197. Sayı: "Geldik Gidiyoruz"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiGeldik, Gidiyoruz…
İnsan

“Geldik, gidiyoruz” dedik başladık söze, “Tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz” diyerek bitirdik. Bu iki söz arasına da insana dair söyleneceklerden bazılarını, bazı yaşanmışlıklar üzerinden derleyip, dergi diyerek önünüze koymaya çalıştık. Yine insana dokunduk, bin ah işittik. Cem’ edip mecmua diyerek sizlere takdim ettik. Bu ay yine bizden, bize dair az da olsa öz olandan konuşmaya, yazmaya çalıştık. Teşrifi ile müşerref olduğumuz Kur’an ayı Ra­mazan’da, derlediğimiz ahları istiğfar kalıbında Rahim ve Gafur olanın dergahına takdim ederek başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olan Ramazan’dan istifazamızın ziyade olmasına duacı kıldık. Geçici şu alemde kalıcı olanları fark etmek ve onlara yönelmekle kubbede hoş bir sada bırakmak ve bütün okuyanların tefehhümünü şefaatçi kılarak Baki olanın bekasında ebedi güzelliklerle ibka olunmayı tazarru ve niyaz ettik. Göz önünde olanı görmenin en büyük mücadele olduğu şu dünya hayatında, iyileşmenin iyileşmesi gereken yarayı bulmakla olacağını bilerek önce kendimizi, sonra bizimle irtibatlı koca kâinatı ve hepsinin sahibini bulduracak nazarı kazanalım istedik. Şarkıların kolaycılığında söylenen sözlerin hafifliği ile değil, her sabah bir meleğin dünya semasına gelerek “Ölmek için tevellüd ediyorsunuz, dünyaya geliyorsunuz, harap olmak için binalar yapıyorsunuz!” cümleleriyle ettiği nidanın sarsıcı notalarında kendi şarkımızı yazmak ve bestelemenin gayretini iliklerimize kadar hissedelim istedik. Bir zamanlar kasetler vardı. O kasetlerden bir tane satın almıştım. Satın aldığım kasetteki diğer bütün çalışmalardan azade bir cümle dikkatimi çekmişti çünkü. Diyordu ki “Çalı bile kendine sığınan kuşu itmez / Sen Gafûr'sun, Azîz'sin, Senin keremin bitmez / Geldim işte kapına, kul Senden ırak olmaz / Sana adanmamışsa yürek de yürek olmaz...” Buradaki bir cümle yetmişti bana: Çalı bile kendine sığınan kuşu itmez. Beşinci manevi bir mevsim olan Ramazan’ı tenef­füs ettiğimiz şu günlerde, göz açıp kapamak ka­dar kısa olan şu dünya hayatında, gelmenin ve git­menin, dahası gönderenin kim olduğunu an­lamaya çalışmanın ve gidilecek yere hazırlık yapmanın derdini şu altmış dört sayfada, belki bir yazıda, belki de bir cümlede bulabiliriz aradığımızı diyerek geldik huzurlarınıza. Belki yıllardır süren orucumuzun iftarını yaptıracak hurma buradadır, kim bilir... Bizim nasibi­miz hangi gönle ilham olunmuştur da bize kavuşacağı zamanı intizar etmektedir. Her zaman göz önünde çalı ve kuşla anlatılanı, bir tezgâhta duran kaset çalardan yükselen seste bulacağımı nereden bilebilirdim, değil mi? Söyleyeceklerimizin ve işiteceklerimizin olduğu şu dünya hayatımızda bu ay da insan ve bütün bir etkileşim ağı üzerinden güfteye girenleri bestelemeye çalıştık, hayat sahnesinde orkestramızla huzurlarınıza geldik. İstifade de istifaza da Allah’tan. Rabbim ziyade eylesin. Sürçülisan ettik ise affola! Ramazan-ı Şerifin bereketi, rahmet ve mağfireti üzerinize olsun. Bayramınız mübarek olsun.

Metin UÇAR 01 Nisan
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Anadolu’nun İlk Camisi:Habîb-i Neccâr Camii Yasin Suresi’nin 20. ayetinde; “Derken şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi; dedi ki: ‘Ey kavmim! (Bu) elçilere uyun!’” şeklinde bahsedilen zâtın Habîb-i Neccâr olduğunu tefsirlerin birçoğu beyan etmektedir. Kavmi olan Antakya halkını uyarması üzerine şehîd edilen bu mübarek insan, Peygamber Efendimizin (asm) vasıflarını ve peygamberlikle gönderileceğini bildirmiş ve kendisine iman etmişti. Hz. Ömer (ra) döneminde Doğu Roma ordusunu Yermük Savaşında yenilgiye uğratan Hz. Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra) ve Hz. Halid bin Velid (ra) komutasındaki İslam ordularının bir sonraki hedefi Antakya olmuştur. Hz. Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra) komutasındaki İslam kuvvetlerinin Antakya kuşatması uzun sürmüş ve Hz. Ömer’in (ra) tavsiyesi üzerine şehre zarar verilmemek maksadıyla çatışmaya girilmemiştir. Nihayet halkın 1 dinar ve 1 cerîb (hububat ölçeği) cizye ödemesi şartıyla şehir teslim oldu. Fethin ardından Habîb-i Neccâr Hazretlerinin kabrinin olduğu yerdeki kilise, camiye dönüştürülmüştür. Cami, zamanla etrafına eklenen yapılarla, bir külliyeye dönüşmüştür. Caminin ilk hali günümüze ulaşamamıştır. Son olarak 6 Şubat 2023 depreminde yıkılan cami, muhtemelen Memlukler döneminde inşa edilmiş ve yüzyıllar içinde birçok defalar tamirattan geçirilmiştir. Külliyeye zamanla zaviye, medrese ve şadırvan eklenmiştir.  5 Nisan 1326Seyyah İbn-i Battutaİskenderiye’ye vardı Ortaçağın en büyük Müslüman seyyahı olan İbn-i Battuta, 22 yaşındayken Mağrib (Fas) Sultanı Ebû Saîd el-Merînî döneminde 14 Haziran 1325’de Tanca’dan Hac niyetiyle yola çıktı. Kuzey Afrika sahillerini takip ederek 5 Nisan 1326’da İskenderiye’ye vardı. Burada Şeyh Burhâneddin el-A‘rec’in telkiniyle kendisinde Hint, Sind ve Çin gibi doğu memleketlerini görme hevesi uyandı. İskenderiye’den Kahire’ye, oradan Yukarı Mısır’a (Saîd) gitti ve Şeyh Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin Humeyserâ’daki kabrini ziyaret etti. Yukarı Mısır’dan deniz yoluyla Cidde’ye geçmek için Kızıldeniz kıyısındaki Ayzâb Limanı’na indiyse de bölgedeki siyasî karışıklıktan ötürü Kahire’ye dönmek zorunda kaldı. Burada dikkat çeken hususların biri Ayzâb Limanı’nın milletlerarası statüye sahip olduğunu tesbit etmesidir. Bir diğer husus ise Mısır Memlükleri’ni “Etrâk” diye anması ve Memlük hâkimiyet alanını Anadolu gibi “Türk Ülkesi” tabiriyle tanıtmasıdır. 9 Nisan 1711Osmanlı ordusu Prut Seferi için İstanbul’dan hareket etti 17 Ağustos 1710’da Sadaret makamına oturan Baltacı Mehmed Paşa, Osmanlı Devleti’nin karşısında bir tehdit olarak yükselen Rusların asıl hedefinin İstanbul ve Ayasofya Camii olduğunu düşünüyordu. Sadrazam olduktan sonra, Kırım Hanı Devlet Giray ile diğer devlet adamlarının da aynı görüşte olduklarını gördü ve nihayet 20 Kasım 1710’da Rusya’ya savaş ilan edildi. Osmanlı ordusu Baltacı Mehmed Paşa komutasında 9 Nisan 1711 günü İstanbul’dan hareket etti. Savaşın seyri Rus Çarı I. Petro’nun planladığı gibi devam etmedi. Osmanlı ve Kırım askerleri tarafından kuşatılan Rus ordusu, her türlü şartı kabul edecek şekilde teslim olmak zorunda kaldı. Ancak Osmanlı ordusunun başında bulunan Baltacı Mehmed Paşa, Ruslarla çok hafif şartlarda bir antlaşma yaptı. 21 Temmuz 1711 tarihli Prut Antlaşmasındaki elle tutulur tek madde Azak Kalesinin geri alınmasıydı. Tabir yerindeyse Rus ordusunun elini kolunu sallayarak geri dönmesine izin verildi. 14 Nisan 1877Kızılay, Osmanlı Hilal-i Ahmeri adını aldı Kızılay ilk olarak 11 Haziran 1868’de imzalanan bir taahhütnâme ile Mecrûhîn ve Marzâ-yi Askeriyyeye İmdad ve Muâvenet Cemiyeti adıyla resmen kurulmuştur. Bu cemiyetin 1877’ye kadar ciddî bir faaliyette bulunamaması üzerine Sultan II. Abdülhamid’in himayesinde yeni bir cemiyetin kurulması gündeme geldi. Avrupa’da oluşturulan Kızılhaç’a benzer bir tarzda hilâli amblem olarak alan Osmanlı Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti 14 Nisan 1877’de faaliyete başladı. Cemiyetin ilk başkanı Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyye ikinci reisi Hacı Ârif Bey’di. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda cephe gerisinde dokuz seyyar hastahane ile İstanbul’da dört hastahane açarak 25.000’den fazla yaralı ve hasta askeri tedavi ettirdi. 1897’deki Türk-Yunan savaşında da iki hastahane vapuru kiralayarak yaralı ve hasta askerleri İstanbul’a taşıdı.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiBeşinci Mevsim: Ramazan
İbadet

Bir davettir Ramazan, bir çağrıdır. Kulak verenleri hidayete götüren bir çağrı. Ümidin her daim var olduğunu müjdeleyen, rahmetin gazabı geçtiğini ilan eden bir nidadır. İnsan nefes almaya devam ettiği sürece yeni başlangıçlar için her zaman bir fırsat vardır. Ramazan bunun en güzel vesilesidir. Bu açıdan Ramazan-ı Şerif bir “Fatiha”dır, yeni fetihler için bir başlangıç.  Yer yüzünde deveran eden dört mevsim varsa beşincisi Ramazan-ı Şeriftir. Dört mevsimi gezen, mevsimler içinde mevsimler ötesi bir başka mevsim, bambaşka bir mevsim. Biraz açlık, bir parça susuzluk, alışkanlıklardan sıyrılış… Ama çokça huzur, sabır, merhamet, inayet… İlk sahurla gecenin karanlığı aydınlanır. Niyet hayırdır, akıbetin hayrolması için… Kendini tutmanın, dizginleri ele almanın tam vaktidir. İftar sofrasındaki çocuğun yüzündeki tebessümdür, Efendimizin (sav) şereflendirdiği bir rüyadır adeta Ramazan. Kâinatta bir şehrayin başlamıştır artık. Bayramı beklemeye ne hacet, Ramazan’ın kendisi zaten bayram değil midir? Asr-ı Saadetten, Haremeyn-i şerifeynden esintiler taşır, o güzel kokuları çağlar ötesinden alır, getirir. Nebevi bir iklimi hissettirir, hissesi olan nasiplilere. Ramazan, Nur Dağı’na yolcu­luktur… Kan ter içinde tırmanmak ve çıktıkça yaklaştığını hissetmek maveraya, ibret perdesi olan dünyayı biraz da uzaktan seyretmek… Müstağni kalmak bütün her şeyden... Yanlışlardan, gafletten, göz alıcı ışıltılardan uzaklaşmak… Hira’nın aydınlığında hidayeti bulmak ve her bir evi Hira yapmaktır, Ramazan. Kelamullah’a kulak verirken, ilk defa Cibril-i Emin’den veya Efendimiz’den (sav) duyuyormuş, mukabeleye o mukaddes anlarda şahitlik ediyormuş tefekkürüyle dinlemektir. Ramazan, Medine-i Münevve­re’de Mescid-i Nebevi yakınlarındaki Ebu Talha’nın bahçesindeki serinliktir. Neccaroğullarından Ebu Talha el-Ensari… Uhud’da göğsünü Efendimize siper eden o kahraman… Medineli Müslümanlar arasında en çok hurma bahçesine sahip olan Ebû Talha, Mescid-i Nebevî’nin karşısında bulunan ve içindeki tatlı suyu Hz. Peygamber (sav) tarafından beğenilen Beyruhâ adlı bahçesini çok severdi. “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça en üstün sevabı kazanamazsınız” (Âl-i İmrân 3/92) mealindeki ayet nazil olunca Hz. Peygamber’in yanına giderek bu bahçeyi Allah rızası için dilediği şekilde kullanmasını istedi. Ramazan, sevdiği şeylerden infak etmenin tam zamanıdır. Allah için vaz geçmek ve ebedileştirmek fani olan ne varsa… Ramazan Suffa mektebidir, mektep olması hasebiyle öğretir ve hatırlatır unuttuklarımızı. Sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylere aslında hiç sahip olmadığımızı öğretir bize Ramazan. Veren de O’dur alan da O… Doyuran da rızık veren de O’dur. Sen mülksün, memlüksün, O’nun mülkünde çalı­şı­yorsun. Malikü’l-mülk “ol” de­meseydi “sen” diye bir şey ol­mazdı, bunu biliyorsun. Bir davettir Ramazan, bir çağrıdır. Kulak verenleri hidayete götüren bir çağrı. Ümidin her daim var olduğunu müjdeleyen, rahmetin gazabı geçtiğini ilan eden bir nidadır. İnsan nefes almaya devam ettiği sürece yeni başlangıçlar için her zaman bir fırsat vardır. Ramazan bunun en güzel vesilesidir. Bu açıdan Ramazan-ı Şerif bir “Fatiha”dır, yeni fetihler için bir başlangıç. Seksen yıllık bir ömr-ü maneviyi bize kazandıracak fırsat mevsimidir. Ramazan, kerim kitabımız Kur’an’ın nüzulüne şahitlik ettiği için şereflidir, baş tacıdır. Mekke’yi mükerrem kılan da yine Kur’an ile olan münasebetidir. İnsan da aklına, gönlüne, kalbine hayatına Kur’an’ı hâkim kılsa o vakit mükerrem ve şerefli bir varlık olur. O vakit insan “hazret-i insan” olur ve yüceler yücesine çıkar. Hendek Gazvesi’nden izler taşır bu mübarek ay. Hani müşrikler şer ittifakı kurarak inananların üstüne yürüdüğünde Müslümanlar onların saldırılarından korunmak için şehrin etrafına hendek kazmışlardı. Hendeklerin kazılması esnasında Efendimiz (sav) ve sahabeler açlıktan karınlarına taş bağlamak zorunda kalmıştı. Açlık, yokluk, yorgunluk ve soğuk… Bütün bu sıkıntılar Şam’ın, Fars’ın, Kis­ra’ nın, Yemen’in fethine gebeydi. Hendekler Allah ve Resulüne düşman olanlara engel oldu, yol vermedi. Bugün düşman nef­simiz, heveslerimiz, hiç ölmeyecek gibi yaşamamız, lükse düşkünlüğümüz, israflarımız… Bunların hücumlarından korunmak için, midelerin açlığı hissettiği Ramazan-ı Şerifte, “Bismillah” diyerek hendekler kazmanın tam vaktidir. Bilal’in okuduğu ezandır iftarı haber veren. O tefekkürle dinlediğimizde, sanki Efendimiz (sav) yaşadığımız şehri teşrif etmiş ve az sonra soframıza misafir olacakmış zannederiz. Burada şu soruyu hepimiz kendimize sormalıyız: Evlerimiz onu misafir etmeye hazır mı? Ya sofralarımız? Sofralarımız “iftar sofrası” mı “israf sofrası” mı? Açlıkla geçen günün sonunda orucumuzu helalinden açtığımıza emin miyiz? Sofrada ne varsa Efendimize (sav) ikram etmeye cesaretimiz var mı? Sofra­larımızda sadece birbirimizi mi ağırlayacağız yine bu sene? “Anam babam sana feda olsun” diyen Sahabe Efendilerimize kardeş olmak isterken, zekât ve fitrelerde yine hasis mi davranacağız? Sakızın, kolonyanın orucu bozup bozmadığını tartışırken, imanı bozulan gençler için bir şeyler yapmadığımızın da farkına varacak mıyız? Hayırlı Ramazanlar, hayırlı bay­­ramlar…

