâ-yı Musa'nın onbir mucizesine tevâfuk edip, bu fıkrada aynen Âyetü’l-Kübra Risâlesi gibi İmam-ı Ali'nin (rh) medar-ı nazarı olduğu kalbime ihtar edildi. Demek Meyve Risâlesi Asâ-yı Musa gibi çok firavunları susturur, mağlub eder. "Âyetü’l-Kübra"yı tab eden kahraman ve mübârek kardeşlerimiz, pek büyük bir hizmet-i Nuriye yapmışlar. Merhum Hâfız Ali'nin (rh) hizmet-i Nuriyesi, bununla da devam ediyor.” (Emirdağ Lâhikası-1, 31) HÂFIZ ALİ’NİN MAKAMI Hz Üstad’ın şu ifâdeleri ile bu mübârek zâtın mânevî makamının hangi mertebede olduğunu anlayabiliriz. “Ben has üstadlarımın dâiresinde Gümüşhaneli (kuddisi sirra) ve Mecmuatü’l-Ahzab sâhibi Hazret-i Ahmed Ziyaeddin (kuddisi sirra) ismi yanında Hâfız Ali ve Muhammed Zühdü'nün isimlerini mütemâdiyen yâd ediyorum. Çünkü bu iki zât: Risâle-i Nur'un neşrinde Ahmed Ziyâeddin'in hizblerinin neşri gibi çok büyük bir hizmet-i kutsiyede bulunmuşlar.” (Şualar-2, 393) “Ben merhum Hâfız Ali'yi aynen hayatta gibi Risâle-i Nur'la meşgul olarak en yüksek bir ilimde en çalışan bir talebe-i ulum vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum. Ve o kanaatla ona ve onun gibi Mehmed Zühdü'ye bazı duâlarımda derim: Yâ Rabbi, bunları kıyâmete kadar Risâle-i Nur kisvesinde hakâik-i îmaniye ve esrar-ı Kur'âniye ile kemal-i ferah ve sevinçle meşgul eyle.. Âmîn..” (Şualar-2, 394) “Benim tarafımdan o Hâfız Mehmed'in akrabasını ve mübârek köyünü taziye ediniz. Ben de onu Hâfız Ali ve Mehmed Zühdü'ye arkadaş edip üstadlarımın aktab kısmının isimleri içinde o üçünün isimlerini dâhil edip Hâfız Âkif'i dahi Âsım ve Lütfü'ye arkadaş ettim.” Said Nursî (Şualar-2, 404) “İşte Risâle-i Nur'un Hizb-i Kur'ânîsi de o neviden birisidir. Bunu böyle neşretmek için evliyadan olan merhum Hâfız Ali bunun tabını acele etmek istedi.” (Emirdağ Lâhikası-2, 298) ÜSTAD’IN HÂFIZ ALİ’YE DUÂ EDİLMESİNİ İSTEMESİ Hayatıyla, vefatıyla ve vefatından sonra dahi Risâle-i Nurlara hizmet eden Hâfız Ali ağabeye Bedîüzzaman Hazretleri duâ etmiş, talebelerinden de onu duâlarla yâd etmelerini istemiştir. “Ben hem kendimi hem sizleri hem Risâle-i Nur'u taziye ve merhum Hâfız Ali 'yi ve Denizli kabristanını tebrik ediyorum. Meyve Risâlesi’nin hakikatını ilmelyakin ile bilen bu kahraman kardeşimiz aynelyakin ve hakkalyakin makamına çıkmak için kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda ve âlem-i ervahta seyâhata gitti. Ve tam vazifesini yapıp terhis ile istirahata çekildi. