
Bir mülâkatta Bana Bedîüzzaman Hazretleri'ni tarif eder misiniz? demiştim, karşımdaki pir-i fâniye. Nasıl anlatayım? diye söze başladı ve devam etti: Ben bir dağın önündeyim, sen diyorsun ki dağı tarif et, mümkün mü? Büyük zâtları tanı(t)mak ve anla(t) mak böyle bir şeydir işte. Zordur, hatta imkânsızdır. Ancak iyi niyetle böyle bir gayret takdire şayandır. Mutlaka olmalıdır. Onun için siyer ve tabakat kitapları çok ama çok kıymetlidir. Ne kadar mükemmel olurlarsa olsunlar eksik kaldıkları halde. Sevgili Efendimiz, Resul-i Ekrem (asm)'ın şahsiyeti, siyer kitaplarında anlatıldığı kadar mıdır? Asla! Elbette değildir. O'nun mânevî şahsiyeti tüm siyerlerin, tarih kitaplarının toplamından çok daha fazladır. Buna rağmen siyer okumak hakikaten elzemdir. Peygamber vârislerini anlatan tabakat kitapları, sahâbe hayatı ile alâkalı eserler mutlaka itina ile mütâlaa edilmelidir. Böylelikle, bu mübârek zâtların hayatlarının bazı yönleri bilinir, örnek alınır. Son devrin müceddidi Bedîüzzaman Hazretleri'ni tanı(t)mak ve anla(t)mak da aynı şekilde hassasiyet ister. Hem anlamak, hem anlatmak; hem tanımak, hem de tanıtmak. Buna rağmen, bir kez daha altını çiziyorum, bu yönde her çalışma, iyi niyetle olduğu müddetçe, takdire ve tebrike şayandır. Bazı büyük zâtlar vardır; eserleri okunmadığı halde, şahsı hakkında doğru-yanlış çok konuşulur. Veya hakkında çokça konuşulan kimi şahıslar vardır, hayatları hakkında doğru düzgün hiçbir şey bilinmez. Bedîüzzaman Hazretleri böyle değildir. Eserleri çokça okunduğu halde, bazı kesimler O'nu bir tarafından bakıp tanıtmaya çok heveslidir. Hayatı çok iyi bilindiği halde, davası hâlâ taptaze olduğu için, engellemek isteyenler tarafından yalan yanlış birtakım bilgiler piyasaya sürülür zaman zaman. Bedîüzzaman Hazretleri ile alâkalı yayın yapan bir gazete yöneticisine şöyle demiştim Yazı dizinizde Bedîüzzaman'dan başka herkesin görüşünü almışsınız maşallah. O'nu kendisine sormayı hiç düşünmediniz mi? Gazeteci ne cevap versin! Sustu sâdece. O da haylaz danışmanların oyununa gelmişti. Sorun veya çözüm burada işte. Bedîüzzaman Hazretleri'ni en iyi anla(t)manın ve tanı(t)manın birinci şartı, eserlerine yani kendisine mürâcaat etmektir. Böylelikle suistimallerin, yanlış bilgilendirmelerin önüne geçilebilir. Hâtıra ve görüşler eserleriyle mutâbık olduğu nisbette ancak muteberdir. O'nu en sıhhatli anla(t)manın ve tanı(t)manın ikinci yolu ise en yakın talebelerinin öncelikle yazılı sonra şifâhi (yine vesikalara mutâbakat şartıyla) hâtıra, mektup ve görüşleridir. Bu itibarla O'nu en iyi tanıyan ve tanıtan talebesi elbette O'na en yakın olan ve O'nun da en yakın olduğu kişidir.İşte bu şahıs, eserlerinde en ziyâde ismi geçen, 30 sene birlikte hizmet ettiği ve kendisinden sonra davasını teslim ettiği talebesi Ahmed Husrev Efendi'dir.Risâle-i Nur hizmetinde pek çok kıymetli insanın emeği geçmiştir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri binlerce talebe yetiştirmiştir. Ancak talebeleri içinde hemen yanı başında olan bir heyet O'nun ve tüm talebelerin nezdinde müstesna bir yere sâhiptir. Bu heyeti kendisi Medresetü'z-Zehra Erkânları diye isimlendirmiştir. İşte bu erkânın temsilcisi de Ahmed Husrev Efendi'dir. Şimdi sorun şu: Diyelim ki, Bedîüzzaman Hazretleri'ni anla(t)mak ve tanı(t)mak istiyorsunuz. Ama ne O'nun eserlerine ne de en yakın talebelerinin görüşlerine mürâcaat ediyorsunuz. Doğru olur mu? Elbette olmaz. Ümit ediyorum, meramım anlaşılmıştır. Ecdadın dediği gibi vusulsüzlük usulsüzlük sebebiyledir. Doğru, meşru ve hak usullerle çalışmazsanız vâsıl olacağınız nokta da doğru, hak ve meşru olmaz. En aşikâr hakikattir bu. Vefatının 51. yılında Bedîüzzaman Hazretleri gibi bir peygamber vârisini anla(t) mak ve tanı(t)mak çok mühimdir. Sezai Karakoç'un ifâdesiyle akciğerleri iflas eden ve havasız kalan Türkiye, O'nun eserleriyle nefes alabilmiştir. Müceddidlik tahsille veya tayinle kazanılan dünyevî bir pâye ve rütbe değildir. Mevhibe-i İlâhiyedir. Allah'ın lütuf ve ihsanıdır. Bedîüzzaman Hazretleri'nin eserleri, ilhamın Kur'ân'dan alınıp, İslâm'ın asrın idrakine söyletilmesinden başka bir şey değildir. Onun için bu asrın her köşesinde bu Kur'ânî ve nurânî ses karşılık bulabilmiştir. Onun için ortaya koyduğu reçeteler mücerrep şifalıdır ve hâlen de olmaktadır. Onun için 'gizli düşmanlar' ve 'ifsat komiteleri' bu sesi kısmak için bin bir türlü entrika ve zulme teşebbüs etmişlerdir.Ve onun için, bugünden geriye bakıldığında açıkça görülmektedir ki asra damgasını vurmuş bir zâtın hayatı ile ilgili çalışmalar mutlaka doğru usullerle ve iyi niyetle yapılmalıdır. Aksi bir tutum en hafif tabirle hıyânettir. Kime karşı? Hem muazzez Üstad'a, hem memlekete hem de İslâm âlemine! Bizler bu hassasiyetle, zaman zaman olduğu gibi bu ay da Bedîüzzaman Hazretleri ile alâkalı çalışmalara İrfan Mektebi'nde yer veriyoruz. Bu vesileyle asrın îman ve irfan mektebi muallimi, müceddid, Kur'ân dellalı, Aziz Üstad'ı rahmet ve şükranla anıyoruz. Allah kendisinden ebediyen râzı olsun. Âmîn.

EHL-İ İNKÂRIN AFFEDİLMEMESİNİN 5 SEBEBİ ► Birincisi: Küfür, bütün varlıkların kıymetlerini düşürüp mânâsızlıkla itham etmek demek olduğundan, bütün kâinata karşı bir tahkirdir. ► İkincisi: Bütün varlıklar Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği birer ayna gibidirler. Küfür, ‘varlık aynaları’nda görünen İlâhî isimlerin tecellilerini ‘inkâr’ olduğundan, bütün İlâhî isimlere karşı bir tahkir ve inkârdır. ► Üçüncüsü: Bütün varlıklar, Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliğine birer şâhittirler. Küfür ise, varlıkların bu şâhitliklerini ‘red ve yalanlama’dır. ► Dördüncüsü: Küfür, büyük bir zulümdür (haksızlıktır). Yani, bütün mahlûkâtın ve İlâhî isimlerin hukukuna bir tecâvüzdür. ► Beşincisi: Küfür, bütün bu cinâyet ve zulümlerinden dolayı, kâfir nefsi öylesine bozar ve tahrip eder ki artık o nefsin, hayır ve iyilik işleyecek bozulmamış bir tarafı kalmaz. O nefisten dâima şer ve kötülük beklenir. İKTİSAT ETMENİN 7 ÖZELLİĞİ ► Birincisi: Mânevî bir şükürdür. ► İkincisi: Nimetlerde görünen rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmettir. ► Üçüncüsü: Bereket sebebidir. ► Dördüncüsü: Bedene, perhiz gibi olduğundan sıhhate sebeptir. ► Beşincisi: İnsanı mânevî dilencilik zahmetinden kurtaracak bir 'izzet’ sebebidir. ► Altıncısı: Nimet içindeki lezzeti hissetmeye ve görünüşte lezzetsiz gibi görünen nimetlerdeki lezzeti tatmaya kuvvetli bir sebeptir. ► Yedincisi: Hikmet-i İlâhiyeye uygun hareket etmektir. KANAATSİZLİĞİN 5 VAHİM NETİCESİ ► Birincisi: Çalışma şevkini kırar. ► İkincisi: Şükür yerine şikâyet ettirir. ► Üçüncüsü: Tembelliğe atar. ► Dördüncüsü: Meşru ve helâl olan az malı terk ettirip, haram ve külfetsiz bir malı arattırır. ► Beşincisi: İzzet ve haysiyeti fedâ ettirir. HER ŞEYİN ALLAH’IN VARLIĞINA 2 ŞEKİLDE ŞEHÂDETİ ► Birincisi: Her bir şeyin, tam bir âcizlik ve zayıflık içinde olmalarıyla beraber, kendi güç ve tâkâtının binler derece üstünde vazife görmeleri. ► İkincisi: Her bir şey, kâinatın ve mevcûdâtın düzenini oluşturan kanunlara ve düsturlara son derece uygun hareket etmeleri. KUR’ÂN’DAKİ TEKRARLARIN 9 HİKMETİ ► Birincisi: Kur’ân, bir kitâb-ı zikirdir. Zikir ise, ne kadar tekrarlanırsa o kadar nurlandırır. ► İkincisi: Kur’ân, bir kitâb-ı duâdır. Duâ ise, ne kadar tekrarla yapılırsa o kadar kabule lâyık olur. ► Üçüncüsü: Kur’ân, bir kitâb-ı davettir. İnsanlara ve cinlere hak ve hakikati emredip davet eder. Emir ve davet, ne kadar tekrar edilirse o kadar kuvvetlenir ve tesiri artar. ► Dördüncüsü: Herkes, her vakit, Kur’ân’ın tamamını okumaktan ziyâde, çoğunlukla bir sûreyi okumaya güç yetirebilir. Onun için, Kur’ân okuyan hiç bir kimse, O’nda zikredilen tevhid, haşir ve risâlet (peygamberlik) gibi en mühim meselelerden mahrum kalmaması için, çoğu uzun sûrelere bu meseleler yerleştirilerek âdeta her bir sûre küçük bir Kur’ân hükmüne geçmiştir. ► Beşincisi: Âyetlerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri gelmiştir. Cismanî ihtiyaçlar gibi, mânevî ihtiyaçlar dahi çok çeşitlidir. Bazısına insan her nefeste muhtaç olur (cismin havaya, ruhun ‘Hu’ ya ihtiyacı gibi). Bazısına ise insan her saat muhtaçtır (‘Bismillah’ gibi). ► Altıncısı: Kur'ân, müessistir. Yani, tesis edicidir. Hak dinin esasları ve islâm âleminin temelleridir. ‘Tesis ediciye’ en lâzım olan şey, yerleştirmek istediği temelleri ve esasları tekrar tekrar anlatmak ve işlemektir. ► Yedincisi: Kur’ân, toplum hayatını değiştirmiş ve farklı insan tabakalarının muhtelif ve tekraren sordukları sorularına da bir cevaptır. ► Sekizincisi: Kur’ân öylesine büyük meselelerden, ince ve sırlı hakikatlerden bahsediyor ki, bunları bütün insanların kalplerine yerleştirmek için çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır. ► Dokuzuncusu: Görünüşte bazı âyetler tekrar ediyor gibi gözüküyor. Fakat hakikatte, mânen her bir âyetin çok mânâları, faydaları, farklı yönleri ve tabakaları vardır. HIRSIN 3 NETİCESİ ► Birincisi: Kanaatsizlik. ► İkincisi: Zarar ve mahrûmiyettir. ► Üçüncüsü: İhlâsı kırar ve amelleri zedeler.

"Sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksiltmekle elbette deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155) buyuran Cenâb-ı Hak bu âyette, insanların hangi şeylerden imtihana tâbi tutulacağını, musibetlerin, sıkıntıların, belaların nerelerden geleceğini haber veriyor. Ve bunlara sabredebilenlerin müjdelenmesini Efendimiz (asm)’a emrediyor. Musibetlerin, imtihan gâyesiyle verildiğini yukarıdaki âyetten anlıyoruz. Lâkin sıkıntılar, belalar ve musibetler yalnız imtihana münhasır olarak verilmiyor. Bunların birincisi; istikamet ile hareket etmeyen insanların, âyette geçen ifâdeyle sırat-ı müstakime ulaşmaları için îkaz kabilinden olanlardır. İkincisi; günahkârların günahlarına kefâret olması içindir. Üçüncüsü; Cenâb-ı Hak bazı özel insanlara âhirette bir makam tayin etmiştir. Bu insanlar sırat-ı müstakimde oldukları, günahları olmadığı veya çok az olduğu halde musibetlere maruz kalırlar. Bu musibetler o özel insanların kendilerine tayin edilen makamlara ulaşmaları içindir, peygamberler gibi. Nitekim en istikametli onlar oldukları ve ismet sıfatına hâiz oldukları halde en çok sıkıntıyı da yine onlar çekmişlerdir. MUSİBETLER İHTAR-I RAHMÂNÎDİR Evet dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecâvüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Veya derslerine çalışmayan, talebelik vazifelerini yerine getirmeyen bir talebeye aklını başına alıp vazifelerini ifa etmesi için hocasının attığı bir tokat onun hakkında musibet olamaz. Çünkü o tokat talebenin aklını başına getirip sınıfı geçmesine vesile oldu. Belki o bir ihtardır. Onun için ona düşen tokadın acısına sabretmek olduğu kadar, hocaya da teşekkür etmektir. Zîra o tokat aklını başına getirip sınıfta kalmasına mâni oldu. Öyle de insanlara gelen bir kısım musibetler, ihtar nevinden olup onların vazifelerinin farkına varıp vazifelerini ifa etmeleri için Cenâb-ı Hak tarafından verilen hediye kabilindendir. Bunun farkına varıp musibete sabredildiği kadar, sabır içinde de şükredilmelidir. BELALAR GÜNAHLARA KEFÂRETTİR Ebu Hureyre (ra)’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Erkek olsun, kadın olsun, mü’min, Allah’a günahsız kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan, malından bela eksik olmaz.”2 Bu hadis-i şerif belaların günahlara kefâret olduğunu göstermektedir. Konuyla alâkalı diğer hadisler de bu belaların neler olabileceği noktasında bize bilgi vermektedir. Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı, gam, ayağa batan dikene varıncaya kadar hadiste ifâde buyrulan belalara misal olarak verilebilir. Ve bunlardan dolayı müslümanların günahları affedilir. “Allah, iyiliğini dilediği kulunun cezasını dünyada verir. Fenalığını dilediği kulunun cezasını da, kıyâmet günü günahını yüklenip gelsin diye, dünyada vermez.” hadisine mazhar olur. İnsanın âhirete temizlenmiş olarak gitmesini sağlayan sıkıntılara sâdece sabretmesi nâkıs kalır. Sabırla beraber bu ihsana teşekkür de etmelidir. Belki musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vâsıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünüp sabırdan ziyâde, şükretmelidir. MUSİBETLER EN SEVGİLİLER İÇİNDİR Hâdis-i sahihte vardır ki: اَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً َاْلاَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلاَوْلِيَاءُ َاْلاَمْثَلُ فَاْلاَمْثَلُ -ev kemâ kal- yani: “En ziyâde musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridirler.” Buna bir misal verecek olursak şu rivâyet yerinde olacaktır. Abdullah İbni Mesud (ra) şöyle dedi: Resûlullah (asm)’ın huzuruna vardım. Kendisi sıtmaya yakalanmıştı. - Ey Allah’ın Resûlü! Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz, dedim. - “Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ızdırab çekmekteyim.” buyurdu. - Herhalde bu iki kat sevap kazanmanız içindir, dedim. - “Evet öyledir. Allah, ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan dolayı müslümanın günahlarını bağışlar. O müslümanın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür.” buyurdu.4 Görüldüğü gibi sevgililer sevgilisi olan Efendimiz (asm) bile bu kadar sıkıntı çekmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak onlara cennette büyük makamlar tayin etmiş ve o makama ulaşmaları için de onları bu sıkıntılardan geçirmiştir. Başta Hazret-i Eyüp (as), enbiyalar sonra evliyalar ve sonra ehl-i salâhat çektikleri hastalıklara, musibetlere birer ibâdet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmaniye nazarıyla bakmışlar; sabır içinde şükretmişler. Hâlık-ı Rahîm’in rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrâhiye nevinden görmüşler. Sen ey âh u fizar eden insan! Bu nuranî kafileye iltihak etmek istersen, sabır içinde şükret.5 İnsanlar için hem ihtar-ı Rahmânî olan, hem günahlarına kefâret olan, hem de onları en sevgililer sınıfına ilhak edebilecek olan musibetlere sabretmek hatta Bedîüzzaman Hazretleri’nin ifâdesiyle sabırdan ziyâde şükretmek onların üzerine bir borçtur. Cenâb-ı Hak bizleri musibet geldiği zaman sabırdan ziyâde şükredebilenlerden eylesin… Âmîn! Kaynaklar: Said Nursi, Lemalar, Osmanlıca Nüsha sh.8İmam Nevevi, Riyazü’s Sâlihîn, Erkam Yayınları, c.1, sh.269İmam Nevevi, Riyazü’s Sâlihîn, Erkam Yayınları, c.1, sh.256Buhari, Merda 1,3Said Nursi, Lemalar, Osmanlıca Nüsha sh.220