Tarık ÇELİK 01 Nisan
Konu resmiKadir Gecesi
İbadet

Kur’ân-ı Kerim’in indirildiği müstesna bir gecedir “Şüphe yok ki biz onu (o Kur’an’ı), Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu (onun kıymetini) sana ne bildirdi? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail), onda (o gecede) Rablerinin izniyle her bir iş için peyderpey iner(ler). O (gece), fecrin doğuşuna (gün ağarana) kadar selamettir.”1  Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’i, Levh-i Mah­fuz’dan (kader levhasından) dünya semasına Kadir Gecesi’nde bir bütün olarak indirmiştir. Ondan sonra Hz. Cibril (as) Allah’ın izni ve emri ile yirmi üç yılda peyderpey, ihtiyaca göre Peygamber Efendimize (sav) vahiy yo­luyla getirmiştir. Bir ömrün sevabını kazandırır Hz. Enes İbn-i Malik (ra) anlatıyor: Ramazan ayı girmişti. Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bu mübarek aya girmiş bulunuyorsunuz. Bu ayda bir gece vardır ki bin aydan hayırlıdır. Bu gecenin hayır ve bereketinden mahrum kalan bir kimse, bütün hayırlardan mahrum kalmış gibidir. Onun hayrı ise sadece (uhrevî saadetten) mahrum kimseye haramdır.”2  Sadece Hz. Muhammed’in (sav) ümmetine ihsan edilmiştir “Allah Kadir Gecesi’ni ümmetime hediye et­miş, ondan önce kimselere vermemiştir”3 Hz. İmam-ı Malik (ra) kendisine güvenilir bir âlimin şöyle dediğini işitmiştir: Resulul­lah’a (sav) ümmetlerin ömürleri gösterilmişti. Resulullah (sav) kendi ümmet fertlerinin ömürlerini kısa sayarak başkalarının uzun ömürde yaptıkları amellere yetişememelerinden endişe etmişti. Allah-ü Teâlâ da ona Kadir Gecesi’ni verdi ve onu diğer ümmetlerin bin ayından daha hayırlı kıldı.Evet, ümmetin kısa olan ömrü Kadir Ge­cesi’yle uzun bir ömür hükmüne geçer. Mağfiret gecesidir “Kadir Gecesi’ni, kim sevabına inanıp onu kazanmak ümidiyle ihya ederse, geçmiş günahları affedilir.”4  “Tazyik” gecesidir “Melekler ve ruh (Cebrail), onda (o gecede) Rablerinin izniyle her bir iş için peyderpey iner(ler).”5 Kadir gecesi tazyik (sıkıştırma, daraltma) gecesi demektir. Çünkü “o gece inen meleklere arz dar gelir” denilmiştir.6 Melekler insanlar için istiğfar eder “Kadir Gecesi olunca Cebrail (as), bir gurup melek arasında yere iner. Yere inen melekler gerek ayakta ve gerekse oturarak Allah’ı (cc) zikreden her kulu selâmlarlar, onun için istiğfar ederler.”7  Şeytan gündüzle beraber dışarı çıkamaz “Ramazan ayı girdiğinde şeytanlar bağlanır, cennet kapıları açılır, cehennem kapıları da kapatılır.”8 1- Kadir Suresi, 1-52- Kütüb-i Sitte3- Deylemi4- Buhari, Müslim, Tirmizi5- Kadir Suresi, 46- Elmalı Tefsiri7- Imam-ı Gazali, İhyau Ulumi’d-din8- Buhari, Müslim 

Celal AKAR 01 Nisan
Konu resmi(İnsan ve Eğitim Bağlamında) Türkiye’de Mektupla Uzaktan Eğitimi İlk Uygulayan Âlim: Bediüzzaman Said Nursi (2)
Risale-i Nur