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn Risâle-i Nur'un bütün yazılan ve okunan harfleri adedince onun defter-i a'maline hasenat yazdırsın. Âmîn. Ve onlar sayısınca ruhuna rahmetler yağdırsın. Âmîn. Ve kabrinde Kur'ân’ı ve Risâle-i Nur'u ona şirin ve enis arkadaş eylesin. Âmîn. Onun yerinde on kahramanı ihsan edip çalıştırsın. Âmîn, Âmîn, Âmîn. Siz dahi benim gibi duâlarınızda onu yâdediniz. Bin lisanı onun lisanı yerine istimal edip o kaybettiği bir hayat ve bir dil yerinde mânevî bin hayatı kazandı diye rahmet-i İlahiyeden ümidvarız.” Said Nursî  (Şualar-2, 391) “Aziz sıddık mübârek kardeşlerim.” “Cenâb-ı Erhamürrâhimîn müdâfaat ve rehberin harfleri adedince yazan mübâreklerden belaları def eylesin. Âmîn. Ve her bir harflerine mukâbil on günahlarını affetsin. Âmîn. Ve mübâreklerden ve Hâfız Ali'nin ve Muhammed Zühdü'nün kabirlerine onların sayısınca rahmetler eylesin. Âmîn.”  (Şualar-2, 392)

Muhammed ÇEPNİ 01 Kasım
Konu resmiAşure
Tarih

7 ŞEY Şu 7 şeyi yapan öldükten sonra da devamlı sevap kazanır:  İlmî eser yazan  Çeşme yapan  Su kuyusu açan  Hurma ağacı diken  Mescid yaptıran  Mushaf yazan  Kendisine duâ edecek sâlih evlat yetiştiren BEZ FARKI İskilipli Atıf Hoca, İstiklâl Mahkemesi’nde… Soruyorlar: “Başına taktığın sarık da bez, bizim senden takmanı istediğimiz şapka da bez! Ne fark var?” Atıf Hoca’nın cevabı müthiş oluyor: “Sizin arkanızdaki Türk bayrağı da bez. İngilizlerin bayrağı da, ne farkı var?” İLGİNÇ BİR TESBİT Siz hiçbir sarrafın bağırdığını duydunuz mu? Kıymetli malı olanlar bağırmazlar. Domatesçi, zerzevatçı bağırır, ama antikacı bağırmaz. Düşünen bağırmaz. İnsan bağırırken düşünemez. Düşünemeyenlerse hep kavga içindedirler. İbrahim Desukî Hazretleri’ne Allah’ın sevdiği kişiler sorulduğunda şu cevabı verdi: “Allah şu kimseleri sever: İffetli ve kalbi temiz olanı, elini fenalıktan çekeni, dilini gıybetten çekeni, iyilik, ikram ve ihsana koşanı, dâima Allah’ı hatırlayanı, affetmeyi seveni.” EMÌR Emir iki kısımdır. Birisi teşriî (dinî bir hüküm koymaya dâir)dir. Diğeri emr-i tekvinîdir (yaratılışa âit emirdir)ki, fıtrî kanunlar ile âdetullahın tazammun ettiği (Allah’ın yaratılışa âit kanunlarının içinde olan) emirlerdir. Mesela ilmin i’tası(verilmesi), mânen ameli emrediyor; zekânın i’tası, ilmi emrediyor ve hâkeza (bunun gibi) aklın verilmesi, ma’rifetullahı (Allah’ı tanımayı); kudretin verilmesi, çalışmayı; cesâretin verilmesi, cihadı mânen ve tekvinen (yaratılış gereği olarak) emrediyor. İşârâtü’l-İ’caz TARİH OKUMAK Tarih okumak beş şey kazandırır.BilgelikMizah kabiliyeti ve nüktedanlıkDerin düşünceAhlâkta ciddiyetMantık ve belâgatta tartışma becerisi SENEDİMİZ VAR MI? Hadiste buyrulduğu üzere cehennemden en son çıkacak olan, Hınad isminde biriymiş. Hasan Basrî Hazretleri ağlayarak “Keşke ben de onun gibi olaydım!” demiş. Sebebini sormuşlar. “Ona cehennemden çıkacağı müjdelemiş, sened almış demektir. Bizim elimizde böyle bir hüccet yok!” buyurmuş.

Zeynep EREN 01 Kasım
Konu resmiBeşinci Yıla Doğru...