Efendimiz (asm) ‘her biri yıldızlar gibidir’ dediği Ashâb-ı Kiram (radiyallahü anhüm ecmaîn), âhiretin tarlası hükmünde olan bu dünyada hayatlarının en büyük gâyesini Allah'ın dinini güneşin doğup battığı her yere ulaştırmak olarak görmüşler. Her fâni gibi onlar da meşakkat yurdunu bırakıp beka âlemi olan âhiret yurduna irtihal etmişler. Arkalarından kendi yerlerini doldurabilecek güzide şahsiyetler yetiştirip gitmişler. İşte sahâbe ikliminde yetişmiş tâbiînin ender şahsiyetlerinden birisi de Hasan-ı Basrî Hazretleridir. Hasan-ı Basrî (rh) Irak’ın Meysan kasabasından olan Yesar’ın oğludur. Babası Yesar Meysan’ın fethinden sonra köle olarak Medine'ye getirilmiş, orada Ümmü Seleme vâlidemizin cariyesi olan Hayra ile evlenmiştir. Hasan Basrî Hazretleri Hz. Ömer'in (ra) hilâfeti döneminde Hicri 21. de dünyaya gelmiş. Ümmü Seleme vâlidemiz bu bebeği görünce çok sevinmiş, adını Hasan olarak koymuş ve Hazreti Ömer'den (ra) onun hakkında hayır duâ etmesini istemiştir. Ayrıca Ümmü Seleme vâlidemiz onun için "Yâ Rabbî! Sen bu çocuğu âleme imam, insanoğluna da örnek bir şahsiyet eyle. Halk ona uyup onun yolundan gitsin" diye duâ etmiştir. İşte Hasan Basrî Hazretleri, Hz. Peygamberin (asm)’in nurâniyetinin yaşandığı böyle huzurlu bir hanede kendini buluvermiştir. Annesi ve babası oğulları Hasan Basrî’nin (rh) doğumu üzerine âzad edilirler. Annesi ara sıra Ümmü Seleme vâlidemizin hizmetini görmeye gittiğinde, bu vâlidemiz Hasan Basrî’yi (rh) kucağına alarak bağrına basıp duâ ederdi. Bu arada annesinin olmadığı vakitlerde Ümmü Seleme vâlidemizin onu emzirdiği, Hasan Basrî’deki (rh) hikmet ve belâgatin bundan dolayı olduğu söylenir. On beş yaşına kadar Medîne’de kalan Hasan-ı Basrî Hazretrleri bundan sonraki hayatının büyük bir kısmını önemli ilim merkezlerinden birisi olan Basra’da geçirdi. Basra’da Abdullah bin Abbas, Enes bin Mâlik, Abdurrahmân bin Semüre, Semüre bin Cündeb (radiyallahü anhüm ecmaîn) gibi büyük sahâbîlerin derslerine ve sohbetlerine devam etti. Kendisi yetmiş tanesi Bedir ashâbı olmak üzere yaklaşık yüz otuz sahâbe ile görüşmüş. Bunlar arasında Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Ebu Musa el-Eşarî, Abdullah bin Ömer, Enes bin Mâlik, Câbir bin Abdullah, Ebu Hureyre, İmran bin Husayn (radiyallahü anhüm ecmaîn) gibi birçok sahâbeden ders almış ve onlardan hadis rivâyet etmiştir. Bu kadar sahâbe ile görüşmesi Tabiînin en büyüklerinden birisi olarak kabul edilmesine sebep olmuştur. Ayrıca Sicistan'a düzenlenen sefere katılıp, daha sonra İbni Ziyad'ın vâlilik yaptığı Horasan'da on sene kadar kalmıştır. Bu on sene zarfında da bölgedeki birçok sahâbe ile görüşmüş ve onlardan ilim öğrenmiştir. Hasan Basrî Hazretleri Ashâb-ı Kirâm'ın, Hazret-i Peygamberden (asm) naklettiği islâmî ilimleri ve Ehl-i sünnet itikadını insanlara anlatarak hidâyete gelmelerine hizmet etmiş güzide bir şahsiyettir. İlmi, vakarı, sükûneti ve görünüşü îtibariyle Resûlullah (asm)'e çok benzeyen bu muhteterem zât, bütün hayatını Kur’ân’ın ilimlerini öğrenmeye ve öğretmeye vakfetmiştir. Kendisine ‘Bu ilmi kimden aldın? diye soranlara, Ashâb-ı Kirâm'dan olan Huzeyfetü'l-Yemânî'den aldım diye cevap vermiştir.’ O kimden aldı? diye tekrar sorulunca: ‘Hz. Huzeyfe bana dedi ki: Bu ilim, Resûlullah Efendimizin bana bir ikramıdır. Herkes Resûlullah'a hayırdan sorar, ben ise şerden sorardım. Çünkü şerleri yapmaya korkar ve kötü şeylerden sakınırsam, iyilikleri yapabileceğimi düşünürdüm.’ diye cevap vermiştir. Daha ziyâde zühd ve takva yönüyle tanıdığımız Hasan Basrî Hazretleri gençliğinde ticâret ile meşgul olmuş. Bu vesile ile zaman zaman Diyar-ı Rum denilen Anadolu'ya gelir, belirli bir süre kaldıktan sonra tekrar Basra'ya dönüyordu. Yine böyle bir sefer sırasında hayatında köklü değişikliklere sebep olacak bir olayla karşılaşır. O günlerde, seferlerde âdet üzere devlet başkanına hediyeler takdim ediliyor, sonra o ülkede ticâret yapılabiliyordu. Bir kralın çok sevilen oğlunun cenâze merâsimi sırasında devlet ricali ve esnaf meydana konulan tabutun etrafında dönüyor ve içindeki gence ‘Seni kaybettiğimiz için çok üzgünüz. Elimizden gelen her şeyi senin için yapmaya hazırız. Fakat dünyaya gelen her canlı ölümü tadacaktır.’ diyerek derin üzüntülerini bildiriyorlardı. İşte bu hâdise ile Hasan Basrî Hazretleri dünya malının ve makamının gelip geçici olduğunu anlayıp kendini âhiret ticâretine vererek bütün malını ve mülkünü fakirlere dağıtmış, hayatının geri kalan kısmında sâde bir hayat sürmüştür. Hasan-ı Basrî Hazretleri o derece hikmetli ve etkileyici konuşurdu ki, İmam Cafer-i Sâdık (ra), onun hakkında: ‘Sözü Hazret-i Peygamber’in (asm) sözüne benziyor’ demiştir. Ayrıca ruhları etkileyen vaazları ve tefsirleri ile Hasan-ı Basrî, işarî tefsirin kurucularından kabul edilmektedir. İbnu Nedim, fihristinde tefsirlerden bahsederken Hasan-ı Basrî’nin işarî mânâları ihtiva eden bir tefsirinin olduğunu söylemiştir. İnsanda bir irâde hürriyetinin mevcudiyetini, buna bağlı olarak da hayır ve şerrin işlenmesinde kişinin tamamen hür olduğunu kabul eden Hasan-ı Basrî Hazretleri, hayatı boyunca hep Ehl-i Sünnet akidesinin neşri için çaba sarf etmiş. Bunun içinde yapılabilecek en güzel hizmetin talebe yetiştirmek olduğunu idrak edip, Hz. Ali efendimiz (ra) ve diğer sahâbe-i güzinden aldığı feyiz ile başta Mâlik Bin Dinar ve Ebu Tâlib-i Mekkî gibi birçok münevver şahsiyetlerin yetişmesine vesile olmuştur. Ayrıca kadınlar âleminin güneşi olan Râbiyatü’l-Adviyye de kendisinden istifâde edenler arasındadır. Nasihatlerinden birkaç bölümü istifâdenize sunuyurum. ‘Kul bütün ilimleri elde etse, kuru ağaç gibi oluncaya kadar ibâdette bulunsa, fakat midesine giren şeyin haram olup olmadığına dikkat etmezse, Allahu Teâlâ onun hiçbir ibâdetini kabul etmez. Dünyanın fâniliğini, nimetlerinin geçici olduğunu ve ölümün mutlaka geleceğini unutmak, mü’mine yakışan bir hâl değildir.’ Bir gün Hasan Basrî Hazretleri ve talebeleri beraber iken yanındakiler şeytanın vesvesesinden şikâyet ettiler. Bunun üzerine İmam; biraz önce şeytan bana da Âdemoğullarından dert yandı ve dedi ki: ‘Ey İmam! Allah (cc) beni cennetinden çıkardığı vakit dünyayı ve cehennemi bana verdi. Âdemoğullarına ise cenneti ve kanaati verdi. Şimdi ben insanların benim malıma göz diktiklerini müşâhede ediyorum. Sen şimdi onlara söyle de benim malıma göz dikmesinler.’ ‘Ey insan! İnsanların çokluğuna bakıp da aldanma! Çünkü sen yalnızsın, yalnız öleceksin, kabre yalnız gireceksin, kabirden yalnız kalkacaksın ve kendi hesabını yalnız vereceksin.’ Hasan-ı Basrî Hazretleri duânın kabul edilmesi için kişiye bakan şartlar içinde şunları saymıştır. Dünyaya karşı hırs beslemeyen, yanlarına oturduğun zaman Allah'ı hatırlatan ilim ehli insanlar ile beraber olmak. Çünkü onların sohbetine doyum olmaz. Teheccüd namazı kılmak. islâm dininin direği olan namazı vaktinde kılmak. Helal rızık yemek. Kur’ân'ı adabına göre okumak. Hasan Basrî Hazretleri anne-baba hukukuna çok dikkat eder, insanlara da buna dikkat etmelerini nasihat ederdi. Hac esnasında gördüğü birisine: ‘O yükü sırtında niye taşıyorsun dediğinde adam: Ya İmam! Sırtımda taşıdığım şahıs benim babamdır. Şam'dan sırtımda getirip ona yedi kere hac yaptırdım demiştir. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî (rh) o kişiye, bir kere babanın kalbini kırsan bütün bunların sevabını kaybeder, bir kez de gönlünü alsan hepsinin sevabını alabilirsin.’ demiştir. Hasan Basrî Hazretleri gıybet konusunda çok hassastır. ‘Bir gün kendisine birisi gelip ben falan kişinin evinde yemekte idim. Yemek sırasında ev sâhibi seni çekiştirdi demişti. Hazret de kendisine o şahıs sana ne ikram etti? diye sordu. O kişi, şu yemekleri ve şu meşrubatları ikram etti deyince, Hasan Basrî Hazretleri: O kadar şeyi midende sakladın da benim hakkımda söylediği sözleri saklayamadın mı? diye cevap verdi. Daha sonra bir kap hurma hazırlayarak, bunu beni çekiştiren kimseye ver sonra ona şunu söyle: Duydum ki sevabının bir kısmını benim defterime geçirmek istemişsin. Teşekkür ederim. Bunun karşılığı olarak ben de sana bu hurmaları gönderiyorum. Fakat benim hediyem seninki kadar kıymetli değil.’ diyerek hem gıybet edene hem de söz getiren kişiye ibretâmiz bir ders vermiştir. Bütün ömrünü Allah’ın dinini yüceltmeye ve onun neşrine vakfetmiş tâbiînin sertacı olan bu zât, vefat etmeden önce kendinden geçip biraz sonra uyanınca, ‘beni cennet yurdunun güzelliklerinden uyandırdınız’ demiştir. Hasan Basrî Hazretleri, hicri 110 (m.728) da bir cuma gecesi 89 yaşında dâr-ı bekaya göçtü. Cenâze namazı o kadar kalabalık olmuş ki bir rivâyete göre o gün câmide ikindi namazı kılınamamıştır. Yüce Rabbimiz bu zâtlardaki gayreti bize de ihsan eylesin. Ve bizi lâyık-ı vechiyle onlara halef kılsın. Âmin. Rahmetüllahi Aleyhim ecmaîn. Kaynaklar: İslâm Âlimleri AnsiklopedisiFeridüddin Attar, Tezkiretü'l Evliyaİbni Sa'd, TabakâtOsman Karadeniz, Hasan el-Basrî ve Kelâmî Görüşleri, D.E. Ü. İlâhiyet Fak.

Toplum hayatında liderliğin ve liderlerin büyük bir önemi vardır. Yönetim bilimi uzmanlarınca lider: “İçinde bulunduğu gurubu, milleti en çok etkileyen kimse” olarak tarif edilir. Bu tarif Peygamberimiz (asm)’in “İnsanlardan iki sınıf var ki onlar iyi olduklarında insanlar iyi olurlar; onlar bozulup kötü olduklarında, insanlarda bozulur, kötü olurlar. Onlar idâreciler ve âlimlerdir.” ( Kenzü’l Ummal, 191) hadisine uygun bir târiftir. Liderler başında oldukları grubun, milletin dünya ve âhiret saadetine vesile olabilecekleri gibi onların dünya ve âhiretini de mahvedebilirler. Bu yüzden liderliğin sevabı da günahı da bütün insanların sevap ve günahından daha büyüktür. islâm’ın ilk ve en büyük lideri Peygamberimiz (asm), hulefâ-yı râşidin ve onların izinden giden pek çok lider; islâm âleminin olduğu kadar, insanlık âleminin de saadetine vesile olmuşlardır. Bu konuda Hz. Ömer’den, Selahaddin Eyyûbî’ye, Gazneli Mahmud’a, Alparslan’a, Fâtih’e, Yavuz’a kadar pek çok lideri sayabiliriz. Osman Gâzi’nin 400 çadırla başlatmış olduğu harekât, 20 milyon km2’den fazla alana yayılmış bir imparatorluğu netice vermişti. Bu imparatorlukta, Müslim, gayr-i Müslim insanlar yüzyıllar boyunca huzur içinde yaşadılar. Grigory Petrov “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitâbında Snelman adında bir halk öğretmeninin arkadaşlarıyla birlikte bir bataklık ülkesi olan Finlandiya’yı “Beyaz Zambaklar Ülkesi”ne çevirdiğini anlatır. Snelman benzeri liderler tarihte her zaman olmuştur. Onlar bataklıkları, beyaz zambak bahçelerine dönüştürmüşlerdir. Tabii ki tarihte ormanları bataklıklara dönüştüren kabiliyetsiz, düşüncesiz, hâris liderler de olagelmiştir. İttihad ve Terakki komitesinin hâris ve mâceraperest liderleri koca imparatorluğun mahvolmasına sebep oldular. Enver Paşa, yalnızca Sarıkamış harekâtında 90.000 vatan evladından 60.000’inin soğuktan donarak ölmesine sebep olmuştur. Cengiz, Timur, Lenin, Stalin, Hitler gibi liderler ise insanlık âlemi için daha büyük bir felâket olmuştur. Cengiz Han, Çin hududundan Gürcistan’a kadar uğradığı her yeri yakıp yıkarak bir yılda gelmişti. Yalnızca Herat şehrinde bir buçuk milyondan fazla insan katledildi. Cevdet Paşa Cengiz’in yaptıklarını “katl-i-ibad, nehb-u garat, tahrîb-i bilad” olarak üç maddede özetler. İkinci Dünya Savaşı’nı çıkaran liderler –başta Hitler- 50 milyon insanın öldürülmesine ve felâketlere sebep oldular. Keza kominist liderlerden Lenin ve Stalin yüzünden 30 milyon insan kominizm adına katledildi. Hülâsa; kimi liderler insanlık âlemine huzur ve saadet, kimileri de felâket ve yıkım getirmişlerdir. Umarız Allah rahmetiyle ilerde bizim ve insanlık âleminin, saadetine vesile olacak liderleri gönderir. ÖRNEK TOPLUM Ümmet-i Muhammed (asm)’in en büyük vazifelerinden biri insanlık âlemine hayatın her alanında öncülük, rehberlik yapmaktır. Ümmet bu şerefli vazifeyi tarihin pek çok devrinde îfa etmiştir. Ama 200 yıl boyunca bu vazife kesintiye uğramıştır. Şöyle ki: Peygamberimiz (asm) 40 yaşında peygamberliğini ilan etmiş, karşılaştığı bütün olumsuz, zor şartlara rağmen 23 sene gibi kısa bir zamanda câhiliye dönemi Araplarını hayatın her alanında ıslah ederek bütün insanlık âlemine örnek, asr-ı saadet insanları hâline getirmiştir. Kur’ân onlardan: “Sizler insanlık âlemi için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. (Âl-i İmran, 110)” diye bahseder. Bu âyette “ümmet” kelimesini sahâbeye nispet edersek sahâbenin ümmet için örnek olduğunu, eğer Ümmet-i Muhammed (asm)’e nispet edersek Ümmet-i Muhammed (asm)’in bütün insanlık âlemine örnek olduğunu anlarız. Dolayısıyla sahâbelerin ümmete, ümmetin ise insanlık âlemine örnek, öncü olduğunu (olması gerektiğini) söyleyebiliriz. Hakikaten de sahâbe toplumunu örnek alan ümmet yüzyıllar boyunca bu vazifeyi îfâ etti. Tarihin en büyük devletlerini, kültür ve medeniyetini kurarak bütün dünya milletlerine örnek oldu. Ümmetin insanlık âlemine öncü, rehber olmasında ümmetin başını çeken adâletli hükümdarların, ilimde derinleşmiş âlimlerin, sâlih evliyâların büyük rolü olmuştur. Onlar Kur’ân ve sünnete ittiba ederek ümmeti yönlendirmişler, ümmetin dünya ve âhiret saadetini kazanmalarına vesile olmuşlardır. Fakat iki yüz yıla yakın bir zamandır ümmet -bazı istisnâlar hâricinde- kendisine dünya çapında öncü olacak liderlerini kaybetmiş ve bu yüzden insanlık âlemine öncü, rehber olmaktan uzak düşmüştür. Hatta insanlık âlemine öncü, rehber olması gereken ümmet, Batılı yaşam tarzını kendisine örnek kabul edecek bir duruma gelmiş, 1400 yıllık mâzisinde olmayan şeyler vuku bulmuştur. Bu gün ümmet içinden çıkarak eski zamanlarda olduğu gibi yeniden ümmeti insanlık âleminin önüne geçirecek liderlere büyük ihtiyaç vardır. Bir milyarın üzerindeki islâm âlemi kendisini içinde bulunduğu felâketlerden kurtaracak liderin/liderlerin yokluğundan muzdariptir. Onlar kendilerini iç ihtilaflardan, iktisâdî kaygılardan ve batının baskılarından kurtaracak Mehdi’yi (veya Mehdileri) beklemektedirler. ÇEKİRDEK Dünya tarihinde bazı insanlar -liderler- âdeta büyük bir ağacı netice veren çekirdekler gibi bir rol üstlenirler. Başlangıçta tek başlarınadırlar. Fakat onların başlattıkları dava, daha sonra çığ gibi büyür; muazzam devletler, kültür ve medeniyetler vücuda gelir. Tarihte çekirdek rolü oynayan insanlar içerisinde Peygamberimizin (asm) müstesna bir yeri vardır. Hira’da gelen ilk vahiy âdeta bu mukaddes çekirdeği harekete geçirdi. Bu çekirdek 23 senede, 100 bine ulaştı. 100 sene sonra da dünya tarihinin en büyük imparatorluğunu, kültür ve medeniyetini netice verdi. Kur’ân’da O (asm)’ın ve sahâbelerinin hakkında şöyle buyrulur: (Onların) İncil’deki vasıfları, bir ekin gibidir; filizini çıkarmış, sonra onu kuvvetlendirmiş, sonra kalınlaşmış ve gövdesi üzerine dikilmiştir. (Fetih, 29) Müfessirler, bu âyetlerin, başlangıçta sahâbelerin az olup sonraları süratle çoğalıp dünyaya hâkim olacaklarına işâret olduğunu söylerler. Üstad Bedîüzzaman da şöyle der: İncil'in bu iki fıkrasından anlaşılıyor ki sahâbeler başlangıçta az ve zayıf görünecekler; fakat çekirdekler gibi neşvünema bularak yükselip kalınlaşıp kuvvetleşerek küffârın gayzlarını, öfkelerini onlara yutkundurup boğduracak vakitte, kılıçlarıyla nev-i beşeri kendilerine itaat ettirip reisleri olan Peygamber’in (asm) ise âleme reis olduğunu ispat edecekler. (Lem’alar) Evet, bir zamanlar çekirdek hükmündeki Peygamberimiz (asm), 1400 yıllık, başı göklere değen islâm ağacını (Müslüman devletleri, islâm kültür ve medeniyetini) netice verdi. Bir zamanlar islâm dünya üzerindeki siyasî, ekonomik ve kültürel alanlarda yegâne güç idi. islâm’ın son müdâfii Osmanlının toprakları 20 milyon km2’ye yayılmıştı. Osmanlının yıkılmasından sonra âdeta, 1400 yıllık başı göklere değen islâm ağacı da tahrip edilmiş oldu. Bununla beraber tahrip edilen büyük islâm ağacının kökleri olan Kur’ân ve sünnet hâlâ mevcut. Bu iki kaynaktan feyz alarak yeni ışkınlar, yeni filizler sümbül verebilir. Ve bu filizler yeniden kısa bir zamanda bütün dünyayı istila edebilir. Bunun için: Ümmet-i Muhammed (asm)’in her bir ferdi, kendini islâm adlı muazzam ağacın bir filizi olduğunu, kendisinin de aslî ağacı gibi yeni bir ağacı netice vermesi gerektiğini düşünmelidir. İzlenmesi gereken plân ve program Kur’ân ve sünnette hazır olarak var. Üstad Bedîüzzaman, bitkilerin lisân-ı hâl ile şöyle duâ ettiklerini söyler: "Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki yeryüzünün her bir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla îlan edelim. Ve yeryüzü mescidinin her bir köşesinde Sana ibâdet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında Senin Esmâ-yı Hüsnâ’nın nakışlarını, Senin bedî ve antika sanatlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyâhate iktidar ver ". Bu duâ bizim de duâmız olmalıdır. islâm düşmanları, ağacı yıktıklarını, kestiklerini; ama hâlâ köklerin direndiğini, yeni filizlerin çıktığını biliyorlar. Var güçleriyle bu filiz ve kökleri yok etmeye çalışıyorlar. Bizim bu kâfirlere nasıl bir tepkide bulunacağımız, geleceğimizi tayin edecek. Her Müslüman, şâirin dediği gibi “Adını bir gün fazla yaşamak koyduk / Düşmana inad bir gün fazla yaşamak” diyebilmelidir. Peygamber (asm) ve ashâbının çileli hayatı ve mücâdeleleri bize güç ve ilham kaynağı olmalı ve “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” deme cesâretini gösterebilmeliyiz. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” deme cesâretini gösterebilmemiz, bizi hâkim ve üstün kılacaktır. Aksi halde kuzgunlar leşlerimizle semizleşecek.