Eğitim, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem ile başlamış hayatın her alanına sirayet eden bir fonksiyona sahip olmuştur. Eğitimin sahip olduğu bu fonksiyon, kıyamete kadar da devam edecektir. İnsan, yaratılışı itibarıyla eğitime muhtaç ve eğitimle içi çe olan bir varlıktır. Dünya, çok hızlı bir değişim ve gelişim göstermektedir. Birçok sebepten dolayı insanlar istedikleri eğitimi alamamaktadır. Bu sebeplerden biri de ekonomik sebeplerdir. Ekonomik sebeplerden dolayı insanlar, ihtiyaç duydukları eğitimi istedikleri yerde ve zamanda alma imkânı bulamamaktadırlar. Bu da uzaktan eğitimi zorunlu hale getirmişir. Bu çalışmada, Bediüzzaman Said Nursi’nin başlattığı uzaktan dini eğitim hareketinin başarıya ulaşmasında uyguladığı eğitim metodları ve eğitime bakış açısı irdelenmektedir. Uzaktan Eğitimin Tarihçesi Dünya’da uzaktan eğitimin tarihçesi 1700’lerin ilk yarısına kadar gitmektedir. İlk defa Boston Gazetesi 1728’de mektupla “steno” dersleri vereceğini duyurmuştur (Holmberg, 1995, Akt.; Özbay, s. 378). Türkiye’de uzaktan eğitim çalışmaları 1927 yılında gündeme gelmişse de 1928 yılında harf inkılabından dolayı uygulama zemini bulamamıştır. Ancak 1957’de uygulanabilmiştir (Özbay, s. 378; Kırık, s. 83; Alkan, s. 27). Yükseköğretime yönelik 19983’te Anadolu Üniversitesi bünyesinde Açıköğretim Fakültesi açılmıştır. İlköğretim ve ortaöğretime yönelik ise Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 1966’da genel müdürlük seviyesinde çalışmalar yapılmıştır (Bayam ve Aksoy, s. 169). Bu çalışmalar 1974 yılında Mektupla Öğretim Okuluna dönüştürülmüştür. 1998’den itibaren de Açık Öğretim Lisesi Müdürlüğü kurularak eğitim vermeye başlamıştır (MEB, AÖL Web). Dünya’da uzaktan dini eğitim veren bazı üniversiteler de mevcuttur. Liberty University, Chistian Leadersship University gibi üniversiteler uzaktan Hristiyanlık alanında lisans ve lisansüstü eğitim vermektedirler (Birinci, s.32). Türkiye’de uzaktan dini eğitim veren program, 1998’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin akademik sorumluluğunda Açık­öğretim Fakültesi bünyesinde İlahiyat Ön­li­sans Programı olarak açılmıştır. Bu program daha sonra Anadolu Üniversitesi bünyesine girmiştir (AÖF, Web). Bediüzzaman Said Nursi ve Medreset’üz-Zehra Projesi Bediüzzaman Said Nursi, 1877’de Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs Köyünde doğmuştur (Sikke-i Tasdiki Gaybi, s. 9). 1960 yılı 23 Mart’ta Urfa’da vefat etmiştir. Bediüzzaman Said Nursi’nin ilme karşı merakı çocukluk dönemlerinde başlamıştır. Hocası Molla Fethullah Efendi, “hıfz ve zekânın kendisinde cem olduğu nadide bir şahsiyet” olarak tanımlamaktadır. Kur’an-ı Kerim’i on beş günde ezberlemiştir. 90 cilt kitabı hafızasına alabilmiştir. Dönemin şartlarında 10-15 senede ancak tamamlanabilen medrese eğitimini 14 yaşında tamamlamıştır. İlmi yetkinliğini dönemin meşhur âlimleri ile girdiği ilmi tartışmalarla ispat etmiştir (Tarihçe, Hayrat, c.1, s. 52). Daha çocuk yaşta ilim meclislerinin aranan yüzü olmuştur. Bediüzzaman Said Nursi, toplumu ayrıştıran üç temel sebep üzerinde durmuştur. Cehalet (eğitimsizlik), zaruret (yoksulluk) ve ihtilaf (fikri, mezhebi, siyasi vb ayrılıklar). Hayatı boyunca bu üç temel ayrıştırıcıyla hep mücadele etmiştir. Tarihi süreç içerisinde “Bediüzzaman” lakabını kullananlardan biri de Said Nursi’dir.1 Tanzimat süreciyle başlayan ve derinleşen Medrese, tekke ve mektep ehli arasındaki derin görüş ayrılığını Medreset’üz-Zehra projesiyle çözmeyi amaçlamıştır. Dini ve pozitif ilimlerinin birlikte öğretilmesi gerektiğini savundu. Böylelikle mektepliler, Dini ilimleri öğrenerek şüpheci düşüncelerden ve deneyci bir taassuptan kurtulacaklar, medrese ehlini yobaz görmeyecekler, medreseliler de pozitif ilimleri öğrenerek dar fikirlerden sıyrılıp tekke ve mekteplileri dinsizlikle suçlamayacaktır. Bediüzzaman Said Nursi, özellikle Doğu ve Güneydoğu’da eğitime köklü bir çözüm bulabilmek amacıyla çalışmalar yürüttü. “Yaşanan çoğu insani ve toplumsal sorunların temelin­de insanın eğitiminin söz ko­nusu olduğu...” (Şişman, s. 3) gerçeğinden hareketle özelde bölgenin, genelde İslam dünyasına hitap edecek Mısır’daki Cami’ul-Ezher ayarında Bitlis merkez olmak üzere Van ve Diyarbakır’da şubeleri olan Med­reset’üz-Zehra adında bir da­rül­fünunun açılması projesi üzerinde durdu. Bediüzzaman Said Nursi’nin yaklaşık yüz yirmi yıl önce dile getirdiği Medreset’üz-Zehra modeli, bu­gün Amerika gibi gelişmiş ül­ke­lerde bile henüz hayata ge­çi­ri­le­meyen bir eğitim projesidir (Gürbüz, 2014, s. 329). Bu projesine Osmanlı Sultanı Sultan Reşat’tan onay aldı. Van Edremit’te Medreset’üz-Zehra’nın temellerini attı. Ancak 1. Dünya Savaşının patlak vermesiyle proje uygulanmadı. Aynı proje, Millî Mücadele’den sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tekrar gündeme gelmiştir. 163 milletvekilinin reyi ile proje onaylanır. Ancak gelişen siyasi olaylar tekrar projeyi uygulanamaz hale getirir. Projenin artık uygulanamayacağı kanaatine varan Bediüzzaman Said Nursi, bugün popüler hale gelen uzaktan eğitim çalışmalarını 1926 yılı itibariyle başlatarak vatan sathını birer Medreset’üz-Zehra haline getirmeye çalışmıştır. Türkiye’de uzaktan eğitim çalışmalarının 1957’lerden sonra uygulamaya başladığı düşünüldüğünde, Bediüzzaman Said Nursi’nin Türkiye’de uzaktan eğitimi uygulayan ilk âlimlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bediüzzaman Said Nursi, hayatını eğitime adadı. Eğitimi, hayat boyu devam eden bir süreç olarak değerlendirdi. Eğitimin her yaş seviyesinde alınabilmesini sağlamak amacıyla eğitim metotlarının birçok enstrümanını kullanmaya çalıştı. Mektupla uzaktan eğitimi verirken kısıtlı şartlara teslim olmamıştır. Matbaa ve teksir makinası gibi günün teknolojik imkânlarını da kullanmıştır. Bu araçlarla çoğalttığı mektuplarını ve eserlerini geniş kitlelere ulaştırmak suretiyle dini eğitimi yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Dini eğitimin yaygınlaşmasında Kur’an ve Sünnet’in prensiplerini esas almıştır. Medreset’üz-Zehra Projesinin Mektupla Uzaktan Eğitimle Hayat Bulması Bediüzzaman Said Nursi, toplumu ayrıştıran üç temel sebepten biri olarak tespit ettiği cehalet (eğitimsizlik) unsurunu ortadan kaldırmak için Medreset’üz-Zehra projesini hayata geçirmek istemişti. Ancak bu proje uy­gu­lama alanı bulamayınca mek­tupla eğitim sistemini devreye aldı. Mektuplarının ve görüş­lerinin kı­sa sürede geniş halk kitleleri ta­ra­fından benimsenmesini Med­reset’üz-Zehra’nın yeniden ha­­yat bulması olarak değer­len­­­dir­­di. Talebelerinin sayısı kısa sürede binleri buldu. Bu eği­tim­­lerden faydalananların sa­yısı, 1948 Afyon Savcısının id­dia­namesine göre beş yüz bin öğrenciye ulaşmıştır (Tarihçe, Hayrat, c. 2, s. 979). Türkiye’de Açıköğretim Fakültesi’nin 1982’deki kayıtlı öğrencisinin sayısı 29.500 (AÖF, Web) olduğu dikkate alındığında, Bediüzzaman Said Nursi’nin kurduğu uzaktan eğitim sistemindeki öğrenci sayısının günün şartlarında beş yüz bin olması kayda değer bir sayı olarak değerlendirilebilir. Uzaktan eğitim; “birbirinden kilometrelerce uzaklıkta farklı ortamlarda olan öğretmen ve öğrencilerin, birbiriyle etkili iletişim kurabilmesidir” (Kırık, s. 75). Bediüzzaman Said Nursi, etkili bir iletişim ağı kurdu. Bu ağ ile uzaktan eğitim sistemini devreye koydu. Yazdığı risale, metin ve mektupları, birbirlerinden kilometrelerce uzakta bulunan talebe, dost ve kardeş olarak nitelediği kimselere, doğudan batıya, güneyden kuzeye kurduğu “nur postacıları” vasıtasıyla ulaştırdı. Bediüzzaman Said Nursi’ye göre Kur’an’a ve imana hizmet edenler için fizi­ki mesafeden bahsedilemez. Ta­sav­­vufta buna “Üveysilik” de­nir (Tosun, s. 400). Fikir ve amel birliğinden dolayı, biri doğuda, biri batıda, biri güneyde ve biri kuzeyde dahi olsa hatta biri dünyada diğeri ahirette de olsa bir ve beraberdirler (Şualar, s. 548). Bediüzzaman Said Nursi, kurduğu mektupla eğitim sisteminde klasik medrese sistemindeki hoca-talebe ilişkisi­nin dışına çıkmıştır. Tekkedeki şeyh-mürid ilişkisi de yoktur. Yeni bir sistem kurarak “ders arkadaşı”, “kardeş”, “şakirt”, “halil” vb. kavramları kullandı. Bugün doğu ve güneydoğu bölgelerinde faaliyet gösteren medreselerde hoca-talebe ilişkisinin abi-kardeş formatında eğitim yapmaları (Keskin, s.73), Bedi­üzzaman Said Nursi’nin tavsiye ettiği eğitim modelinin uygulanabilirliğini göstermesi açısından önemli ipuçları vermektedir. Bediüzzaman Said Nursi’nin mektupla eğitim sisteminde konular; hüküm cümlesi, misal, hakikat ve hisse bölümlerinden oluşur (Tüzün, s. 171). Hüküm cümlesinde bir ölçü verir. Bu ölçü üzerinden misallerle konu açıklanır ve anlaşılması sağlanır. Sonra misalde verilen kavramların hakikati izah edilir ve çıkarılacak hisse, ibret ve ders ifade edilir. Risalelerde birçok konunun “avam lisanıyla” yani halk diliyle yazıldığını görmekteyiz. Konu genellikle hüküm içeren bir cümle ile başlar, konunun anlaşılabilmesi için “temsil dürbünü” ile bir hikâye etrafında şekillenir, sonra bu hikâyedeki temsiller tek tek izah edilir ve hakikat gösterilir. Alınması gereken hisseden bahsedilir. Bediüzzaman Said Nursi, bu çalışmaları yaparken Kur’an’dan aldığı ilhamla İslam’ı asrın idrakine sunmayı başarmıştır, diyebiliriz. Eserleri bugün ellinin üzerinde dünya dillerine çevrilmiştir. Bu eserler vasıtasıyla Müslüman olanların sayısının %32 olması azımsanmayacak bir orandır (Vahide, s. 187). Bediüzzaman Said Nursi’nin uzaktan mektupla uyguladığı eğitim teorilerinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz. Büyüklere Saygı ve Sosyalleşme Eğitimin en önemli işlevlerinden biri, eğitimde olanların sos­yalleşmesini sağlamaktır. Top­lu­mun manevi dinamiklerin­den olan din, ahlak, gelenek gö­re­nek, anne-baba, okul öğretmen, yönetici gibi değerlerini bilip tanımalı ve saygı göstermelidir (Aydın, s.19; Şişman, s.29). Bediüzzaman Said Nursi, doğru olan İslam’ın ve İslam’a ait doğruların ancak doğru bir eğitimle bireylerin hayatına girebileceği düşüncesindedir. İslam’ın emrettiği güzel ahlakın kazanılması için “emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münkeri” (iyiliği teşvik etmek, kötülükten sakındırmak) hayatın her alanına hâkim kılmak için mücadele etti. Kendisine talebe olmak isteyenlere ömür boyu talebelik (hayat boyu eğitim) şartını koştu. Kişileri hedef almadan davranışın yanlışlığını Kur’an ve Sünnet’ten deliller getirerek düzeltme yolunu seçti. Argümanlarını önceki âlimlerin uygulamalarından örnekler vererek güçlendirmeye çalıştı. Eğitimin en önemli unsurlarından biri olan öğretmene saygıyı önemsedi. Talebeleri, Bediüzzaman Said Nursi’nin; günümüzün dindar bir öğretmenine eski zamanın veli bir şahsiyeti nazarıyla baktığını, çocukların eğitimi gibi çok önemli bir görevi üstlendiklerinden dolayı elinden gelse öğretmenlere günlük on altın vermek arzusunda olduğunu ifade ederlerdi (Şahiner, c. 3, s. 31). Talebeleri Erdemli Birer Birey Haline Getirme Eğitim; insanlara bir şeyler öğreterek insanın olgun, erdem sahibi, mükemmel bir varlık haline getirme onların düşünce ve davranışlarını istenilen yönde değiştirme sürecidir (Şişman, s. 3). Risale-i Nur’lar da “insanların düşünce (yani inanç) ve davranışlarını Kur’an ve Sünnete uygun hale getirmeye çalışma faaliyetidir” (Tüzün, s. 84). Bu faaliyetin uygulanmasından amaç, Kur’an ve Sünneti hayatın her alanına hâkim kılmak, toplumun hemen hemen her kesimine ve her alanına dokunan güncel ve ihtiyaç duyulan ve var olan problemlere çözümler sunmaktır. Bediüzzaman Said Nursi, toplum dinamiklerini canlı tutacak unsurun din ve dini değerler olduğunu şöyle dile getirmiştir: “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası. İhyâ-yı din ile olur şu milletin ihyâsı” (Sözler, s. 342), “İhyâ-yı dîn, ihyâ-yı millettir” (Mektubat, s. 501). Ailede Eğitim Kur’an-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateş­ten koruyun” (Tahrim Suresi, 6) buyrulmaktadır. Aile bir okul öncesi eğitim kurumu ola­rak kabul edilir (Şişman, s. 106). Bediüzzaman Said Nursi, ailede eğitimin önemi üzerinde durdu. Anneyi, eğitimin şekillenmesinde baş üstat kabul etti. “Ben en hakiki dersimi validemden aldım. Diğer ilimleri onun üzerine bina ettim” (Lem’alar, s. 200) diyerek ailede alınacak eğitimin sonraki eğitimlerin de temelini oluşturacağını ifade eder. Diğer bazı kriterleri de şöyle sıralar. “Her bir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zat birleşsin ve bu heyet, bulundukları haneyi küçük bir medrese-i nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar olurlar” (Lem’alar, s. 175). Talebe, Dost, Kardeş Bediüzzaman Said Nursi’nin, uzaktan eğitim modelinde talebe, dost ve kardeş mefhumu vardır. Talebenin tarifini şöyle yapmıştır: “Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip, sahip çıksın. Ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.” Dostun tanımı ise şöyledir: “Kat’iyen Sözler’e ve envar-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddi taraftar olsun. Ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben taraftar olmasın. Kendisi de istifadeye çalışsın.” Kardeşin tanımı ise şöyledir: “Hakiki olarak Sözler’in neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir” (Mektubat, s. 169). Tanımlardan da anlaşıldığı üzere Bediüzzaman Said Nursi, inşa ettiği eğitim sisteminin alanını geniş tutmuştur. Kimsenin eğitimin dışında kalmasını istememiştir. Herkes kendine bu eğitim sisteminde yer bulabilir. Yazarak ve Yazılı Materyallerin Kullanımı Yazarak eğitim insanlık tarihi kadar eskidir. Şişman’a göre (2018); eğitimin bireysel amaç ve işlevlerinden birisi de, öğrenme becerileri, temel okuma yazma becerileri, uygulamalı ve teknik beceriler, sosyal beceriler, pratik beceri kazandırmaktır (s. 33). Yazma eyleminin bir öğrenme süreci olduğu konusunda bir fikir birliğinin olduğunu yapılan araştırmalar göstermektedir (Karaca, s. 22). “Günümüzde birçok ülke yazmayı öğrenme aracı olarak programlarına almışlardır” (Günel ve diğ., 2009, Akt., Karaca, s. 22). Ayrıca birçok eğitimci öğretmenin yazmayı bir eğitim aracı olarak gördüğü alanda öğrencilerin öğretmenin verdiği yazıyı aynen kopyalamaları istenir (Mason ve Boscolo, 2000, Akt., Karaca, s. 23). Uzaktan eğitimde “yazılı materyal ve matbu malzemelerin kullanılması gerekir” (Özbay, s.3 78). Bediüzzaman Said Nursi’nin önemle üzerinde durduğu eği­tim ve öğretim yöntemlerinden birisi de yazarak öğrenme­dir. Yazdığı mektup ve risaleleri tashih işlemleri için en yakın talebesi Ahmed Hüsrev Altın­başak’a gönderirdi. Ahmed Hüs­rev Altınbaşak ise istenilen çalışmaları tamamladıktan sonra metinleri, nur postacıları vasıtasıyla çoğaltılması için “Bin kalemin çalıştığı Sav Köyü’ne gönderirdi. Sonraki yıllarda da ışıklı masalarda yazılı metin üzerinden kopya ile çoğaltılması tercih edilmiştir. Masaların boyutu, yüksekliği, kalemin (divit) tutuşu, mürekkebin kıvamı, ışık oranı, kâğıdın yapısı öğrenmeyi sağlayacak nitelikte olmalıdır (Yazır, M., B., c. 1, ss. 183-193). Kopya edilecek metin altta olacak şekilde üzerine yazılacak kâğıt sağ tarafta sola yatık 45˚’lik açıyla yazılır, oturma şekline, dikkat edilir (Yılmaz, s. 323). Yazı Kur’an harfleriyle olduğundan soldan sağa ve sağ elle yazılması önerilmiştir. Dale’nin yaşantı piramidine göre, söyleyerek ve yazarak öğ­ren­menin %75’i akılda kalır­ken, yaparak ve başkalarına öğ­re­­terek öğretmenin ise %90’ı akıl­da kalmaktadır (Tayyar, s. 82; Günay, s. 11). Risaleleri yazarak öğrenen biri, yazma aktivitesini gerçekleştirerek yazıyı bir başkasına da öğretmeyi de kendisine vazife bilmektedir. Bediüzzaman Said Nursi, Eserlerinin basımı ve yazımında baz aldığı harfler, Kur’an harfleridir. Yani “Ümmetin harfleridir” (Yazır, M., B., c. 1, s. 18). Kuran harflerinin kullanımı ve muhafazasını kendisine intisap eden talebelerine birinci şart olarak koşmuştur. “Risale-i Nur’a intisap eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risale-i Nur talebesi unvanını alır” (Kastamonu Lahikası, s. 25). Bediüzzaman Said Nursi, Kur’ an harflerini kullanmayı, gelecek nesillere aktarılması gereken kültürel bir miras olarak değerlendirmektedir. Kur’anî ve imanî eğitimde sarf edilen mürekkebin kıyamette, şehitlerin akan kanı mesabesinde kişiye manevi sevap kazandıracağına dair hükmü Kur’an ve Sünnet ile delillendirmiştir (Lem’alar, s. 175). Büyük âlim Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Kalem Su­re­si’nin ilk ayetini tefsir ederken bu düşünceyi destekleyen ifadeler kullanmıştır; “Nun. Kaleme ve onun yazdıklarına yemin olsun.” Ayet-i Kerime’de geçen “el” takısından muradın bütün kalemler değil, hakkı ve hayırlı şeyleri yazanlar olduğunu izah eder (c. 8, s. 264). Bediüzzaman Said Nursi, talebelerine yazmayı şart koşması, aynı zamanda dönemin şartları da göz önüne alındığında metinlerin akılda kalıcı olması ve yaparak bilgiyi kalıcı hale getirmesi açısından önem taşımaktadır. Metinlerin Ahmed Hüsrev Altınbaşak’ın yazdığı nüshalar üzerinden kopya edilerek yazılması ile gelecek nesillere metinlerin tahrif edilmeden aktarılması amaçlanmıştır. Böylece her bir talebe bizzat kalemini çalıştırarak “yazarak öğrenmeyi” gerçekleştirecektir. Betimleme ve Görsellik Bediüzzaman Said Nursi, konu anlatımlarında betimlemelere yer vermiştir. Olumlu örnekleri ustaca tasvir eder, olumsuz örnekleri ise safi zihinleri idlâl etmeden işler (Tarihçe, s. 691). Küçük Sözler olarak bilinen Sözler isimli eserinin ilk sekiz sözündeki örneklemeler ve hi­kâ­yeler bir olay örgüsü içerisinde işlenir. Ayrıca metinlerin yazılması sürecinde görselliği yazıya ve metne yansıtır. Yazısı kötü olduğu için üzülen talebelerinin davranışını övmüş, yazısı güzel olan talebelere sahip olmayı bir nimet olarak değerlendirmiştir. Metinlerde, önceki kitaplarda pek görülmeyen bir görsel unsur işler. Satırların üzerinde bir mantık silsilesi içerisinde çizgiler çizmiştir. Konu başlıklarında ve mektup giriş bölümlerinde çiçek gibi motiflerle bezenmiş parantezler ve parantezlerin üzerinde yine farklı motifleri içeren “U” şeklinde parantezler kullanmıştır. “Okuma bilmeyen kimseler bile kitapta yer alan görsel öğeler hakkında yorum yapabilmektedir” (Yaşaroğlu, s. 171). Bediüzzaman Said Nursi, yazılan yazılara ve yazıların üzerindeki çizgilere manevi bir anlam yüklemektedir. “Risale-i Nur’dan ayrılmamak ve sebat etmek senetleri olan yazılarınızı ve dininizi dünyanın çok fevkinde tutmanıza işaret veren dünya sureti üstündeki çizgilerinizi ve iman hizmetinde daima sebat etmenize, vesikalar hükmündeki imzalarınızı...” (Kastamonu Lahikası, s. 160) diye ifade etmiştir. Din ve Fen İlimlerinin Beraber Okutulması Bediüzzaman Said Nursi’nin üzerinde durduğu konulardan biri de dini ilimler ile fen ilimlerinin beraber okutulmasıdır. Dini ilimler ile fen ilimlerinin arasındaki bağı eserlerinde ustalıkla işlemiştir. Tanzimat dönemine kadar din ve dini eğitim, eğitim-öğretimin her alanında hissedilirken Tanzimat süreciyle birlikte yapılan bir ayrıştırma ile okullarda dini dersler, derslerden bir ders olarak yerini almaya başlamıştır (Meydan, s. 220; Kaya, s. 44). Tanzimat’la başlayan eğitimden dini soyutlama çabaları Medrese, Tekke ve Mektep kurumları arasında derin görüş farklılıklarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hâlbuki akıl ve vicdanı aydınlatan din ve fen ilimleridir. Aklı pozitif ilimler aydınlatırken vicdanı ise dini ve ahlaki ilimler aydınlatır. Akıl ve vicdanın birlikteliği ile de gerçekler ortaya çıkar. Aksi takdirde akıl ve vicdanın ayrı ayrı kulvarlarda hareket etmesi birçok olumsuzluğu beraberinde getirebilir. Pozitif ilimlerden habersiz vicdansız bir aklın ortaya koyacağı ürün milli, manevi ve ahlaki değerlerden yoksun ve aksak olacaktır. Dini ilimlerle mücehhez olmayan vicdan taassup girdabına girebilir (Tepe, s. 3). Bilimsellik Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde ve mektuplarının birçoğunda Kur’an-ı Kerim’in “dü­şünmez misiniz?”, “akıl et­mez misiniz?”, “tefekkür etmez misiniz?” emrinin gerekleri üzerinde durmuştur. Her bir peygambere verilen her bir mu­ci­ze­nin insanlık için teknik ve teknolojinin varabileceği nihai sınırı belirlediğini dile getirmiştir (Zülfikar, s. 160). Cenab-ı Hakk’ın, kendisine tam bir teslimiyetle bağlanan bir peygamberine mucizeler vasıtasıyla hayatı kolaylaştıran birçok nimetler vermiştir. İnsanlığın peygamberlerin açtığı yoldan ilerlenmesi halinde nice nimetlere kavuşabileceğini dile getirmektedir. Merkezden Dışa Doğru Bediüzzaman Said Nursi, eğitimde uygulanacak metotlar için, iç içe daireler örneğini vermektedir. Merkezdeki daireye nefsini yerleştirir. En mühim vazifenin de bu dairede olduğunu söyler. Daireler dışa doğru açıldıkça vazife de o oranda azalır. “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez” (Sözler, s.93) der. Kur’an ve sünneti hayatında yaşamada en başta kendisi mücadele etmiştir. Çağdaşları kendisinden bahsederken “Yirminci Asırda Devr-i Saadeti nefsinde yaşatan bir mümin, bir Asr-ı Saadet Müslümanı” ifadelerini kullanmışlardır (Tarihçe, Envar, s. 626). İktisadla yaşamayı nefsine kabul ettirmiştir. Kimseden hediye adı altında dahi olsa hiçbir şey almamıştır. Onurlu, izzetli bir yaşam sürmesi Müslümanlara rol model olmasını sağlamıştır. Bediüzzaman Said Nursi, birçok risalelerinde ve mektuplarında bir konuyu açıklarken önce kendi nefsinden başlayarak izahatta bulunur. Manevi Ödülü Önceleme Bediüzzaman Said Nursi, eğitimde manevi ödülün talebelerin moral ve motivasyonunu canlı tutacağını ve davasına olan bağlılığını pekiştireceğini düşünür. Talebelerine farklı isim ve unvanlarla hitap ederek onları manen ödüllendirmiştir. Diğer talebelerini de onlar gibi olmaya teşvik etmiştir. Talebesi Ahmed Hüsrev Altınbaşak için “Gül fabrikasının serkatibi Hüsrev” (Şualar, s. 260) ifadesini kullanmıştır. Şamlı Hafız Tevfik, Sıddık Süleyman, Hulusi Bey, Hüsrev, Rüştü, Re’fet gibi zatlara “saffı evvel” (Tarihçe, Hayrat, c. 1, s. 322) diye tabir etmesi, Sarıbıçak Büyük Mustafa, Büyük Ruhlu Küçük Ali, İmamoğlu Hafız Mustafa gibi talebelerine “Erkan-ı Sitte” (Tarihçe, Hayrat, c.1, s. 332) diye paye vermesi, diğer Nur Talebelerini de onlar gibi hizmet etmeye teşvik etmiştir. Diğer bazı talebelerine ise bazen memleketini unvan olarak kullanarak bazen de sahip oldukları ahlaki özellikleriyle hitaplarda bulunarak ödüllendirmiştir. Sonuç Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili yapılan araştırmalar henüz yeterli seviyede görülmemektedir. Yapılan araştırmalar ise son yıllarda yapılan çalışmalardır. Risale-i Nur Külliyatının Diyanet İşleri Başkanlığınca basılması son yıllarda atılan adımalardan bir tanesidir. Bediüzzaman Said Nursi’nin te’lif ettiği eserler, elliyi aşkın dünya dillerine çevrilmiştir. Bu derece kapsayıcı ve vizyoner bir özelliğe sahip olan âlimi gençlerimize tanıttırmak, eserleriyle buluşturmak ve gençlere bir rol model olmasını sağlamak gerekmektedir. Bediüzzaman Said Nursi’nin, büyük bir cesaretle dile getirdiği ve hayata hâkim kılmak istediği Kur’an ve Sünnet için verdiği mücadeleyi gelecek nesillere aktarabilmek de yaşayanların bir vazifesi olduğu aşikardır. Bediüzzaman Said Nursi’nin günün şartlarında mektupla uzaktan eğitim yaparak bireyleri ve toplumu iman merkezli bilinçlendirme, araştıran, sorgulayan ve farkındalığı yüksek okur-yazar hale getirmeye çalışması önemli bir çabadır. Bediüzzaman Said Nursi’nin çabalarını ve uyguladığı uzaktan eğitim yöntemini günümüz şartlarına uyarlayarak ve de teknolojiden de faydalanarak daha geniş kitlelere ulaştırabilir, okur-yazar olmayanları da okuryazar hale getirme fırsatını yakalayabiliriz. Bediüzzaman Said Nursi’nin Kur’an’dan ilham alarak asrın idrakine sunduğu eserlerini ve fikirlerini, gelecek nesillere aktarmak amacıyla ilk orta ve yükseköğretimin her kademesindeki ders programlarına yansıtılabilir. Ders programlarına yansıtılabilecek konulardan bazıları şöyle olabilir: İlkokul programlarına Sözler kitabından ilk sekiz söz alınabilir. Kardeşlik milli birlik ve beraberliği konu alan “Uhuvvet Risalesi” her kademedeki programlara yansıtılabilir. Ortaokul Hz. Muhammed’in Hayatı derslerine, Peygamber Efendimizin üstün özelliklerini konu alan “Mucizat-ı Ahmediye” risalesi; Arapça derslerine “Fatiha Suresinin” tefsirini konu alan bölümler; Akaid ve Kelam derslerine kâinatın yaratıcısının varlığını ispatı konu alan “Tabiat Risalesi” “Altıncı Hüccet-i İmaniye” ve “Onuncu Hüccet-i İmaniye” gibi risalelerdeki ilgili bölümleri; Tıp Fakültesi programlarına “Haşir Risalesi”; İktisat Fakültesi programlarına “İktisat Risalesi” gibi risalelerin ilgili bölümleri yansıtılabilir. Son yıllarda akademik çevreler, isim vermeden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin argümanlarını kullanmaktadırlar. Hâlbuki bu âlimin ismini cesaretle zikretmeleri ve kullandığı argümanları açıkça söylemeleri, sahip oldukları ilimin bir gereği olmalıdır. Kaynakça: Alkan, C. (1987). “Uzaktan Eği­tim Sistemlerinin Karşılaştır­malı Olarak İncelenmesi”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları No 157. AÖF, Açıköğretim Fakültesi, Eskişehir, https://www.anadolu.edu.tr/acikogretim/acikogretim-sistemi/tarihce, erişim tarihi, 11.05.2022 Aydın. M., Z., Din Öğretiminde Yöntemler, Nobel Yayınları, Ankara, 2020 (13. Baskı) Bayam, Y., Aksoy, M. (2002). Türkiye’de Uzaktan Eğitim Ve Sakarya Üniversitesi Uygulaması. Sakarya Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi, 6(1), 169-175. Birinci, K,. (2010). Uzaktan Eğitim Ve Din Öğretiminde Bir Uygu­lama Örneği: İlahiyat Lisans Tamamlama (İlitam) (Master’s Thesis, Sosyal Bilimler Enstitüsü). Günay, V., D., (2008). Görsel Okur­yazarlık Ve İmgenin An­lam­lan­dı­rıl­ması. Süleyman Demirel Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Hakemli Dergisi, 1(1). Gürbüz, A., (2014). “Bediüzzaman Said Nursi İle Dördüncü Kuşak Üniversitelere Doğru”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönülsultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir Karaca, D., (2011) Yaparak Yazarak Bilim Öğrenmenin Genel Fizik Laboratuarı-I Dersinde Öğ­ret­men Adaylarının Akademik Başarılarına Ve Bilimsel Süreç Becerilerine Etkisi, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Karasar, N. (1995). Bilimsel Araştirma Yöntemi: Kavramlar, İlkeler, Teknikler. Ankara: Anı Yayıncılık. Kaya, M. (2001). İlköğretim Ve Or­ta­öğretim Öğrencilerinin Din Kültürü Ve Ahlak Bilgisi Dersine Karşı Tutumları. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (12), 43-79. Kırık, A., M., (2014). Uzaktan Eğitimin Tarihsel Gelişimi Ve Tür­ki­ye’deki Durumu. Marmara İletişim Dergisi, (21), 73-94. MEB, AÖL, http://aol.meb.gov.tr/www/okulumuz/icerik/1 Meal, Kuran-ı Kerim, Hayrat Neşriyat, İstanbul, 2009 Meydan, H. (2013). Din, Ahlak Ve Değerler Alanı Seçmeli Derslerinin Öğrenci Görüşleri Doğrultusunda Değerlendirilmesi. Atatürk Üniversitesi İlâhiyât Tetkikleri Dergisi, (40), 219-250. Nursi, Bediüzzaman Said, Osmanlıca Kastamonu Lahikası, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2013 Nursi, Bediüzzaman Said, Osmanlıca Lemalar, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2007 Nursi, Bediüzzaman Said, Osmanlıca Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2011 Nursi, Bediüzzaman Said, Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2009 Nursi, Bediüzzaman Said, Osmanlıca Sözler, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2011 Nursi, Bediüzzaman Said, Osmanlıca Şualar, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2011 Nursi, Bediüzzaman Said, Osmanlıca Zülfikar, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2011 Tepe, M.,İ., (2019). Öğrencilerin Din Kültürü Ve Ahlak Bilgisi Dersine Yönelik Tutumlarının Çeşitli Değişkenler Açısından İncelenmesi: Lefkoşa Örneklemi, Girne Amerikan Üniversitesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi Tarihçe, Bediüzzaman Said Nursi, Envar Neşriyat. İstanbul Tarihçe, Bediüzzaman Said Nursi Ve Hayrul Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrat Neşriyat, Isparta, 2013 Tayyar, A., E., (2020). Phıllıps Makinesi: Makro İktisat Öğretimine Katkıları Üzerine Bir Araştırma, Akademik Araştırmalar Ve Çalışmalar Dergisi, 12(22): 75-85 Tüzün, İ., Risalei Nurun Mahiyeti Ve İstifade Yolları, İrfan Mektebi Yayıncılık, 2009 Tosun, N., TDV, İslam Ansiklopedisi, C. 42 Uveysilik Maddesi. S. 400 Özbay, Ö., (2015). Dünyada Ve Türkiye’de Uzaktan Eğitimin Güncel Durumu. Uluslararası Eğitim Bilimleri Dergisi, (5), 376-394. Şahiner, N., Son Şahitler, Nesil Yayınları, İstanbul, 2011 Şişman, M. (2018). Eğitime Giriş. Pegem Akademi, Ankara (18. Baskı) Vahide, Ş., (1992). İslâm Düşüncesinin 20. Asırda Yeniden Yapılanması Ve Bediüzzaman Said Nursi, Https://Www.İikv.Org/Arsiv/2440-İslami-Batiya-Takdim-Modeli-Olarak-Bediuzzamanin-Eserleri, Erişim, 14.05.2022 Yılmaz. M., (2012). İlköğretim I. Kademe Öğrencilerinin Kompozisyon Yazma Becerilerini Geliştirmede Planlı Yazma Modelinin Önemi, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 9, Sayı. 19, S. 321-330 Yazır, M., B., Medeniyet Âleminde Yazı Ve İslâm Medeniyetinde Kalem Güzeli, Dib Yayınları Yazır, M. H. (1936). Hak Dini Kur’an Dili. Matbaai Ebüzziya. İstanbul Yaşaroğlu, C., (2018). Ders Kitapları Ne Söyler, Öğrenciler Ne Anlar, Ders Kitapları Hakkında Bir Değerlendirme, Katre, Yıl, Sayı, 5  