İnsan

İrfan Mektebi yayın hayatına başlayalı dört yıl dolmak üzere. Kırk sekiz aydır, yaklaşık bir milyona yakın dergi nüshası memleketimizin dört bir yanına yayıldı hamdolsun. Milyonlar, bu mektebin derslerine muhtelif vesilelerle talebe oldular, olmaya da devam ediyorlar. Yüzlerce tefekkür ehli, kalem ustası bu mektepte talim ediyor. Yaşadıklarını, düşündüklerini, bildiklerini sizlerle paylaşıyor. Şimdi beşinci yılımıza yepyeni bir heyecanla hazırlanıyoruz. 2011 senesinin, yani beşinci yılımızın ilk sayısında, Ocak ayında, yenilenmiş, güçlenmiş bir İrfan Mektebi ile karşılaşacaksınız. Yeni köşelerimiz, bir yıl boyunca takip edeceğiniz dosyalarımız ve yenilenen sayfa tasarımlarımızla İrfan Mektebimizi yeniden inşa edeceğiz. Çocuklarımız için birtakım çalışma ve yazılara da yer verdiğimiz aile-çocuk ekimiz artık sâdece hanım kardeşlerimize ve ailelerimize yönelik hazırlanacak. Aile-çocuk editörlerimiz elinizden düşüremeyeceğiniz dopdolu bir aile eki  hazırlamak için aylardır çalışma yapıyorlar. Çocuklarımız üzülmesinler sakın! Yayın grubumuz, onlar için çok daha büyük sürprizler hazırlıyor. Umre ödüllü “Kalemler Yarışıyor” başlıklı, “Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm” konulu makale, hikâye ve şiir yarışmamız devam ediyor. Sizlerden istirhamımız bu önemli ve anlamlı yarışmaya katılmak için bilhassa gençlerimizi, eli kalem tutan herkesi teşvik etmeniz. Gelecek yıl takip edeceğimiz bir başka önemli projemiz ise şu: Önümüzdeki yıl, internet üzerinden ‘yazar okulu’ açacağız. Gelecek ay ilanlarını yapacağımız bu okulumuza da kâbiliyetli kardeşlerimizin teveccühünü bekliyoruz. Okuma oranları hayli düşük olan memleketimizde yazar yetişmesi, yazılı kültürün yaygınlık kazanması, kaliteli, derinlikli yazılı ürünlerin ortaya çıkartılması çok ciddi ve çok fedakârca gayretlerle ancak olabilir. Biz de bu okulumuza önce okumayı hayat tarzı olarak benimsemiş, ideal sâhibi, dâvâ şuuru ile boyanmış genç kalemşörlerimizi davet ediyoruz. Hulâsa, yeni yılda daha çok gayretle, daha çok okumaya, düşünmeye ve yazmaya devam edeceğiz, etmeliyiz. İrfan Mektebi, beşinci yılında da, mâzisinden aldığı kuvvet ve istikbale dâir güçlü ümidi ile sizlerin duâ ve destekleriyle on binlerin tefekkür zemini olmaya devam edecek. Yine, yayın grubumuzun İngilizce dergisi olan ‘The Pen’in sekizinci sayısı bu sayımızla birlikte piyasaya çıkmış olacak. Seçkin bir heyet tarafından özenle hazırlanan üç aylık ‘The Pen’ dergimize İngilizce bilen tüm okurlarımız abone olabilirler. İnandığı, bildiği hakikatleri İngilizce okuyup, öğrenip tebliğ etmek isteyenler ‘The Pen’i mutlaka takip etmeliler. 2011 yılında nasipse Arapça çıkacak olan dergimiz için de hazırlıklarımız tüm hızıyla devam ediyor. Gelecek ay bu konuda sizleri teferruatlı bilgilendireceğiz. Önümüzdeki yıl, mukaddes Kitâbımızın lisanıyla, İrfan Mektebimizi daha da zenginleştireceğiz inşâallah. Ömür kısa, lüzumlu vazifeler çok! Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden âlâ! İrfan Mektebi’nin derslerinin çok yakın bir gelecekte tüm dünyada okunup istifâde edilebilmesi için hep birlikte gayret edeceğiz. Gayret ve çalışmak bizden, tevfik her zaman ve dâima Cenâb-ı Hak’tandır. Bu vesileyle 16-20 Kasım’da idrak edeceğimiz Kurban Bayramınızı tebrik ediyor, memleketimiz ve tüm İslâm âlemi için hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum. İrfan Mektebi’nin buram buram îman kokan kırk sekizinci sayısından azamî istifâde etmeniz temennisiyle… Allah’a emânet olunuz.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Kasım