KANDAKİ YUVARLAK KIRMIZI TAŞIYICI: ALYUVAR Vücudumuzdaki sayısı yaklaşık 25 trilyon olan alyuvarlar, kana kırmızı rengini veren ve hücrelere oksijen taşıyıp hücrelerden karbondioksit toplayan kan hücreleridir. Sayılarının çokluğunu gözümüzde canlandırabilmek için alyuvarları yan yana getirirsek, ortaya 187.500 km.lik bir zincir meydana getirebilirler ki bu zincir dünyanın çevresini ekvator üzerinden 4,5 kere dolaşabilecek bir uzunluktur. Bir alyuvar hücresinin ömrü 4 ay olup, bu süre zarfında vücut dokuları arasında 75.000 tam devir yapar. Alyuvarda iki çeşit denetim mekanizması mevcuttur. Bunlardan birincisi, hangi hücrelerin oksijen ihtiyaçları olduğunu belirlemesidir. Diğeri de vücuttaki alyuvar sayısının kontrolüdür. Böylece bir alyuvar nereye doğru hareket edeceğini ve yeni alyuvara ihtiyaç olup olmadığını belirler. Sonunda yaşamı sona eren alyuvarlar, vücudun birçok bölgesinde, özellikle karaciğer, dalak ve kemik iliğindeki makrofaj hücreler tarafından parçalanırlar. Bu parçalanma sırasında alyuvar hücresinde bulunan hemoglobin serbest kalır. Sonraki birkaç saat içinde makrofajlar hemoglobinden demiri ayıklar ve bunu kanda taşıyarak ya yeni alyuvar yapımı için kemik iliğine ya da daha sonra kullanılmak üzere karaciğer ve diğer dokulardaki demir depolarına götürürler. Hemoglobin molekülünün geri kalanı ise makrofajlar tarafından bir safra pigmentine dönüştürülür. Sonuçta parçalanan hücrenin hiçbir parçası boşa gitmeden vücudun çeşitli bölgeleri için tekrar kullanılmak üzere depolanır. Alyuvarın görmüş olduğu vazife de son derece hayret vericidir. Bu kırmızı yuvarlağın oksijen taşıdığını söylemiştik. Bu işi yapan hemoglobin molekülüdür ve bir alyuvar içinde 280 milyon hemoglobin bulunur. Hemoglobin, akciğerlerdeki kılcal damarlardan geçerken etrafındaki milyonlarca molekül içinden oksijeni seçer ve kendine has yöntemi ile âdeta “yakalar”. Ancak bu işlemin çok hassas bir şekilde yapılması gerekmektedir, çünkü oksijen bağlandığı molekülleri okside etme özelliğine sâhiptir. Oksitlenme ise söz konusu molekülün tüm işlevlerini yitirmesine neden olan bir tür zehirlenmedir. Bu tehlikeye karşı hemoglobin, oksijeni taşırken ona tam olarak bağlanmaz; oksijeni tıpkı bir maşa ile tutar gibi bir ucundan yakalar ve götüreceği yere kadar bu şekilde taşır. Bu son derece tedbirli bir yöntemdir. Hemoglobinin, oksijendeki tehlikeyi keşfederek bir tedbir geliştirmek, deneyip yanılarak ona göre sistem belirlemek gibi bir imkânı yoktur. Her şeyden önce bahsettiğimiz yalnızca bir moleküldür. Yani aklı, fikri, şuuru yoktur. Hemoglobin molekülünde dört zincirden oluşmuş globin adı verilen bir protein bulunmaktadır. Her globin, "hem grubu" adı verilen bir başka moleküle bağlıdır. Hem grupları, oksijenin hemoglobine bağlanmasında son derece önemlidirler. Hem gruplarının her biri birer demir iyonu taşır. Bu durumda karşımıza, dört hem grubunun sâhip olduğu dört demir iyonu çıkar. Hemoglobin molekülündeki dört hem, normal şartlarda birbirlerine paralel, globin molekülüne ise dikey durumdadır. Ancak hem grupları kendilerine oksijen bağladıklarında, bu paralellik kaybolur. Paralelliğin kaybolma sebebi hem gruplarının birbirlerinden mümkün olduğunca uzaklaşmasıdır. Kendisine oksijen atomu bağlayan hem gruplarından bir tanesi, bu bağlanmanın ardından öyle çarpılır ve bükülür ki kendisinden sonra gelen diğer grubun da çarpılmasına neden olur. Böylece ikinci hem, daha kolay oksijen bağlayabilmekte ve bu bağlanmalar sırasında demirler arasında oluşabilecek bir oksijen köprüsünün kurulması önlenmiş olmaktadır. Eğer hemlerin birbirine paralelliği nedeni ile oksijen atomları arasında köprüler oluşmuş olsaydı, hemoglobin molekülü oksitlenerek bozulacaktı. Bütün bu bilimsel gerçekler neticesinde şu hükme varıyoruz ki bir alyuvarın oksijen taşıması için yapısında bulunan hemoglobin, glonin ve hem gruplarının özelliklerini, oksijenin yapısını, oksitlenmenin ne olduğunu, dokulardaki oksijen basıncını ve daha burada sayamayacağımız birçok şeyi biliyor olması gerekir. Ayrıca, bu reaksiyonlar, sâdece bir hemoglobin için değil, 25 trilyon alyuvarın her birindeki 280 milyon hemoglobin için geçerlidir. Demek ki ancak her şeyi gören, işiten, bilen ve yapan Cenâb-ı Hak bu olanlara hükmedebilir. YAŞAYAN KÜÇÜK ODACIK: HÜCRE Atomlardan moleküller, moleküllerden makromoleküller, makromoleküllerden de dokuların en küçük yapı olan ve hayatın tüm özelliklerini taşıyan hücreler oluşmaktadır. Vücudumuzda 100 trilyondan fazla hücre bulunur. Bu hücrelerden bazıları o kadar küçüktür ki bunların bir milyon tanesi bir araya gelse ancak bir iğne ucu kadar yer kaplar. Ancak, bu küçüklüğüne rağmen hücre, bilim dünyasının ortak kanaatiyle, insanoğlunun bugüne kadar karşılaştığı en kompleks yapı unvanını korumaktadır. Hâlen keşfedilmemiş pek çok sırrı içinde barındırmayı sürdürmektedir. Bir hücre genel olarak hücre zarı, çekirdek ve sitoplazmadan ibârettir. Hücre zarı; hücreyi dış ortamdan ayıran, seçici geçirgen, canlı bir yapıdır. Hücre çekirdeği, tanecikli ve lifli bir yapıya sâhiptir. Hücreyi yönetir. Sitoplazma ise hücre zarı ile çekirdek zarı arasında kalan hücre bölümünü kaplayan, homojen nitelikte, koloidal ve devamlı değişim halinde bulunan kısımdır. Sitoplazma inorganik maddeler (çeşitli iyonlar metal tuzları, asit ve bazlar), organik maddeler, (protein, yağ, karbonhidrat, nükleik asitler, hormonlar) ve % 60–95 arasında değişen sudan ibârettir. Sitoplazmanın içerisinde çeşitli canlı yapılar organeller de bulunur. Şimdi bunları biraz daha yakından inceleyelim. Hücre zarı, hücrenin korunması ve beslenmesi için oldukça önemli özelliklerle donatılmıştır. Hücre zarının görevlerini genel olarak şöyle özetleyebiliriz: Sitoplazmayı çevreleyerek hücreye şekil verir ve dağılmasını engeller. Seçici, geçirgen yapıdadır. Madde alış verişini düzenler. Ozmatik dengenin düzenlenmesinde görev alır. Salgı görevi vardır. Enzimleri taşıyıcı görevi vardır. Uyarı iletimi yapar. Hücrelerin birbirlerini tanımalarını sağlar Hücre zarının "seçici geçirgen" yapısı, molekül pompalarının bir sonucudur. Hücre zarı, sâhip olduğu bu pompalarla glikoz gibi besin maddelerini içine alırken hücre için zararlı veya fazla malzemelerin de dışarı çıkmasını sağlar. Aynı zamanda dışarıdaki zararlı maddelerin de hücre içine girmesi engeller. Hücrenin ihtiyaçlarını da tespit eder ve hücrenin ihtiyacından fazla besinin içeriye girmesine izin vermez. Bu mucize zar, sâhip olduğu diğer moleküllerle işbirliği içine girerek güya akıllı biri gibi değerlendirmeler yapar, karar verir. Hücre zarının bu özelliğinin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu daha iyi anlamak için şu örneği verebiliriz: Yılan zehrinin bir insanı öldürmesinin sebebi, zehrin hücre zarını parçalaması ve bu nedenle hücrenin içine her türlü zararlı maddenin girebilmesidir. Ayrıca, zarın yüzeyinde elektrik yüklü alanlar bulunur. Bu alanlar sâyesinde zarın iki yüzü arasında bir elektrik potansiyeli meydana gelir ve elektrik akımı başlar. Bu özellik, bilgilerin hücreden sinirler boyunca beyne iletilmesini sağlar. Eğer moleküllerin başlattığı bu elektriklenme olmazsa, vücut içinde haberleşme diye bir şey söz konusu olmayacaktır. Hücre zarının üzerindeki moleküller aynı zamanda meydana gelen herhangi bir hasarı hemen tespit edip tamir eder. Bu moleküller zarın her yanını her an denetlerler. Şimdi, bu mükemmel tasarımı cansız, akılsız, şuursuz, elsiz, çekiçsiz atom ve moleküllerin yapıyor olması son derece akıldan uzaktır. Ayrıca bu hâdiselerin tesâdüfen veya çeşitli sebeplerle zamanla ortaya çıkmış olması da mümkün değildir. Çünkü sistemin çalışması için bütün moleküllerin hepsi bir anda ve orada bulunmalıdır. Tek bir molekülün dahi eksik olması düzeni bozar. Demek ki bu sistem bir bütün olarak bir anda başlamıştır. Bu ise Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakk’ın işidir. Hücre çekirdeği, hücreyi yönetir. İşlevi hücrenin yaşamını sürdürmek ve çalışmasını düzenlemektir. Çekirdek ölecek olursa hücre de ölür. Çekirdek ayrıca hücre ana maddesi içindeki birçok küçük organelin birbirleriyle uyumlu olarak çalışmasını sağlar. Hücrenin genetik bilgilerinin çoğu, hücre çekirdeğinin içinde katlı uzun doğrusal DNA molekülleri ile kromozomlarda bulunur. Vücudumuzun şu anki yapısı, şekli, tasarımı ve tüm özellikleriyle ilgili her türlü bilgi bu kromozomlarda mevcuttur. DNA'da kayıtlı bulunan bu bilgi muazzamdır. Öyle ki gözle görülmeyen tek bir DNA molekülünde 920 ciltlik bir ansiklopediyi dolduracak bilgi vardır. Bu dev ansiklopedi yaklaşık 5 milyar farklı bilgiye sâhiptir. Burada sözünü ettiğimiz bir bilgisayar veya kütüphane değil, yalnızca protein, yağ ve su moleküllerinden oluşan, milimetreden 100 kat daha küçük bir küptür. Bu küçücük et parçasının içinde, değil milyonlarca bilgi, tek bir bilginin var olması ve onun bu bilgiyi muhâfaza etmesi bile son derece hayret vericidir. Nasıl oluyor da belli sayıdaki akılsız ve bilinçsiz atomun belli şekillerde dizilmesinden meydana gelmiş DNA ve onunla uyumlu olarak çalışan enzimler bilinçli birçok işler yapıp hücredeki sayısız karmaşık ve farklı işlemleri kusursuz ve mükemmel olarak organize ediyorlar? Demek ki onlar üzerinde tasarruf eden nâfiz bir kudret, şâmil bir hikmet sâhibi olan Allah vardır. Sitoplazma çözünmüş ve dağılmış tanecikler içerir. Bu çözünen taneciklerin miktarı hücre türüne göre değişiklik gösterir. Ayrıca sitoplazmada kendi içinde özelleşmiş, husûsî vazifeleri olan, organel denen yapılar vardır. Küçük organcıklar da diyebileceğimiz organeller şunlardır: Endoplazmik Retikulum: Çekirdekten hücre zarına kadar uzanan ve hücre içinde malzeme taşımacılığı yapan kanallardır. Mitokondri: Hücrede enerji üre-ten organeldir. Lizozom: İç ve dış kökenli maddelerin sindirimini sağlar. Yaşlanmış molekül, organel ve mikroplar bu şekilde parçalanır. Ribozom: Hücrenin protein sentez yeridir. Golgi aygıtı: Salgı yapma ile vazi-feli organeldir. Plastitler: Bulundurdukları pigment (renk maddesi) ve görevlerine göre birbirine dönüşebilen üç çeşit plastit vardır: Kloroplast, yeşil renklidir ve yeşil bitkilerde bulunarak fotosentezi gerçekleştirir. Lökoplast, renksiz olup kök, toprak altı gövdesi ve tohum gibi depo organlarında bulunur. Kromoplast ise bitkilerdeki diğer renklerin oluşmasını sağlar. Koful: Depolama görevi yapan organeldir. Görüldüğü gibi en hassas mikroskoplarla ancak görebildiğimiz bir hücre içinde, âdeta bir şehir yaşamaktadır. Yönetim merkeziyle, enerji üretimiyle, nakliyecileriyle, depo ve çöpçüleriyle, sınır koruma kuvvetleriyle koca bir sistem. Bu hücrenin bir de damarlar, sinirler ve diğer hücreler ile olan ilişkilerini de düşünürsek ortaya son derece karmaşık bir yapı çıkmaktadır. Elbette böyle karmaşık bir yapıyı, şuursuz, akılsız, cansız maddelere vermek son derece akıldan uzaktır. Bilime zıttır. Bilim adına yola çıkan birinin bu hakikatleri gördükten sonra, Allah’ın varlığını ve birliğini zaruret derecesinde kabul etmesi kaçınılmazdır. Bu işleri tabiata, tesâdüfe veya sebeplere vermek isteyen biri, bedendeki bütün hücreleri, bütün damar ve sinir ve hisleri oluşturup düzenli ve dengeli bir şekilde çalıştırabilecek bir kudret ve ilim onlarda varsa göstersin. BİR ZERREYE HÂKİM OLABİLMEK… Bilimin, Cenâb-ı Hakk’ın varlığına dâir apaçık işâretlerine atom, alyuvar ve hücredeki harikulâde özellikleri misal verdik. Fakat burada sâdece bir tek atom, alyuvar veya hücreden bahsettik. Hâlbuki bunların birine hâkim olabilmek için kâinattaki bütün nevlerine ve girip çıktıkları yerlere de hâkim olmak gerekir. Mesela, tabiatperest, esbabperest, materyalist felsefe nâmına, bir tek atoma sâhip olmak için bütün atomları istihdam edip emir altına alacak ve o atomları girip çıktığı her şeye örneğin bir alyuvara hükmedecek bir iktidar lâzımdır. Aynı şekilde, bir alyuvara söz geçirebilmek için kan ordusundaki bütün emsallerine, gezip çalıştığı bütün hücrelere de mâlik olmak gerekir. Yine, bir hücreye hâkim olmak için, bedendeki bütün hücrelerle birlikte, atar ve toplardamarlara, hareket, dolaşım, sindirim gibi sistemlere, hislere de hâkim olmak, onları da teşkil ve tanzim etmek lâzımdır. Bu şekilde devam edersek, bütün insanlara, insanın ilişki içinde olduğu hava, su, nebatat ve hayvanata yani bütün Dünya’ya, Güneş’e, diğer gezegen ve yıldızlara yani kâinata hâkim olmak gerekir. İşte günümüz modern biliminin gözleri önünde olup da göremediği, bilemediği hakikat budur. Birbiri içindeki bu dâireler gösterir ki bütün kâinata hâkim olamayan, tek bir zerreye de sâhip çıkamaz. Bununla birlikte, tek bir zerrenin bile kendi başına bir mucize oluşu da işin içine girdiğinde sonsuz bir kudret, irâde, ilim, hikmet sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’ı Güneş’in ziyâsının Güneş’i göstermesinden daha zâhir bir şekilde görüyoruz. Kâinatı bu derece sanat hârikalarıyla yaratıp emrimize veren yüce Allah’a hamd ü senâlar olsun…

Bedîüzzaman Hazretleri üç devir görmüş, sosyolojik birçok hâdiseye şâhid olmuş, olayların arka planlarını okuyabilmiş, islâmiyet adına en zor dönemde tavizsiz yaşamış ve arkasında bütün insanlığa referans olacak Risâle-i Nur Külliyatı’nı ve bu eserden hakkıyla yetişmiş talebeler bırakarak dünyaya veda etmiş büyük bir şahsiyettir. Tarih, bütün hayatı boyunca şahsı, eserleri ve talebeleri yüzlerce defa yargılanan ve her defasında berat verilmek zorunda kalınan böyle başka bir insanı kaydetmemiştir. Şer odaklarının islâmiyet’i yok etme planında kendilerine en büyük engel olarak gördükleri Bedîüzzaman Hazretleri, on dokuz defa belki fazlası zehirlenmiş, dağlarda kimsesizliğe ve yokluğa mahkûm edilmiş, hapislerde en câni insanların arasına konularak öl(dürül)mesi istenmiş ve beklenmiş mazlum ve masum bir fıtrattır. Güneş misal başkalarını aydınlatmak uğruna kendinden ve rahatından vaz geçebilmiş, ümmet-i Muhammed’i (asm) selâmette görmekle rahat ve huzur bulabilmiş, Kur’ân’ın hakikatlerinin ve Efendimiz (asm)’in sünnetinin kalblerde ve akıllarda tespitiyle vazifesini icra ettiği düşüncesinde yoğunlaşabilmiş nâdide bir mürşid-i azamdır. Âhireti uğruna dünyasını feda edebilmiş, sanayi devrimiyle dünyayı etkisi altına alan maddeperest bakış açısını hayatı ve eserleriyle tamamen Allah’a ve âhirete çevirebilmiş, İngiliz’inden Yahudi’sine, Alman’ından Fransız’ına herkese bununla uğraşılmaz dedirtmiş kahraman bir insandır. Belki de en önemli şeylerden birisi, kendi ifâdesiyle kışta gelmiş, fakat hep bahar için, nesl-i âti için, gelecek için yaşayabilmiş, geleceğe yatırım yapabilmiş, o zor şartlarda geleceğin güzel tohumlarını ekebilmiş ileri görüşlü, milletini ve memleketini seven, çok ama çok önemli bir değerdir. O öyle bir değerdir ki, âhirzamanın bütün dehşetini kendi omzunda yaşamış, geriden geleceklere -hadislerde müjdelenen- islâm’ın güzel günlerini miras bırakarak kışın bitip baharın başladığı 1960'ın 23 Mart’ında âhirete irtihal eylemiştir. ELLİ BİR SENE SONRA… Ve aradan tam elli bir sene geçti… Unutturulmaya, yok edilmeye, fikirleri ya tamamen kaldırılmaya veya tahrif edilip bozulmaya çalışılan Bedîüzzaman Hazretleri (şahsiyeti, düşünce ve fikirleri cihetiyle) ne haldedir acaba? Üstad Hazretleri, vefatından önce mahkemede zâlimleri kastederek şöyle haykırıyordu: “Ben rahmet-i İlahîden ümid ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyâde dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesâretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa, göreceğiniz de var!” Bu cümlenin muhâtapları veya vârisleri günümüz fotoğrafına baktıklarında ne gördüklerini cidden merak ediyorum. Zîra Allah’ın rahmetindendir ki, Üstad’ın bu niyazını kabul etmiştir. Hem Üstad’ın “Sizi temin ederim ki; şimdi ecel gelse ölsem, kemâl-i rahat-ı kalble karşılayacağım. Çünkü içinizde kuvvetli, metin, genç çok Saidler bulunduğuna ve bu bîçare, ihtiyar, hasta, zayıf Said’den çok ziyâde Risâle-i Nur’a sâhib ve vâris ve hâmi olacaklarına kanaatim geliyor.” dediği hâl, elhamdülillah vuku bulmuştur, gerçekleşmiştir. İstikbale âit arzu, beklenti ve duâlarına mukabil “Heyhat! Şaşarım senin ümidine” diyenlere; “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir gündüzü vardır” diye mukabele etmiş ve bu ümidinde haklı olduğunu vefatının elli birinci senesinde yaşayanlar olarak bizlere göstermiştir. Bedîüzzaman Hazretlerinin vefatından bu yana, hemen hemen her sene sempozyumlar yapılmakta ve efkâr-ı ammede hâtırası ve ismi canlı tutulmaktadır. Hayatıyla alâkalı olarak birçok kitap piyasadadır. Kitapları Türkiye’de en çok basılan ve satılan kitaplar arasında olmakla beraber, Risâle-i Nurlardan istifâdeyle yazılan tonlarca kitap, makale, araştırmalar elden ele dolaşmaktadır. Eserleri, dünyanın pek çok diline çevrilmiş olup, internet siteleri üzerinden yayınlanan pek çok fikir ve düşüncesinden dünya insanlığı istifâde etmektedir. Vefatının elli birinci senesinde çevrilen bir filimle coğrafyamız efkârında bir dalgalanma yaşanmış, Üstad’ın görüşleri, düşünceleri, yaşantısı sorgulanır olmuştur. Bunca araya rağmen hâlâ ismi zikredildiğine dost düşman herkes, o sanki hayattaymış gibi tepki vermektedir. Belki şu an çok kimseler, Üstad’ı daha iyi anlatabilme düşüncesiyle plan ve programlara girişmişlerdir. RİSÂLE-İ NUR HİZMETİNİN GELECEK VİZYONU Risâle-i Nur hizmetinin gelecekteki vizyonu, yani ileride olmak istediği yer neresidir? Bunu en iyi söyleyebilecek ve bu vizyonu çizebilecek tek şahıs, Bedîüzzaman Hazretleri’nin kendisidir. Diğer türlü söylemler geliştirmek, Risâle-i Nur hizmetini kendi nefsimize ve amaçlarımıza göre konuşturmak olacaktır. Ki bundan Allah’a sığınırız. Üstad Hazretleri bu meyanda Risâlelerin değişik yerlerinde şu ifâdelere yer vermektedir: “Benim ve Risâle-i Nur’un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gâye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedîsinden îman-ı tahkikî ile bîçareleri kurtarmak ve bu mübârek milleti de her nevi anarşilikten muhâfaza etmektir.” (Emirdağ Lâhikası, 1) “Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhâfaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risâle-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhâfazadır.” (Şualar) “Nurların esası ve hedefi, îman-ı tahkikî ve hakikat-ı Kur’âniyedir.” (Şualar) “Belki asıl mevzuu ve hedefi; dinin en has ve en yüksek kısmı olan îmanın erkân-ı azimesinden bahseder. Hem ekseriyetle muhâtabım, evvel kendi nefsim, sonra Avrupa feylesoflarıdır.” (Tarihçe-i Hayat) “Risâle-i Nur’un hedefi îman ve âhiret olduğundan, harekât-ı ilmiye ve fikriyesinde ehl-i dünyanın siyâsetine çarpsa ve şiddetli kelimat bulunsa, şayan-ı af ve müsâmahadır. Maksadımız size ilişmek de-ğildir, hedefimizde yürüyoruz.” (Tarihçe-i Hayat) NURCULAR KENDİLERİNİ NEREDE GÖRMELİDİRLER? Risâle-i Nur’un vizyonu Üstad Hazretleri tarafından çizilmiştir ve öyle de olmalıdır. Evet, Üstad Hazretleri âhirete gitmiştir. Fakat hizmet elân devam etmektedir. Üstad’ı ve hizmetini kendinden önceki ve muasır hizmetlerden ayıran en mühim özelliklerden birisi de, arkasında bıraktığı cemaatleşmeye imkân tanıyan ve kendi kendine de mürşit olabilen eserler ve o eserlerden istifâdeyle teşekkül eden cemaatidir. Burada dikkat edilmesi gereken en mühim husus ise, kendini Risâle-i Nur cemaati diye tarif eden toplulukların, Üstad’ın çizdiği vizyondan ve istikametten ayrılmamış olma gereğidir. Çünkü Risâle-i Nur biiznillah kıyâmete kadar hizmetine devam edecektir. Bağlılarının ise vekil değil, ayna olma mecburiyeti vardır. Risâle-i Nur adına -ona rağmen- bir vizyon geliştirme hakkımız olmadığı gibi, onun çizdiği yoldan inhiraf etmeye, sapmaya da hakkımız yoktur. Bu noktada Üstad Hazretleri kendisiyle münâsebattar olanları dost, kardeş, talebe diye sınıflandırdığı yerde şunları kaydetmiştir: Dostun hassası ve şartı budur ki: Katiyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’âniyeye dâir olan hizmetimize ciddî taraftar olsun ve haksızlığa ve bidalara ve dalâlete kalben taraftar olmasın, kendine de istifâdeye çalışsın. Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebâiri işlememektir. Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sâhib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin. DEVAMLA… Üstad Hazretleri zâhiren âhirete gitmiştir, fakat şahs-ı mânevîsi ve hizmeti bütün canlılığıyla, aynı çizgisiyle ve artarak devam etmektedir. Üstad’ın zâhiri yokluğunu fırsat bilip kendi şahıslarında bir kimlik aramaya çalışanlar, Nur Talebeliğini hafife aldırma ve fikri bazda yanlış yönlendirmelerle Nur Hizmetini yanlış algılamaya itmeye çalışanlar, bu gayretlerinde muvaffak olamayacaklar gibi gözükmektedir. Üstad’ı unutturmaya çalışanlar, bu fikirlerini unutma aşamasına gelmişlerdir. Çünkü Üstad Hazretleri’nin kendi zamanını aşan fikirleri, ilerleyen günlerde daha çok konuşulacak ve bu millet düşürülmeye çalışıldığı ayrılıkçı fikirlerden Nurların istikametli fikirleriyle kurtulacaktır inşâallah. Gerek milliyet-i asabiye noktasında, gerekse mezhep noktasında kaşınan yaraların tedâvîleri, Nur Risâlelerinde okunmayı ve istifâdeyi beklemektedir. Toplumsal kaynaşmanın anahtarı da; Risâle-i Nurlardan hakkıyla istifâde eden Nurcuların, toplumda maya/model topluluk görevini icrasıyla mümkün olacaktır. Hâsıl-ı kelam; Üstad Hazretleri şimdiden sonra daha çok konuşulup yazılacak ve Nurculara çok vazifeler düşecektir. Gözünüz aydın olsun! Kış bitti, artık bahar ve yaz geliyor…