Muhammed İbrahim TEPE 01 Nisan
Konu resmiHuzur ve Mutluluğun Sebepleri
İnsan

Huzur ve mutluluğun önemi büyüktür. İnsan ancak huzur dolu ve mutlu bir toplumda aklen, kalben ve ruhen rahat edebilir. Huzur içerisinde yaşanabilecek mutlu bir toplumun meydana gelmesi bazı sebeplere bağlıdır. Bu hususta bizlere düşen görevler ve riayet etmemiz gereken bazı ahlakî kurallar vardır. Mutlu ve huzurlu bir toplumun inşası için yerine getirilmesi gereken sebepleri şöyle sıralayabiliriz: Birincisi: Allah’a imandır. Allah’a iman eden, huzur bulur ve kendisini güvende hisseder. Çünkü iman eden bilir ki, benim Rabbim kâinatın Rabbidir, mülkün gerçek sahibidir. O’ndan izinsiz kuş uçmaz, yaprak kımıldamaz. Allah dilemedikçe hiçbir şey bana ilişemez. Her şeyin Allah’ın bilmesi ve dilemesi ile var olduğuna inanan insan, hiçbir şeyden endişe ve korku duymaz. Çünkü iman ettiğimiz Rabbimiz, her şeyin dizginini elinde tutmaktadır, her şeyin anahtarı O’nun yanındadır, her şey kendisine boyun eğmiştir, her şey O’nun emriyle hareket etmektedir. Böyle bir zata iman eden insanın neden korkusu olabilir? İkincisi: Ahirete imandır. Çünkü ahirete iman şahsî ve içtimâî hayatımıza çok önemli faydalar sağlar. Mesela, sevdiği birisi vefat eden çocuğa cennet fikriyle teselli verir ve der ki: “Senin arkadaşın öldü lakin cennetin bir kuşu oldu. Orada daha rahat yaşar.” Hissiyatı galeyanda olan gençleri cehennem fikriyle muhtemel taşkınlıklardan alıkoyar. İmanın verdiği nur ve şuur ile bir genç şöyle düşünür: “İyilik eden mükâfat görür, kötülük eden mücazat (ceza) görür. Öyleyse herkesin hesabının görüleceği ebedî âlemde sıkıntıya düşmemek için sabır silahını kuşanmalıyım: Hem haramlardan uzak durmak için sabır, hem musibetlere karşı sabır ve hem de ibadetere devam noktasında sabır… Kendisini ölüme daha yakın hisseden ihtiyarlara, “ebedî olarak yaşayacağım bir hayat, ahiret hayatı beni bekliyor” düşüncesiyle teselli ve ümit verir. Zira ehl-i iman olan birisi, ahiret âlemine geçmekle ihtiyarlığın her türlü zahmet ve meşakkatinden ebediyen kurtulacağım diye düşünür. Aile hayatında ise huzuru ve mutluluğu temin edecek karşılıklı hürmet ve merhamet duygularını geliştirir. Allah’a ve ahirete inanan bir eş şöyle düşünür: “Eşim benim hayat arkadaşımdır. Ebedî hayat yolculuğunda yoldaşımdır. Bu daimî arkadaşlığın hatırına her türlü sıkıntıya göğüs gerebilirim.” Üçüncüsü: Allah’a ibadettir. İba­detin her ne kadar görünüşte az bir zahmeti, külfeti olsa da manasında çok büyük bir ra­hatlık ve hafiflik vardır. İslam’ın şartlarından namaz, oruç gibi Kur’an’da emredilen ibadetlerin birçok hikmetleri vardır. Örneğin beş vakit na­­maz, insanın hayatını düzene sokar; planlı, programlı ha­le ge­­tirir. “Namaz, müminler üze­­­rine vakitleri belirlenmiş bir farzdır”1 ayeti bu konuya te­mas etmektedir. Namaz, dünyada manevî kuvvet, kabirde gıda ve ziya, mahşerde kurtuluş senedi, sırat köprüsünde ise Buraktır.  Oruç tutmanın perhiz gibi sağlık yönünden birçok faydası vardır. “Oruç tutunuz; sıhhat bulursunuz”2 hadisi buna işaret etmektedir. “Gerçek oruç; sadece yemeyi ve içmeyi terk etmek değildir. Asıl oruç yeme içmeyi terkle beraber, boş sözü ve hayâsızca konuşmayı terk etmektir. Oruçlu iken birisi sana söver veya kabalık ederse, ‘Ben oruçluyum, ben oruçluyum’ de!”3 sözüyle Sevgili Peygamberimiz (sav), orucun sadece aç kalmaktan ibaret olmadığını ifade etmiştir. Demek orucun efdali, göz, kulak, kalp, hayal, fikir vb. duy­gulara da mide gibi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani ha­ramlardan, boş işlerden onları çekmek ve her birisini uygun ibadetlere yönlendirmektir. Meselâ: Dili yalandan, gıybet­ten ve kötü söz­lerden uzak tutarak ona oruç tutturmaktır. Kur’ân okumak, zikir, tesbih, salâvat ve is­tiğ­far gibi şeylerle dili meşgul etmektir. Dua bir çeşit ibadettir. Dua eden kimse kalben ve ruhen rahatlar. Her şeye gücü yeten Allah’a dayanmanın ve O’ndan yardım istemenin verdiği huzuru yaşar. Çaresizlikten ve kimsesizlikten kurtulur. Bu şekilde ibadetlerini yerine getiren bir kimsenin kalbinde bir huzur ve sevinç hâsıl olur. Dördüncüsü: Doğruluk ve dürüstlüğü yerleştirmektir. Doğ­ru sözlü olma, dürüst davran­ma gibi özellikler insanî bir meziyettir ve gerçek anlamda iman nurundan beslenmekte­dir. İman­dan sonra bize en çok lazım olan doğruluktur, dürüstlük­tür. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan sa­kının ve doğru söz söyleyin!   ”4 Beşincisi: Hürmet ve merhamet duygularını hâkim kılmaktır. Dinimiz insanların birbirlerine karşı hürmet ve merhamet göstermelerini emretmektedir. Bu duygular karşılıklı olmalıdır. Yani zenginlerden fakirlere zekât, fitre, sadaka gibi merhametli yardım elleri uzanırken fakirlerden de yardımsever zenginlere hürmet duyguları gelişecektir. Bu suretle yoksulların ihtiyaçları giderilmiş, zenginlerin ise malları muhafaza altına alınmış olacaktır. Altıncısı: İtaat ve emniyettir. Bir çocuk anne-babasına, bir asker komutanına, bir çırak ustasına ve bir çalışan âmirine itaat etmeli, meşru dairedeki taleplerini yerine getirmelidir. Kendisine verilen emanete sahip çıkıp onu muhafaza etmelidir. Konumuzla ilgili olarak Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Siz bana şu altı şey hakkında teminat verin, ben de size cennete girmeniz konusunda teminat vereyim: Konuş­tu­ğu­­nuzda doğru söyleyin. Söz ver­­di­ği­nizde sözünüzü tu­tun. Size bir emanet bıra­kıl­dı­­ğında emanete riayet edin. İf­fe­ti­nizi koruyun. Harama bak­maktan sakının. Ve elinizi harama uzatmayın”5 Sonuç olarak, insanlık bugün mutlu ve huzurlu olmaya her zamankinden çok daha muhtaçtır. Bu ihtiyacı karşılamak için öncelikle bize lazım olan Allah’a ve ahirete iman, ibadet ve dua ile doğruluk - dürüstlük, hür­met - merhamet, itaat ve em­niyet gibi ahlakî özelliklerdir. 1- Nisâ, 4/103.2- Câmi’üs-sagîr, c.2, s.89.3- Câmi’üs-sagir, c.2, s.249.4- Ahzâb, 33/70.5- Ahmed b. Hanbel, V, 323.

Ali CİRİT 01 Nisan
Konu resmiİslamiyet, En Büyük İnsaniyettir!
İnsan

İslam en büyük insandır. Ya da en büyük insaniyet, İslami­yet’ tir. Cümlenin orijinali Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde “in­sa­niyet-i kübra olan İslamiyet”1 şeklinde geçmektedir. Yani İslamiyetsiz insaniyet, ne­­re­deyse yok hükmündedir. Bu­nu biz tarih boyunca da gü­nü­müzde de müşahede etmekteyiz. Bütün Hak dinleri İslami­yet olarak değerlendirdiğimizde, Hak’tan sapanlar, haricinde olan­lar zulümden bir türlü kur­tu­­la­­mamış­lardır. Ellerinde Hak ca­ni­binden gelen ve istikameti gös­terecek bir hidayet rehberi kal­madığı için, kendi burunları (menfaatleri) doğrul­tusunda git­mek, nefislerini tatmin etmek, asli gayeleri olmuştur. Mesela, kendi hakimiyetlerini veya büyüklüklerini kabul etmeyenlerin vücutlarını diri diri demir taraklarla tarayanlar, ateş dolu çukurlara dolduranlar, yeni doğmuş bütün erkek çocuklarını katledenler, asla İslam değildi. Kendilerinin inandığı gibi inanmayanları vahşi hayvanlara atan veya akla gelmedik farklı işkencelerle katleden, yine onlardı. Amerika kıtalarını işgal edip, yüz milyon sakinlerini ortadan kaldıranlar, Avusturalya’ya benzer zulmü reva görüp, geriye kalanları da sürekli aşağılayanlar, Afrika milletlerinin bütün zenginliklerine el koyup, aralarına fitne sokanlar, köleleştirenler, asla Müslümanlar değildi. İki büyük dünya savaşı çıkarıp yetmiş milyon insanın hayatına sebep olan, geriye kalanları mağdur ve perişan eden, yeryüzündeki bütün kaynakları ele geçirmeye çalışıp, asıl sahiplerini muhtaç durumda bırakan, dünyanın herhangi bir ülkesinde idareye müdahale etme hakkının olduğu fikriyle hareket eden, bu esnada yine milyonları çaresiz ve perişan bırakan, “medeniyet” dedikleri sistemler insanlığa ne kazandırdı sahi? Medeniyet, zayıf milletlerin inançlarını ve değerlerini yok sayıp, imkanlarını ellerinden alarak, sadece kendi halkına rahatlık sağlamak olamaz. İnsanların çoğunluğuna huzur getirmeyen, sürekli müdahaleci ve işgalci görüntü veren sistemler, dünyadayken bile -en azından gönüllerde- kaybetmeye mahkumdur. Tarih boyunca, batıl sistemin askerleri ayak bastıkları yerleri kuruturken, İslam orduları, huzur ve bereket getirmiştir. Günümüz sitemlerine döndüğümüzde de değişen bir durum göremiyoruz, maalesef. Gayrimüslim hiçbir milletin sa­vaş veya işgaldeki zulmü, ele avu­ca gelecek cinsten değildir. Ta­rih­teki Moğol istilalarında, Ro­­ma’nın yakıcı fetihlerinde, Ja­pon­ya’nın Çin’i işgalinde, Çin’in Doğu Türkistan poli­ti­­ka­sında, Rusların Orta Asya politikasında, Hinduların, içlerindeki ve yakınlarındaki Müs­­lü­manlara hayat hakkı ta­nı­­­­­­mak istemeyen uygulamala­rın­da, ABD’nin Türkiye’nin kom­­şu ülkeleri ve başkaca mil­­letlere olan mua­melelerinde, Fransızların Af­ri­ka’daki sö­mürgelerinde, İn­gi­liz­lerin ayak bastıkları herhangi bir yerde, zulüm, yıkım ve katliamdan başka bir şey göremezsiniz. İşte, yeryüzündeki her türlü kay­­nağa el koyabileceklerini, is­te­medikleri idareye müdahale edebileceklerini, bunları yaparken de ne kadar insan zarar görmüş, ne kadar masum perişan olmuş hiç umursamayanlara, dedelerimiz kısaca “gavur” demiştir. Bu gavurlar, muhtaç kimselere el uzatmak için bile, önce oradan gelecek muhtemel menfaatleri hesaplayanlar, ya da yaptığı fedakarlığı katlayarak geri almaya çalışan kimseler veya sistemlerdir. Bunlar, Üstad Bediüzzamanın ifadesiyle, hakkı kuvvette bili­yorlar ve böylece haksızlığa dü­şüyorlar. Yani, kuvvetli olan her istediğini yapabilir diyorlar. Halbuki, İslamiyet’e göre, kuvvet, haktadır. Haklı olan, zayıf da olsa, üstündür; kuvvetlidir. Burası ise, hakiki adaletin anahtarıdır. Felsefe kaynaklı Batı kafası, aslında kendi insanına zulmetmektedir. Mesela, kendi tarihi boyunca kadınları insan bile saymamış; bir meta gibi görmüştür. İngilizlerin, 19. asır sonlarına kadar bile, kendi hanımını pazara götürüp, köle olarak satma gibi uygulamaları olduğu anlatılmaktadır. Bu elbette, büyük bir cahiliye ve zulümdü. Günümüzde ise zahirde bu ve benzeri kabahatini telafi etmek ister gibi, “kadın hakları” adı altında bazı kanun ve düzenlemelere bütün Avrupa, Amerika ve muhipleri sıkıca sarılmışlardır. Fakat, bu yeni uygulamalarda da kadın “meta” olmaktan kurtulamamış; bilakis, kapitalist sistemin vazgeçilmez bir âleti, belki oyuncağı durumuna sokulmuşlardır. Kapitalist sistem, sürekli tüketim ve harcamayı ön plana aldığı için, kadını iş ve reklam hayatının vazgeçilmezi(!) yapmış, aile düzeni ve çocuk terbiyesi ise unutulmuştur. Ailesinin müdir-i dahilisi olması gereken evin hanımı, işten, alışverişten veya turizm faaliyetlerinden, evine girecek vakit bulamamaktadır(!). Hatta sistem evlenmeyi, yani nikahı lüzumsuz göstermiş; evlenenlerin bazıları ise, çocuk sahibi olma hususunda “olsa da olur, olmasa da” meyline sapmıştır. Bizdeki taklitçiler de “kadın da yapabilir”, “Türk kadını da başarabilir” diyerek, kadını her işin ve spor adı altındaki her faaliyetin altına sokmuşlar, aile ve dolayısıyla fert huzurunu kaçırmışlardır. Biz, “Kadın beceriksizdir, yapamaz” veya “Değersizdir, onun için dışarı çıkmasın” demiyoruz. Elbette ki, yaradan ona da benzer kabiliyetler vermiştir; gay­ret ettiğinde birçok işi yapabilir. Fakat, onun aile için­de, beyine ve çocuklarına ya­pa­bil­­diklerini başkası yapamaz. Do­layısıyla, asli vazifesi olan aile sorumluluğundan kop­ma­­­­malı; onun için orası çok de­­ğer­lidir ve fıtridir diyoruz. “Toplumun huzuru, aile huzuruna bağlıdır”; “Dışarı çıktığında da fıtri ölçüleri muhafaza etmeli” diyoruz, başka da bir şey demiyoruz. Zira bunu biz kendimizden de demiyoruz. “Peki, Batı kültüründe, eğitime önem verilmiyor mu; aile hayatı yok mu?” diye sorulsa, cevabı ne olur? El-cevap: Eğitim sistemleri çok iyi çalışıyor; doktorun, mühen­disin, öğretmenin, idarecinin en iyisini yetiştiriyorlar, fa­kat bencillikten, zulümden, hak­sız­­lıktan, ahlaksızlıktan geri tutamıyorlar. Çünkü, eğitim kaynaklarında, bu kötülüklere mâni olacak materyaller yok; ilahi kaynaklı hidayet rehberleri yok. Dolayısıyla, kendi aralarında belki nispeten iyiler; çünkü, kanunları var; görgü kaideleri var. Fakat, o kanun ve kaideler, aynı muameleyi, -diğer toplumların fertlerini de insan yerine koyup- onlara karşı uygulamayı mecbur tutmadığı için, “farklı insana, farklı muamele” yapıyorlar. Dolayısıyla, aynı insan kendi çevresine karşı son derece iyi gözükürken, kanunen mecbur olmadıklarına karşı, son derece acımasız olabiliyor. Müslümanla, diğerlerinin (gâ­vurun) en mühim farkı bu olsa gerek. Ellerinde, bir dinleri var; fakat, onu sürekli güncelliyorlar(!). Menfaatleri doğrultusunda değiştiriyorlar. Bütün işgallerde, başlarında pa­pazları bulunur. Bütün zulüm­lere onlardan fetva alırlar. Şu çarpıcı misalle bitirmek istiyorum: Zamanında nikâhsızlık, onların aralarında da kötü görülür; din adamları, nikahsız münasebetleri aforoz ederdi. Zamanla, o da normal sayılmaya başlandı. Çok affedersiniz, eşcinsel evlilikleri kanunla muhafaza altına alan Avrupa ülkelerinde, bu çeşit nikahları da kilisede, papazlar kıyar hale geldi. Nasıl oluyorsa, işte… İnsaniyet-i kübra olan İsla­mi­yet’e kulak vermek ve ona göre tarz-ı hayat serdetmekten gayrı necat yok! Selametle kalın. Ramazan-ı Şerifiniz mübarek olsun! 1- Bkz. Mektubat 108; Mesnevi-i Nuriye 206, 283; Sözler 150; Tılsımlar 141; Zülfikar 80, 328; İşaratü’l-İcaz 7