Konu resmiKurban Adanmışlıktır
İbadet

Mina tepesinde odun toplamaktı teslimiyetin ismi… Henüz muhâkeme yeteneği gelişen bir çocuğun yaşlarındaydı Hz. İsmail. Yıllar öncesinden ıssız bir çöle inmeleriyle birlikte teslimiyet sınavına tutulmuşlardı ailece. Bekke’ydi orası, Beyt-i Mamur’un dünyadaki uzantısı Mekke’ydi… Mekkake kökünden alınmış bir kelime; kemiğin ortasındaki ilik demekti. Mekke kâinatın iliği gibiydi, her şeyin özüydü insanın özünü bulduğu yerdi, mânâsı bile iliğinden koparmaktı benliği. İşte Allah (cc) da en özlü kullarıyla Mekke’yi inşa ediyordu. Arş-ı âlâdaki tavaf onun rububiyyetini tam olarak ilan etmeye yetmiyordu. Mekke önce Hz. İbrahim’in Hz. İsmail’in Hz. Hacer’in yüreklerinde inşa ediliyordu… Onların teslimiyetine bina edilen mukaddes ilan olan “Hacc” Ebu Kubeys dağından muhâtaplarına lebbeyk dedirtiyordu. Lebbeyk ki en muazzam davete icabetti.. İlk Hacer annemizin ve İsmail’ini çağıran sesti o. Issız bir çöl, sâhiplerini davet ediyordu sessizce.. Kimse itibar etmezdi böyle bir yere, fakat tüm hazinelerin hazinedarıydı, Mekke’nin, Bekke’nin, kâinatın merkezi ilk yaratılan beldenin sâhibi Allah (cc) dı onları davet eden. Kurban ister güzel şeyler, değil mi? Değerli olanı vermedikçe kurban kurban olur muydu? İbrahim (as) ki en değerlisini, canını mancınıkla ateşe götürürken gözünü kırpmamıştı. Neden bu kadar zor olmuştu İsmail’ini götürmek… Rüyaları farklı te’vil etmek… İsmail ki onun seksen senelik duâsıydı… Lâkin emir kılıçtan keskindi. Rüya üç gün üst üste görülmüştü… Rahmânîydi. Zâten adamamış mıydı daha doğmadan o İsmail’ini Rabbine… Fakat bu kadar zor muydu? Candan öteler de varmış insan için asıl onları kurban etmek zordu. Artık vakti gelmişti odun toplamanın… Hz. İbrahim, Rabbinin Âdem babamıza rahmet ettiği dağa doğru, Mina’ya doğru yürümeye başlamıştı… Elinin içinde Hz. İsmail’in küçük avuçları…  Değil mi ki Rabbi Rahim’di, Kerim’di, bir hikmeti vardı bu işlerin. En sevgili olan için, sevgilinin feda edilmesini istiyordu. Yoksa onun en sevgili olduğu nasıl bilinecekti, idrak edilecekti. Şeytan görevinin başında bir Hz. İbrahim’e bir Hz. Hacer bir de Hz. İsmail’e sokulup dururken, onlar; “Allah’ın emrine boyun eğmeli” diyorlardı… Bu cevaplar kıyâmete kadar o bölgede şeytanın kaderini tayin ediyordu… O cevaplar kıyâmete kadar o bölgede taşlanarak lanet almak demekti. Hac ibâdeti böylece teşekkül ediyordu. Her mü’min de İbrahimî bir ruh canlanır Mina’da… Ve toplanan taşlar; terk edilen, kurban edilen, her batan günle kaybolan fâniliğin muhâsebesiyle atılmıştır şeytana… Her yürek orda biraz İsmail biraz da Hacer olur. Nasıl Hz. Hacer peşinden kovalamak ister, ama tutar kendini, İsmail ise kaçmamak, bıçağın kesim anını görüp de ani bir kıpırdanmayla Rabbine karşı edepsizlik etmemek için gözlerini bağlatır. Fıtratın gerektirdiklerine bile bir direnç, bir karşı koyuş vardır burda… Rabbü’l-Âlemîn’in verdiği güçle fıtratın gereklerine bile karşı duruş; annelik şefkati, babalık şefkati… Canın hayata en sıkı tutunuşu, ölüm ânını bilmenin elemi… Râzı olmanın destanı yazılmıştı o topraklarda… Hz. İbrahim; Hz.