Çamur yağıyordu o günlerde Urfa üzerine. Yağmur yerine çamur… Gökler ağlıyordu bu ayrılığa. Semâvat kan ağlıyordu yeryüzünün vefâsızlığına; aziz misâfirine edilen zulümlere. Yeryüzünde dâimî bir evi hiç olmamıştı. Onun evi, hapishânelerdi. Bir paratoner gibi üzerine çekmişti, azgın ve rayından çıkmış bir asrın ateşini. Ve yediği tokattan sersemlemiş vatanının ızdırabıyla köşesine çekilip hüngür hüngür ağlamasına şâhid olmuştu bir gün Eskişehir hapishânesi. “Karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor.” diye haykıran bir kalbin gözyaşlarıydı bunlar. Hapishânelere medresem, jandarmalara evlâdım ve talebem dedirten bir şefkat okyanusu çağlıyordu içinde. O nasıl bir şefkatti, zehirlerden tiryak, zindanlardan medrese yapan? Ya Denizli hapsi… Hayatı boyunca on dokuz kere vücuduna zerk edilecek zehirlerin bir tanesini görecekti ve fedâkâr talebesi Hâfız Ali’nin onun yerine vefâtını. Kalem ve kâğıdın suç sayılıp kapısından içeri alınmadığı o Denizli hapsi nasıl da vermişti meyvesini. Kibrit kutularından açılmıştı dünyaya hakikatler. Hele Afyon hapsinin gördükleri, duvarlarının işittikleri; dili olsaydı eğer kıyâmete kadar feryat ettirecekti onu kıymetli mahpusunun ağır ceza mahkemesinde: “Artık yeter, sabır ve tahammülüm kalmadı!” cümlesiyle başlayan itiraznâmesi, biraz hiddet biraz acı; ama en çok da izzet kokacaktı. 75 yaşında bir adamın dondurucu soğukta, tek göz bir hücrede idamlık bir katile reva görülecek bir muâmeleye maruz kalışına sahne olmuştu Afyon ve daha fazlasına. Yetmemişti bu, zorba devrin piyonlarına. “Havasız kalıyorum, hastayım.” demişse de mâni olamamıştı pencerelerinin mıhlanmasına. Diğer mahkûmlara vereceği bir selâmın tesirinden bile rahatsız olacaktı elbette yarasalar. Buz kesmiş duvarlar, çilekeş kahramanın: “Mübârek, zararsız kitaplarımın mütâlaasından dahi beni mahrum ettiniz; rica ediyorum, bana bir kitâbımı veriniz.” dediğini duyacak, ama mâkes bulamayacaktı. Ve bütün bu hâl ona: “Dünyada yüz cinâyeti bulunan ve asılacak olan bir adam dahi böyle muâmele görmez. Bu emsalsiz işkencenin hiçbir sebebini bilmediğimden, çok azap çekiyorum.” dedirten haldi. “Garibem, bîkesem, zaifem, nâtuvanem El aman gûyem, afv-ü cûyem Meded hâhem, zidergâhet İlahî” Soğuk, ruhsuz bir ülkenin esâretinde iken “Volga nehrinin hazin şırıltıları” ile hüzünlenen kalbinden dökülen bu beyit, en çok Afyon hapsindeki hâline yakışmıştı. Afyon mahkemeleri, hapishâneleri, tarihin alnına kazıyacaktı bu utanç tablosunu. Eskişehir, Denizli, Afyon ve diğerleri… Hepsinin şâhid olduğu nice şeyler vardı; ama imkânsız denilecek şartlarda yetişen Kur’ân gülleri, ortak şehâdetleriydi. Ve hepsini “Medrese-i Yusufiye” yapan hakikatti bu. Zehirlerin tiryak, sürgünlerin kurtuluş olduğu bir devran... Kanın mürekkebe, zindanın medreseye dönüştüğü bir zaman… Ve sürgünler… Kastamonu, Emirdağ, Barla; sürgün târihini yazdılar âdeta. Barla yorgundur, ama hâlâ dimdik ayaktadır. Sanki hâlâ oradadır azizi, üstadı. Mütevâzi, fakat pür huzur evin önündeki yaşlı çınarın üzerinde, tefekkür deryasındadır sanki. Hâlâ evradını okur, dağlar taşlar onunla beraber okur. Hissiyatı konuşturan bu ortamda her şey canlıdır ve tarihi anlatır sanki. Hakiki bir talebenin, üstadının ruhaniyetini hissedip o günleri yaşar gibi görmesi mümkündür burada. Nurların neşv-ü nema bulduğu toprak, Barla. Kastamonu sürgününde çarşı polis karakolunun tam karşısındaydı, sürekli göz hapsinde tutulacağı ev. İnsan psikolojisi bir gün bile dayanamazken gözetim altında yaşamaya, o müstesna insan hiçbir şey eksiltmemişti günlük programından. Ve Âyetü’l-Kübra gibi bir tevhid hârikası hayat bulmuştu kuytulardan. Defalarca didik didik edilen evden, “Hasta, yorgun, zayıf; fakat mesrur kardeşiniz: Said Nursî” imzasıyla biten mektuplardan ve bazı risâle nüshalarından başka ne bulunmuştu ki? Bırakın bu güzel insanın kendisini, özlem ve hasretle onu ziyârete gelenlerin bile karakola götürülüp falakaya yatırılması, anlatmaya yetiyordu buradaki zulmün hayâsızlığını. Burada da hayatına kastedilip zehirlenen Hâdim-i Kur’ân, şöyle sesleniyordu bir mektubunda: “Aziz kardeşlerim! Hastalık şiddetlidir. Onun için fazla konuşamıyorum. (…) Sizin gibi canımdan ziyâde sevdiğim kardeşlerimle konuşmayı kısa kesiyorum. Yalnız bu kadar var ki Isparta ve havâlisinde yüz genç Saidler ve Hüsrevler yetişmişler. Bu ihtiyar ve zayıf Said, dünyadan kemâl-i istirahat-ı kalple veda etmeğe hazırdır.” O veda etmeye hazırdı, fakat davası bırakmayacaktı onu henüz. Ya Emirdağ? Ah Emirdağ! Nasıl bir sürgündü bu, bin hapisten beter. Yine ateşler içinde koyan zehirler, yine tarassud, yine ziyâret cüretine sayısız falakalar… “Denizli’de bir ayda çektiğim sıkıntıyı, Emirdağ’da bazen bir günde çekiyordum.” dediği zaman Sultan, kahrından yerin dibine geçmemiş miydi Emirdağ? Vefakâr talebe Hasan Feyzi: “O dağ seni harap, bizi kebap etti Üstadım! ” cümlesiyle özetleyecekti orada yaşananları. Kastamonu üzgün, Barla hüzünlü; ama Emirdağ çok kahırlıydı. Ve Urfa, hepsinden bin kere fazla mâtemliydi. Vefatından 4-5 gün kadar önceydi Aziz’in. “Urfa’ya gidiyoruz.” deyivermişti çok ağır hasta yatağından. 40 derece ateş içinde kıvranıyorken, ömrü boyunca hep hakikatleri konuşmuş ağzından dökülen bu cümleye anlam verememiş ve teyid ettirmişti talebeleri. Zîra iki günlük, uzun ve ızdırablı bu yola nasıl dayanacaktı nârin vücudu? Ama o kararlıydı; huzur-u Rahmana, Halîlü’r-Rahman dergâhından girecekti. Ölüm O’na ne idi ki? Hayatı boyunca ölümden bin beter haller yaşayıp bazen bin defa ölmek istememiş miydi? Bir bayram, bir vuslat, bir terhis değil miydi ölüm? Vefatından 37 sene evveldi. Daru’l-Hikmet’teki vazifesinin bittiği düşüncesiyle ayrılırken Ankara’dan kırıktı kalbi, ızdırab içindeydi. “Âlem-i islâm’a indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum.” diyerek, islâm’a yapılan taarruzlara rikkatli ve nahif kalbinin titremesiydi bir de bu ayrılışa sebep. Memleketinin hasreti tütüyordu içinde, 8 senedir görmediği memleketinin. “Mâdem öleceğim, vatanımda öleyim.” diyerek iştiyakla gittiği Van’da gördüğü manzaralar, O’na ölümden bin defa fazla tesir etmişti. Rus, Ermeni istilâsından geçmiş; yakılmış, yıkılmış, harab olmuştu her yer. Sekiz sene önce, talebeleriyle birlikte kaldıkları, neşe içinde ilim tahsili yapılan medresesi, çevresi, hatta evlere varıncaya kadar yakılmış, tahrip edilmişti. Bu vaziyeti görünce dayanamamış ve Van kalesinin üzerine çıkıp medresesine dikmişti gözlerini. Bu hissiyat içerisinde saatlerce ağlamıştı. “Binler gözüm olsa beraber ağlayacaktı.” diyecek kadar dokunmuştu bu manzara ona. Yıllar önce tanıdığı, görüştüğü ahbaplarının, talebelerinin hepsi şehit edilmiş, evleri yakılmıştı. Ve sanki sekiz sene değil, sekiz yüz sene sonra uğramış da bu manzarayla yüz yüze gelmişti. İşte vatanı, Horhor medresesi ve o ihtişamlı tefekkür mekânı böyle karşılamıştı O’nu. Ve yetim kalmış bir çocuk perişâniyetindeki görüntüsüyle, O’nun sînesine atmıştı kendini. Muazzez, çilekeş ise bağrına basarak bu yetim çocuğu, O’nunla beraber ağlamıştı. O zamandan on yıl sonra bile: “Hayalim o yerlere uğradıkça yine ağlıyor.” demişti. Böylesine tesir etmişti kalbine bu acı tablo. Ne Birinci Harb-i Umumîde otuz saat kırık bacağıyla çamur içinde kalması ne esâret zindanları ne de harp meydanları… “Hiçbir şey beni o vaziyet kadar yakmamış, ağlatmamış.” dedirten bir serencamı yaşatmıştı O’na memleketi. “Ya kabre, talebe ve dostlarımın yanına gitmeliyim ya da dağda bir mağarada ecelimi beklemeliyim.” fikriyle Erek Dağına misâfir olup ibâdetle meşgul olacaktı. Fakat başı dumanlı Erek Dağı, iki sene sonra dizlerine vuracaktı. Haşmetine haşmet katan azizinin, misâfirinin ellerine kelepçeler takılacak, sürgün yolları açılacaktı ona… Rahatlık ve huzurun olmadığı bu vefâsız gam yükü dünya, olanca ağırlığıyla O’nun omuzlarından hiç inmeyecekti. Tâ ki ecel onu hasretle kucaklayıncaya kadar… Jandarmaların kolları arasında elleri kelepçeli, tepeden tırnağa bu nur huzmesini görenlerden: “Seyda Hazretleri, azizimiz, Üstadımız, bırakmayın bizi! ” feryâdı yükselmişti. Mart 1960’da Urfa’da saatleri donduran, âlemi lerzeye getiren o dakika, bu feryâd-ı figânın tam yeri, tam zamanıydı aslında. Sevenleri, talebeleri, dostları bir yana, gökyüzü bile kan ağlıyordu; kıpkırmızı çamur tutmuştu yerler. Zor devrin adamı, fırtınalı gecelerin bekçisi, ceberut asrın fedâîsi, Urfa’da dinlenmiş, rahata ermişti. Öylesine nurânî, mütebessim ve huzur doluydu ki yüzü, bir ümitle çağırılan doktor: “Ben bu zâtın vefat ettiğine inanmıyorum. Bir müddet bekleyelim.” demişti hayretler içerisinde. O, bütün hayatı boyunca ilk defa bu kadar rahat, bu kadar huzurluydu. İşkence ve çile dolu hayatı, nihâyet sükûnetli bir ölümle uğurluyordu O’nu. Ne gurbette ne sılada ne de vatanında bulamadığı huzurun içindeydi artık. “Seksen küsur senelik bütün hayatımda, dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esâret zindanlarında yahut memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muâmele gördüm. Bir serseri gibi memleket-memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakâretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyâde ölümü tercih ettim. Eğer dinim beni intihardan men etmese idi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş, gitmişti. (…) İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin îmanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helal olsun! Onlara bedduâ bile etmiyorum. (…) Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ederim. Gözümde ne cennet sevdası var ne cehennem korkusu. Yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmanı nâmına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görsem, cehennemin alevleri arasında yanmağa râzıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül, gülistan olur!” Artık ağır, fakat mukaddes vazifesini bitirmiş; gönlü ve bütün varlığı gül, gülistan içinde iken, çile yükü artık arkasında bıraktıklarınındı. Bir de mânevî bir azap kalmıştı geriye, ‘ölümünün bir bomba olup başlarına patlayacağı’ zâlimler için. Artık içi rahattı. Nurlarını ve büyük dâvâsını teslim etmişti kahramanlarına. Fakat bu kutsal çile bitmemişti henüz, devam edecekti bu karanlık, bir süre daha. Bugün insanın en derin yaralarını bile tedâvî eden Nur tiryakları, dün ceketlerin arkasına sıkıca saklanmış, kasaba kasaba, şehir şehir taşınan ve dışarıdan ışık fark edilir diye mum ışığında îtina ile yazılarak çoğaltılan nüshalarda gizli değil miydi? Yine bugün dünyaya şâmil olan iki cihanın saadet haritaları, Kur’ân fihristleri, dün dedelerimiz ve babalarımızın arka bahçeye gömdüğü ve canları pahasına koruduğu kitaplar, sayfalar değil miydi? “Takdir-i hüdâ kuvvet-i bâzu ile dönmez Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez.” Çileyi çekmek düştü onlara ve meyveyi yemek bize. Ayazı sevmek, ateşler içinde gül dikmek yazılıydı onların alnında. Bize gülistan, bize sürur ve bize cemre düştü. Aylardan Marttı. Yeni yeni çiçekleniyordu ağaçlar; fakat Urfa’da değil. Asrın yasını tutmak düşmüştü O’nun bahtına. Bitlis’in kaderine şan, Isparta’ya nam, Barla’ya bayram yapmak düşmüştü. Vatanın her şehrine bir hâtırası düşmüştü Aziz insanın; her memleketin hapishânelerine düşmüşken ayak izleri, Urfa’ya mâtem ve kaderine ise muazzez bir tâziye düşmüştü. Şimdi bize düşense çekilen her çilenin hakkını vermek olsa gerektir. Ruhuna rahmet Aziz Üstadım, binlerle rahmet! Kaynaklar: Şualar 1Şualar 2Târihçe-i HayatKastamonu LâhikasıRisâle-i Nur’dan muhtelif yerler

Bir duvar örülürken mutlaka görmüşsünüzdür; usta elindeki projeye göre, önce en alta sağlam bir tuğla yerleştirir, üstüne harç koyar, onun üstüne bir tuğla. Yine harç yine bir tuğla. Bir daha tuğla bir daha harç derken hep aynı işlem devam eder, gider. Görünüşte duvara konulan tuğlalar birbirinin aynıdır. Lâkin her tuğlanın duvarda doldurduğu boşluk ise tamamen farklıdır. Yine dışarıdan sathî, yüzeysel bakanlar ustanın yaptığı işi, görünüşte tekrar zannedebilirler; ama hakikatte, tekrar tekrar yapılan bu faaliyet, bir inşaadır, bir tesistir, bir hayâli gerçekleştirmektir. Evet tekrar bir ihtiyaçtan ileri geliyor. Çünkü usta duvar örmek, duvarı yükseltmek, nihayette plân- projeye uygun sapasağlam bir duvara sahip olmak istediği için tekrar ediyor. Bunun için sûreten benzer, hakikatte birbirinden çok farklı faaliyetleri yapıyor. Hem de bıkmadan, usanmadan. Hem de başkaları ne derse desin aynı işlemi tekrar edip duruyor. Ve tekrarda sebat ettiği ve sabırla aynı işlemi defalarca yaptığı için de sonuçta sağlam bir duvara sahip oluyor. Zîra, kâinatta yaradılış kânunu böyle cereyan ediyor. Bu kânuna uygun hareket edenler, muvaffakiyetle ödüllendiriliyor. Evet, Bedîüzzaman Hazretleri de bir gönül mîmarı, bir mâneviyat ustasıdır. Bedîüzzaman, tespit ve te’sis etmek istediği hakikatleri tekrar etmiştir. Eserlerinde Kur’ân'ın nurlarını, aynı üstadı Kur’ân-ı azîmüşan gibi tekrar tekrar anlatmıştır. Öyle ki ihlasın önemini, îman hizmetinin ehemmiyetini tekrar tekrar anlatır. Bizim vazîfemizin hizmet olduğunu, Allah’ın vazîfesine karışmamamız gerektiğini devamlı hatırlatır. “Zaman, hakikat zamanıdır.” diye, “Zaman, îmanı kurtarmak zamanıdır,” diye, “Zaman, cemâat zamanıdır.” diye sık sık vurgular. Allah’ın inâyetinin yanıbaşımızda olduğunu, müsbet hareket etmenin gerekliliğini, helal dâiresinin keyfe kâfi geldiği gibi nice hakikatleri sürekli ders verir, bu mânâları tekrar ederek talebelerinde bu mânâları devamlı canlı tutar. Bedîüzzaman niye böyle yapar? Çünkü Bedîüzzaman davâsı olan, hedefi olan, projesi olan bir adamdır. Çünkü Bedîüzzaman geleceği inşa eden bir ustadır, bir üstâddır. Evet, bir davâsı olanlar, ulvî bir maksadı insanların her şeylerine ve hayatlarının her köşesine yerleştirmeye çalışanlar tekrar ederler. Uzun soluklu hedefleri bulunanlar, bir tuğla üstüne bir tuğla koyma derdinde olanlar, tekrarı düstur edinirler. Evet, müslümanların geleceği adına kafa yoranlar, günü birlik yaşamayanlar, gel geç fikirlere sahip olmayanlar tekrar etmeye mecburdurlar. Çünkü onların inşa etmeye çalıştıkları bir gelecek projeleri vardır. Çünkü onların yetiştirmeye çabaladıkları yeni bir nesil sevdaları vardır. Çünkü onların dehşetli mânevî bir yangını söndürme sorumlulukları vardır. Üstad'ın Kur’ân'ın inâyeti ve feyziyle kaleme aldığı Risâle-i Nurlarda, kendi içinde çok anlamlı duran, bir gâye için olduğu çok açık belli olan bir tekrar gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bu tekrarın hikmetleriyle ilgili olarak akla ilk gelenler şunlar olabilir: Risâle-i Nur, îmanı ders veren bir kitaptır, îmanın her an tâzelenmeye ihtiyacı vardır. Risâle-i Nur, Rabbimizi tanıtan ve tarif eden bir kitaptır; tanımak bir sefer bakmakla, bir defa okumakla olmaz. Risâle-i Nur, Allah'ı ve Resûlullah'ı (asm) ve Kitâbullahı sevdiren bir kitaptır; sevme ve sevdirme zaman ister, tekrar ister. Risâle-i Nur, islâmiyeti hayatın merkezine tespit eden bir kitaptır, tespit için tekrar lâzımdır. Risâle-i Nur, toplumda doğru islâmiyeti ve islâmiyete layık doğruluğu ve istikâmeti te’sis etmeye çalışan bir Kur’ân tefsiridir. Te’sis için tekrar, olmazsa olmazdır. Risâle-i Nur, bir davâ kitâbıdır, davânın akıllara hatırlatılma, kalplere çakılma mecburiyeti vardır. Bu da tekrarsız olmaz. Risâle-i Nur, insanlara mâneviyât ve kemâlat nakşeden bir nakkâştır, nakış için ilmek ilmek tekrar etmek lazımdır. Risâle-i Nur, bir davet kitâbıdır; davetin sürekli yenilenilmesine ve tekrarlanılmasına ihtiyaç vardır. Risâle-i Nur, şuur veren bir kitaptır; insanlara îmanî ve islâmî şuurun kesintisiz verilmesi için tekrar lâzımdır. Risâle-i Nur, Kur’ânî hakikatleri çok yönlerden anlatan, izah eden, ispat eden bir kitaptır. Üstad farklı risâlelerde aynı hakikatin değişik yönlerini, farklı cihetlerden anlatır, izah eder, isbat eder. Yüzeysel bakan biri onu kuru bir tekrar zannedebilir. Risâle-i Nur, bir tefekkür kitâbıdır; tefekkürde her dâim gelişmeye, derinleşmeye ihtiyaç vardır. Zîra zihince gelişmek, fikirce derinleşmek, çok düşünmekle çok düşündürtmekle mümkündür. Risâle-i Nur, bir teşekkür kitâbıdır; teşekkürün de bir nîmet olduğunu bilip şükrü ve teşekkürü sürekli arttırmak lâzımdır ki mazhar olduğumuz nîmetler ziyâdeleşsin. Risâle-i Nur, bir tezekkür kitâbıdır; tezekkürün unutturulmaması lâzımdır. Zîra zikir nurlanmaya, şuurlanmaya, bilhassa ruhlanmaya sebeptir. Risâle-i Nur, mânevî bir program kitâbıdır, programın dikkatle, sebatla tatbikine ihtiyaç vardır. Risâle-i Nur, mânevî bir gıdadır; gıdanın bir düzen içinde, her gün ama her gün tekrar tekrar alınması lâzımdır. Çünkü hergünün gıdası o günün ihtiyacını giderir. Risâle-i Nur, her ateşi ve her yangını söndüren mânevî bir halaskârdır. Yangın ancak durmadan ve tekrarla su taşıyarak söner. Zîra her su yangının farklı bir yönünü söndürür. Risâle-i Nur, mânevî bir eczahanedir; ondaki ilaçların hastalıklara göre, zamanında, gerekli sıklıkla kullanılmasına ihtiyaç vardır. Risâle-i Nur, insanlar ve toplum için bir îkaz kitâbıdır; bir irşâd kitâbıdır, bir ihyâ kitâbıdır. Hakkıyla bir îkaz için, hakkıyla bir irşad için, özellikle hakkıyla bir ihyâ için tekrar lâzımdır ve elzemdir. Vesselam.