İsmail ERDOĞAN 01 Nisan
Konu resmiİnsan: Bin Bir Endişe
İnsan

Sâdi Şirazî 'ye “İnsan nedir?” diye sormuşlar. “Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endişe...” Yani “Bir damla kan ve bin bir endişe” demiş. Endişe kelimesinin; tasa, kaygı, korku, düşünce anlamlarını yüklendiği de göz önünde bulundurulduğunda, içinde bulunulan zamanlar ve mekânlarla mukayyet olarak son günlerde depremler ve seller gibi üst üste yaşanılan afet ve felaketlerin, tüm topluma, hepimize tam da Sadi Şirazi’nin tanımladığı gibi nasıl bin bir endişeler, yani kaygılar, yani korkular, yani düşünceler yüklediğini bizzat yaşıyoruz.  Bugünlerde, insanın kendisi ile baş başa kaldığı yalnız anlarda ya da iki insanın bir vesile bir araya geldiği zamanlarda; gün içerisinde en önemli ve öne çıkan gündemini afetler ve felaketler oluşturuyor. Nicedir geceleri rahat ve derin uyku uyumayı bırakmış olan hepimiz, gündüzleri de birbirimizin gözlerindeki endişe ve korkuyu müşahede ediyoruz. İnsanın mahiyetinde küllenmiş, zaman ve me­kân şartlarına bağlı olarak, kimi zaman insanın kendi kendisiyle kaldığı anlarda dahi enfüsi âleminde tefekküri dahi olsa tezahür etmemiş, ancak asrın felaketine maruziyetin ortaya çıkardığı küllî kaygılar, korkular, düşünceler içeren bin bir endişe yükünü gerek ferdi gerek içtimaî olarak taşımanın zorluğuyla karşı karşıyayız. “Zaman  –  mekân – hadise” denk­leminin insan ile ilişkisinin ortaya çıkardığı bin bir endi­şe, insana ve insanlığa, mahiyetin­deki acziyeti bir kere daha ihtar ediyor. “Perişaniyetinden mü­teessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat (Mektubat)” ifadesindeki teessürü idrak et­mekten mütevellit, “dehşet al­dığımız” maddi ve manevi ağır yük altında ezilmemek için tüm insani benliğimizi, yani insaniyetteki acziyetimizi ortaya koyarak, yani Yüce Allah’a sığınarak mukavim olmaya çalışıyoruz. “İsmimin baş harfleri ‘acz’ tutuyor” der, bir şiirinde Cahit Zarifoğlu. İnsanların bü­tün yekununu; her zaman, her mekân ve her hadisatta ‘acz’ tutuyor. Muhatap olduğu hadisat, insanın acziyetini, hususen hem kendisine hem de mutlak güç sahibi Allah’a (cc) karşı itirafını zaruri kılıyor.  Canımız yanıyor. İnsaniyetimi­zin mahiyeti gereği feryad ediyoruz. İnsan feryad edendir. İnsan feryad edilendir. Bediüzzaman Hz’leri de musibetzedelerin hallerine ilişkin “feryadını” şu ifadeler ile dile getirir. “Musibete giriftar olanların halleri çok ziyade rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: ‘Bu âciz ve zayıf biçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi, istilâ edici ve sağır olan unsurlar, hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hallerine merhamet edip hususî işlerine müdahale eden yok mu?’ diye ruhum çok derin feryat ediyordu. Hem, ‘O çok güzel memluklerin ve çok kıymet­tar malların ve çok müştak ve minnettar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sahipleri, bir hakikî dostları yok mu?’ diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu.” (Şualar) Bu ahval içerisinde aradığı teskini nasıl ve nerede bulduğunu da kalbi feryadından hemen sonra ifade etmektedir. “İşte, ruhumun feryadına ve kalbimin vâveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise, sırr-ı tevhid ile, Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâlin, umumî kanunların tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memluklerine, kanunların fevkinde olarak, ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hassası ve doğrudan doğruya her şeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve her şeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve her şeyin derdini bizzat dinlemesi ve her şeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmîsi olduğunu, sırr-ı Kur’ân ve nur-u iman ile bildim.” (Şualar) …. Bu satırlar kaleme alındığında afet ve felaketin henüz kırk günü yeni geride kalmıştı. Uzun sözün kısası yoktur, derler. “Susuyor olmam, acı çekmediğim anlamına gelmez” der, Tarık Tufan. Suskunluk; kimi zaman, hadisatı, hissiyatı, kalbi feryadı içeren ve teskinat arayan insanın en uzun sözüdür. Sözün bittiği, kelimelerin kifayetsiz kaldığı, zaman, mekân ve hadiselerde, acziyet gereği kelamı çoğaltamadan, satırlara burada sükûnetle son vererek susmak bazen elzem bir zaruret oluyor.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Nisan
Konu resmiİnsan, Dünya ve Rüya
İnsan

“Muhakkak ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de (onlar) onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular; insan ise onu yükleniverdi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”  Dünyadaki mevcudiyeti itibarıyla tamamen bir edilgenlik konumunda bulunan insan, bu denklemin etken unsuru, diğer bir ifade ile öznesi-faili olan Rabbini tanımadan, bilmeden ve O’nun muradına muttali’ olmadan asla mutmain olamayacak, huzur bulamayacaktır. Hatta dünyanın sultanı dahi olsa bu önermeden kurtuluş yoktur. Çünkü insan fıtratının ve vicdanın en kuvvetli ihtiyacı; malikini bilmek, malikinin mülkü olduğunu bilmek ve malikinin hoşnudiyetine giden yolu bilmek ve ömrünü o yolda sarf etmektir. Rabbimizin Ahzab suresi 72. ayette beyan ettiği emanet hakikatinin çözümlenmesi, sözünü ettiğimiz sorumluluk sürecinin anlaşıl­ma­sına hizmet etmektedir: “Muhakkak ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de (onlar) onu yüklen­mekten çekindiler ve ondan korktular; insan ise onu yük­leniverdi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” İnsan, yüklendiği emaneti anladığında hem alemi hem alemde saklı ilahî hazineleri (esma-yı hüsna tecellileri) hem de marziyat-ı ilahîyi anlayacak ve netice itibarıyla huzur-u tâmme ile dünya hayatını/vazifesini bitemamiha ikmal edecektir. Söz konusu ayette işaret edilen hakikat, insanın, alemin küçük bir numunesi olması itibarıyla bir takım tümevarım yöntemleri ile bulunduğu mana/an­lam koordinatlarını keşfetmesi­ni ge­­­rek­tirmektedir. Mesela ken­din­­de­ki mülkiyet duygusundan yola çıkarak, ben nasıl bu küçük evin sahibi isem bu muhteşem alemin de bir sahibi vardır. Ben nasıl ailemin rızkını tedarik etmeye çalışıyorsam bütün dünyadaki bütün mahlukatın ta karıncadan balinaya kadar rızkını yaratan bir Rezzak-ı Kerîm vardır. Daha birçok tü­revi oluşturabilecek bu tüme­va­rım yöntemleri ile insan, kendisine takdir edilen mahdut konumu idrak ettikçe sahibi ve maliki olan o gizemli Zâtı bilmek ve tanımaktan başka hakiki çare bulamaz. Üstelik insana atfettiğimiz mülkiyet de rızık ve iaşe temini konusundaki pozisyonu da mecazîdir (yalnızca mazhariyeti ifade eder, kendisi fail-i muhtar değildir). Buradaki tümevarım ve kıyas yön­temleri sayesinde insan, eğer sağlıklı düşünürse, edilgen ko­­nu­­munu, ihdas edilmişliğini (sonradan oldurulma durumunu) anlar ve vazife ve rotasını, gaye-i hayatını kendisi uyduramayacağını ancak ve ancak var edilmiş bir gaye ve hikmeti keşfedebileceğini idrak eder. Bu nokta çok mühim. Birçok insan, var edilmiş olmayı, hayat sahibi kılınmış olmayı bir yaratılış projesinin parçası olarak görmediği için, odak noktaları sadece hayatı yaşamak ve hayattan zevk almak olduğu zehabına kapılmaktadır. Oysa gayet keskin bir hakikat ve hatta bir matematik işlemi kadar kat’i bir surette söylenebilir ki, hayat kimin icadı ise hayat ile ilgili gayeler de onunla ilgilidir. İnsan ise hayatın mucidi değil, mazharıdır. Bu sebeple kendisi bir hırsızlık yapıp, gaflet edip ya da bir rüyaya kanıp bu hayatı bencil bir surette israf edip zayi’ edemez. Sergilenmesi gereken tutumun ana teması, sorumluluk­tur. Çün­­­kü insana verilen ciha­zat, özel­lik ve donanımlar, ihsan edi­­len hisler, latifeler ve fıt­rî yö­ne­­lim­ler paha biçilmez se­vi­ye­de­­­dir. Ayrıca tüm bu özellikleri ile kendini ifade edebileceği ve or­taya çok güzel hizmetler, eylem­ler, icatlar ve keşifler koyabileceği bir alemin gözbebeği olarak yaratılmış olmasını da anlatabilmek gerçekten imkansızdır. Şüphesiz ki bunca kıymetli fonksiyon ve nimetler, insanın onları çarçur edip harap etmesi için olamaz. Zira alemde abes yoktur. Anlamsızlık yoktur. Kâinatın her bir santimetrekaresini kaplamış ve ihata etmiş olan hikmet ve anlamın ve onların sonsuzluğa müteveccih olan neticelerinin abesiyete inkılab etmesi gayrikabildir, imkansızdır. Eğer insan sorumsuzluk gösterir, bu ulvi hakikatlere lakayd ve bigâne kalırsa kâinat çapında bir zulme sebep olur ve bu, bedeli ödenebilecek türden bir suç değildir. Mühim Kavşak Öyleyse insan, önce kendini ve kendinde gizlenmiş olan bu vahid-i kıyasî hükmündeki şifreleri çözecek daha sonra bulunduğu dünyayı nasıl okuyacağına karar verip onu ebedî bir hayatın kazanılmasına vesile kılacaktır. Burası da bu tefekkür yolculuğunun mühim bir kavşağı hükmündedir. Çünkü insan, bazen bir sırrı, bir hakikati idrak ettiğini düşünürken başka vartalara düşebilmektedir. İnsan bu dünyada sadece iman ve küfür bağlamında bir sorumluluk sürecine sıkıştırılmış ya da kıstırılmış değildir. İnsandan aynı zamanda üretmesi, yaşadığı yerleri imar edip bayındır kılması, hayata değer ve kolaylık katacak icatlarda bulunması, ticaret, ziraat ve sanat gibi alanlarda bazı ilâhî isimlere mazhar olması da beklenmektedir. Zaten bu anlamda yaşadığımız yüzyıl; insanın kat ettiği yolu ve baş döndürücü gelişmeleri göstermesi bakımından ayrıcalık arz etmektedir. Lakin sorun şu ki, birçok insan tam da bu alana saplanmış ve hatta bir bataklığa batmışçasına perişan bir hayat yaşadıklarının farkında değillerdir. Aslında tamamen bir ihsan-ı ilâhî olan bu keşif ve icatlar ile hayatın kolaylaşması, hayatı daha cazip hale getirmiş ve hayatın nefse hitap eden yönünü yüzeye çıkarmıştır. Burası zannedildiği gibi, görüntüsü itibarıyla, sadece bir pespayeliği ifade etmiyor. İnsanlar bilim insanı oluyor, iş adamı oluyor, politikacı oluyor, sanatçı oluyor ve hatta alanlarında çok büyük isimler haline geliyorlar amma velakin tüm hayatlarını, sanki dünyaya sade­ce bu amaçla gelmişçesine yaşıyorlar. Bakınız, Kur’an-ı Kerimde Fâ­tır suresi vardır. Fâtır kelimesi, yaratıp ortaya çıkarmak ve içindeki fıtratı ayân etmek diğer bir ifade ile fıtratlandıran anlamına gelir. Aynı zamanda bu kelime söz konusu surenin başında Allah’a sıfat da olmuştur. Bu surenin 32. ayeti bize diyor ki; “Sonra o kitabı, kullarımızdan seçtiğimiz kimselere (senin ümmetine) miras verdik. Artık onlardan nefsine zulmeden de var, içlerinden muktesid (orta yolda giden) de var. Bir de onlardan Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçen var. İşte büyük lütuf budur!” Ayette üç grup insana işaret vardır. Birincisi, nefsine zulmedenler yani az önce anlatmaya çalıştığım dünyaya sadece ticaret, ziraat, bilim, sanat vs. için geldiğini sanıp oraya saplanıp kendilerine zulmedip ebedî hayatlarına zarar verenler (rüya görenler). İkinci grup, sadece ahirete odaklanmak suretiyle dünyaya dönüp bakmayarak ve belki de oradaki nasiplerini ihmal etmek suretiyle vasatî bir yolda gidenler. Üçüncüsü ise, ki Rabbimizin işte büyük lütuf budur diye nitelediği tutum ehli. Onlar dünyaya niçin gönderildiklerini tam olarak idrak edip hem dünyada başarılı olmanın hem de ahiret saadetini netice verecek olan takva ve salih amel şuurunu hayat yapanlardır. O halde insanî tutumları, dünyaya gönderilip rüyaya dalanlar, tatlı tatlı hayaller kuranlar ve hayatın hakkını verenler olarak tasnif edebiliriz. Dünyaya gönderilmiş olmak, üstelik tabiri caiz ise ilâhî bir beklentiye cevap olabilme potansiyeli ile gönderilmek ne kadar büyük bir nimet, ne kadar büyük bir saadet ve ne muazzam bir devlet anlatılamaz. Bediüzzaman Hazretlerinin (ks), işaret ettiği ve gerçek bir ne­cat ve kurtuluşa vesile olabile­cek olacak olan dünya nazariyesini de hatırlamadan geçmeyelim. Arkadaş! Dünyanın üç veçhi vardır: Birisi: Ahirete bakar. Çünkü onun mezrasıdır. İkincisi: Esmâ-yı Hüsna’ya bakar. Çünkü onların mektep ve tezgâhlarıdır. Üçüncüsü: Kasten ve bizzat kendi kendine bakar. Bu vecih­le insanların hevesatına, ke­yif­lerine ve bu fâni hayatın te­kâ­lifine medar olur. Nur-u iman ile dünyanın evvelki iki veçhine bakmak, manevi bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih ise, dünyanın fena yüzüdür ki zatî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur. (Mesnevi-i Nuriye, 73) Es’selam Men’ittebea’l Hûdâ