İsmail’in boynuyla bıçak arasındaki Hz. Cebrail’i görünce, bıçak İsmail’ini kesmeyince, feda edince en sevdiğini Rabbine, onun için sevince geri vermişti İsmail’ini Rabbi ona. O en büyüktü, vâdi tekbir sesleriyle çınlıyordu, Velillahi’l-hamd diyordu İsmail (as) hamd ediyordu.. Kendinden sonra hiçbir kurbanlık insan olmayacaktı… Bu imtihanı kazanmak tüm insanların boyunlarındaki borcu kaldırıyordu… Bütün ümmet en sevdiklerini, Allah’tan çok sevmediklerini temsilen bir mübârek hayvan keseceklerdi. Bu hamd gelmiş geçmiş bütün şükürleri ihâta edecek kadar büyüktü… Yüce bir ibâdetin “Haccın” insana idrak ettirdiği mânâların hulâsasını içeriyordu. Onun için yapıyorsan amellerini, her şeyi ona kurban ediyorsun demekti… Nefis için belki de en zor olan onun için ölmek değil, onun için yaşamaktı… Her feda edilenin kurban olduğunu ve tıpkı bir kurbanlık gibi ona feda edilenin tekrar şefâatiyle iâde edileceğini bilmekti. O’nun yolunda kullanılan tüm âzâların, O’nun için geçen zamanların, sabr edilen tüm imtihanların, o mukaddes beldedeki feda edişin küçük bir timsali olduğunu idrak etmekti. Büyük âlemdeki her şeyin küçük âlemdeki yansımasını görmek… İnsanlığın kâinatında, kalbin muazzam kâbesinde, insanların yüreklerinin sığınağı emin beldesi olabilmek…  Bazen İbrahim, bazen İsmail, bazen de Hacer hâline bürünmek. Kulluğa sadâkatin, zor anlarda mihenge vurulduğunu bilmek... Vefanın cefakâr dağlarına tırmanırken; yanımızda adaklarımızla, Rahmetin arştan inen tecessümüne gülümseyip “Velillahi’l-Hamd” demek. Hulâsa ben kulum, yani “adanmışım” demek…

Asuman CİHAN 01 Kasım
Konu resmiKulağa Küpe Nasihatler
İnsan

Yalnız olduğun zaman Allah (cc) ile ve vicdanınla beraber olduğunu unutma! Allah seninle oldukça kimse sana sırt çeviremez. Yalnız, doğruluk her yerde geçen bir akçedir. Doğruluk en güzel siyasettir. Hiçbir şey insanı daimâ minnettar olmak kadar yormaz. Herkes meyvesiyle tanınır. Takdir tedbiri bozar. Nefret, zevklerin uzunudur. İnsanlar acele severler fakat doya doya nefret ederler. Yalan dört nala gider, hakikat ise adım adım yürür. Fakat yine de vaktinde yetişir. İnsan bir yalanı ancak başka bir yalanla ileri sürebilir. İki türlü insan vardır: Kendini suçlu sayan doğrular, kendini doğru sayan suçlular. Şerefini kaybetmiş insan ölmüş demektir. Zamanın silmediği hiçbir hâtıra, ölümün sona erdirmediği hiçbir ıstırap yoktur. Sağlam bilginin mükemmel delili öğretme kudretidir. Muallim bir kandile benzer; kendini tüketerek başkalarına ışık saçar. Zenginlik kullanılacak bir silahtır, tapınılacak bir mabud değildir. Bol bol yiyen bön bön bakar. Gözü doymaz, cebi almaz. Sofrada elini, mecliste dilini tut! Kendi kendini metheden er-geç kendisini zemmeden birisini bulacaktır. Çok şey vaat edenden hiçbir şey beklemeyin! Yumurtanın iyisi pişince, dostun iyisi tehlikeye düşünce belli olur. Kötü bir kalabalıkta olmaktansa, yalnız olmak daha iyidir. Reddedip de rencide etmemek bir maharettir. Disiplin, dışarıdan zorlamakla değil, arzu edilmeyenlerden ziyade, arzu edilen faaliyetlere kendiliğinden götüren zihin alışkanlıkları demektir. Bilmeyene bir tokat vurulursa, bilene iki tokat vurulur. Babaların çocuklarına yapabilecekleri en büyük yardım, annelerine hoş muamele etmektir. Dönünce saat-i rakkas demez tık tık,/ Çün ömrün hıtâmında denir rûha hemen çık çık!/ Alıp ibret bu saatten muaddil ol umûrunda,/ Yarın rûz-ı kıyâmette vefâ vermez demek “hık! hık!”