BEDÎÜZZAMAN’IN YETİŞTİĞİ ÇEVREDE EKONOMİK VE KÜLTÜREL YAPI Avrupa’da gelişen kültürel faaliyetler, Osmanlı’yı etkilese bile Üstad’ın bulunduğu doğu kesime henüz tesir etmemişti. Burada merkez ile bağlantı, devletin icra edeceği hizmetler, çok az da olsa rüşdiye ve öğretmen okulları veya azınlıkların açmış olduğu okullar, savaşlardan dolayı mecburî askerliğe çağırma dışına taşmıyordu. Ekonomik ve sosyo-kültürel faaliyetler Irak’ta olan faaliyetlerin tetiklemesiyle oradan etkilenen Beyrut, Halep ve Şam gibi şehirlerden sıçrayarak, ancak Doğu Anadolu’yu etkilemiştir. Bitlis, Osmanlı’nın 1838’de İngilizlerle yapmış olduğu ticâret anlaşmasından dolayı ülkenin batısındaki Türk imalatçıların zorlandığı gibi etkilenmemiş yerli üreticiler halkın ihtiyaçlarını imkân ölçüsünde ancak karşılayabiliyorlardı. Zâten halkın çoğu da kendi ürettiğini kendi tüketiyordu. Halk tarımla beraber hayvancılıkla geçiniyordu. Batının hukukî, idarî ve eğitim kurumlarının etkisinde kalan Osmanlı bu etkileri doğuda vâliler aracılığı ile yaygınlaştırmak istiyordu. Vâlilerde oranın mezhep tarikat vb. gibi yerel yapısından istifâde edip bu faaliyetlere başladılar. Kabiliyetli vâliler, yol yapımı, şehrin alt yapısını geliştirme, tarım sektörü canlandırma yerel gazete çıkartma veya İstanbul’da basılan gazeteleri okuyup yerel aydınları da teşvik etme gibi çalışmalar bu faaliyetin eseridir. Hatta ilk Anadolu Gazetesi Erzurum’da 1867 yılında çıkarılmıştı. 1880’li yıllarda Bitlis Gazetesi yayın hayatındaydı. Fakat bu çalışmalar azınlıkların ve onları dışarıdan destekleyen misyonerlerinde işine yaradı. Osmanlıda yeni yeni gelişen inşa edilen rüşdiye gibi okullar, demir yolları, hatta karayolları buraya ulaşmadan misyonerler Ermeni ve diğer azınlıklar ulaştı. Onlarda kendi okullarını kurmaya başladı. Bitlis’e ancak 1890 yıllında bir askerî rüştiye açılabildi. Bu okulda çevredeki gençlerin bakışını İstanbul’a ve devlet memurluğuna çevirdi. Doğunun gelişmesine ve problemlerin çözülmesine bir katkısı olmadı. Azınlıklar faaliyetlerini artırdıkça Osmanlı merkeziyetçi yapısını artırdı. Devlet parçalanmasın diye Osmanlılarda âşiret liderlerini ve âşiretleri Ermenilere karşı Hamîdiye Alayları şeklinde kullanmaya başladılar. Fakat bunlardan bir kısmı eğitimli ve gelişmeye açık kimseler değildi. Bir kısmı çevreye istibdat ve baskı uyguluyordu. Bu da gruplaşmayı doğurdu. Bu günkü âşiret problemlerinin sebebi belki de budur. Kırsal kesimde ise, yeni okullar değil de gelenekten gelme medrese sistemi devam ediyordu. Şarkî Anadolu'da medrese teşkilâtındaki hususiyetlerden birisi şu idi: İcâzet almış bir âlim, istediği köyde bir medrese açar; medrese talebelerinin ihtiyacı, iktidarı olursa sâhibi tarafından, iktidarı yoksa halk tarafından temin edilir; hoca meccanen ders verir, talebelerin iaşe ve levâzımatını da halk deruhte ederdi. Bu sebepten dolayı ilim ve medrese halk ile iç içe idi. Dolayısıyla Şarkta umumen herkes ilme âşık olduğu gibi Nurs köyünde de âhâli ilme âşıktı, âlime hürmet ederdi. Bu muhitte çocuklar Kur’ân-ı Kerîm okumasını ve dinin temel meselelerini öğrenirlerdi. İlimde ilerlemek isteyenler çevrede bulunan medreselere giderdi. İşte Bedîüzzaman’ın ağabeyi de böyle bir medreseye gitmişti. Köyde herkesin Abdullah’a hürmet edip sevmesi küçük yaştaki Said’in de hoşuna gitmiş ilme ve medreseye karşı ilgisi artmıştı. BEDÎÜZZAMAN’IN EĞİTİMİ Üstad Bedîüzzaman Said Nursî H. 1294 - M. 1877 tarihinde Bitlis vilâyetinin Hizan kazasının Nurs köyünde dünyaya geldi. İlk tahsilini ağabeyi Molla Abdullah’tan aldı. Bedîüzzaman Ağabeyi Molla Abdullah’tan çok etkilenmişti, onun gibi okumak istiyordu. Kitâba ve kâğıda çok düşkündü, nerde görse ilgisini çekerdi. Babasından izin alarak tahsil için, İsparit Ocağı dâhilinde bulunan Tağ köyünde Molla Mehmed Emin Efendi'nin medresesine giderek tahsil hayatına başladı. Şarkî Anadolu’da ilim talebesi, istedikleri zaman diledikleri hocanın nezdine gidip arzu ettikleri kitâbı okuyup ders alırlardı. Yani talebe hocanın arzusuna tâbi olmayıp, bilakis hoca talebenin reyine tâbi idi. Bedîüzzaman da bu usulü takip ederek istediği kitâbı istediği hocadan ders almıştır. Tahsil için gittiği yerleri şöyle sıralayabiliriz; Pirmis karyesine, Hizan şeyhinin yaylasına gider. Sonra biraderi Molla Abdullah ile beraber Nurşîn köyüne geldiler. Üstad Bedîüzzaman Hizan’da kaldığı zaman Peygamberimizi (asm) rüyasında görüp ziyâretine mazhar olunca tekrar ilim tahsil etmek için pederinden izin alarak tahsil yapmak üzere Arvas nahiyesine gider. Orada bir müddet kaldıktan sonra, Mir Hasan-ı Veli Medresesine gitti. Aşağı derecede okuyan yeni talebelere ehemmiyet verilmemek bu medresenin âdeti olduğunu anlayınca, sıra ile okunması îcab eden yedi ders kitâbını terk ederek, sekizinci kitaptan okur. Birkaç gün sonra Vastan kasabasına, bilâhare Molla Mehmed isminde bir zâtın refakatinde Erzurum vilâyetine tâbi Bayezid’e hareket etti. Hakikî tahsiline işte bu tarihte başlar. Bu zamana kadar hep "Sarf" ve "Nahiv" mebâdileriyle meşgul olur ve "İzhar" a kadar okur. Bayezid'de Şeyh Mehmed Celâlî Hazretlerinin nezdinde yaptığı bu hakikî ve ciddî tahsili, üç ay kadar devam eder. Fakat pek gariptir; Zîra Şarkî Anadolu usûl-i tedrisiyle, "Molla Câmi" den nihâyete kadar ikmal-i nüsah etti. Buna da her kitaptan bir veya iki ders, nihâyet on ders alarak muvaffak oldu ve geri kalanını terk eyledi. Hocası Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri ne için böyle yaptığını sual edince Bedîüzzaman cevâben: “Bu kadar kitâbı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak, bu kitaplar bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım, yani bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da, bilâhare tab'ıma muvâfık olanlara çalışırım.” demiştir. (Tarihçe-i Hayat, 21) Yukarda ifâde ettiği gibi medrese tahsil sistemine yenilik getirerek talebeye bir sürü hâşiye ve şerhlerle vakit zâyi ettirmeden, bu suretle, alelusul yirmi sene tahsili lâzım gelen ilim ve fenlerin özünü kısa zamanda muhâtaba vermekti. Bedîüzzaman’ın ders aldığı muhterem zâtlarsa şunlardır: Şarkın büyük ulema ve meşâyihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî. Ulemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendi gibi zevat-ı âliyenin her birisinden ilm-i irfan hususunda ayrı ayrı derslere nâil olduğundan, onları fevkalâde severdi. Bitlis’te Vâli Ömer Paşa’nın konağında misâfir kalırken, kütüphanesinden oldukça istifâde etti. Bitlis’te kaldığı müddet islâm dinine varid olmuş-olacak şek ve şüpheleri reddetmek maksadıyla “Metâlî” ve “Mevâkıf” adlı eserlerle beraber; sarf, nahiv, mantık, kelam ilmine dâir -yaklaşık olarak kırk kadar- kitapları iki sene gibi bir zamanda ezberledi. Bu ezberlediği kitapları her gün okumak üzere üç ayda bir devrediyordu. Kısaca Bedîüzzaman küçük yaşta doğudaki medreselerde ilim tahsiline başladı ve ilmini kısa zamanda tahsil etti. Kuvvetli hâfıza, zekâ ve cesâretiyle dikkatleri üzerine çekti. Âlimlerin imtihanlarını ve girdiği ilmî tartışmaları kazanarak ilimdeki üstünlüğünü kabul ettirdi. Hocası Molla Fethullah geniş hâfızası ve kuvvetli zekâsından dolayı ona “Bedîüzzaman” unvanını verdi ve bu unvan doğudaki bütün âlimler tarafından kabule mazhar oldu. BEDÎÜZZAMAN’IN TAHSİLİNDE VAN VÂLİSİ TAHİR PAŞA’NIN ETKİSİ Van’da bilinen bir âlim yoktu. Van vâlisi Hasan Paşa, Van ve civarındaki âşiretleri irşad etmesi için Van’a davet etti. Van’a giden Bedîüzzaman burada on beş yıl kalarak âhalinin irşadıyla çalıştı. Daha sonra Van’a gelen yeni vâli Tahir Paşa Bedîüzzaman’ı çok etkilemiştir. Van Vâlisi Tahir Paşa, ilmi çok seven, araştırmayı ve münâzarayı her ortamda tercih eden müdakkik bir kimseydi. Halkın eğitim seviyesini yükseltmek için elinden gelen gayreti göstermiştir. Hatta fakir, yetim ve kimsesiz zeki çocukları seçmiş, fen derslerinin gösterildiği yatılı bir okul açmıştır. Vâliyi çekemeyenlerce yapılan baskı ve eleştiriler yüzünden bu okulu kapatmak zorunda kalmıştır. Vâli Tahir Paşa memur, kâtip ve muallimlerden mürekkep bir münâzara grubu oluşturmuş her uygun zeminde ilmî müzâkere ve münâzaralar yapardı. Bu münâzaralara mutlaka Bedîüzzaman’ın katılmasını isterdi. Çünkü onunla münâzarayı çok ister, hatta ilzam etmek arzu ederdi. Avrupa fenlerinden oluşmuş kitaplarla islâmî birçok kitâbı kütüphanesinde bulunduruyordu. Bu kitaplardan oluşturmuş olduğu sorularla Bedîüzzaman’ı sıkıştırmak istiyordu. Bundan çok da zevk alıyordu. Bedîüzzaman ise bu kitapları görmediği, o sıralar tam da Türkçe bilmediği halde bütün bu sorulara tereddütsüz cevap veriyordu. Sonra anladı ki, o soruları bu kitaplardan tertip ediyormuş. Kitapları inceledi, az bir zamanda kitâbların muhtevasını elde etti. Vâli ve memurlarla ile ihtilât ederek, bu asırda, yalnız eski tarzdaki ilm-i kelâmın islâm Dini hakkındaki şek ve şüphelerin reddine kâfi olmadığına kanaat hâsıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür. Bu kanaati hâsıl ettiği o zamanda, müsbet ilim denilen bütün fenleri araştırmaya koyuldu. Çok kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyâziyat (Matematik), Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin özlerini elde etmişti. Bu ilimleri tahsil ederken bir hocadan ders almıyordu. Yalnız kendi mütâlaası çalışması sâyesinde hakkıyla anlıyordu. Bu ilimler, islâmî ilimlerle mutlaka beraber verilmeliydi. Bu fikir zihninde şimşeklerin çakmasına vesile oldu. Bir gâyeye dönüştü. O zamanda en büyük gâye ve düşüncesi, Mısır'daki Câmiü’l-Ezher’e mukabil Bitlis ve Van'da "Medresetü’z-Zehra" isminde bir üniversite kurmaktı. Bedîüzzaman, Van'da iken, Vâli Tahir Paşa ile bazı gazetelerden havâdis okurdu. Bu gazetelerdeki islâmiyet’i alâkadar eden hususlara dikkat ederdi. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müthiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi: İngiliz Meclis-i Meb'usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur'ân-ı Kerîm’i göstererek söylediği bir nutukta: Bu Kur'ân, islâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'ân’ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur'ân’dan soğutmalıyız, diye hitâbede bulunmuş. İşte bu müthiş haber, onda târifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letâifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesâret ve şecaat gibi hârika inâyet ve seciyelere mazhar olan Bedîüzzaman’ın, bu havâdis üzerine: "Kur'ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!" diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle çalışır.”(Tarihçe-i Hayat, 31) Bu gazete haberiyle beraber hayatı boyunca takip edeceği iki gâyenin çekirdekleri Van’da atılmış olur. Bedîüzzaman, önceleri çeşitli ilimleri içinde ne var diye anlamaya çalışır, merak ederdi. Bu gazete haberini işitti, gayrete geldi. Birden, makam-ı cifrîsi 1316 olan (فاعرض عنهم) fermanını mânen dinleyerek bir inkılâb-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Önceki tahsil ettiği çeşitli ilimlerden hâsıl olanları Kur’ân’ın anlaşılmasına hakikatlerin ispatına basamak yaparak hedefini ve gâye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını yalnız Kur'ân bildi. Bu çekirdeklerden birincisi, Medresetü’z-Zehra namında üniversite kurmak, ikincisi, Kur'ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, dünyaya isbat etmek ve göstermek. Bir gün Tahir Paşa, Bedîüzzaman’ın Van ve civarındaki allâmelerle yapmış olduğu münâzaralardan gâlip çıkmasından dolayı “Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?” demişti. Bu söz, İngiliz Müstemlekât Nâzırının ifâdeleri, Medresetü’z-Zehra namında doğuda bir üniversite kurma gâyesi bütün dünyaya Kur'ân’ın mûcize olduğunu isbat ve herkesi ikna edebilecek bir kabiliyet, metânet, emel ve fedakârlık hisleri onu İstanbul’a sevk etti. Tahir Paşa, Bedîüzzaman’ın doğuda bir üniversite kurma düşüncesini ifâde eden, bir de Bedîüzzaman’ın kulunç diye adlandırılan hastalığının tedâvisini anlatan bir arz-u hâl yazarak üstadı İstanbul’a gönderdi. Bedîüzzaman Kasım 1907’de İstanbul’a ulaştı. BEDÎÜZZAMAN’IN İSTANBUL VE ULEMASI İLE KARŞILAŞMASI Bedîüzzaman; batıda olan müspet medeniyetin doğuya gelmediğini bunun sebebinin ise doğudaki istibdat, cehalet, gabâvet ve taassup olduğunu, bu hallerden de nâzik medeniyetin ürküp kaçtığını ifâde eder. Bunun yegâne çaresininde eğitimden geçtiğini belirtir. Bunun için de Şarkî Anadolu'da "Medresetü’z-Zehra" namında bir dârü’l-fünun açmak, ya Van'da veyahut da Diyarbakır'da darü’l-fünun derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti: "Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpâre-i zekâ, İstanbul âfâkında tulû etti." Bedîüzzaman; İstanbul’a gelir gelmez ulemayı münâzaraya dâvet etti. Bunun üzerine İstanbul’daki meşhur âlimler grup grup ziyârete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevablarını sahih olarak veriyordu. Bundan maksadı, Şarkî Anadolu’daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celbetmekti. Çünkü İstanbul uleması, doğudaki medreseleri ve orada yetişen âlimleri taassup ve câhillikle itham ediyorlardı. Bedîüzzaman bu ithamın yanlışlığını bu yolla onlara göstermek istiyordu. Bu maksatla İstanbul ulemasını harekete getirecek bir yol denedi. İstanbul’daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha astı: “Burada her müşkül halledilir; her suale cevab verilir, fakat sual sorulmaz.” Yoksa Bedîüzzaman, kat'iyen hodfüruşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve alâyişten uzak olarak hareket ederdi. Hâlis ve muhlis idi. Yapmacık hareketten ve özentiden katiyen hoşlanmazdı. İstanbul’da grup grup gelen ulemanın suallerini cevabladı. Genç yaşında böyle istisnasız bütün suallere cevab vermesi ve gâyet muknî ve beliğ ifâde ve hârika hâl ve tavırlarıyla ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve "Bedîüzzaman" ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zâtı, bir "nâdire-i hılkat" olarak tavsif ediyorlardı. Hatta o zamanlarda Mısır Câmiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendi İstanbul’a bir seyâhat için geldiğinde; Bedîüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahîd'den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münâzara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya câmiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahîd Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bedîüzzaman'a hitâben: Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir? der. Şeyh Bahîd Efendinin bu sualden maksadı; Bedîüzzaman'ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki, zaman-ı istikbale âit şiddet-i ihatasını ve idâre-i âlemdeki siyâsetini anlamak idi. Buna karşı Bedîüzzaman'ın verdiği cevab şu oldu “Avrupa, bir islâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak.” Bu cevaba karşı Şeyh Bahîd Hazretleri: “Bu gençle münâzara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifâde etmek, ancak Bedîüzzaman'a hastır demiştir.” (Tarihçe-i Hayat, 33) Bedîüzzaman böylelikle doğuda bir üniversite kurma fikrini İstanbul ulemasına, Maarif Vekâletine nihâyet vâsıtalarla Abdülhamid’e iletir. Abdulhamid’e yazdığı arzuhalde ayrıca şunu da ifâde eder “Doğuya bazı mekteplerin açıldığını bu mekteplerde sâdece Türkçe bilenlerin okuduğunu mahallî dille konuşan kimseler bundan istifâde edemediğini ve medreseye gittiklerini, ama fennî bilimlerden mahrum kaldığını bu sebeble mahallî dille de eğitim verilmesini gerektiğini. Yoksa bu durum vahşet ve keşmekeşi doğurur” der. Bu dilekçeyi alan Padişah Bedîüzzaman’a selam söyler ve maaş bağlatır. Zaptiye Nâzırı Şefik Paşayla irâde-i seniye gönderir. Şefik Paşa “Padişah sana selam etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış, sonra da memleketine döndüğün vakit, o maaşı otuz lira yapacak. Ve bu seksen altını da İhsan-ı şahâne olarak sana göndermiş.” Bedîüzzaman, kendisi için gelmediğini memleketi için geldiğini belirmiş, bunu almanın sus payı sayılacağını belirterek reddetmiştir. Nâzır, irâdenin red olunmayacağını bunun Padişah’a karşı gelme şeklinde anlaşılacağını ifâde etmişse de Bedîüzzaman reddetmesini şöyle ifâde etmiştir: “Reddediyorum, ta ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de ona doğrusunu söyleyeyim.” Ayrıca: “Vatandaşları îkaz etmek, devlete intisap etmek hizmet içindir. Bu hizmet maaş kapmak için değildir. Benim gibi adamların îkazı nasihat iledir. O da hüsn-ü tesir ile olur. Bu karşılıksız, ivazsız, hasbîlikle ve de şahsî çıkarları terkle olur, maaşın kabulünden mazurum” demiştir. Nâzır, O’nun memlekete açacağı üniversite fikrinin bakanlar kurulunda görüşüldüğünü söyleyince Bedîüzzaman “Niçin maarifi tehir, maaşı tacil etmeniz, acaba ne kaide iledir. Neden şahsî menfeatimi, umumun menfeatinden önde görüyorsunuz.”der. 31 vakası ve başına gelen birçok olaydan üzülerek, meşrutiyet-i meşruayı anlatmak üzere doğuya döner. MEDRESETÜ’Z-ZEHRA FİKRİNİ SULTAN REŞAD’A ANLATMASI Daha sonra Medresetü’z-Zehra fikrini yeni Sultan olan, Sultan Reşad’a iletmek için 1911’de tekrar İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın tahta geçmesinin ikinci yıl dönümü merâsimlerine katıldı. Padişah’ın Rumeli seyâhatine Şark vilâyetlerinin temsilcisi olarak katıldı. Üsküp Üniversitesi’nin temel atma törenlerine katıldı. Balkan savaşlarının çıkmasıyla akim kalan Üsküp Üniversitesi yerine doğuya bir üniversite kurulmasını anlatan Bedîüzzaman, Sultan Reşad’ı ikna etti. 1913’de Van vâlisi Tahir Paşa ve diğer resmî görevlilerle Van Gölü kıyısındaki Edremit'te Üniversitenin temelleri atıldı. Burada da tam bir dava ve memleket adamı olduğunu gösterdi. Ne yazık ki, 1914 yılında 1. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla bu teşebbüs yarım kaldı. Dünya Savaşı’nda talebelerinden teşkil ettiği milis alayıyla savaşa iştirak etti, Rus ve Ermenilere karşı doğuyu savundu. Savaş esnasında tefsir ilminde bir hârika sayılan “İşârâtü’l-İ’caz” kitâbını telif etti. Bitlis, Ruslar tarafından işgal edildiğinde yaralanarak esir düştü ve Sibirya’ya gönderildi. Sibirya’da, iki buçuk sene esir hayatı yaşadı. Esâreti esnasında da boş durmadı, etrafındaki esirlere dinî nasihatler yaparak onları şuurlandırmaya gayret etti. Nihâyet esâretten firar ile kurtulup Petersburg, Varşova, Viyana yoluyla (25 Haziran 1918) senesinde İstanbul'a geldi. İstanbul’a geldiği duyulunca, halktan, ordudan ve devlet erkânından pek çok kimselerin ziyâret akınına uğradı. 1918’de büyük âlimlerinin toplandığı ve bir ilimler akademisi mesâbesinde olan “Darü’l-Hikmeti’l-islâmiye” açıldı. Üstad bu kuruma âza olarak tayin edildi. Buradan almış olduğu maaşı kitaplarının basılmasına harcıyor ve bu kitapları parasız dağıtıyordu. Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmıştı. Çok geçmeden Osmanlı toprakları İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlılar tarafından işgal edilmeye başlandı. Buna karşılık bütün Anadolu’da da kurtuluş savaşı faaliyetleri başladı. Başkent İstanbul İngilizler tarafından işgal edildiği yıllarda (1920) Üstad, İngilizlerin aleyhinde faaliyetlerde bulundu. Anadolu’daki Kuvva-yı Milliye hareketine destek verdi. “Hutuvât-ı Sitte” adıyla yazdığı ve el altından dağıttırdığı broşürde hem İngilizlere ağır ithamlarda bulunuyor, hem de Müslümanlara ümid telkin ediyordu. İstanbul'un işgalini müteâkib İngiliz baş kumandanına bu eser gösterilir ve Bedîüzzaman’ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. O cebbar kumandan, idam kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istedi ise de; fakat kendisine, Bedîüzzaman idam edilirse, bütün Şarkî Anadolu, İngiliz’e ebediyen adâvet edeceği ve âşiretler her ne pahasına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine bir şey yapamaz. ŞARKTA BİR DARÜ’L-FÜNUN AÇILMASI GEREKLİDİR Ankara Hükümeti, Bedîüzzaman’ın İstan-bul’daki faaliyetlerini takdir ederek O’nu Ankara’ya davet etti. Bedîüzzaman bu davete binâen 1922 yılında Ankara’ya geldi. Ankara’da büyük bir ilgi ve coşkuyla karşılandı. Mecliste resmen O’nun için “hoşamedi” yani hoş geldin merâsimi düzenlendi. Bedîüzzaman, Ankara'da bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan, Şark Darü’l-fünununun tesisi için uğraşmaktan katiyen geri durmadı. Bir gün mebuslar heyetine der: Bütün hayatımda bu darü’l-fünunu takib ediyorum. Sultan Reşad ve İttihadcılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz... O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, "Bunu mebuslar imza etmelidirler" der. Bazı mebuslar diyorlar ki: Yalnız; sen, medrese usulüyle, sırf islâmiyet noktasında gidiyorsun; hâlbuki şimdi garblılara benzemek lâzım. Bedîüzzaman: O Vilâyât-ı Şarkiye, Âlem-i islâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-ı cedide yanında, ulûm-ı diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiyanın şarkta, ekser hükemanın garbda gelmesi gösteriyor ki; şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-ı cedide okuttursanız da, şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-ı diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakikî kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teâvün ve tesânüde muhtacız. Hatta bu hususta size bir hakikatli misal vereyim: Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gâyet zeki o talebem, ulûm-ı diniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi "Sâlih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyâde kardeştir ve akrabadır." Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-ı cedide okumuş. Sonra ben -dört sene sonra- esâretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: Ben şimdi, râfizî bir kürdü, sâlih bir Türk hocasına tercih ederim. Ben de: Eyvah dedim, ne kadar bozulmuşsun? Bir hafta çalıştım, onu kurtardım; eski hakikatli hamiyete çevirdim. İşte ey mebuslar! O talebenin evvelki hâli, Türk Milletine ne kadar lüzumu var. İkinci hâli, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havâle ediyorum. Demek -farz-ı muhal olarak- siz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyâsetçe dine ehemmiyet vermeseniz de; her halde Şark vilâyetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lâzım. Bu hakikatli maruzat üzerine, muhâlifler dışarı çıkıp, 163 mebus o kararı imza ederler.” (Tarihçe-i Hayat, 89) 163 mebus kararı imza etse de Bedîüzzaman, o zamanki Ankara hükümeti ile dinde lakaytlıklarından dolayı anlaşamayacağını anlar. Ankara’da teşrik-i mesâi edemeyeceği için, kendisine verilmek istenen mebusluk, Darü’l-Hikmeti’l-islâmiye gibi Diyanet’teki âzalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vâiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır. Bedîüzzaman bu zamandan sonra Medresetü’z-Zehra’yı Risâle-i Nur hizmeti tarzında dile getirmiştir.