Ahmet EFENDİ 01 Nisan
Konu resmiİnsan ve Su
İnsan

Beni beşer kadınla erkeğin birleşmesinden hasıl olduğu gibi su dahi iki unsurun ittihadından terettüp eder. Bunlardan biri yanar diğeri yakar. Küremiz üzerinde müvellidü’l-ma ecsam-ı latife için vahid-i kıyasi addolunduğu gibi müvellidü’l-humuza dahi hemen bilumum terekkübat, tahallülat ve ihtirakta amil-i esasidir. Ecsam-ı uzviyenin rükn-ü mühimmidir. Onsuz hayat olamaz. İşte bu yakan ve yanan şeyler imtizaç ederek suyu teşkil ederler. Su (vezinlerin) vahid-i kıyasisi olduğu gibi, insan da tekemmülatın mikyas ve mihengidir. Ademoğullarından bir kısım vardır ki durgun sular gibi samit ve sakin görünürler. İdrakleri dar ve mahdutturlar. Heyecanları, hicranları hep mini mini ihtizazlarla yine kendi içlerinde söner, biter. Bunlardan kimi saf olup güzelliklerin makesi olur. Bazıları ise bulanıktır; kiminin sinesinde müvellidü’l-maraz mikropların yuvası, kiminin içinde mevadd-ı saire bekâyası vardır. Bunlar çirkin mahiyetle aludedirler, tefessüh ederler, fakat kokan su değil, muhtevisidir. Bunlar ya coşkun bir sel ile sürüklenip denizlere insibab eder ve ummana karışırlar yahut da katre katre havaya, toprağa nüfuz eder dağılırlar ve gün be gün kesilerek kaybolur, giderler… Çaylara, derelere, ırmak ve nehirlere benzeyenler akan adamlardır ki bunların bazıları fayda ve hayat, bir kısmı da zarar ve ölüm getirirler. Sebeb-i cereyanları meyelandır, cazibedir. Muhite iras-ı hasar edenler de faydalar temin eylenenler de hep gayeye doğru akar, giderler. Kiminin zemzeme-i cereyanından nağmeler tevellüt eder ki; elemi, hicranı, süruru, kederi hulasa bil-cümle hissiyat-ı beşeri terennüm eyler ve duyururlar. Bazen gizli ve kindar akarken köpürenleri vardır: Dağları, bağları, harabeleri, mamureleri istila ve tarac ederek köklere dehşet verirler… Bazen hazin inhinalarla süzülenleri vardır. Dağdan dağa, taştan taşa cereyandan üzülenleri vardır. Tabiatın sine-i safında musaffa olarak çıkanları vardır ki muazzez, pak ve nezih addolunurlar. Nihayet bazıları başlı başına bir göl teşkil ederek cereyandan dururlar. Bunların ekserisinin kitaplarda isimleri vardır, tarihte mukayyettirler. Hulasa kimi kısa, kimi uzun bir mecra takip ederek hakikate kavuşur ve vahdetin deryasında birbirlerine ulaşırlar. Fakat bazılarının yolu sapadır; ne bir çorak çölün derya-yı remadında yahut da toprağın karanlık çukurlarında gözden nihan olurlar. Kimi bir içim suya benzer, teskin-i ateşe hizmet ederler. Levsiyatı yıkayanları vardır. Kimi membaından mülevvestir. Kimi geçerken televvüs eder. Kimi acı, kimi tatlıdır. Buzlar gibi müncemid olanları, kızgın buharlar gibi kudreti hamil olanları semalara suud edip yağanları ve badi-i rahmet ve hayat olanları vardır. Meyvelerle, semerelerle imtizaç edenleri, mest edici ve sarhoşluk vericileri vardır. Kimileri (nebatî, hayvanî ve içtimaî) uzviyetleri işletir, kimi ecsamın terkibine nüfuz eder: Onları halleder, terkip, tahlil ve tefrik eder. Bazıları ise hüsnün ma’kesidir; güzellikleri aksettirirler, bütün lezaiz onlarda erir ve ancak onlarla tesir eder. Kimileri deniz gibidirler. Dalgaları ve sahilleri vardır. Denizlerin ufkunda seraplar, renkler, hayaller, sahillerinde şiirler vardır. Dalgaları onların tezahüratıdır. Bazen kahhar velvelelerle köpürerek ölümü, bazen hazin zemzemelerle hayatı terennüm ederler… Her deniz bahr-i muhita ve her bahr-i muhit de birbirine muttasıldır. Bu suretle denizler ve bahr-i muhitler birleşirler. Ve bir vahdet-i külliye teşkil ederler ki o her şeyi muhittir. Müteallıkatı ve şekl-i haricisi zaman zaman mütebeddil görünür. Hâvi olduğu denizler tebeddül eder, dalgaları başkalaşır, fakat hakikati değişmez. Kâinata nazar olunursa bütün nücum ve şümusa, kehkeşanlara nazaran mecmuamız bir zerredir. Keza şemse ve arıza nispetle uzviyet-i beşeriye bir katredir. Bize nazaran bir damla su bir katre ise de mini mini huveynat için bir ummandır ve bu böylece devam eder, gider. İnsan işte bütün bu heyet-i külliyeyi kendine sığıştırmış olup kâinatın mütekamil ve mütekasif bir numune-i ekmeklidir ve nasıl heyet-i umumiye-i kâinat yek diğerine nispetle büyük veya küçük addolunursa beni âdem de gönlünün ihtiva ettiği alemler nispetinde yek diğerinden dereceten farklıdır. İnsanın bu en mütekamili zahiren bir katre olmak ve yine kendini ihtiva eden daha küçük bir katreden husul bulmakla beraber, heyet-i umumiye-i kâinatı muhit ve müdriktir. İşte derya-yı ruhun derinlikle­rin­de bu hakikati, dalgaları sa­hil­lerine çarpar, haykırır her an…. ve deriz ki: Katreler vardır ki elemin, sürurun tezahüratı, aşkın gözyaşlarıdır… Katreler vardır ki ummanlardır, hulâsa-i mevcudattır, sebeb-i tek­vin-i alem bais-i mükevvenattır. Saf bir katre suyun hakikati bütün enhar ve ebharın hakikatinden ayrı ve gayri değildir. Deryalar katre, katreler deryalardır.

Ziya KENAN 01 Nisan
Konu resmiİnsan ve Mekân
İnsan

Sıvılar bulundukları kabın şeklini alır, derler. Aynen sıvılarda olduğu gibi insanlar da bulundukları mekânlara göre manen şekil alırlar. Kendi inanç değerlerine uygun olmayan mekânlarda yaşayanlar veya böyle mekânlarda bulunanlar, zamanla maneviyatlarından taviz vermek zorunda kalırlar. Tıpkı inandığı gibi yaşamayanların, zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başlamaları gibi…  Eski şehirlerimizde, her üç-dört sokağın birleştiği ortak noktada, bir mescid bulunurdu. Yani her sokak, sonunda bir mescide açılırdı. Mahalle sakinleri vakit namazlarını bu mescidlerde, ce­maatle kılarlardı. Buna karşılık Cuma ve Bayram namazları için büyük camiler tercih edilir­di. Sebiller, şimdiki gibi büfe olarak kullanılmazdı. Her bir sebilin içinde bir görevli olurdu. Bu görevliler bardaklara su ve şerbet gibi içecekler koyarlardı. Sebilin önünden geçenler, bu bardaklardaki içeceklerden ihtiyaçlarına veya isteklerine göre içerlerdi. Sadaka taşlarının üzerlerine veya içlerine para konur, ihtiyaç sahipleri bu paralardan sadece ihtiyacı kadarını alırdı. Camilerin duvarlarında küçük cami şeklinde kuş evleri vardı. Güvercinler camilere veya binalara yaklaşmasın veya konmasın diye yerleştirilen siv­ri camların veya nesnelerin kul­lanılması yasaktı, buna fetva verilmiyordu. Sadece insanlar için değil, sahipsiz hayvanların bakımı için bile vakıflar kurulmuştu. Padişahlar, hanedan mensupları ve ileri gelen devlet adamları gelirlerinin büyük kısmıyla vakıf eserleri yaptırırlardı. Ramazan ayında, iftar vakitlerinde konakların ve köşklerin kapıları açık tutulurdu. İsteyenler bu konaklarda iftarını yapar ve çıkarken de konak sahibine yemek yiyerek dişleriyle sevap kazandırdıkları için, onlara diş kirası verilirdi. Anıtlar ya da tarihî eserler tek tek ele alındıklarında bütünden haber verirler ama tam manasıyla bütünü anlatamazlar. Siluet, tarihî bölgenin veya dokunun bütününden haber verir, bütününü anlatır. Bir medeniyetin anlatmak istediklerini ve anlayışını idrak edebilmek için, o medeniyetin inşa ettiği şehirlerin siluetlerine bakmak gerekmektedir. Şehirlerin siluetleri, o şehirleri meydana getiren anlayışın resmidir. Şehirlerin siluetini oluşturan en önemli unsurlar kamu binala­rı­dır. Bir Türk-İslam şehrini ne­reden tanırsınız diye sorulsa, herkesin aklına kubbeler ve minareler gelir. Asırlardır, Marmara Denizi’nden İstanbul’a doğru gelenlerin görecekleri ilk görüntü, Ayasofya Camii’nin ve selatin camilerinin minare­le­ri ve kubbeleri oluyordu. Yir­mi milyon kilometrekareyi ge­çen nüfuz alanını yöneten ve İslam coğrafyasının manevî li­deri olan bir devlet için mütevazı bir yönetim merkezi olarak Topkapı Sarayı, İstanbul Boğazı’na gemiyle gelenlerin ilk görecekleri yapılardan birisiydi. Araziyle uyum, topoğrafyaya saygı, insanî ölçü, fazla süsten ve şatafattan kaçış ama devletin büyüklüğünü ve gücünü göstermek gibi kriterlerle inşa edilen Topkapı Sarayı, yüzyıllar içinde, birçok eklemelerle gelişmiştir. Ancak temel özellikleri değişmemiştir. Topkapı Sarayı’nı geçtikten son­­­­ra Haliç’in giriş kısmına ge­­­­­­li­­­nir. Buradan bakıldığında da se­la­tin camileri ve onların çev­­­­re­­sinde yer alan külliyeleri, şehre hâkim binalar olarak öne çıkarlar. Süleymaniye Ca­mii şehre en hâkim tepede tüm hey­betiyle ayaktadır. Süleyma­niye Camii’nin önündeki evlerin pencereleri diğer evlere göre daha küçük yapılarak, caminin daha azametli görünmesi sağ­lan­mıştır. Demek ki, şehre hâkim olan görüntü tesadüfî de­ğil­dir. Bilinçli bir şekilde bu hale getirilmiştir. 18. yüzyıldan itibaren İstanbul Boğazı’nın iki yakasında yalılar görünmeye başlar. Daha sonra saraylar ve kasırlar inşa edilir. Onların en görkemli ve şatafatlıları bile çevresiyle uyumlu ve arza saygılılardır. Osmanlı coğrafyasının her şehrinde İstanbul’a benzer bir görüntünün hâkim olduğu, 19. yüzyılda çekilen fotoğraflarla sabittir. Günümüzde İstanbul şehrine hâkim görüntü ise gökdelenlerdir. Bir Osmanlı şehrinde büyüyen çocukla, günümüz şehirlerinde büyüyen bir çocuğun aynı duyguları hissetmesi mümkün müdür? Eski şehirlerimizde Müslüman­larla, gayrimüslimler ayrı mahallelerde yaşarlardı. Meselâ Nefs-i İstanbul denilen Suriçi’ nin merkezî orta bölgelerin­de Müslüman mahalleleri bulu­nur­­­du. Buna karşın gayrimüslimlerin yaşadıkları mahalleler daha ziyade sahil bandında ve şehrin çeperlerinde konumlan­dırılmıştı. Osmanlı Devleti, tüm Müslümanları ırk veya boy ayrımı gözetmeksizin tek millet olarak kabul ederdi. Gayrimüslimleri sınıflandırırken ise hangi milletten, hangi dinden ve hatta hangi mezhepten olduğuna kadar belirtirdi. Kısa bir makaleye sığmayacak kadar uzun bir mevzu olan İslam şehirleri hakkında söyle­ne­­­bilecek en önemli husus, şe­hirlerin düzeninin Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’ye göre ya­pıl­dığıdır. Bu şekilde düzenlenen ve oluşturulan şehirlerde ya­şayanlar dünya ile ilgili vazifelerini yaparken, bir yandan da ahiretlerini unutmazlar. Bu şehirlerde yetişen çocuklar, belli bir şuur ile büyürler. Şehrin yapısı insanları sıkmaz, yormaz ve dayanışmaya sevk eder.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiGeldik, Gidiyoruz
İnsan

Geldik, gidiyoruz… Beşinci mevsimi yaşadığımız şu günlerde, biz de Mustafa Kutlu’nun ayete atfen, “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibaret. İşte geldik gidiyoruz” dediği gibi geldik, gidiyoruz… Herkes geldiği yaşın geçmişiyle ya “Ah!” diyor ya “Oh!” Ardımızda anlarca şeyler bırakarak ilerliyoruz. Küçükken boyumuzun uzadığını ispat ve ne kadar uzadığını göstermek için kapı eşiğine gelirdik ve annemiz kapı kasasına, başımızın üstüne bir çentik atardı. Bir müddet kapıdaki o çentikler ilerleme raporumuz oldu; dikey olarak nasıl bir gelişme gösterdiğimizi o izlerle gördük, kalıcı kıldık. Bizim, çocukluğumuzun görmesi içindi onlar. Her atılan yeni çentik, büyümeye, daha büyük olmaya hevesimizi artırırdı. Hep daha fazlası için bir şevk, hep boyumuzdan büyük olanları yapmaya iştiyak duyardık. Büyük, daha büyük olmak en önemli hedefimizdi. Mesuliyet yaşına ulaştığımızda, akıl-baliğ olduğumuzda bir parça değişerek ilerledi işler. Nefisler girdi devreye. Kul ve insan olarak ulaşmamız istenen/gereken hedeflere olan şevkimizi ve gayretimizi artırmak değil, azaltmak için uğraşır oldular. Bir mücadele başladı hayatımızda. Cihad-ı ekber denilen, nefisle olan mücahede… Kapı kasasına atılan ve büyüme raporumuz manasına gelen çentiklerin yerini dar alandaki en büyük savaşın yaraları almaya başladı zamanla. Her günah içinde küfre giden bir yol vardı. Günahtan kaçınmanın zor olduğu zamanlarda yaşıyorduk. Eğer o günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse büyük bir yılan olup bizi ısırma, hatta yutma ihtimali vardı. Şarkılar “Ah bir çocuk olsaydım” özlemiyle çalınıyordu. “Keşke hiç büyümeseydik” dizileri yapılıyordu, “Bir dünya bırakın biz çocuklara” çocukların masumiyetleriyle sunuluyordu ama masumiyeti besleyecek, çocuk hallerimizdeki enerjimizi geri verecek gayretler konmuyordu ortaya. Kapıya atılan son çentik, sanki büyüdüğümüzü değil de buradan ileriye geçemezsin kırmızı çizgisini ifade ediyordu. “Bu gidişe bir dur demek lazım!” cümlesi ile herkes tanışmıştı hayatının bir noktasında. Çoğu kere kendisi dışında her şey ve herkes için söylese de zaman geldi, kendisi için söylemesi gerektiğini de anladı. Zamanı net olmasa da biteceği kesin olan bir sermayeyle, yani ömür sermayesi ile dünyada bulunan insan, erteleyerek devam edenlerin helak olmuş akıbet albümleriyle muttali olduğu insanlık tarihi muhataplıklarından aldığı dersle bakması gereken hayatına bakmalıydı. Bakanlar, hayatlarına bir çentik daha attı. İşte burası kırılma noktasıydı. Ve fay hattının kırıldığı gibi kırıldı. Hayatımızda bazı şeyler yok olup gitti. Gitmeliydi. Yenilenmek için, sağlamlaşmak için, farkındalık için buna ihtiyaç vardı. “Bir musibet bin nasihatten evladır” sözüyle sar­sılmalıydık belki de. Bazılarımız için sarsıntılar çok büyük oldu, evet. Çünkü küçük sarsıntılarda uyanamamıştık. Farkına varamamıştık. Nasreddin Hoca’ya atfedilen yıkılma ihtimali olan ev hikayesindeki gibi, bina-yı hayatımız her ağzını açtığında sıvadık, çiviledik ve palyatif çözümler koyduk ortaya. Göz önündekini görmek en büyük mücadeleymiş, anladık. “Rivayet-i hadiste vardır ki: ‘Her sabah bir melâike,  لِدُوا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ diye çağırıyor.’ Yani, ‘Ölmek için tevellüd ediyorsunuz, dünyaya geliyorsunuz, harap olmak için binalar yapıyorsunuz!’ diyor. İşte bu hakikati, kulağım ile, gözümle işitiyordum”1 diyen zatın yazdıklarından gördük ki sabit kadem değiliz. Kalınacak yerde değiliz. En güvenli zemine, en sağlam malzemeden de yapsak binamızı, vakt-i merhunu geldiğinde gidici olanlarız. Kalmaya değil, gitmeye geldik. Geldik, gidiyoruz… İyileşmesi gereken yarayı bulmadan iyileşemezdik. Ağlayan çocuk gibiydik. Her şeye aynı sesi veriyorduk. Bir bebeğin acısını dindirecek, sıkıntısını giderecek ancak annesi olabilirdi. Yavrusunun tek sesinden bütün notaları anlayacak ve ona göre tepki verecek sadece oydu. Dünyanın sızlanan biz çocuklarına da sürekli bir şeyler veriliyordu ama acımız dinmedi, dinmiyordu. Yara/hastalık bilinmediğinden ya da görülmek istenmediğinden sadece yalancı emzikler, oyun eğlence ile sersemlik veren geçici ilaçlar servis ediliyordu. Bu ise, derdimize derman olmuyor, aksine yaranın derinleşmesine, kökleşmesine ve bizi, hayati riski büyütecek sonuçlara götürüyordu… Bu hengâme içerisinde, acı ve sıkıntılarla geldik, gidiyorduk… Sonra gitme korkusu sardı. Gitmek, iyi de nereye? Gitmekte farklı sebeplerle örtülü bir korkmak vardır. Öğrenciyken müdür odasına çağrılsak, hemen zihnimizden bir sürü şey geçirirdik, acaba niçin çağırdılar diye. Hakeza askerde komutan, işyerinde amir vb… Peki ölüm çağırdığında? Ecel, kabir çağırdığında. “… sonra Rabbinize döndürüleceksiniz”2 ayeti çağırdığında… İnsanın gözü çentikler arayacak, muhasebe defterleri, hayatına dair her şey gözünün önüne gelecek. Çağrıldığı, gideceği yere dair kendini ilgilendiren ne varsa en hızlı bilgisayarlardan daha hızlı olarak zihninden, kalbinden geçecek. Bir de diğer tarafı var: bırakılanlar. Başka bir zorluk da bırakmaktır. Mezarlıklar işleri yarım kalanlarla dolu olsa da yarım kalmak/bırakmak zordur. Bir bardak çayı bir simitle aynı zamanda bitirme alışkanlığından/becerisinden gelenler olsak da kolay değil, her şeyin hesabını verebilir olarak dünyadan ayrılmak. Gitmek hazır olmaktır… Gideceğini bilen hazır olur, hazırlanır. Pikniğe gideceksek bile bir ön hazırlığımız vardır. Listeler yaparız, kontrol ederiz, eksik bir şey kalsın istemeyiz. Düşünsenize, her şeyi almışsınız fakat ateş yok! Geldiğiniz dağın başında en olması gereken şeyi unutmuş olmanız, en can sıkıcı şey olacaktır. Bunu istemeyiz. Bunun için piknik sepetini birkaç defa kontrol ederiz. Her şey tamam olsun ki güzel bir iki gün geçirelim arzu ederiz. Gel gör ki gitmesi muhakkak olan bizim şu dünyadaki halimiz, geçici olanı kalıcı saymak, kalıcı olanı geçiştirmekten ibaret. Kalbimizi bıraka bıraka geldiğimiz bir hayat sürüyoruz… Ormandaki bir ağaç üstüne, milli parktaki masaya ya da okuldaki ders sırasına bıraktık kalplerimizi. Bir binanın duvarına kocaman yazılarla yazdık. Sert zeminler kalıcılığı artırır diye mi düşündük, yoksa kalıcı olsun, herkes görsün mü istedik. Hiç görme ihtimali olmayanlara seslendik belki de. Sevgi doluyduk, sevgimizi açtık; fani olanların fani ve fena olan yönlerine her açtığımızda kalbimizi, bir çentik, bir çizik, bir çatlak bulduk. Manevi bünyemizi sarsan kırıklarla dolduk. Hicran, ayrılık, müfarakat, zeval sadalarıyla sarsıla sarsıla yol aldık. Sürülmüş tarlada yol alan adamın hali gibi yıprandık, yorulduk. Ve evet, hepimiz bugün olduğumuz yaşlara geldik. Geriye baktığımızda ya “Ah!” var ya da “Oh!” Çentiklerle büyüdüğümüzü gözlemlediğimiz çocukluk yıllarından kırıklarla dolu dünya hanında seyeran ettiğimiz şu anlarda “Oh!” dediğimiz kısımları çoğaltmak, “Ah!” ettiğimiz yanları tamir, tadil, tahsis etmek ve kırıklarımızı sarmak, belki de en önemli işimiz olmalı. “Battı balık yan gider” sözü, züğürtlerin bile tesellisi olamaz. Evet, geldik, gidiyoruz ama bu eylemsizliği netice vermemeli. Maraton koşanların hep bir son hamlesi vardır. Bitişe yakın son bir sıçrama, gayret… Biz de maraton koşuyoruz fakat bitiş çizgisi hep yanımızda olarak. Yani her zaman uyanık ve aktif olmalıyız. Ayrıca her yeni gün, o günü kur­taracak enerjiyle veriliyor. Me­sele şu ki kalbin gerçek sahibi­ni bulalım, bizi buraya göndereni bilelim, dönüşümüzün yine olduğunun farkında olalım. Bu dünyayı şatafatlı görüp de aldanmayalım. Ne diyordu Yahya Kemal: Artık demir almak günü gelmişse zamandanMeçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli, Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu. Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden. 1- Lemalar Mecmuası, 2612- Secde, 11

Metin UÇAR 01 Nisan
Konu resmiİki “Değer”li Meyve: İnsan ve Ramazan
İbadet

On bir aydır gideli biz de çekerdik hicrânMerhaba etdi bizimle yine şehr-i Ramazân Sen!.. Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri! Bu gelen şehr-i Ramazan… Zamanın şehrayni. Diğer on birin mukaddimesi. Her günüyle, her anıyla sana atfen meşher ol­muş. Nazına niyazına gülistan ol­muş. Kokusunu gönlüne kadar arz et. Zemin ve sema senin için döşenmiş, kerem ve ihtiram şua’ larına yüreğini aç. Aç ki, abdiyetin içerisinde sultan ola­sın, nimetin idamesine elyak aziz bir misafir yolcu olasın. Sen!.. İmanın yümnüyle emanete layık, emin bir halife-i arz! Bu gelen emn ve emniyet ayı. Ayların hazineli direği. Yüzünü çevirme. Seni sen yapacak iman madeninden vazgeçme. Her adım­da O’nu ara. Her fırsatta tev­hid eyle. Binler içinde biri bul. Bul ki, küçüklüğün içinde bir âlem olasın. Sen!.. Şu âlem sarayının seyircisi ve şu kâinat kitabının mütalaacısı ve şu saltanat-ı rububiyetin dellalı! Bu gelen şehr-i tefekkür... Gö­rüş­­lerdeki ve bakışlardaki pus da­ğıl­mış. Gözler ve gönüller ma­verayı gözlemiş. Zerreden şems­lere kadar her sahife ken­dini ap-aşikâr okutmuş. En ince en dakik terbiye kelimeleri­nin manaları Rabbimize yönelmiş. Oku, oku ki haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, kitâb-ı âle­min anlayışlı bir mütalaacısı ola­sın. Sen!.. En cami‘, en bedî‘, en âciz, en aziz, en zayıf ve en latif bir mu‘ cize-i kudret! Bu gelen, ayların sultanı... Orada sen varsın. Orada kim olduğun var. Seni sana getiren, kendini bir mektup gibi bildiren lahzalar var. “Ene abdi, ente Rabbi” yakarışı var. Savm’larca var. Şehadetlerce var. Dinle ki, cüz’iyatın içinde bir külli olasın. Sen!.. Cenab-ı Hakk’ın esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar olan! Bu gelen rahmet ayı; Rahman isminin Rahim isminin burcunda, rahmet sağanağına tutan, fazıl ve keremiyle yürek­leri ısıtan. Dua dua, salavatlarca rahmet vesilelerine geceler boyu kucak açan. Sahurlarca, iftarlarca mücessem rahmete el uzatılan. Şefkat ve merhamet olarak gönüllerde parıldayan. Dur, bu sağanak altında Sani‘-i Zülcelal’in rahmet ve keremine mazhar ol. Sen!.. Bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî! Bu gelen Kur’ân ayı... Kıraat ayı. Tilavet ayı. Yeni nüzul olu­yormuş tazeliğinde. Üç makamın üçünün huzurunda din­li­yormuş hissiyatında. İ’cazını id­rake, acizliğimizi ve fakrımızı şe­faatçi ederekten. Mukabeleler boyu kalb ve baş kulaklarından pasları silerekten. Kulak ver, hikmetli mevcudatın belagatli bir lisan-ı natıkı ol. Sen!.. Cennete layık bir misafir-i Rabbanî! Bu ayda asli vatanından bir ko­ku var. Teneffüs et. Nazarınla şehr-i Ramazan şehr-i Me­di­ne’ ye kalb olacak. Saadet asrından perdeler geçecek hâ­tı­rın­dan. En saadetli haneye bir iftar vakti misafir olacaksın. Bir acvede, bir bardak sütte Cennet taamı­nın lezzetini henüz dünya­dayk­en alacaksın. Gecelerinde yeryüzünün yıldızlarıyla se­ya­hat edeceksin. Her birinde kut­lu Nebi’den Cennet istikame­ti­ne iz bulacaksın. Mescid-i Ne­bi’ nin Cennet’ten köşesinde bir sahur sonrası Kur’an sadasıyla Cennet esintilerine açacaksın göğsünü. Fatihalarla, Yasinlerle, Salavatlarla buhurdan gibi kaynat göğsünü. Ta ki âlem-i ahiret ve Cennette hadsiz kemalat ve ni‘metlere medar olasın. Sen! Kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahim ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir Zatın hadsiz tecelliyatına cami‘ geniş bir ayna! Bu gelen şükür ve hamd ayıdır. Sadece verdikleri değil verecekleri de idrak edilen. Tahmidatlarla geceler ve gündüzler boyu şanı yüceltilen. Kadri en yüksek bir gecede en istikametli takdir için yol aranan. اَلْحَمْدُللّٰهِ عَلٰی كُلِّ حَالٍ   sadasıyla zifiri karanlıkları nura kalb olunan. Zaafını ve fakrını bilesin, çok esmaya mazhar olasın. Sen!.. İnfial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcu! Bu gelen dua ayıdır. Lisanında itiraf belgesi: dua var, istiaze var, istiğfar var. Kalb haneni tenvir edecek dua-yı Nebevi var. Ondan hisse kapan bin bir eda ve tavırlı münacat var. Ramazan hilalinin altında lale desenli seccaden ve gül kokulu duaların var. El aç hulus-i kalb ile, bütün zihayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk ol. Sen!.. Tesbih eden mahlukatın hayretli bir nazırı, ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı! Bu gelen şuur ayı. Bu ayı şiir gibi yaşa, hakaretin içinde makamı büyük ve daire-i nezareti geniş bir nazır ol! Ey Allah’ım… Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl, bizi Ramazan’a ulaştır. Âmin.

İbrahim SARITAŞ 01 Nisan
Konu resmiAlem-i Uhrevi’nin Mukaddes Haritası: Kur'an-ı Kerim
İtikad

Yakın bir zamanda daha önce hiç gitmediğiniz ve bilmediğiniz bir memlekete zorunlu ikamet için gönderileceğinizi ve bundan sonraki hayatınızı orada devam ettireceğinizi hayal edin. Hatta o gideceğiniz memlekete sizden önce çevrenizdeki akrabalarınızın ve arkadaşları­nı­zın da birer birer gittiğini, burada kalan yakınlarınızın da istisnasız hepsinin peşinizden oraya geleceğini düşünün. Ne yapardınız? Ben olsaydım ilk işim orası ile ilgili araştırmalara başlardım. O memleketin haritasına bakar, Google Earth’ta gezinti ya­pardım. Nüfusunu, yüz ölçümünü, iklimini, hava şartlarını öğrenirdim. Oradakiler ne yer ne içer, geçimlerini nasıl sağlar, nasıl vakit geçirirler araştırırdım. Orası ile ilgili kitaplar okur, videolar izlerdim. Muhtemelen sizler de aynı şeyleri yapardınız. Çünkü yolcu yolunu düşünür. Gideceği yerle ilgili planlar yapar. Şu an yaşadığı yeri ise gününü kurtaracak kadar düşünür. Çok fazla önem verip gereğinden fazla sahiplenmez. Mantıklı olan davranış da budur. Şimdi bu misalden ve hayalden yola çıkarak şu yaşadığımız dünyaya ve hayata bakalım. Acaba biz burada ebedi olarak kalıcı mıyız? Bizden önce yaşayanlar burada kaldı mı? Peki şu an bizimle yaşayanlar burada kalıcı mı? Hayır kesinlikle hiçbirimiz burada kalıcı değiliz. Bu dünyaya gelişimiz bizim isteğimizle olmadığı gibi, gidişimiz de bizim isteğimizle değildir. Geliyoruz, bir süre temaşa edip, eğlenip bizce meçhul olan, fakat bizi buraya gönderen Allah tarafından malum olan ahirete doğru gidiyoruz. Peki Allah bizi bu dünyadan ahirete davet edeceğini, sonra da ebedi olarak orada kalacağımızı bize haber vermişken, hiç buradan gitmeyecek gibi bütün aklımızı, kalbimizi, gayretimizi, servetimizi ve çalışmamızı burası için harcayıp ahireti hiç düşünmemek, merak etmemek orayı araştırmamak, orası için hazırlık yapmamak adeta deve kuşu gibi başımızı kuma sokup orayı unutmaya çalışmak akıl kârı mıdır? Elbette değildir. Öyle ise bize düşen dünya ve ahiretin yaratıcısı olan Allah’ın bizim için gönderdiği, ahiretin mukaddes bir haritası, rehberi, pusulası, yol göstericisi ve tabiri caizse navigasyonu olan Kur’an-ı Kerim’i okumak ve ahireti tanımaya çalışmaktır. Bizim için gayb hükmünde olan ve hususiyetini bilemediğimiz o alemlerin mukaddes bir haritası olan Kur’an, teferruatlı bir şekilde bize oraları anlatmıştır. Mesela o Kur’an’ın ayetlerinde kıyamet gününde dağların nasıl yürütüleceğinden,1 yeryüzünün ahalisini nasıl mahşer meydanı­na dökeceğinden,2 insanların bö­­lük bölük hesap vermek üze­­­re toplanacağından,3 zerre ka­­­dar iyilik yapanın karşılığını gö­­re­ceği, zerre kadar kötülük yapanın da karşılığını göreceği çetin bir hesaptan4 bahsetmektedir. Mesela onun ayetlerinde mahşer meydanında toplanan insanların üç sınıf olacağından, bir kısmı amel defterleri sağ taraftan verilen ashab-ı yemin, bir kısmı amel defteri sol taraftan verilen ashab-ı şimal, bir kısmının ise hayırda öne geçen sabikun olduğundan ve bu üç sınıfın görecekleri muameleden bahsetmektedir.5 Mesela onun ayetlerinde cennetin ve cehennemin katmanlarından, tabakalarından, hangi ameli yapanın hangi cennette olacağından, hangi günahı işleyenin hangi cehennemde olacağından bahsetmektedir. Onun ayetlerinde cennetteki ırmaklardan, havuzlardan, sa­ray­lardan ve bineklerden bah­set­mek­tedir. Hatta oradaki ağaç­lardan, meyvelerden, koltuk­lar­dan, kıyafetlerden, yiyecek ve içeceklerden bahsetmekle bir­lik­te oradaki insanların araların­daki konuşmalarına6 varıncaya kadar teferruatlı bir şekilde bahsetmektedir. Hem cehennemin katmanların­dan, oraya girenlerin niçin ora­ya girdiklerinden, cehennem görevlisi zebanilerin hallerinden, oradaki azapların ne şekilde olacağından, hatta cehennem halkının kendi aralarındaki konuşmalarından7 dahi bahsetmektedir. Evet Kur’an-ı Kerim ahiretle alakalı daha bunlar gibi pek çok merak âver hadiselerden bahsetmektedir. Bilirsiniz ki insanı en çok harekete geçiren hatta çokça vaktimizi ve paramızı dahi feda etmemize sebep olan duygu merak duygusudur. Kapımızın önünde bir gürültü duysak hemen pencereye koşuyoruz. Bir ülkede savaş çıkacak olsa haberleri takip ediyoruz. Bir dizi izlediğimizde yeni bölümde neler olacak diye merak ederek yeni bölümü iple çekiyoruz. Dünyada neler olmuş diye her gün haberleri araştırıyoruz. Uzayda herhangi bir keşif yapıldığı zaman merakla dinliyoruz. Merakımızdan dolayı bir sene, on sene hatta yüz sene sonra dünyanın başına neler gelecek diye araştırmalar yapıyoruz. Halbuki bizim merak duygumuzu en çok celb etmesi gereken hadiseler, bu geçici dünyanın ve bu hayatın inkılapları ve geleceği ile ilgili olaylar mı olmalıdır? Yoksa Âdem babamızdan dolayı asıl vatanımız sayılan ve buradan gittikten sonra da ebedi olarak kalacağımız ahiret hayatıyla ilgili hadiseler mi olmalıdır? Bu dünyanın en büyük olaylarını ahiretin hadiselerine kıyas edecek olsak, güneş ışığına mukabil bir lambanın ışığı kıymetinde bile değildir. O halde Cenab-ı Hak’tan niya­zı­mız odur ki, Kur’an-ı Ke­rim’in ve onun muallimi olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatu Ves­­selam’ın rehberliğinde ve ted­­­ri­satından geçerek, ahi­re­ti­mi­zi öyle bir tanıyalım ki oraya, “işte burası Kur’an’da bahsedilen makam-ı Mahmud, bunlar bahsedilen amel defterlerimiz, işte burası Kur’an’da bahsedilen Adn cenneti, burası da Reyyan kapısı olmalı, burası ise Kevser Havuzu ve burası şu ayette vaat edilen saraylar” diyerek oraları tanıyor olarak gidebilmeyi nasib eylesin. Günah ve kusurlarımızı affeyle­sin. 1- Tekvir, 32- Kehf, 473- Nebe, 184- Zilzal, 8-95- Vakıa Suresi6- Bakara, 25-267-  Mümin, 47-49

Yasin TOKAT 01 Nisan
Konu resmiBir Verimlilik Testi
İnsan

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, insan bu dünyaya ilim ve dua ile tekâmül etsin (olgunlaşsın) diye gönderilmiştir. Bu hedefle buluşabilmesi için de gerekli maddi-manevi cihazlarla teçhiz edilmiş, donatılmıştır. Yine bu insanî gayeye ulaşabilmesi için mahiyetine çalışma şevki ve daima faaliyet halinde bulunma lezzeti konmuştur. O itibarla, çalışan insan oturan insana nispetle daha mutludur; sıkıntılı ruh haletlerinden daha uzaktır. Sözü şuraya getirmek istiyoruz: Bir gaye ve hedefe bağlı olarak yaşayan insan mutlaka daha mutlu ve huzurludur, hem de daha verimli bir hayat yaşama avantajına sahiptir. Geliniz, şimdi de verimli olup olmamak noktasında boyumu­zun ölçüsünü aldıracak parametreler arasında bir gezinti ya­palım; acaba verimli miyiz, de­ğil miyiz şu sorulara vereceği­miz cevaplarla kendimizi görelim. 1) Günlük planlarımı ve görev­le­rimi mutlaka yazarım ve bu­nu asla ihmal etmem. 2) Not alarak çalışmayı severim. 3) Düzenli ve yeterli uyuyorum (Genellikle loş ve sakin bir ortamda 6-7saat uyku tavsiye edilir. Tecrübeyle sabittir ki uyku eksik kaldığı zaman bir saatte yapılacak iş, birkaç saatte ancak tamamlanıyor. Yani zaman kazanma düşüncesi ile uykudan feragat etmek, kaş yapayım derken göz çıkarmaya dönebiliyor. Tedricen 5 saate düşürebilenlere de sözümüz olamaz. Çünkü 5 saatin sıhhî olduğunu söyleyen uzmanlar ve kanaat önderleri de hayli var.) 4) Prensiplerimden taviz vermem; prensiplerim daima ön planda gelir. 5) İşine kendini adamış bir insanım. (İnsanın kendisini işine adaması için, mizacına uygun bir iş ve meslek seçmesi lazım. Bu konuda tren kaçırılmış olursa ve şartlar da işine devam etmesini gerektiriyorsa o zaman işini sevmeye çalışması lazım. Bunu başarmak için de üzerinde olduğu iş ve mesleğin güzel taraflarına yoğunlaşması, hiçbir işin dışarıdan göründüğü gibi olmayıp kendi içinde birtakım zorlukları mutlaka taşıdığını unutmamak lazım. Allah Resulü (Aleyhissatü Vesselam), “Allah, işini sağlam yapan kulunu sever” buyuruyor. Kişinin işini sağlam yapabilmesi için işine gereği gibi odaklanması, odaklanabilmesi için de işine gönül vermesi, bunun için de hususan şu hadis-i şerifin mesajını unutmaması lazım geldiğini düşünüyorum. Hadiste buyuruluyor ki; “Herkes ayrı bir iş için yaratılmıştır. Kişi hangi iş için yaratıldıysa (veya şartlar gereği kendini hangi iş üzerinde bulduysa) ona devam etsin. Allah o işi ona kolaylaştıracaktır.” Bir feylesofun şu sözü de bu konuda çok manidar gözüküyor: “İnsan tiyatro oyuncusu gibidir. Kendisi için rol belirlemekten ziyade, kendisine verilen rolü en iyi şekilde icra etmeye bakar.” 6) İşimi vaktinde ve olması gereken kalitede yapmada dikkatliyimdir. 7 İş ve mesleğimle ilgili örnek alıp modellediğim bir kahramanım var. 8) Her daim daha iyiye, daha güzele odaklanırım. 9) Kesinlikle dağınık değilimdir. (Çalışmanın gerektirdiği ba­­zı tatlı dağınıklıklar bahsin ha­­ricinde kalır.) 10) İşlerin kontrolümden çıkmaması noktasında çok hassasımdır. 11) Dinlenmeyi meşguliyet değiştirmek olarak algılamak değişmeyen prensiplerim arasında yer alır. Allah Teala, “Uykunuzu dinlenme vesilesi yaptık” (Nebe Suresi, 9) buyuruyor. Buradan anlıyoruz ki müminin uyku dışında boşa geçirilecek vakti yoktur. Yine “Bir işten yorulunca hemen başka bir işe koyul” (İnşirah Suresi, 9) buyu­ru­yor. Bu ve benzeri ayetler İslam’ın çok dikkat çeken bir hakikatine işaret etmektedir. O da şudur: Dinlenmenin vasıtası ne faydasız eğlencelerdir ne de bomboş oturmaktır. Istirahatin, meşguliyet değiştirmek suretiyle sağlanmasıdır. Hadis-i şeriflerle sabit olan meşguliyetlerden bazıları şunlardır: Geçimi sağlamak için çalışmak. Malum ibadet vazifelerini yerine getirmek, İlim öğrenmek. Nefis Muhasebesi ve murakabesi yapmak. Tefekkür etmek. Mutfak işleri. Eş dost ziyaretleri. Aileye dönük ve dışarıya dönük sohbetler. Aile efradıyla meşgul olmak. Aileye ve dışa dönük tebliğ, davet, uyarma ve hatırlatmalar... Bu meşguliyetlerin birbirini tamamlayacak şekilde programlanması, birinden yorulunca diğerine geçerek istirahatin sağlanması gerekmektedir. Unutmamalı ki zihin yorgunluğuyla beden yorgunluğu ayrı şeylerdir. İlmi, fikri çalışmalarla zihin yorulduğu zaman, beden yorgunluğunu sonuç veren çalışmalara koyulduğumuzda zihin dinlenmiş olacaktır. Bu maddelere verilen evetlerin sayısı 8-10 arası ise verimliyiz demektir. 5-7 arası ise verimsiz, 1-3 arası ise tembeliz demektir. Müslüman, hiçbir zaman böyle gelmiş böyle gider demek durumunda değildir; “iki günü eşit olan ziyandadır” hadis-i şerifinin vereceği motivasyon ile her daim olması gereken seviyenin takipçisi olmak zorundadır. Allah-u Teâlâ, rızasına mutabık muvaffakıyetler yolundaki azmimizi, gayretimizi arttırsın.

Osman AKTAŞ 01 Nisan
Konu resmiBu Şey de Ne?
Kültür ve Medeniyet

Bugün ne yazmasam diye düşündüm. Hiçbir şey dedim, kendi kendime. O zaman “her şey” yazmalıyım diye bir sonuç çıkardım ve kâğıda “her şey” yazdım. Fakat gözüm ve aklım “şey” kelimesinde kaldı.  Neydi ki bu şey? TDK diye bir şey var, gidip oraya bakayım, bakalım ne diyor diye vardım kapısına. Aynen şöyle diyordu: “Madde, eşya, söz, olay, iş, durum vb.nin yerine kullanılan, belirsiz anlamda bir söz.” Bu kez de aklım eşya ve belirsiz anlam kelimelerine takıldı. Eşya şey ile benziyordu. Evet eşya, şey kelimesinin çoğu­luymuş. Yani şey oldu, şeyler… buyur buradan yak. Çoğalan şeyle beraber merakım da arttı ve yolculuğuma devam ettim. Bu kez durağım Google “şey” arama sıralamasında ikinci gelen wikipedia oldu. Ben de sondan başa geleyim dedim ve oraya baktım. Buradaki şey ise felsefi bir kavramdı. Devamında, şey aslında hiçbir şeydir, hiçbir şey olduğu için de her şeydir. Hiçlik kavramıyla arasında gizli bir bağıntı vardır. Burada sözü edilen hiçlik, sonsuzluğa işaret eden hiçliktir yazıyordu. Yani cümle şimdi de şöyle bir düzene oturmuştu: şey aslında şeydir, ondan dolayı şeydir. Sualim hala cevabını bulabilmiş gözükmüyordu. Hakikaten neydi bu şey? Bu kez İslam Ansiklopedisi karşıladı beni. Orada bir madde vardı bu isimde. Madde altında yapılan açıklamalarda şunlar yazılmıştı. Fiilin diğer mastarı meşîet olup şey kelimesinin manasıyla ilişkilidir. Bazı dil âlimleri bu ilişkiden ötürü şey kelimesine “dilenen, istenen” anlamı vermiştir. Şey: dilenen, istenen. Hmm. Bakalım bunun ardından ne çıkacak? Şöyle bir paragraf daha var ve bu açıklama gönlüme su serpti: “Ragıp el-İsfahânî, şey için ‘bilinebilen ve hakkında haber verilebilen’ şeklinde bir tanım yapar ve kelimenin hem ism-i meful, hem ism-i fâil anlamında kullanılabileceğini söyler. Meselâ, ‘De ki, tanık olmak ba­kımından hangi şey daha bü­yüktür?’ mealindeki ayette1 geç­tiği gibi Allah hakkında kullanıldığında fâil, ‘De ki, Allah her şeyin yaratıcısıdır’ ayetinde2 olduğu gibi başka varlıklar için kullanıldığında meful manası taşır ve Allah’ın yaratmayı dilediği bütün nesneleri ifade eder. Nitekim meşîet de ‘Allah’ın dileyip yaratması’ demektir. Şeyler de ilâhî meşîetin konusu olarak düşünülmelidir.”3 Şey ve meşiet bağlantısı İşara­tü’l-İcaz tefsirinden tanıdık gelmişti, onu hatırladım vesileyle. Orada da şöyle diyordu: “Mevcuda ve mevcudata ‘şey ve eşya’ denilmesi, meşîet-i İlâhiyenin taallukundan neşet ettiğine nazaran…”4 “…ademden eşyayı çıkaran kudret…” cümlesi de dikkat çeken ayrı bir cümleydi. Evet, şey dediğimde aklıma her şey geliyor artık ama o her şeyin Allah’ın dilemesi ve kudreti ile yaratıldığı, baktığım her şeyin aslında Allah’ın irade ve kudretini gösterdiği, hiçlik değil de her şeyin bir kast ve iradeyle, bir hikmetle yaratıldığı gibi manalar gelmeye başladı. Kâğıda yazdığım “her şey” kelimesinin arkasına, “Allah’ın irade ve kudretiyle var olmuştur. Ona ben de dahilim. O zaman her şeyde Allah’ın isim ve sıfatlarını görmeli ve bulmalıyım. Ona göre davranmalıyım” yazdım. Halimi görüp soran arkadaşa da “yok bir şey” deyip gülümsedim, sonra dönüp kendime daha bir gülümsedim… Hayr olsun! 1- En‘âm, 192- Ra‘d, 163- El-Müfredat, şey maddesi4- https://oku.risale.online/isaratul-i-caz/sure-i-bakara-17-20#104

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Nisan
Konu resmiHayatımız Zelzele
İnsan

İnsanı asıl sarsan, yıkan, boğan, perişan eden şey belirsizlik, bilinmezlik, karanlıktır. Nereden, niçin geldiğini ve neticesinin ne olduğunu bilmediğimiz her şey bizde önce merak, sonra endişe, sonra da korku veya sevinç uyandırır. Korkuyu ortaya çıkaran şey belirsizliğin ortadan kalkmaması, karanlığın dağılmamasıdır. Bunun aksi ise huzuru ve sevinci beraberinde getirir. Zîra bir şeyi sağlıklı tanımlayabilmek ve aydınlığa kavuşturmak en önemli mutluluk ve huzur sebebimizdir. Bu durum mukâvemet ve dayanma gücümüzün artmasını da beraberinde getirir. İşte, insanın dünyadaki varlık sebebi de tam olarak budur. Ya dünyanın, maddenin karanlığında boğulmak ya da arkadaki mânâ güneşini görüp sonsuzluğa aydınlanmak. Nitekim mülkün sahibi, Mülk suresinde “Hanginiz amelce daha güzeldir diye sizi imtihân etmek için ölümü ve hayâtı yarattı.”1 diyerek insanın varlık gayesini ortaya koymaktadır. Hayatın ve görünüşü ürkütücü olan ölümün niçin yaratıldığını beyan etmektedir. Burada ifade edilen hayat sevilirken, hayatın sönmesi anlamına gelen ölüm insanı ürpertmektedir. Dolayısıyla pek çok hayatın birden son bulmasına ve kazanımların zâhirde yok olmasına neden olan deprem gibi felâketler bu yüzden büyük travmalara yol açmaktadır. Sevilen hayata sevimsiz ölümün gülmesi insanoğlunu ağlatmaktadır. Oysa mezkûr âyette geçen “Han­giniz amelce daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için” ifa­desi bütün karanlığı aydınla­tacak sırlı bir ifadedir. Zira imtihan geçici bir zaman dilimini ifade eder. İmtihan sebebi ise iyi iş yapanlarla kötüleri birbirinden ayırmaktır. Bu da sabır, şükür, tevekkül ve imanla mümkündür. Eksiltenin, artı­ra­nın, verenin alanın gerçek ma­nada kim olduğunu idrak etmekte saklıdır. İşte bu anlayışa ermek, eşyanın arkasındaki gerçek tasarruf sahibini görebilmek insanı karanlıklardan aydınlığa çıkarabilir. Mücâdele azmini ve gayretini artırır. İyilik için yeni fırsatların sunulduğunu, bunları değerlendirmek için azim ve gayretle çalışması gerektiğini anlar. Eğer bu anlayış gelişmezse dünyada her hâdise her olay insana ıstırap verir. En zevk aldığı şeylerin kaybolmaya yüz tuttuğunu görmesi ruhunu, kalbini acılaştırır. Deprem gibi âfetlerde kendisinin, akrabalarının, hem­­­cinslerinin kazanımlarının yok olduğunu görmesi daha bü­yük bir depremi iç âleminde yaşamasına neden olur. Ama olayların arkasında tasarruf eden zâtın merhametini görebilen nazarlar ise direnç kazanır. İmânın kuvvetiyle mukavemet gösterir. Der ki: - Alan da veren de Allah’tır. - Mülk O’nundur. Dilediği gibi tasarruf eder. - Merhameti gazabını geçmiştir. - Bu hâdisede vefat edenlerimiz şehit, zâyi olan mallarımız sadakadır. - Çektiğimiz ıstırap günâh­la­rı­mıza keffârettir. Deprem bölgesini gezdiğimizde bu mânâyı ehl-i imanın simasından çok okuduk. Sözlerinden çok işittik. Bir akrabamı ziyaret ettim. Birlikte büyümüştük, yaşlarımız aynı ikimiz de köy şartlarında büyüdük. Varlıklı değildik. Lâkin ailecek çalışıp şükür imkâna kavuştular. Ama yılların birikimleri depremle beraber harap olmuştu. Yaptıkları binanın karşısına kurdukları çadırda yaşıyorlardı. Tabi içimizi bir hüzün kapladı. Lâkin o çocukluk arkadaşım, teyzemin oğlu o kadar metin duruyordu ki! Dedi - Teyzolu bizim bir şeyimiz yoktu. Çalıştık Allah da verdi. Şimdi de verdiğini aldı. Biz yine çalışacaz yine Allah verir inşallah… Teselli vermeye gelen bizler orada bu sözlerle müthiş bir teselli bulduk. Arkasından dedi ki - Teyzolu beni tek üzen depremden bu yana namazımı düzenli kılamıyor olmam. O benim büyük kaybım… Şimdi Allah aşkına Allah’a imân­dan başka bir insana kim ve hangi şey bu metaneti verebilir. Fay hattını keşfetmekle fay hattını var etmeyi bir gören kafalar bu imanı nasıl anlar Bütün o ilahi ikazı “bir enerji boşalımı” diyerek küçülten bir beyin bu teselliden ne hisse alabilir. Bir zâlimin zalimliğine sebep olabilecek şartları yerine getiren bir hikmet ve kudreti hangi sismik akıl çözebilir. Bütün kazanımlarını kaybederek travmaya tutulan bir beyni hangi seküler reçete iyileştirebilir. Kaybolan onca canları hangi bilim geri getirebilir… İşte asıl deprem imânsızlıktan ve imân zâfiyetinden ortaya çıkan depremdir. Bu depreme karşı iman demiri olmadan, âhiret suyu içirilmeden, sünnet çimentosu karılmadan, âdab tuğlası örülmeden, hakkâniyet harcı verilmeden hangi çare üretilebilir… Tedbir dua, tedbirsizlik beddua Vurdumduymazlıkla yıkılır yuva İmânla yoğur sen gönül harcını Kurtulsun hem ukba hem de bu dünya 1- Mülk Suresi 2

Ali SEMERCİ 01 Nisan