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiSahibini Cennete Götüren İman: Tahkiki İman
İtikad

A. İmanın Artması ve Eksilmesi İman sâlih amellerle ve ilmî çalışmalarla artabilir veya günahlarla meşguliyet neticesinde azalabilir. Kur’ân’ın bazı âyetlerinde îmanın artmasından bahsedilmiştir. Örneğin bir âyette şöyle buyrulur: Gerçek mü’minler öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, Allah’ın âyetleri onlara okunduğunda bu onların îmanlarını artırır. (Enfal, 2)1 Bazı hadislerde de Peygamberimiz îmanın azalmasından ve çoğalmasından bahsetmiştir. Örneğin İbn Ömer şöyle der: Biz “Yâ Resûlallah! Îman artar ve eksilir mi?” diye sorduk, O da “Evet, artar, hatta sâhibini cennete girdirinceye kadar. Noksanlaşır, hatta sâhibini cehenneme sokuncaya kadar” buyurdu.2 Peygamberimiz bazı hadislerinde de zayıf ve kuvvetli îmanlara dikkat çekmiştir. “Kalbinde zerre kadar îmanı olan cehennemden çıkar”3 hadisiyle zayıf olan îmanlara, “Ebu Bekrin îmanı dünyadaki insanların îmanıyla tartılsaydı, onun îmanı daha ağır basardı”4 hadisiyle de kuvvetli îmanlara işâret etmiştir. Sahâbelerden Ebu Hureyre, İbn Abbas, Ebud Derda (ra) da “Îman artar ve eksilir” demişlerdir.5 Bu konuda Üstad Bedîüzzaman şöyle der: Îman, yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdike münhasır değil. Bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen güneşten, tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, îmanın da o derece kesretli hakikatları vardır.6 Âyet ve hadislerde zikredilen “îmanın artması”yla îmanın yakin yönünden artması, îmanın daha çok kuvvetlenmesi kastedilmiştir. Yoksa artma ve eksilme îman edilmesi gereken şeyler konusunda değildir. Îmanın 6 esası vardır ve bu artmaz ve eksilmez. Bu konuda İmam-ı A’zam “Gök ve yer ehlinin îmanları, inanılması lâzım gelen şeyler bakımından artmaz ve eksilmez. Fakat yakin ve tasdik (inanışın kuvvetli ve zayıf olması) yönünden artar ve eksilir.” der.7 Îman artmaz veya eksilmez diyen âlimler de aynı şeyi kastetmişlerdir. Bir kimse îman esaslarının hepsini kabul edip de bir veya bir ka­çına inanmasa mesela meleklere inanmasa veya namazın farz yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etse, îman etmiş sayılmaz. Bu durumda îman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Herkes aynı hususlara îman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda bilginle câhil, peygamber olan ve olmayan, kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur.8 Taklidî îman ve tahkîkî îman: Îman zayıflık ve kuvvetliliğine göre taklidî ve tahkikî olmak üzere iki kısma ayrılır. Taklidî îman: Kişinin anne ve babasının veya çevresinin telkinleri neticesinde, delilsiz olarak îman esaslarını benimsemesine taklidî îman denilmiştir. Tahkîkî îman: Kişinin araştırma neticesinde îman esaslarına güçlü, kuvvetli delillerle âdeta görüyormuş gibi îman etmesine de tahkikî îman denilmiştir.9 İslâm âlimleri taklidî îmanın sahih olduğunu, geçerli olduğunu, fakat delillerle bu tür îmanı tahkikî hâle dönüştürmeyen kimselerin günahkâr olacağında, her mü’minin îmanını tahkikî hâle getirmesinin farz-ı ayn olduğunda ittifak etmişlerdir.10 Taklidî îmana sâhip olan insanların bazı sapıkların tesirinde kalarak veya bazı şüphe ve vesveselerle bu îmanı kaybetme tehlikesinden de söz edilmiştir. İmam-ı Rabbanî şöyle der: Bütün tarikatların müntehası ve en büyük maksadları, hakâik-i imâniyenin inkişafıdır. Ve bir mesele-i imâniyenin katiyetle vuzuhu, bin kerâmetlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir.11 Tahkîkî îmanın mertebeleri: Zayıf olan taklidî îmanın tahkikî hâle gelmesi ya ibâdetlerle, ya da delil ve isbata dayalı ilmî çalışmalarla olur. İslâm tarihinde mutasavvıflar ibâdetlerle, kelam âlimleri de delil ve isbatla îmanı tahkikî hâle getirmeye çalışmışlardır. Tahkikî