Bazı şahsiyetler vardır, sır gibidir. Zamanla anlaşılırlar. Günler, aylar, yıllar, asırlar onları tüketemez. Zaman şerhini yapsa da günden güne, lâkin bit(irile)mez sırları onların. İşte bu noktada Üstad Bedîüzzaman’ı an(la)maya çalışacağız bu yazımızda. O’na Bedîüzzaman namını vermişti hocası Molla Fethullah. Çünkü ilim ve zekâda emsali yoktu. Benzersizdi. Hıfzı da bir o kadar güçlüydü. Medreselerde on beş yılda okutulan kitapların hepsini okuduğunu iddia edince hocası O’nu delilikle itham etmişti. Bunun üzerine Üstad: “İnsan başkasına karşı kesr-i nefs için hakikati ketmedebilir. Fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakikat-ı mahzdan başka bir şey söyleyemez. Emrederseniz, söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz der.” Molla Fethullah hangi kitaptan sordu ise, cevabını güzelce verir. Molla Fethullah: Pekâlâ, zekâda hârikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Harîriyeden birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz? diyerek kitâbı uzatır. Molla Said kitâbın bir yaprağını bir defa okumakla hıfzetti ve okudu. Molla Fethullah gördüklerini izah edebilecek bir söz bulamadı. O’na hayran hayran bakarak “zekâ ve hıfzın bir insanda ifrat derecede birlikte bulunmasına bu yaşıma kadar şâhid olmamıştım. Sana Bedîüzzaman diyelim bundan sonra. Sen zamanın Bedîi ol.” demişti. Evet, artık O Bedîüzzaman’dı. Küçük yaşta şark ulemasının takdir ve hürmetlerini kazanmıştı. Çeşitli ilimlere dâir doksan cilt kitâbı ezberleyip, her üç ayda bir tekrar etmesi ilim ve zekânın bedîi olduğunun deliliydi. Yaşadığı asırda bu ünvanı her yaşta taşıdı tam bir liyâkatle. Gittiği her yerde “olay adamdı.” Gâh talebelerle gâh hocalarla ya da kendisini çekemeyenlerle mücâdele hâlindeydi. Kimse kolay kolay kabullenemiyordu “küçük dehanın” üstünlüğünü. Kendisine ders vermeye çalışanlar O’nu tanımaya başladıkça alıyorlardı derslerini. Hem de en üst perdeden. Nice âlimin imtihanından geçti. Ve nice ulema imtihan edildi ondan dolayı. Vefat ettiğinde dost, düşman herkes anlamıştı gerçekten Bedîüzzaman olduğunu. Şimdi dünya da an(la)maya başladı O’nu. Çığ gibi genişliyor hizmeti yeryüzünde. Zâten O değil miydi mahkemelerde: “Vefatım hayatımdan ziyâde dine hizmet edecek” diyen. İşte hizmet, işte Bedîüzzaman. Âlem buna şâhid. O îmanda da Bedîüzzaman’dı. Hakikî îmanı elde eden âdem kâinata meydan okuyacaktı. Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu dünyaya ilan edecekti. Vazife büyüktü. Tavzif ise büyük yerdendi. İ’caz-ı Kur’ânı beyan edecekti. İşte bu yolda zamanın tüm baskıcı güçlerinin karşısında asla teslim-i silah etmedi. Hapisler, sürgünler, suikastlar, zehirlemeler, idam sehpaları durduramadı O’nu. Zâten hayatı boyunca korkuyla hiç tanışmamıştı. Bu yüzden ateşten koru taşıdı hep ellerinde ve yüreğinde. Seksen üç yıllık ömrü böyle ızdırab içinde geçti. O, milletin îman selâmeti yolunda dünyasını da âhiretini de feda edebilecek kadar gözü kara bir îman fedaîsiydi. Hazret-i Üstad ihlâsta da Bedîüzzaman’dı. Dünya çapındaki bir hizmet en zor şartlarda en sıkıntılı ortamlarda merhaba diyordu insanlığa. Gâh zindanda, gâh sürgünde, gâh idam sehpalarında ve hâkeza… Ne için? Kim için? Kimler için? Elbette Allah için. Hem de karşılık beklemeksizin. Çünkü neşr-i hak hususunda enbiyaya ittibâ etmekle mükellefti. Ne maddî ne de mânevî hiçbir menfaati hizmetine bulaştırmadı. Hiçbir şeye âlet etmedi. Sâdece O’nun rızası için hizmet yaptı. Hem en başta nefsini muhâtap aldı. Ne söylediyse nefsine söyledi. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemezdi. Kim isterse beraber dinleyecekti. Çünkü konuşan yalnız hakikatti. O takvada da Bedîüzzaman’dı. Değil haramdan kaçmak, şüpheli şeyler bile O’nun yanına yaklaşamazdı. Bu hususta Üstad’ın çok mânidar bir hatırasını kendi dilinden dinleyelim: “Tarih-i hayatımı bilenlere malûmdur. Elli beş sene evvel, ben yirmi yaşlarında iken, Bitlis'te, merhum vâli Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyâde hürmetiyle kaldım. Onun altı aded kızları vardı. Üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hatta bir âlim misâfirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes bendeki hâle hayret ederek bana sordular: "Neden bakmıyorsun?" Derdim: "İlmin izzetini muhâfaza etmek beni baktırmıyor." (Tarihçe-i Hayat, 317) Yine bir vakit İstanbul’da kayıkla seyâhat esnasında limanda şenliğe katılan kadınlara bakıp bakmayacağını gizlice araştıran iki dostu, bir saat zarfında bir tek kez bile dönüp bakmadığını görünce hayranlıklarını ifâde edeceklerdi. Haramdan sakınmada ondan daha ileri gideni görülmemişti. Tebliğ ve irşadın da Bedîüzzaman’ıydı O. İmkânsız denilen şeyleri başarmıştı. Tek başına bir ümmet, bir millet gibiydi. Çünkü bütün himmeti ümmeti ve milleti içindi. Acele edip kışta geldi. Kışın şiddet ve zahmetini çekti. Fakat cennet âsa baharın tohumlarını ekti. Zaman ve zeminin aksine ümid telkin etti hep. Çünkü her kışın bir baharı vardı. Çok kısa bir zamanda eserlerini dünyaya duyurdu. Tarihte bir benzeri var mıdır bilinmez, Risâlelerinin engellenişinin. En kıymetli eserler hapishanelerde, sürgünlerde, şiddetli işkence zamanlarında yazdırıldı. O İlahî lütuf kabul ediyordu bütün bu ikramları. Çünkü öyle sıkıntılara maruz kalmıştı ki “Eğer dinim intihardan beni men etmese idi, belki bu gün Said topraklar altında çürümüş gitmişti” diyecekti. Tahrik edildi, olmadı. Suikast düzenlendi, olmadı. on dokuz defa zehirlediler, olmadı. Hakaret ettiler, olmadı. Bir türlü istedikleri mukabeleyi, göstermedi onlara. En ufak bir karşılık verseydi bahane hazırdı zâten. Fakat O hep müsbet hareketi esas aldı. Müsbet hareket kavramını öğretti mazlumlara. Zâlimlere, Nurla cevap verdi. Asla şiddeti tasvip etmedi. Buna rağmen kimseye boyun eğmedi. Ezilip büzülmeden dimdik zındıkanın karşısına dikildi. Hakikatin kılıcıyla düşmanlarını dize getirdi. Bir Said, onların topuna bedeldir dedi. Bir Said... Evet, zaman gösterdi ki bir Said, zındıkanın tamamına yetti. Umumunu dize getirdi. Küfrün temel taşlarını yerle bir etti. Elhamdülillah. O, insanlardan istiğna ve iktisada riâyette de zamanın Bedîiydi. Çocukluğundan beri kimseden hediye, sadaka, zekât almadı. Hatta doğuda medreselerdeki âdetleri bile tek taraflı olarak kaldırmıştı. Şöyle anlatıyordu hayatının değişmez düsturunu: “Eski Said'in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti, talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiç bir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat'î kanaatimle şudur ki: Âhir ömrümde Risâle-i Nur gibi sırf îmanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi'-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr u zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmişti ki, Risâle-i Nur'un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işâret-i mânevî hissediyordum ki: Gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti, bu ihtiyaçtan gelecektir. (Emirdağ Lâhikası-2, 247) Bütün ulemaya muhâlif bir görüntü sergilese de kimse O’nu bu âdetinden vazgeçiremiyordu. Burdur'da hapishanede zengin âşiret reisleri zekâtlarını kabul ettirebilmek için aşırı derecede ısrar etmelerine mukabil O: “Ben sizden daha zenginim. Çünkü iktisadım var.” diyordu. İki üç yıl sonra o zenginler iktisadsızlıktan zekâta müstahak olacak duruma düşeceklerdi. “Üstad eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekât ve sadakaları ve bu teberru ve terekeleri alsaydı, bugün bir milyoner olurdu. Fakat o, tıpkı Cenâb-ı Ömer'in (ra) dediği gibi: Sırtıma fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah'ın Habibi Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve yarı yolda kalırım diyordu.” (Emirdağ Lâhikası, 55) Üstad Hazretleri hediye ve sadakaları kabul etmeyişinin mühim sebeplerinden birini şöyle açıklar: "Fakat çok rica ederim ki gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim bir sebeb, benim kardeşlerim ve talebelerimle olan münâsebetin samimiyetini ve ihlâsı zedelememektir. Hem iktisad, bereket ve kanaat sâyesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misal ile ince bir sebebi anlatacağım: Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim." "İstanbul'dan senin için getirdim, beni kırma" dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiyatını verdim. Dedi: "Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?" Dedim: "Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatimi terkediyorum. Çünkü dünyaya tenezzül etmez, tamâ ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise.. sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamâ zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temâyül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir Üstad’dan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte sana mânen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum. Sen mâdem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme! O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.” Kıymetli İrfan Mektebi okurları! Bedîüzzaman Hazretleri’ni birkaç sayfaya sığdırmak mümkün mü? Elbette imkânsız. Fakat denizden bir damla ile yetineceğiz yine. Rabbim cümlemizi bu kahraman-ı cihana talebe eylesin. Ondaki îmandan, ihlâstan, takvadan, istiğna ve iktisadından bizleri de nasibdâr eylesin. Müsbet hareket ederek îmana, Kur’ân’a hizmet etmeyi bizlere nasip müyesser eylesin. Âmin.

Bedîüzzaman Hazretleri hicrî 14. asırda yaşamış büyük bir islâm âlimidir. Ehl-i sünnet itikadını muhâfazaya çalışan son devrin en mühim simalarından biridir. 80 küsur senelik bütün ömrünü îman ve Kur’ân hizmetine vakfeden bu dava adamının ikametgâhına müteaddid defalar baskınlar düzenlenmiş, mahkemeden mahkemeye, sürgünden sürgüne sürüklenmiş, 19 defa zehirlenmiştir. Ancak Allah’ın inâyetiyle her defasında zehrin tesirinden kurtulmuştur. Bütün bu baskılara rağmen Nur faaliyetinin önüne geçilememiş, Üstad Hazretleri çıkarıldığı mahkemelerde kimi zaman davasının izzet ve ulviyetini cesâretle ifâde ederken kimi zaman da ahlâkî, ictimaî bir ders tarzında müdâfaalarda bulunmuştur. Bedîüzzaman Hazretleri 31 Mart hâdisesiyle ilgili olarak Divan-ı Harb’de yargılanmış ve beraat etmiştir. Buradaki müdâfaasında oldukça sert ve cesur ifâdeler kullanmıştır. Şöyle ki: “Divan-ı Harp’te bana da sual ettiler. Sen de şeriatı istemişsin? Dedim: Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa fedâ etmeye hazırım! Zîra şeriat, sebeb-i saadet ve adâlet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil. Hem de dediler: İttihâd-ı Muhammedî’yeye dâhil misin? Dedim: Maa’l-iftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vecihle… Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir? Bana gösteriniz.” (Tarihçe-i Hayat, 26) “Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa fedâ etmeye hazırım!” cümlesiyle şecaat ve salâbet-i dîniyesini ifâde eden Hz. Üstad, “İttihâd-ı Muhammedî’yeye dâhil misin?” sorusuna “En küçük efradındanım” diye cevap vererek ne derece yüksek bir tevâzu içerisinde olduğunu hissettirmiştir. Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, 1943 yılında 126 talebesiyle birlikte Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edilir. Bu arada Risâle-i Nur Külliyatı, Ankara’da profesörler ve yüksek âlimlerden oluşan bir ehl-i vukufa tedkik ettirilir. “Üstad’ın siyasî hiçbir gâyesinin olmadığına, Risâlelerin ilmî ve îmanî Kur’ân tefsîri” olduğuna dâir verilen müspet rapor ve mahkemede yapılan müdâfaalar neticesinde 1944 tarihinde isnad edilen suçun asılsızlığı sâbit olarak beraat kararı verilir. Üstad daha sonra Afyon Mahkemesi Müdâfaası’nda “ayn-ı hakikat küçük bir müdâfaanın hulasasıdır” dediği yerde Ehl-i vukuf raporunda da geçtiği gibi Risâleler hakkında şunları söyler “Biz Risâle-i Nur Şakirdleri Risâle-i Nur’u değil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz. Hem Kur’ân, bizi siyâsetten şiddetle menetmiş. Evet, Risâle-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehre çeviren küfr-ü mutlaka karşı, îmanî olan hakikatlerle, gâyet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi îmana getiren Kur’ânî ve kuvvetli burhanlar ile Kur’an’a hizmet etmektir. Onun için Risâle-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.”( Şuâ’lar-2, 421) diyen Üstad Hazretleri Kur’ân’a hizmeti hayatının en mühim gâyesi bilmiş, bu zamanda Kur’ân’ın mânevî bir tefsiri olan Risâle-i Nurları da bu mezkûr ifâdelerde geçtiği gibi her fırsatta yine Kur’ân hesabına övmüştür. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin mahkemelerde yapmış olduğu her bir müdâfaa aynı zamanda îmanî, Kur’ânî hatta ictimâî bir ders mâhiyetindedir. Meselâ Denizli Mahkemesi Müdafanamesi’nde Hazreti Üstad şöyle der “Acaba katil, zina, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı ictimaiyeyi zehirleyen pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan menetmek için yalnız hapis korkusu ve hükümetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde her hânede, belki herkesin yanında dâima bir polis, bir hafiye bulunması lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risâle-i Nur, amel-i sâlih noktasında îman cânibinden herkesin başında bir mânevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazap-ı İlâhîyi hâtırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.”( Şuâ’lar-2, 315) Üstad Hazretleri’nin müdâ-faalarında öne çıkan bir başka husus da izzet ve şehâmet-i islâmiyeyi muhâfaza etmesidir. Misâlen Afyon’da yaptığı müdâfaada şöyle seslenir “Size ihtar ediyorum: Kur’ân’a dayanan Risâle-i Nur’la mübâreze etmeyiniz! O mağlup olmaz, bu memlekete yazık olur. O başka yere gider, yine tenvir eder. Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i îmâniye ve nûriyeden vazgeçmem ve geçemem!” (Şuâ’lar-2, 424) deyişi Hazret-i Üstad’ın davasında ne kadar sâdık olduğunu ihlâs, istikamet, sebat ve şecaat gibi hasletlerde ne derece önde olduğunu kestirmek mümkün. Hazret-i Üstad, hayatını Eski Said ve Yeni Said diye iki döneme ayırır. Hayatının birinci safhasında yine vatana ve millete hizmet gâyesiyle nispeten dünya siyâseti ile alâkadar olmuş, fakat hayatının ikinci safhasında şiddetle siyâsetten uzak durmuştur. Risâlelerin telifiyle birlikte îman - Kur’ân hizmeti noktasında tecdid vazifesini îfaya çalışmıştır. Bu gayretli, hamiyetperver davranışları sergilerken de hikmet üzere ve teennî ile hareket etmeyi ihmal etmemiştir. Cenâb-ı Hak kendisinden ebediyen râzı olsun. Âmîn.

Dâru’l Hikmeti’l islâmiye gerek Osmanlı Devletinde gerekse islâm âleminde ortaya çıkan dinî meselelerin halledilmesi ve islâm’a yapılan hücumlara gerekli cevapların verilmesi için kurulmuş bir teşkilâttır. Yabancı ülkelerden gelen islâmiyet ile alakalı sualler, encümenlerde (komisyon) görüşülerek cevaplandırılmaktaydı. Ayrıca isteyen her Müslüman da bu teşkilâta mürâcaat edip islâmî bir mes’ele ile alakalı sualler sorabilirdi. Başta Bedîüzzaman Hazretleri, olmak üzere devrin en seçkin âlimleri bu teşkilata âza olarak seçilmişti. Gerek kuruluşunda gerek teşkilâtlanmasında çok mühim ve büyük gâyeler güdülen ve ileriye dönük büyük hizmetlere vesile olabilecek olan Dâru’l-Hikmeti’l-islâmiye’nin ömrü ne yazık ki dört sene sürmüştür. KURULUŞU Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan’da görüşülerek kuruluşuna karar verilen Dâru’l-Hikmeti’l-islâmiye, Sultan 5. Mehmed Reşad’ın irâdesinin ardından 25 Ağustos 1918 Pazartesi günü açılmıştır. Açılışı Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi tarafından yapılmıştır. Dâru’l-Hikmeti’l-islâmiye, Şeyhülislâmlık Makâmına bağlı olarak ve Osmanlı’da Şeyhülislâmlık binası olarak kullanılan, günümüzde ise İstanbul Müftülüğü olarak kullanılan Bâb-ı Meşîhat (Fetvâhane) binasında faâliyetlerini devam ettirmiştir. YAPISI VE AZALARI Teşkilât, üç encümenden oluşmaktaydı: Kelâm, Fıkıh ve Ahlâk isimli encümenlerin her birinin üçer âzası vardı. Bedîüzzaman Hazretlerinin imzasının yer aldığı bir vesikada, encümenlerin ilgilenmesi ve haklarında risâle ve beyannâme yayınlanması gereken öncelikli konular şu başlıklar altında toplanmıştır. Kelâm encümeninin ilgilendiği ana konular; Marifetullâh (Allah’ı tanımak), Hazret-i Peygamber (asm) ve Ashâb-ı Kirâm ve sâir, Enbiyâ-i İzâm (Peygamberler), İrade, Kazâ ve Kader , Umûr-u Âhiret. Fıkıh encümeninin ilgilendiği ana konular; Salât (Namaz), Savm (Oruç), Zekât, Hac ve bu konuların hikmetleri ve menfaatleri, Sagâir ve Kebâir (Küçük ve büyük günahlar), Hatar ve İbahe. Ahlâk encümeninin ilgilendiği ana konular; Hâlika (Allah’a) karşı vazîfeler, Mahlûkâta karşı vazîfeler (Kendine, ebeveynine, aileye, komşuya, hükûmete, insanlara karşı vazîfeler) KURULUŞUNDAKİ ÂZALARI: Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri 2. Süleymaniye Medresesi İlm-i Kelâm Müderrisi Arabgirli Hüseyin Avni Efendi, Süleymaniye Medresesi Tefsîr-i Şerîf Müderrisi Bergamalı Ahmed Cevdet Efendi, Süleymaniye Medresesi İlm-i Nefs ve Ahlâk Müderrisi Mehmed Şevketî Efendi, Süleymaniye Medresesi Mantık Müderrisi Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendi, Haleb Mebusu Şeyh Beşir 7. Şam Ulemâsından Şeyh Bedreddin Turuk ve Mezâhib-i islâmiye Dersi Muallimi Haydarizâde Erbilli İbrahim Efendi Amasya Müftüsü Köprülü Mustafa Tevfik Efendi İstifa, tayin ve vefat gibi sebeplerle toplam 27 âza görev yapmış ve bu âzalar toplam 222 defa toplantı yapmışlardır. İstiklâl şâirimiz Mehmed Akif Ersoy, teşkilât kurulduğu zaman başkâtipliğe getirilmiş, daha sonra başkâtiplik uhdesinde kalmak şartıyla âzalığa tayin edilmiştir. Dâru’l-Hikme’te bağlı “Medre-setü’l-İrşad” nâmında bir de medrese kurulmuştur. Bu medreseden mezun olanlar; vâiz, imam ve müezzin olarak atanmaktaydılar. Teşkilât son toplantısını 4 Kasım 1922’de yapmış ve 18 Kasım 1922’de çalışmalarına son vermiştir. TAŞRA TEŞKİLÂTI Anadolu ve Rumeli’nin önde gelen illerinin ve ilçelerinin de aralarında bulunduğu 79 ayrı yerde taşra teşkilâtı kurulmuştur. Taşra teşkilâtındaki heyetler, müftülerin başkanlığı altındaki mahallî müderrislerden ve âlimlerden oluşmaktaydı. Bu heyetler, Dâru’l-Hikme encümenlerinin aldığı kararları ve yayınladığı fetva, îlan ve beyannâmeleri taşrada uygulamak ve hayâta geçirmekle vazîfeliydiler. YAYINLANAN BEYANNÂMELER Dört sene boyunca, Dâru’l-Hikme âzalarının toplantı kararlarının yanı sıra bir çok islâmî ve ahlâkî mesele ile ilgili fetva, îlan, haber ve beyannâmeler yayınlanmıştır. Beyannâmeler ve kararlar Cerîde-i İlmiye isimli bir mecmûada yayınlanarak her yere dağıtılmaktaydı. Ayrıca âzaların birçoğu İstanbul’daki câmilerde vaaz vermekte ve irşâd faâliyetlerinde bulunmaktaydılar. Bu beyannâme ve açıklamalardan bugüne de ışık tutan birkaç örnek: “Âlemde hiçbir hayır yoktur ki islâm onu tasarrufu altına alıp gerek ferdî gerek içtimâî bir saadetin husulüne hâdim kılmasın. Fakat bu hakîkatin tereddütsüz teslîmi için kalbin gayz ve inkâr lekelerinden beri olması lâzım gelir. Eğer kalp bu illetler ile ma’lûl ise fikirde selâmet, nazarda isâbet kalmaz.” “islâm devleti ne mensûb ne mubih tanımıyor. Hiçbir hatır ve gönüle bakmıyor. Ehliyetten başka bir şey aramıyor. islâm devleti, idâresi altında bulunan halkın dünya ve âhirette mes’ûd olmasını tek gaye kabul ediyor. islâm devleti, mensuplarının hayatta tâbi olacağı içtimâî ve ahlâkî kâideleri öğretir. islâm dini öyle bir dindir ki yalnız mensuplarının değil belki bütün insanoğlu için en hayırlı yolu takip eder.” “İlim ve maârif husûsunda neşriyata çalışıldı da din, intişârına mı mâni oldu? Ticârethâneler, sanayi müesseseleri açıldı da dîn mi kapattı? Memleketin imar ve iskânı için uğraşıldı da dîn engel mi oldu? Nihâyet millî mevcûdiyetin muhâfazası için en lüzumlu olan müdâfaa şartlarına teşebbüs olundu da dînî bir gayrete mi tesâdüf edilemedi?” “İnkârcılık o kadar çoğalmış, kalplere o kadar sıkıntı gelmiş, aklî melekeler o derece zaafa dûçar olmuş ki iyilik ve güzellik adına ne işitilse efsanevî bir söz olarak telakkî ediliyor. Verilen nasihâtler, ne derece ma’kûl ne derece müessir olsa vicdanlarda bir tesir bırakmıyor. Görülen felâketler ne kadar acı olsa âkıbetin vehâmeti tasavvur olunamıyor." DÂRU’L-HİKMETİ’L islâmİYE VE BEDÎÜZZAMAN HAZRETLERİ Târihçe-i Hayat’ta da belirtildiği üzere Bedîüzzaman Hazretleri, bilgisi ve onayı dışında Dâru’l-Hikme’ye atanır. Resmî bir kurumda maaş karşılığında çalışmak, Bedîüzzaman Hazretleri’nin şahsî düsturlarına aykırıdır. Bu sebepten dolayıdır ki âzalığa atandıktan sonra çok defa istifa teşebbüsünde bulunmuşsa da rica ve istirhamlardan dolayı ehl-i ilmi kırmamak için istifa etmemiştir. Bedîüzzaman Hazretleri’nin Dâru’l-Hikmetin âzalığı sırasında, İstanbul itilaf devletlerince işgâl edilmişti. Buna rağmen Bedîüzzaman Hazretleri, korkusuzca islâm’a hizmet etmiş, yanlış fetvalara meydan vermemiş, islâmiyet’e zarar vermeye çalışan akımlarla mücâdele etmiş ve birçok eser yayınlamıştır. Bedîüzzaman Hazretleri, Dâru’l-Hikmet âzalığından dolayı aldığı maaştan sadece zarûrî ihtiyâçları kadar harcama yapmıştır. Kalan kısmını biriktirmiş; bir kısmıyla yazdığı kitapları bastırmış, bir kısmını da ileride yapılacak olan Tevâfuklu Kur’ân hizmetinde kullanılmak üzere saklamıştır. Bedîüzzaman Hazretleri’nin Dâru’l-Hikmet âzalığı devam ettiği sırada Sultan 6. Mehmed Vahdeddin tarafından kendisine Mahreç Pâyesi (yüksek bir ilmî rütbe) verilmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri, Dâru’l-Hikme’te verdiği tercüme-i hâlinde Erzurum’a bağlı Beyezid kasabasında yaptığı medrese tahsilinden sonra Şeyh Mehmed Celâlî Hazretlerinden aldığı icâzetnâmenin esâreti sırasında zâyi olduğunu ifade ediyor. Birinci Dünya Savaşına, önce gönüllü alay müftüsü olarak katıldığını daha sonra ise gönüllü alay kumandanı olarak vazîfe yaptığını ve bu sebeple bir adet harp madalyası aldığını ifade ediyor. Kaynaklar: Son Devrin islâm Akademisi Dâru’l-Hikmeti’l-islâmiye, Sadık Albayrak, İz Yayıncılık 4. Baskı, İstanbul, 1998Osmanlı Devletinin Son Döneminde Bir Üst Kurul Dâru’l-Hikmeti’l-islâmiye, Dr. Zekeriya Akman, Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, Mayıs 2009

Yazmasam unutacaktım. Utanacaktım sonra, yazmasam. Ne kolay geliyor insana masa başında oturup bir mâziyi sorgulamak! Ya alkış ya nefret! Uzaktan ne de hoş geliyor savaş sesleri! Biz onların çektiklerini çektik, öyle mi? Bir okuyucu olarak değil, yaşamış ve yaşadıklarıyla yaşlanmış biri misali bindiğim hayal gemisinde, bir asır evveline gidiyorum. Ne ayaklarımı hissedebiliyor ne de ellerimi kıpırdatabiliyorum. Ruhumla geziniyor, olaylara uzaktan şâhid oluyorum. Ayaklara pranga, ellere kelepçe takılabilir belki ama ya ruhlara ya kalplere hangi kanun hükmedebilir? Bir ruhu mühürleyip ‘bu bedenden çıkış yok’ diye esir edebilir misiniz? Ya içlerindeki o gizli sese! Gecelerden en uzun bir gece; 22 Aralık. Tarih, tüm asırların en kanlı, en zâlim ilk çeyrek asrı; 1914. Yer, Sarıkamış. Bir dağ, zaman-ı Âdem’den bu yana bu kadar çok ölüme şâhidlik etmemişti ve anneler bu kadar ağıt yakmamıştı evlatlarının ardından. On binlerce asker… Asker değil onlar, onlar vatansever, elleri belki ilk defa silah tutmuş. Bıyıkları yeni terlemiş, sakallarına daha bıçak değmemiş on yedisinde, on sekizinde ana kuzusu delikanlılar. Bir dağ yamacında, kaç bin nefer vardı, tam olarak bilmiyorum. O dağ bendim! Geleni geri çevirmezdim! Yaslandılar bana. Sırtlarını Allah’a verdiler. Sarılacak hiçbir şeyleri yoktu yanlarında silahlarından başka. Kimileri öyle yaptı, direndi, olmadı! Kimileri uyudu bir daha uyanamadı! Uyumadan vedalaşmışlardı hepsi! Karşıda görünen bir düşman yoktu, ancak savaşın ve aşkın her yerde dili aynıydı. Bu ne soğuk Allahım! Havada bilmem eksi kaç derece… İşte bu neferatın günlük yemek istihkakı; Kahvaltı: Yok Öğle: Yok Akşam: Üzüm hoşafı Ekmek, tam. Ah ne uzun geceydi; şeb-i yelda. Onlar orada soğuktan mı, açlıktan mı öldüler bilemedim. Lâkin hepsi de sanki memnundu hâlinden. Çünkü onlar ehl-i şükürdü. Ne geldiyse Allah’tan deyip tevekkül kılıyorlardı. Daha ne elim manzaralara şâhid oldum. Utandım. Kapadım gözlerimi. Üç ay kendime gelemedim. Başka bir menzilde gözlerimi açtım. Doğudan batıya. Ve Mart 1915. Hava hâlâ soğuk ve sisli! Gözlerimi açmaz olaydım Allahım! Bir dağın eteklerinde 90 bin şehidi kardan kefenlerin içinde bırakırken daha elim olaylara şâhid olacağımı nerden bilecektim! Biliyorum, burası Çanakkale. 2011’in renkli sahnesinde siyah beyaz kareler görmek de ne demek! Öyle ya, en kanlı filmler 21. asırda dahi siyah beyaz çekilmekte! Ancak bir film değil gördüklerim. Tir tir titriyorum, ürperiyorum. Kefereler binlerce kilometre ötelerden işgale gelmiş ülkemi, öyle mi? Korkacak mıydım? Ah keşke, hayal gemisinde değil de hakikatte yaşasaydım bu günleri. En çok da Nusrat Mayın Gemisi olmak isterdim. Kınalı Hasan’ı gördüm uzaktan, annesine mektup yazıyordu. Binlerce yiğit gördüm orada, ölüme meydan okuyan. İnancın zaferini gördüm o harp meydanında. Sevdiği tarafından beklenilen delikanlılar gördüm cüzdanlarında ipek mendil taşıyan. Belli ki ince bir hatıraydı. Rik’a hattıyla yazılı bir isim nakşedilmişti mendillere. Kaç isim gördüm böyle, ancak söyleyemem. Zîra bir hanımın adını zikretmek başka bir erkeğe yasaktı! Bu yasağı kendime ben koydum. Sarıkamış’ta askeri soğuk, yorgunluk ve uykusuzluk yakalamıştı. Ve bir gecede binlercesi düştü yaprak yaprak. Burada ise uyku âdeta haram! Zaman yok! Öyle değil mi ki düşmanın uykusu yok, zaman bilmeyen canavardı silahları! Bizimkilerin elinde mavzer, onlarda otomatik tüfek. Bizde birkaç gemi, onlarda kaç aded filo. Yalnız unutmamak gerek; güçlü olan değil, haklı olan kazanır dâim. Bu nedenle aslanlar gibi boğaza yaklaşanlar, köpek gibi geri döndüler. Çok şehit verdik, ama iftihar ediyorum durmadan; Çanakkale geçilmedi ve geçilmez inancını belleğime kazımış olarak. Başka bir menzilde uyanmak üzere gözlerimi kapatıyorum. Yine savaş, yine gözyaşı, yine ince bir acı… Erzurum, Pasinler Cephesi… Top yekûn millî müdâfaa. Tarih 1915. Orada gönüllü bir alay kumandanı var. Savaşçı mı, medrese hoca mı kestiremiyorum! Bakıyorum ki talebeleriyle birlikte girmiş savaşa. Duygulanmamak mümkün değil. Yakından takip ediyorum; adı Said-i Kürdî nam-ı diğer Said Nursî. 21. asır onu Bedîüzzaman olarak tanıyacak. Ve bir talebesine “Yaz ya Habib” diyor ve Habib yazmaya başlıyor. O da ne? Bir savaşın ortasında, bazen at üstünde, bazen avcı hattında yani siper önünde -siper arkasında değil- kurşunların ortasında bir kitap yazdırıyor. Ah, savaş alanını dahi medreseye çeviren zât. Sözümü geri almalıyım! Medreseler bundan 10 sene sonra kapatılacak. Ahırlara hangarlara çevrilecek. Artık medrese adını anmak bile yasak! Sarıkamış’ta, Çanakkale’de yüz binlerce kişi hangi gâye uğruna şehit düşmüşlerdi? Ah, 20. asrın vatanımıza getirdiği eşsiz terakkiyat! Bedîüzzaman, ömrü harp meydanlarında, esâret zindanlarında geçen zât. Onca yıl savaş, 2 yıl Rusya’da esir kal. Dön vatanına. Sonra. Sürgün ye ölene kadar! Sarıklarıyla savaşanlar, Ruslar onları duyduğunda: “Kaçın Keçeliler geliyor” derlerdi de sonra onlar da nice zulme maruz bırakılmıştı. Sen de şeriat istemişsin? Sualine cevaben: Şeriatın bir meselesine bin ruhumu feda etmeye hazırım, der Said Nursî. Ve kendisini sürgünlerden sürgünlere yollayanlara – mealen– şu tarihî cevabı verir: Bana beygir hırsızlarına yahut kız kaçıranlara verdiğiniz cezayı vermeyiniz. Beni ya idam ediniz ya da serbest bırakınız. Aradan yıllar geçti. Pasinler’de savaştığı aylardan birinde, Martta, 1960’da vefat edecekti ve ben O’nu hiç bırakmayacaktım hayal gemimde. Kalmak için son defa, O’nu anlamak için bu hayalden uyanıyorum. Uyanmak için uyanmak! Anlamak için gitmek o zamanlara. Ve bir asır evvelinde gezinirken ansızın kendimize uyanmak! Her başarı, cefa gerektirir. Unutmamak gerek.

Mülakat: Güney Afrika Fukaha KonseyiMülakatı Yapan: Selahattin Özel İslâm ne zaman ve nasıl Güney Afrika’ya ulaştı? Kaynaklara göre islâm 1652 yılında Güney Afrika’ya ulaştı; fakat tarihsel kayıtlar 1652 yılında Güney Afrika’ya gelen Müslümanların birkaç kişi olduğunu bildiriyor ve bu Müslümanlar köle oldukları için çok fazla hareket etme imkânı bulamadılar. Ancak, yaklaşık yedi yıl sonra yani 1659 yılında daha fazla Müslüman Güney Afrika’ya gelip yerleştiler. Fakat Müslümanların Güney Afrika’ya ilk geliş tarihi olarak 1652’yi esas almamız çok daha doğru olur. Tüm Güney Afrika’da Müslüman toplumun genel nüfusa oranı ne kadardır? Müslümanlar Güney Afrika’da azınlık konumundadırlar. Bu üç yüz yıl boyunca Müslümanların neden çoğalmadığını merak edebilirsiniz. Bu durum tam olarak farklı etnik ve kültürel unsurları birbirinden ayıran ve farklı kökenden gelen insanların birbirine karışmasını engelleyen ırkçı Apartheid rejimiyle ilgili bir şey. Bu sebepten dolayı tebliğ için de imkânlar oldukça kısıtlıydı. Fakat bazı bölgelerde tabii ki Müslümanlar çoğaldılar. Mesela Cape Town’da Müslüman nüfusun yüzde elliden fazlasının kökenleri Hıristiyan ailelerden gelmektedir. Son tahlilde, az önce belirttiğim siyasî nedenlerden dolayı Müslümanlar ulaşmaları gereken seviyeye ulaşamadılar. Lâkin şu anda yeni demokratik sistemle birlikte Güney Afrika’nın yerel siyah nüfusu içerisinde hatta beyazlar arasında dahi islâm’a doğru yönelişin güzel işâretleri görülüyor. Elbette son yıllarda 11 Eylül olayları gibi veya Danimarka’daki karikatür krizi gibi islâm üzerinde olumsuz etkileri olan olaylar da meydana geldi. Fakat bu süreçte bile islâm’ı merak ederek araştırıp Müslüman olan insanlar oldu. Güney Afrika’da yaşayan Müslümanların etnik köken durumu nasıldır? Hangi milletlerden Müslümanlar var? Cape Town’da en büyük etnik grup Malaylardır. Bunlar Cape Malayları olarak adlandırılırlar. Başka bir grup Hintlilerdir. Bunun dışında “renkli halk” dediğimiz Zulular ve Tswanalar gibi Afrika’nın yerli siyahî kabilelerinden gruplar var. Yeni demokrasimizin son on beş yılında çok sayıda ekonomik sığınmacı Güney Afrika’ya yerleşti. Ülkeye sığınan Zimbabweli insanlardan bir kısmı Müslümanlardır. Ayrıca bunlar arasında Kongolu Müslümanlar da var. Öte yandan Müslüman nüfus arasında Hindistan, Pakistan ve Bangladeş kökenli olanlar da var. Güney Afrika’nın beyaz kesimi içerisinde Müslümanlar var mı? Evet, var fakat onlar çok azınlıkta kalmaktalar. Peki, Güney Afrika’da Müslümanların siyasî ve ekonomik durumları nasıl? Bu anlamda güçlüler mi? Güney Afrika’da Müslümanlar siyasî ve ekonomik olarak çok etkili bir rol oynamaktalar. Birçok Müslüman özgürlük ve kurtuluş mücâdelesine ciddi bir biçimde katkıda bulundular. Bu katkılarının yanı sıra Müslümanlar Güney Afrika’daki halkın diğer kesimlerine ciddi bir biçimde entegre olduklarından ve halkın temel kurucu unsurlarından biri oldukları için demokrasiye geçildikten sonra devlet kademelerinde etkili pozisyonlarla ödüllendirildiler. Bu yüzden demokrasimizin, özgürlüğümüzün, kurumlarımızın ve anayasamızın oluşmasında Müslümanlar da faydalandı ve ciddi rolleri oldu. Sanırım Güney Afrika’da tamamen islâmî referanslarla politika üreten bir parti yok. Hayır. Demokrasiye geçişle birlikte islâmî parti kurma doğrultusunda bazı teşebbüsler oldu ve bazıları da birkaç parti kurmayı başardı. Bunlar arasında islâmî Parti (IP) vardı ve 2008’deki son başkanlık seçimine katılan Cemaat olarak bilinen bir parti vardı. Fakat dürüstçe itiraf etmeliyim ki Güney Afrika’da herhangi islâmî bir parti çok fazla bir etkiye sâhip olamadı. Bunun birçok sebebi var. Ben islâmî bir partinin kurulmasına karşı değilim, fakat ben bunun çok çalışmamız gereken bir program olduğunu düşünüyorum, çünkü islâmî değerler etrafında şekillenen bir partinin Güney Afrika toplumuna sunacağı çok şeyleri olduğuna inanıyorum. Belki G. Afrika, Malezya gibi başarılı islâmî partilere sâhip ülkelerin örneğini incelemelidir. Siyasî açıdan Müslümanlar iktidardaki partide ve Güney Afrika Ulusal Kongresinde daha iyiler. Bu yüzden tarihi özgürlük mücâdelesinden doğmuş olan partilere oy vermenin Müslümanların çıkarına uygun olacağı Müslümanlar arasında her zaman geçerli olan yazılı olmayan bir politika gibidir. Bu nedenle biz Afrika Ulusal Kongresi ve Pan Afrika Kongresi gibi özgürlük hareketlerine Müslümanlar ve diğer kesimler açısından güvenilebilecek partiler gözüyle bakıyoruz. Güney Afrika’da Müslüman âlimlerin ve entelektüellerin durumu nasıldır? Geleneksel âlimler mi var yoksa Batı tipi entelektüeller mi ve bunların toplum üzerindeki etkisi nasıl? Geleneksel Müslüman âlimler söz konusu olunca, üç yüz yıllık Afrika tarihi boyunca bu âlimler etkili bir konumda oldular. Tvang Yusuf ve Tvang Guru gibi ilk âlimleri de kabul ettiğimiz zaman buradaki Müslüman ilim geleneği 1700’lere kadar gider. Bu anlamda bu alanda istikrarlı bir gelişmeden söz edebiliriz. Bu noktada Güney Afrika’daki âlimlerden söz etmişken Osmanlı yönetiminin buraya göndermiş olduğu Ebu Bekir Efendi’nin adını anmamak doğru olmaz. Son birkaç yılda Güney Afrika’da Müslüman akademisyenlerin sayısında ciddi bir artış görülmektedir. Fakat daha iyisini yapabiliriz, çünkü bu alan Müslümanlardan dikkat ve ilgi istiyor. Müslümanlar çocuklarını nasıl eğitiyorlar ve Müslüman kültürünü sonraki nesle nasıl aktarıyorlar? Güney Afrika’nın üç yüz yıllık tarihi boyunca bir çeşit geleneksel medrese sistemini uyguladık. Çocuklarımız öğlene kadar normal laik okullarda eğitim aldıktan sonra öğleden sonraları medreseye gidip burada birkaç saatlerini dini eğitimle geçirmekteler. Bu güçlü eğitim sistemiyle insanlar Müslüman kültürünü devam ettirebilmekteler ve bu vesileyle islâm her evi yönlendiren hâkim unsur olmaktadır. Son yirmi yılda Güney Afrika’da islâmî okullar açıldı ve bu noktada Güney Afrika önemli bir konumda bulunmaktadır ve bu okullar güzel neticeler vermektedir ve akademik standartları yükseltmektedir. Elbette ki bu okullar islâmî etik ve değerlerle yönetilmektedir. Bir araştırmaya göre kurulan bu islâmî okullar vâsıtasıyla Güney Afrika hükümeti yılda 400-600 milyon rand (84 bin dolar) eğitim harcamalarından tasarruf etmektedir. Güney Afrikalı Müslümanların dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan Müslümanlarla ilişkisi hangi boyuttadır? Şüphesiz apartheid sisteminin yapısından dolayı Müslümanlar dünyadan izole bir biçimde yaşadılar. Çünkü bu rejim, Müslümanların ne ülke içindeki diğer etnik ve kültürel unsurlarla ne de yurt dışındaki Müslümanlarla etkileşime geçmelerine izin veriyorlardı. Güney Afrika’nın dış dünyayla tek temas imkânı hacdı. Fakat son on beş yıldır gerek Ortadoğu, gerek Uzak doğu, gerekse de Afrika ülkeleriyle olsun iş görüşmeleri, eğitim imkânları vesilesiyle canlı bir etkileşim imkânı ortaya çıktı. Son birkaç yıldır Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkelerle uluslararası konferanslar vesilesiyle etkileşim hâlindeyiz. Son on beş yıldır bu anlamda güzel imkânlar oldu. Şu anda da IDSB’ye üyelikten sonra ilişkilerimizi güçlendirmek için Türkiye’de bulunuyoruz. Çeşitli vakıflarla, sivil toplum örgütleriyle tanıştık. Türkiye’nin tecrübelerinden yararlanmak istiyoruz. Türkiyeli Müslümanları da Güney Afrika’ya bekliyoruz. Karşılıklı birbirimizden öğreneceğimiz çok şeylerin olduğuna inanıyorum.

HAT SAN‘ATINDA MEŞK Hat sanatı, kendine has usûl ve kâidelerle hoca-talebe ilişkisi içerisinde öğrenilen bir güzel sanat dalıdır. Hat sanatı, çekirdek safhasından meyveye kadar uzun ve sabırlı bir çalışma ve mânevî feyiz gerektiren zorlu bir yoldur. Hoca-talebe ilişkisi içerisinde öğrenilen hat sanatının islâm tarihi boyunca eğitim ve öğretiminin köklü bir disiplin içinde yürütüldüğü, meşk mecmualarından, hattat silsilelerinden ve icâzetnâmelerden anlaşılmaktadır. Örgün eğitim kurumlarında da hat dersleri hoca-talebe ilişkisi içerisinde yani birebir öğretim usûlü ile yapılmıştır. Bunların başında 1914 yılında kurulan Medresetü’l-Hattâtîn gelmektedir. Okulun kuruluş yönetmeliğinde derslerin ücretsiz olduğu, hat derslerinin yanı sıra tezhip ve cilt derslerinin de yer aldığı, eğitimin sınıf usûlünde yapılmadığı, derslerde devamın, öğrencinin yeteneklerine paralel olarak öğretmenlerin değerlendirmelerine bağlı olduğu, kabiliyetli ve başarılı öğrencilere diploma verileceği, hat bölümünde sülüs, celî sülüs, nesih, ta’lîk, rik’a, dîvânî, celî dîvânî, reyhânî ve tuğra öğretileceği gibi husûslar yer almaktadır. Hat sanatı, çekirdek safhasından meyveye kadar uzun, sabırla çalışma ve mânevî feyiz gerektiren zorlu bir yoldur. Hoca, talebe ve meşk, hat sanatındaki üç temel unsurdur. Hat Sanatı eğitim-öğretim metotlarını ve hoca-talebe ilişkilerini şu başlıklar hâlinde ele alabiliriz: MEŞK Meşk, lügatte; uzatmak, genişletmek, büyütmek, süratli ve keşideli yazmak, bir şeyin süratle tesir etmesi anlamlarına gelmektedir (Yılmaz, 2004: 216). Hat sanatında ise meşk; “hocanın verdiği yazılı ve sözlü ders; numûneye baka baka onun gibi yazmaya çalışılarak yapılan karalama; hocaya gösterilmek üzere hazırlanan ders” (Yazır, 1981: 207) olarak tanımlanabilir. Hocadan meşk almaya ve ondan yazı öğrenmeye temeşşuk denildiği gibi, bir şeyi kendisine meşk kabul etmeye, meşke göre çalışmaya, yazmak istenilen bir mevzuu kıvamına getirinceye kadar mütâlaa etmeye de temeşşuk (Yazır, 1981: 207) denilir. Osmanlı öncesi hat meşk sistemi ve uygulamaları hakkında yeterli bilgi yoktur. İbn Mukle’nin “Risâle fi’l-hat ve’l-kalem” adlı eserinde yazı çeşidine göre kalem kalınlıkları, harflerin geometrik yapıları, oranları, kaideleri, isimleri tespit edilip örnekler verilmiş olmasına rağmen hattatların bu esaslara bağlı kalarak eğitim ve öğretimi sürdürdükleri dışında bir kayıt bulunmamaktadır. Daha sonra İbnü’l-Bevvâb “Kaside-i Râiyyesi”nde harflerin fizikî estetiğini, nispetlerini, inceliklerini açıklayıp kendi yazı üslubuyla hattatlara rehber olmuştur. Ardından gelen üstadlar ise Şeyh Hamdullah’a kadar, aklâm-ı sittenin estetik oranlarını belirleyerek yeni bir çığır açan Yâkut el Müsta’sımî’yi örnek almışlardır (2004: 372). İstanbul’un fethinden sonra; başta hattat Şeyh Hamdullah olmak üzere, Osmanlı hattatları tarafından bu sanatın öğretim ve eğitimine dâir belirgin prensipler ortaya konulduğu görülmektedir. Günümüze doğru yaklaştıkça, yazı öğrenmek isteyen talebelere hocaları tarafından meşk yazılması (ki buna meşk vermek tabir edilir), öğrencilerin de bunlara bakarak aynen taklîd etme ve haftanın belirli günlerinde hocalarına tashîh için gösterme metodu yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu sâyede hat üstadlarına âit meşk mecmûaları da oluşmuştur. Mehmed Şevkî Efendi (1829–1887)’nin sülüs-nesih meşk mecmûası bunların en meşhurlarındandır (Tüfekçioğlu, 1999: 274). Hat sanatı, hoca tarafından talebeye şu iki safhada öğretilir: a- Müfredât: Elifbâ’da bulunan harflerin müstakil ve ikili olarak birbirlerine bağlanmış halidir ki, talebe bu safhada harfleri yazarak taklîd etmeye çalışır. Müfredât meşkinin gayesi, talebenin hat sanatına kabiliyetini ve ilgisini ölçmek; zorluklar karşısındaki sabrını denemek; başarısız olanları elemek ve umut vaat edenlere daha fazla vakit ayırmaktır. Meşke, harflerin tek başına nasıl yazıldıkları öğretilmeden, sülüs ve nesih yazı çeşitlerinde, teberrüken “رب يسر ولا تعسر رب تمم بالخير” (Rabbim, kolaylaştır, güçleştirme; Rabbim, hayırla tamamına erdir) duâ cümlesi ile başlanır. Bu cümle ile hem talebenin istidat ve kabiliyeti hem de sabrı denenmiş olur. Sonradan meşk içinde görülecek olan pek çok hareketi ve şekli ihtivâ ettiğinden talebede harflere, müfredât ve mürekkebata terkîb ve tertîb açısından bir âşinâlık peydâ olur ki, bu usul, pedagojik açıdan doğru bir tercihtir. “Rabbi Yessir…” meşkinden sonra harfler teker teker ölçülü yazılarak öğretilir. Bilâhare be (ب) harfinden başlayarak harflerin birbirleriyle birleşmeleri yazılır. Sonunda he (ه) harfinin diğer harflerle birleşmesi yazılarak, müfredât meşki tamamlanmış olur. b- Mürekkebât: Öğrenciye terkîb ve tertîb kabiliyetini kazandırmayı hedefleyen bu safhada, cümle şeklindeki örnek metinler verilerek talebeden bunları taklîd ederek yazması istenir (Derman, 1999). Bu merhalenin gayesi, talebeye kelimeler, cümleler içindeki harflerin uyum ve estetiğini sağlayabilme yeteneği kazandırmaktır. Talebe daha önce yazılmamış metinleri hocasının irşadı çerçevesinde yazarak terkîb kabiliyetini geliştirir. Metinlerdeki satır, istifli satır, dâirevî, beyzî, müsennâ gibi çalışmalar, talebenin istif kabiliyetini geliştirir. Mürekkebât meşkinde ise Besmele, çeşitli âyet ve hadisler, ebced hurûfâtı, Hilye-i Hakânî, Kasîde-i Bürde, Kasîde-i Elfiyye vb. uzun metinler yazılır. Mürekkebât meşkinden sonra hoca, icâzete layık gördüğü talebesine eski üstadların yazılarından birini veya kendi yazılarından birini taklîden yazdırır; ya da talebe yeni bir metin yazar. Genellikle bu metin, sülüs-nesih kıt’a, mâil kıt’a, hilye, v.b. olur. Yazılan yazının altına çoğunlukla hoca ile beraber, musaddık denilen bir veya birkaç hattat, icâzet metinlerini yazarlar. Böylece talebe hocasından icâzetini almış olur. Ancak bu durum hoca-talebe beraberliğinin bittiği anlamına gelmez. Talebe, hoca ile olan ilişkisini bundan sonra da devam ettirir ve ilerleyen zamanlarda hocasından, özellikle hat sanatının estetik sırları hakkında, istifade etmeye devam eder. Talebeye icâzetname verme bir merasimle yapılır ve bu törene ketebe cem’iyyeti veya icâzet cemiyeti de denir. Ketebe cemiyetini varlıklı olanlar konaklarında, diğerleri ise yakınlarındaki büyük camilerden birisinde yapardı. Cemiyet günü gelecek misafirler için konakta yemekler pişirilir, ağırlamak üzere çeşitli hazırlıklar yapılırdı. Hizmet için yeterli sayıda hizmetli vazifelendirilirdi. Hoca efendi, hattatları yazılan kıt’anın boş bırakılan yerine icâzet yazmaya davet eder, onlar da kıt’anın altındaki boş bırakılan yere izin ve icâzet yazarlar. Aynı zamanda talebenin hocası tarafından “ene muallimuhu” (Ben onun hocası) kaydı düşülerek izin ve icâzet yazılır. İcâzet yazıldıktan sonra davetlilere yemek ikram olunur (2004:179). Günümüzde ise çoğunlukla bir kurum bünyesinde yapılmaktadır. Bu noktada öne çıkan kurum islâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA)’dır. Kaynaklar: 1- Bilen, Yusuf. (2001). Hattat Mustafa Halim Özyazıcı Hayatı, Sanatı ve Eserleri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum. 2- Derman, M. Uğur. (1999). Mehmet Şevkî Efendi’nin Sülüs-Nesih Hat Meşkleri, İstanbul: IRCICA Yay.3- Derman, M. Uğur. (2004). “Meşk”, DİA., Ankara: TDV. Yay.4- Tüfekçioğlu, Abdülhamit. (1999). “Tarihte ve Günümüzde Hat Sanatının Öğretim Metotları”, 2000’li Yıllarda Türkiye’de Geleneksel Türk El Sanatlarının Sanatsal,Tasarımsal ve Ekonomik Boyutu Sempozyumu Bildirileri, Ankara.5- Subaşı, M. Hüsrev. (1997). Geleneksel Türk El Sanatlarından Yazıya Giriş, İstanbul: Dersaadet Kitâbevi.6- Yazır, Mahmud Bedreddin. (1981). Medeniyet Âleminde Yazı ve islâm Medeniyetinde Kalem Güzeli, Ankara: Ayyıldız Matbaası.

BUNLARI YAPANA ZARAR GELMEZ Ahmakla dostluktan sakın, çünkü o sana faydalı olmak isterken zarar verir. Yalancıyla dost olma. Zira o senden uzak duranı sana yakınlaştırır. Cimriyle de dostluk kurma, zîra ihtiyaç duyduğun şeyi senden uzaklaştırır. Facirle (açıktan günah işleyen kimse) de dost olma, çünkü seni ucuza satıverir. ETKİLİ BİR ŞEKİLDE SÖZE SON VERMEK Etkili bir şekilde söze son verebilmek sanat işi olsa gerek. Sözü sonlandırırken konuşmasını özetlemek, tekrarlamak. Konuşmasının ana hattını kısaca anlatmak. Dinleyicileri hareketlendirerek, onları da konuşmalarına dâhil etmek. Konuşmasına mizah katmak, güldürücü bir şey söylemek. Manzum bir kıta okumak. Ünlü bir eserden alıntı yapmak. Başlangıcın ve sonun güzel olmasına dikkat etmek. "Eğer biz ahlâk-ı islâmiyenin ve hakâik-i imaniyenin kemalatını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle islâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de islâmiyet’ e dehalet edecekler." Bedîüzzaman Said Nursî (Hutbe-i Şâmiye) İNSAN Bir oksijen çadırı gerilmiş üstümüze. Gündüz 23040 defa nefes alıp veririz bir nefesin ardından diğer nefes gelir; yani insan tam ölüyorken dirilir. Normal bir insan vücudunda her saniye 8 milyon hücre ölür, aynı anda o kadar hücre yeniden yaratılır. İnsan beyni 10 milyar sinir hücresini kapsar. Bu hücrelerin her biri diğer hücrelerle 25000 bağlantı kurar. Bir insanın kan damarlarının uzunluğu 80000 kilometredir. İçimizde nehirler akıyor, laboratuarlar kurulmuş, fabrikalar, motorlar çalışıyor. Vücudumuz ne yapacağını, dünyanın bütün bilim adamlarından daha iyi biliyor. ERKEN KALKMAYA NE DERSİNİZ? Birkaç saat dahi olsa güne başlamadan önce kendimize ayırdığımız bu zaman dilimi hayatımızı çok değiştirecektir. Ne çocukların sesi var, ne bir telefon zili. Ne bir araba sesi, ne de şehrin kasvetli uğultusu huzurunuzu bozabilir. Ne bizden bir şeyler isteyen var, ne de bir şeyler yapmak zorundayız. “Kendime vakit ayıramıyorum” diye yakınmaktansa bu birkaç saati uykuya feda etmemiş ve kendinize ait bir zaman dilimine sahip olmuş olursunuz. O gün işimiz ne kadar yoğun geçerse geçsin, zamanımızın çoğunu başkalarına adamak zorunda da olsak, “artık kendime de zaman ayırabiliyorum” düşüncesinin rahatlığı içinde olacağınız kesin. BEDîÜZZAMAN HAZRETLERİ'NİN YAŞANTISINDAN KESİTLER Çok az yemek yer ve üstüne hemen su içmezdi. Biraz bekleyip öyle suyunu içerdi. Yemekleri çok sade olup şehriye çorbası, pirinç çorbası gibi sulu yemekler tercih ederdi ve sulu yemeklerine muhakkak yoğurt katardı. “Normal uyku beş saattir.” derdi. Geceleri sabaha kadar ibadetle meşgul olur, dua ve niyaz ederdi. Temizliğe çok dikkat ederdi. Elbiselerini sık sık değiştirirdi. Akşam ve sabah pencerelerini açtırır, odasını havalandırırdı. Devamlı abdestli olurdu. Abdestsiz yere basmazdı. Sürekli Risâle-i Nur okurdu. Zamanını hiç boşa geçirmezdi. Kitap okur, yazılan kitapları düzelttirirdi. Namaz vaktine çok dikkat ederdi. Kırlara gittiğinde hep yüksek yerlere çıkardı. Yüksek ağaçlara veya kayaların üstüne çıkardı. Hayvanları incitmez, ağaçları kesmeye izin vermezdi. “Ağaçları kesmeyin onlarda Allah’ı zikrediyor” derdi. Kaynaklar: Son şâhitler: Necmettin Şahiner

İnsan Üstâdına hakikatten başka bir şey söyleyemez Bedîüzzaman Hazretleri, Şirvan’da bir müddet kaldıktan sonra Siirt’te bulunan Molla Fethullah Efendinin medresesine gider. Molla Fethullah, Üstad’a: “Geçen sene Suyûtî okuyordunuz. Bu sene Molla Câmi’yi mi okuyorsunuz?” der. Bedîüzzaman Hazretleri ise: “Evet, Câmi’yi bitirdim.” der. Molla Fethullah, hangi kitâbı sorduysa ‘bitirdim’ cevabını alınca hayrette kalır. Ve Bedîüzzaman Hazretleri’ne: “Hey deli, geçen sene deli idin. Bu sene de mi delisin?” der. Bedîüzzaman Hazretleri: “İnsan başkasına karşı kesr-i nefs için hakikati ketmedebilir. Fakat babadan daha muhterem üstadına karşı hakikat-i mahzdan başka bir şey söyleyemez. Emrederseniz söylediğim kitâblardan beni imtihan ediniz.” der. Molla Fethullah, Bedîüzzaman Hazretleri’ne hangi kitâbdan sorduysa; Bedîüzzaman Hazretleri cevabını güzelce verir. Bu sırada bu konuşmaları dinleyen ve bir sene evvel Bedîüzzaman Hazretleri’nin hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Sûrân, Bedîüzzaman’dan ders almaya başlamıştır. şâh-ı nakşibend (RA) 1318 senesinde, Buhara’ya 5 km. uzaklıkta bulunan Kasr-ı Ârifân’da dünyaya geldi. Asıl ismi Bahâüddin Muhammed’dir. Mânevî babası Muhammed Baba Semmasî Hz. de bir Allah dostuydu. Tasavvuf eğitimini Seyyid Emir Külâl Hz.’nden aldı. Ancak asıl mânevî eğitimini kendisinden bir asır önce yaşamış olan Abdülhâlık Gucdüvanî Hz.’nin rûhâniyetinden aldı. Bu şekilde, vefat ettiği hâlde tasarrufu devam eden velilerden ders alanlara Üveys el-Karanî Hz.’ne nisbetle ‘üveysî’ denilmektedir. Şâh-ı Nakşibend Hz., cehrî (açıktan) zikir yerine, hafî (gizli) zikri benimsemiştir. Büyük Cevşen’de de yer alan Evrâd-ı Kudsiye isimli virdi meşhur olmuştur. Bedîüzzaman Hazretleri, Emirdağ Lâhikası’nda Evrâd-ı Kudsiye için; “Münâfık düşmanlarımın maddî ve mânevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar.” demiştir. 2 Mart 1389’da Buhara’da vefat etmiştir. Türbesi Buhara’dadır. TUĞRA Ragusa şehir devleti ile Osmanlılar arasında yapılan bir antlaşma sırasında, Ragusa elçileri antlaşmanın geçerli olabilmesi için Osmanlılar adına Padişahın antlaşma metnini imzalamasını isterler. Devrin Padişahı Sultan 1. Murad, elini mürekkebe batırdıktan sonra antlaşma metninin üst tarafına basar. Rivâyetlere göre ilk tuğra, işte Sultan 1. Murad’ın bu el izidir. Sultan 1. Murad’ın el izinden esinlenen Osmanlılar, zamanla tuğrayı geliştirmişlerdir. Tuğra, aslında Padişahın ismidir ve bir çeşit Padişah imzasıdır. Tuğrada, Padişahın ve babasının isimleri ve ‘el-Muzaffer dâima’ ifâdesi yer alıyordu. Tuğranın sağ tarafındaki boşlukta ise ‘el-Gazi’ yazmaktaydı. Tuğranın şekli sâbit kalmakla birlikte, Padişahların isimlerine göre sâdece içindeki harfler değişmekteydi. SUR-U SULTANÎ Osmanlı Devletinin idâre merkezi olan Topkapı Sarayı’nı korumak için; 1478 senesinde Fâtih Sultan Mehmed tarafından inşa ettirilmiştir. Bu surlar, Haliç ve Marmara kıyılarında bulunan Bizans’tan kalma surlarla da birleşince toplamda 1400 metre uzunluğa ulaşmıştır. Sur-u Sultanî’de 25’i dört köşeli, 28 kule vardı. Marmara tarafındaki Otluk Kapısı ve Haliç tarafındaki Demirkapı'dan başka küçük ölçüde 5 koltuk kapısı olan surun ana girişi, Ayasofya arkasındaki Bâb-ı Hümâyûn’du. HAZİNÎ 12. yüzyılda yaşayan Hazinî’nin tam ismi Ebu’l Feth Abdurrahman Mansur Hazinî’dir. Devrinin ilim merkezi olan Merv’de birçok ilmî araştırma yaptı. Dünya tarihinin en önemli fizik âlimleri arasında sayılmaktadır. En önemli keşfi hidrostatik terâzidir. Hidrostatik terâzi, metallerle taşların saf olup olmadıklarını ve iki elementten oluşan metallerin karışım oranlarını belirlemeye yarıyordu. Eserlerinde yerçekiminden bahsederek, yerçekiminin cisimlerin ağırlıklarına değil, yoğunluklarına bağlı olduğunu ifâde etmiştir. En önemli eseri 1121 senesinde yazdığı Mizanü’l-Hikme’dir. Mizanü’l-Hikme’de hidrostatik terâzi hakkında bilgiler vermekte ve çeşitli cisimlerin yoğunluklarına dâir cetvellerle birlikte yerçekiminden bahsetmektedir. 1155 senesinde vefat etmiştir. Anadolu Selçuklu Kervansarayları Ecdâdımız, Anadolu’yu fethettiğinde; Anadolu’da ekonomik hayat çok kötü durumdaydı. Bu sebeble Anadolu Selçuklu Sultanları, iktisâdî hayatın gelişmesi için Anadolu’nun önemli geçiş güzergâhlarına tüccarlar için belli aralıklarla hanlar yaptırmışlardır. Ticâret kervanlarının birer gece konaklayarak ilerlemeleri için saray konforunda inşa edilen bu hanlara, bu özelliklerinden dolayı Batılı tarihçiler ‘kervansaray’ demişlerdir. Yoksa Selçuklular, han veya derbend demekteydiler. Kervansaraylar ana ticâret yolları üzerine kurulmuştu. Bu yolların merkezi, Anadolu Selçuklu Devletinin başşehri olan Konya’ydı. Günümüze ulaşan ve tesbit edilebilen 76 kervansaray hâlâ ayakta durmaktadır. Bir kısmı yenilenmekle birlikte, bir kısmı da yenilenecekleri günü beklemektedirler.