îman yakine müstenid îman demektir. Yakin ise; içinde şüphe olmayan bilgi, gerçeğe uygun kesin bilgi, kalbin bir şeyin hakikatına dâir mutmain oluşu diye tarif edilmiştir. Şüpheleri izâle ederek, araştırma neticesinde gaybı tasdiktir, şüphenin zıddıdır da denilmiştir. (Tarifat) Bu tariflerin neticesinde yakine müstenid tahkikî îman; kişinin îmanî konulara araştırma ve deliller neticesinde vukufiyet peyda etmesi, içinde şüphe olmayan, kalbini mutmain eden îmanı elde etmesi diyebiliriz. Yakînin üç mertebesi vardır: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn. a) İlme’l-yakin: “Aklî ve naklî delillerin neticesinde kalpte oluşan kesin bilgi” diye tanımlanır. Yakinin bu mertebesinin, delillerin azlığına veya çokluğuna, kuvvet ve zayıflığına göre dereceleri, mertebeleri vardır. Fahreddin Râzi şöyle der: “İlim ehlinin çoğunluğuna göre; kimin îmana dâir delilleri çok ve kuvvetliyse onun îmanı en fazla olan îmandır. Çünkü delillerin çoğalması ve kuvvetlenmesi nisbetinde şüpheler zâil olur ve kişinin yakini kuvvetlenir. Buna işâreten Peygamberimiz “Ebu Bekrin îmanı dünyadaki insanların îmanıyla tartılsaydı, onun îmanı daha ağır basardı” demiştir.”12 Üstad Bedîüzzaman da şöyle der: “[Tahkikî îmanın] ilme’l-yakin mertebesi, çok burhanlarının, delillerinin kuvvetiyle binler şüphelere karşı dayanır. Hâlbuki taklidî îman bir şübheye karşı bazen mağlub olur.” b) Ayne’l-yakin: “Müşâhede (gözlem) yoluyla elde edilen ve doğruluğu apaçık olan bilgi diye tarif edilir. Cürcânî ayne’l-yakini, müşâhede ve keşfin meydana getirdiği bilgi olarak tarif eder.13 Ayne’l-yakin ilme’l-yakinin teorikten pratiğe aktarılması da denilebilir. Kişinin deliller neticesinde elde ettiği bilgileri, dış âlemde müşâhede etmesidir. Üstad şöyle der: “Îman-ı tahkikînin bir mertebesi de ayne’l-yakin derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezâhür dereceleri var. [Kişi bu îmanla] bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek dereceye gelir.” Ayne’l-yakin, ilme’l-yakinden üstündür. Aşağıdaki âyet ayne’l-yakinin üstünlüğüne delil olarak zikredilir: “Bir zaman İbrahim: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Allah: “İnanmadın mı ki?” buyurdu. İbrahim: “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye (bunu istiyorum).” dedi. (Bunun üzerine) Allah şöyle buyurdu: “Öyle ise kuşlardan dört tane tut, onları kendine alıştır, sonra (onları kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt, sonra da onları çağır, sana koşarak gelecekler ve bil ki, Allah gerçekten Aziz ve Hakîm’dir (çok güçlüdür ve hikmet sâhibidir.” (Bakara, 260) c) Hakka’l-yakin: “Âlimler hakka’l-yakinin, yakinin en üst mertebesi, kesin bilginin varılabilecek son noktası olduğunu söylemişler, fakat tarifinde ihtilaf etmişlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır Seyyid Şerif Cürcani’ye istinaden hakka'l-yakini, "ilim ve müşâhededen geçerek fiili olarak tahakkuk edip yaşanılan hakikat" diye tarif etmiştir.14 Bunu ilme’l-yakin ve ayne’l-yakin’in neticesinde, insanın kendi iç âleminde, vicdanında his ettiği hâl, kesin bilgi olarak değerlendirmek mümkündür. "İç duyu veya iç tecrübe yoluyla ulaşılan ve kesinlik bakımından en son merhaleyi teşkil eden doğru bil­gi" diye de tanımlanmıştır.15 Üstad şöyle der: “[Hakka’l-yakinin de] çok mertebeleri var. Böyle îmanlı zâtlara şüphe orduları hücum da etse, bir halt edemez.”16 d) Îman Tahkîkî Hâle Nasıl Gelir: Yukarda zikrettiğimiz gibi, İslâm tarihinde kelam âlimleri delil ve isbatlarla, mutasavvıflar ise ibâdetler üzerinde yoğunlaşarak îmanı tahkikî hâle getirmeye çalışmışlardır. Kelam ilminde bir tecdid olan Risâle-i Nur tefekkür mesleğinde giderek îmanı tahkikî hâle getirmeye çalışır. Üstad bu konuda şöyle der: Kelam ilmi âlimlerinin binler cilt kitabları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o marifet-i îmaniyenin burhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatın yüzer kitabları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imâniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur’ânın mu'cizekâr cadde-i kübrası, gösterdiği hakâik-i imâniye ve marifet-i kudsiye; o ulemâ ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir. İşte Risâle-i Nur bu câmi ve küllî ve yüksek marifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur’ân ve îman namına mukâbele ediyor, müdâfaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i îmanın îmanını muhâfazasına Kur’ân nuruyla vesile olsun. Hadîs-i şerif'te vardır ki: “Bir âdemin seninle îmana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.” “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibâdetten daha hayırlı olur.” Hatta Nakşîlerin hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.17 Üstad Pencereler Risâlesi için şöyle der: Şu Otuzüç Pencereli olan Otuzüçüncü Mektub, îmanı olmayanı inşâallah îmana getirir. Îmânı zayıf olanın îmanını kuvvetleştirir. Îmânı kavî ve taklidî olanın îmanını tahkikî yapar. Îmanı tahkikî olanın îmânını genişlendirir. Îmânı geniş olana bütün kemalât-ı hakikiyyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nuranî, daha parlak manzaraları açar.18 Ayete’l-Kübra Risâlesi için de şöyle der: [Bu risâle] sâir erkân-ı îmaniyeyi dahi içinde kuvvetli isbat etmekle beraber ihtiva ettiği bütün hakikatların icmaı ve ittifakı ile îmanımızı taklidden tahkike ve tahkikten ilme’l-yakine ve ilme’l-yakinden ayne’l-yakine ve ayne’l-yakinden hakka’l-yakine çıkarıyor.19  Ayrıca bkz: Âl-i İmran, 173; Tevbe, 124; Ahzab, 22; Fetih, 4; Müddessir, 31.Beyzavî Tefsiri, Daru’l-Kütübü’l-İlmiye, 1999, c. 1, s. 190. Taftazanî, Şerhu’l-Makâsıd, Âlemü’l-Kütüb, 1998, c. 5, s. 213.Tirmizî, Birr ve’s-SılaKenzu’l-Ummal, hn. 35614Bkz: İbn Mace, Mukaddime, îman, hn. 72Asâ-yı Musa, s. 243.Ebu’l-Münteha, İmam-ı A’zam’ın Hayatı ve Fıkh-ı Ekber Şerhi, Akçağ y. Ankara, 1998, s. 290TDV İsam İlmihal, c. 1, s. 73kz: Tılsımlar, 22. Söz, İkinci Makam, Birinci Lem’a.Bkz: Aliyyü’l-Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, Çağrı Yayınları, s, 383; Ebu Yüsr Muhammed Pezdevî, Usûlü’d-dîn, trc. Prof. Dr. Şerâfeddin GÖLCÜK, s. 219; Nûreddin es-Sâbûnî, el-Bidâye fî usûli’d-dîn, s. 89Asa-yı Musa, s. 243Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, Daru’l-Fikir, Beyrut, 1995, c. 8, s. 122.TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 269.Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, c. 7, s. 413.TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 15, s. 203.Asa-yı Musa, s. 243Emirdağ Lâhikası,Siracü’n-Nur, s. 166Şualar, c. 1, s. 159

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiElma
İnsan

Meyvelerin sultanı diye bilinen Rabbimizin hediyesi olan elma birçok derde devâ olduğu gibi, kalb sağlığına da çok iyi gelir. Çünkü elma kandaki kolesterol oranını düşürmeye vesîle olur. Dalağın kan yapmasını sağlar. Çalışırken devamlı olarak oturanlara, şişmanlara, kanı fazla koyu olanlara elma son derece faydalıdır. Demir, C vitamini ile birleştiğinde organizma tarafından mümkün olduğunca iyi şekilde emilir. Elmada her ikisi de olduğundan demir eksikliğine bağlı kansızlıkta faydalıdır. Kan şekerini düşürür! Elma, şeker hastalarının ve kan şekerinin yükselmesini istemeyen kişilerin tercih etmesi gereken ilk meyvedir. İçine bolca yerleştirilmiş olan protein ve vitaminler sayesinde sindirime yardımcı olur ve hazmı kolaylaştırır. Bağırsak sıkıntısı çeken kişiler için dengeleyici ve normalleştirici bir besindir. Kabızlık sıkıntısı olanlara çok faydalıdır. Bağırsak kanserlerini önleyici etkisi de unutulmamalıdır.  

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım