198. Sayı: "Nefsine Mağlup Olan Düşmana Galip Gelemez"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiNefsine Mağlup Olan, Düşmana Galip Gelemez
İnsan

Hala Sultan olarak bilinen ve Efendimizin süt teyzesi olan Ümmü Haram’ın naklettiğine göre; Efendimiz bir defasında onun evinde öğle uykusundan gülerek uyanmış. Ümmü Haram niçin güldüğünü sorunca uykusunda kendisine ümmetinden fetih maksadıyla Akdeniz’e açılan bazı kimselerin gösterildiğini ve onların cennetlik olduğunu söylemiş, bunun üzerine Ümmü Haram kendisinin de onların arasında bulunması için dua etmesini istemiş, o da dua etmiştir. Ardından tekrar uykuya dalmış, yine gülerek uyanmış, Ümmü Haram’ın bu defaki sorusu üzerine de ümmetinden bazılarının İstanbul’u fethetmek amacıyla sefere çıkacağını, onların da günahlarının bağışlanacağını haber vermiştir. Ümmü Haram kendisinin de onların arasında bulunması için dua etmesini isteyince Resûl-i Ekrem ona birinci grupta olduğunu söylemiştir. Nihayetinde Hazret-i Osman’ın halifeliği döneminde Müslümanların ilk deniz seferi olan Kıbrıs Seferine (648-49) eşiyle beraber katılmıştır. Burada şehid olmuştur. Kabri buradadır. Efendimizin ikinci uyanışında haber verdiği ve sonradan “İstanbul mutlaka fethedilecektir! Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur!” sözleriyle beyan ettiği sefere katılanlardan birisi de mihmandar-ı Resul Eba Eyyüb el-Ensari idi. Cihadı öyle içselleştirmişti ki Efendimizle beraber bütün seferlere katılmış, halifeler döneminde de neredeyse her sefere katılmıştı. Son seferi, Müslümanlar tarafından ilk kuşatılan İstanbul seferidir. İleri yaşına rağmen o da müjdeye nail olmak için İstanbul surlarının önüne kadar gelmişti. Burada vefat etmiştir. Bu seferlerin ve fetihlerin asıl amacı, Efendimizin ortaya koyduğu hedef ve kendisine bildirilen af, bağışlanma ve cennet müjdesidir. Hepsinden ötede ise Allah’ın rızası vardır. Bunlar aynı zamanda insanın kendini gerçekleştirmesi, emrolunduğu şey ile doğru orantılı hareket edebilmesidir. Efendimiz bu noktada dikkatlerimizi büyük cihad ifadesiyle nefislere çekmiş, Tebük Seferi dönüşü, “Büyük cihad, nefisin heva ve hevesine karşı yapılan cihaddır.”1 demiş ve mücahidi de “Hakiki mücahid, nefsine karşı cihad açan kimsedir.”2 cümleleriyle beyan etmiştir. Tebük Seferi cihad ve nefis konusunda önemli bir imtihan olmuş, münafıklar elden geldiği kadar engel olmaya, müminleri vazgeçirmeye çalışmışlardır. Mevsim çok sıcak, yol pek uzun ve Medine’de tam hurma toplama zamanı olduğundan, bazı müminlerin bu sefere iştirakte ağır davranması üzerine aşağıdaki ayetler nüzul etmiş ve toparlanmaya vesile olmuştur: “Ey iman edenler! Size ne oldu ki: “Allah yolunda seferber olun!” denildiği zaman (olduğunuz) yere ağırlaştınız (çakılıp kaldınız)! Ahiretten (vazgeçip) dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat (iyi bilin ki) dünya hayatının menfaati, ahiretin yanında ancak pek azdır. Eğer (savaş için) koşup toplanmazsanız, (Allah) sizi (pek) elemli bir azâb ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; hem O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”3 Fethi konuştuğumuzda bu detaylara inmezsek gerçek fetihleri yaşayamayız. Bütün kapıları açan Rabbimizden bize hayır kapılarını açmasını istediğimizde, bizim de kendimizi hayra hazırlamamamız gerektiğini unutmayalım. Sefer yani nefisle mücadele bizden, zafer Allah’tandır. 1- Beyhaki, ez-Zühd, Beyrut, 1996, 1/1652- Tirmizi, Fezailü’l-cihad, 23- Tevbe, 38-39

Metin UÇAR 01 Mayıs
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Gül Baba Türbesi Asıl adı Cafer olan Gül Baba, aslen Merzifonlu olup Veli Baba Dergâhına bağlı bir Bektaşi dervişidir. Veli Baba Dergâhı, günümüzde Isparta’nın Senirkent ilçesine bağlı Uluğbey Köyü’nde bulunmaktadır. Veli Baba Dergâhında bulunan bir şecereye göre babası Hz. Hasan neslinden Kutbü’l-arifin Yalınkılıçoğlu Veliyyüddin’dir. Evliya Çelebi, Gül Baba’nın Fatih Sultan Mehmed devrinden Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar birçok gazalarda bulunduğunu belirtmiştir. Gül Baba, Kanuni Sultan Süleyman’ın daveti üzerine Budin seferine katılmış ve fetihten sonra 2 Eylül 1541’de vefat etmiştir. Kanunî, Gül Baba’nın tabutunu bizzat taşımış, Ebussuud Efendi cenaze namazını kıldırmıştır. Cenazesi, Budin Kalesi dışında bugünkü yerine defnedilmiş, daha sonra 1543–1548 yılları arasında türbe ve tekke inşa edilmiştir. Sekizgen bir yapı olarak kesme taştan inşa edilen türbe, kurşun kaplı bir kubbe ile örtülüdür. Günümüze ulaşamayan Gül Baba Tekkesinde, zikirlerin yapıldığı bir büyük meydan evi, bir yazlık ve bir kışlık mekân, odalar, büyük bir imaret (aşevi) ve derviş hücreleri bulunmaktaydı. Tekkenin ve türbenin etrafında bir de hazire vardı. Gül Baba Tekkesi, türbe ile Tuna arasındaki yamaçta yer alıyordu. Evliya Çelebi, “Dervişleri gazaya gider; yaz ve kış meydanlarında çeşitli şamdan, çerağ, kandiller, buhurdanlar, gülabdanlar vardır. Kara ve deniz seyyahları mermer kapı ve duvarlarına pek çok beyitler yazmışlardır” dedikten sonra bu tekkenin Gazi Mihaloğulları’nın hayratı olduğunu bildirir. 1 Mayıs 1612 Felemenk heyeti, Sultan 1. Ahmed tarafından kabul edildi Günümüzdeki Hollanda’nın eski hali olan Felemenk Cumhuriyeti Meclisi, 1612 yılında Cornelis Haga başkanlığındaki bir heyeti, İstanbul’a göndermiştir. İstanbul’a 17 Mart 1612’de ulaşan heyet, Sultan 1. Ahmed ile bir buçuk ay sonra 1 Mayıs’ta görüşme imkânı bulabildi. Bu görüşme ile Osmanlıların düşmanı olan İspanya’ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren Felemenk Birleşik Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti tarafından resmen tanınmış oldu. Padişahtan serbest ticaret hakkı elde etmek için hemen çalışmalara başlayan Haga, Osmanlı devlet adamlarıyla kurduğu samimi ilişkiler sayesinde kendisine verilen tâlimatnâmedeki hususların pek çoğunu yerine getirdi. Venedik, Fransa ve İngiltere elçilerinin bütün engellemelerine rağmen Sultan 1. Ahmed’den bir ahidnâme almayı başardı. 10 Mayıs 893 Ensâb Âlimi, Tarihçi ve Coğrafyacı Hemdânî Doğdu Yemen’in büyük kabilelerinden Hemdân’a mensup olan Hemdânî’nin asıl adı Ebû Muhammed Lisânü’l-Yemen’dir. Babası San’a’da kervancılıkla ve altın ticaretiyle meşgul oldu­ğu için, kervanlarla birçok yere seyahat etme imkânı elde etmiştir. Daha çok Yemenli âlimlerin yanında yetişen Hemdânî, yine Yemenli râvilerden bilgi edinmiştir. Hemdânî sadece ensâb, tarih ve coğrafya alanında değil madencilik ve astronomi gibi birçok ilim dalında da bilgi sahibiydi. Ensâb hakkındaki el-İklîl ile Arap yarımadasındaki meskûn yerlerden ve buralarda oturan kabilelerden bahsettiği Sıfatü Cezîreti’l-ʿArab, önde gelen eserlerindendir. Bunların dışında astronomiden bahsettiği Serâʿirü’l-ʿhikme adlı bir eseri ile altın ve gümüş madenlerini anlattığı bir kitabı bulunmaktadır. 970’li yıllarda vefat ettiği düşünülmektedir. 15 Mayıs 1574 Osmanlı Donanması, Tunus’u İspanya işgalinden kurtarmak için sefere çıktı İspanyollar 10 Ekim 1573’te, Tunus’ta kontrolü ele geçirmek amacıyla yeni bir harekâta giriştiler. Tunus’u alıp burada 8000 asker bıraktılar. Hafsî hânedanı adına tahta 3. Mevlây Ahmed’in kardeşi 6. Mevlây Muhammed’i geçirdiler. Tunus Beylerbeyi Haydar Paşa, İspan­yol işgali sırasında fazla direnç göstermeden Kayrevan’a çekildi. Bunun üzerine 15 Mayıs 1574’te Koca Sinan Paşa’nın serdarlığı ve Kılıç Ali Paşa’nın kaptan-ı deryalığı idaresinde Akdeniz’de yeni bir harekâta girişildi. Aynı yıl donanma önce İtalya ve Sicilya sahillerini vurarak Tunus’a geldi ve Halkulvâdî savaşıyla 12 Eylül 1574’te Tunus’u yeniden Osmanlı idaresi altına aldı.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiFethin Şifreleri
Tarih

Sultan Mehmed hem maddi olarak hem de manevi olarak fethin ve zaferin kendisine bakan kısmında gayret etmiş, kendine bakan yönünü ikmal etmiştir. Bir yıl süren hazırlıkla beraber, pek çok ihtimal düşünülmüş, ona göre tedbirler alınmıştır. 29 Mayıs sabahı, sabah namazıyla beraber son hamle yapılmış ve fetih müyesser olmuştur. Her mayıs ayı geldiğinde bir fetih konusu açılır. Buna sebep öncelikle İstanbul’un fethi olurken, diğer bir sebep de baharın gelmesiyle, arzın hazinelerinin yani tohumların ve yumurtaların açılması/çatlayıp kırılmasıyla bitki ve hayvanların yeryüzü­nü şenlendirmesidir. Sert olan toprağın yumuşaması, kaskatı kesilen ağaçların -su yürümesiyle- hayata mazhar güzelliklerini ortaya koyar vaziyeti alması, kemik gibi duran tohumların, gözle seçilemeyen larvaların açılmasıyla hayata ayna çeşitli ve farklı pek çok mahlukatın hayatımıza/dünyamıza hayat katmasıdır. Fetih konusu hazır bizim için de açılmışken, fethe dair bazı inceliklere ve şifrelerine değinmek ve bizim açımızdan fethi kolaylaştıracağını düşündüğüm bazı noktalara dikkat çekmek isterim. Fethin Gerçek Sahibi Öncelikle tabiatı konuşalım. Kış bütün şiddetiyle bastırdığında bütün renkler kaybolur, sadece beyaz kalır. Havanın soğuğu her şeyi dondurur, canlılık kaybolup yavaş bir ritim hâkim olur. Zahiren bakıldığında, bu ortamda, bütün renklerin ve canlılığın kaybolduğu bir tabloyu ilk bahar için hayal etmek güçtür. Yeniden baharın gelmesi beşerin takatiyle olacak bir şey olmadığından bahisle, eğer arkada büyük bir kudretin varlığı bilinmezse ümitsizliği netice verecektir. Çok şükür ki dünyamızdan bir milyon üç yüz bin kat daha büyük ve içindeki ateşle dehşet saçan bir yıldızı kudret elinde tutan bir Zat-ı Zülcelal, güneşi, bütün dehşetine rağmen bize rahmet olacak yüzüyle dünyamıza baktırır ve bize zor olanı bizim için kolaylaştırır. En sert buzlar çözülür, en şiddetli soğuklar yerini ılık ve bereketli havalara teslim eder. (  اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ) “Bize hayır kapılarını aç” kelimeleriyle niyaz ettiğimiz  (مُفَتِّحَ الْاَبْوَابِ) olan “Kapıları açan” Allah, havamızı açar, atmosferimizi, dünyamızı, hayatımızı bize fayda sağlayacak şekilde değiştirir. Kışın beyaz örtüsü kalktığında bu kez de kahverengi karşılar bizi. Yine tek renk hakimdir. Yine sessizlik ve durağanlık vardır. Ta ki baharla birlikte kapıları fetheden/açan Rabbimizin (كُنْ) “Ol!” emriyle zemin tarlası şenlenmeye, kanatlı hayvanlar uçuşmaya, diğerleri hoplayıp zıplamaya başlar. Tohumlar ve yumurtalar fethedilmiş/açılmıştır. En olmazların içinde en mükemmel icraat kendisini göstermiş, sayısız mazharlarla hayat güneşi daha aşikâr ve parlak hale gelmiştir. Şimdi burada durup biraz daha detaydan bakalım konuya… Şifre Mesela tohum. Birbirine benzer ama çıktıları birbirinden çok farklı olan o tohumlar, adeta sıkıştırılmış dosyalar gibi, emri almasıyla açılmaya, farklı büyüklüklerde bitkileri başlarında göstermeye ve onlar da yaprak, çiçek, meyve gibi her biri bir öncekinden daha mükemmel güzellikleri ortaya koymaya başlarlar. Peki, nasıl? İnsan, ülfet ve ünsiyetten dolayı bunlara çok kafa yormadığı için “Ne var ki bunda?” diyebilir. Zaten olup duruyordur bu tarz şeyler. Garipsemez. Halbuki orada olan şeyi ne toprak, ne insan, ne hava, ne de başka bir şey yapamaz. Bu, ancak yüce bir kudretin emriyle gerçekleşebilir. Ama burada tohumun ve yumurtanın da bir hali var ki, işte bu da şifre dediğimiz kısma taşıyor bizi. Tohum, yaratılış itibariyle ağaç olmayı ister, istidat lisanıyla dua eder. Hakeza yumurta, yine istidat lisanıyla piliç olmak ister, dua eder. Allah da onların bu dualarını kabul eder ve onlar ağaç ve piliç olurlar. Fettah olan Allah, düğümleri açar, şifreler çözülür ve neticeler yaratılır. Yoksa o tohumun belki kabuğunu soyar, içine parçalayarak girersiniz ama o tohuma yerleştirilmiş ağaç programını deşifre edip ağaç ve meyveyi elde edemezsiniz. Bunu kimse yapamaz. Yapılacak tek şey, şifreleri açacak olan, Fettah olan Allah’a müteveccih olmak ve ondan istemektir. Şifre budur. Şifreleri ve Kapıları Açan Allah’tır Bediüzzaman Hazretleri külliyatın ilk eseri ve ilk risalesinde bu noktaya dikkat çeker ve mesela bitkilerin nazik kök ve damarlarını örnek verir. Sert olan taş ve toprağı delip geçebilmelerinin yolunun, Allah’ın ismiyle hareket etmek olduğunu söyler. Çünkü toprak da tohum da kök de Allah’ındır. Onların ilişkisini kuracak, nazik kök ve damarlar için sert olan yolu açacak ancak kudret-i İlahiyedir. İnek, keçi, deve, koyun gibi mübarek hayvanlar için süt; arı için bal; ipekböceği için ipek vs. vs. de bu kavildendir. Mekikleri burada, fabrikaları gayb alemlerindedir. Her bir mahluk yaratıldığı fıtrat üzere istidat lisanıyla dua eder ve yaratıldığı şeye göre çalışma arzusunu ortaya koyar. Allah da kabul eder ve bu güzel neticeler yaratılır. Tekrar söyleyelim, şifreleri ve kapıları açan Fettah olan Allah’ tır. İnsan dahil mahlukat ancak Allah’ın yardımı ile çıkışa/neticeye ulaşır. Zor şartları aşar. Sonuca varır. Allah’ın Fettah ismini, en zahir, çok ve çeşitli olarak bahar mevsiminde görebiliriz. Peki, İstanbul’un ve diğerlerinin fethinde, bizim işlerimizde nasıl görürüz, buradaki şifre nedir? Mağaramızdan Çıkmak Öncelikle hadis-i şerifte geçen bir hadiseyi kısaca nakletmek isterim. Üç kişi şiddetli yağmurdan bir mağaraya sığınırlar. Heyelan olur ve büyük bir kaya mağaranın kapısını kapatır. Ne kadar uğraşsalar da çıkamazlar. “İyi amellerimizle dua etmekten başka bizi buradan hiçbir şey kurtaramaz” derler. Her birisi anlatır ve arkasından “Allah’ım! Eğer bu işi Sen’in rızan için yapmışsam, bu taştan çektiğimiz belâyı bizden uzaklaştır!” der ve kapı her defasında biraz açılır. Nihayet üçüncüde dışarı çıkacak kadar açılır ve mağaradan çıkarlar.1 Onlar bunu yani ancak Allah’ın yardımı ile kurtulabileceklerini ve yardımın gelmesi için de onun rızasına bakan kendilerinde olanı beyan etmenin gereğini fark etmekle birlikte, dillendirmişler ve Rablerine arz etmişlerdir. Bizim için baktığımızda, bizlerin de ticarette, siyasette, ilişkilerde, iş akışlarında vb. çıkmazlarımız, aşamadığımız şeyler, yeni bir kapı/bakış açısı aradığımız durumlar illaki vardır. İşte bu gibi durumlarda yapılması gereken, halimizi Rabbimize arz edebilmektir. Hiçbir şeyin durduk yere olmadığını bilmekle, bu kapıları açan Müfettihu’l-Ebvab olan Allah’a lisan, fiil, hal, istidat, ızdırar, ihtiyac-ı fıtri lisanlarıyla yönelmek ve ondan istemektir. Talak Suresinde, Allah’a ve ahiret gününe iman edenler için şöyle bir nasihat vardır: “Kim Allah’tan sakınırsa, (Allah) ona (her darlıktan) bir çıkış yolu kılar. Ve onu hesap etmediği yerden rızıklandırır! Kim Allah’a tevekkül ederse, artık O ona yeter!”2 Bize her durumda hayır kapılarını açacak olan Allah, Bakara Suresinde iki yerde3 sabır ve namazla kendisinden yardım istememizi emretmektedir. Değilse en kudretli komutanlar için bile zafer kendine ait olamaz. Bunun içindir ki Müslüman için sefer vardır, zafer ise ancak Allah’tandır. Sefer ve Zafer Burada Celaleddin Harzemşah’ı hatırlamakta fayda var. Risale-i Nur’da iki yerde4 şöyle zikredilmiştir. “Meşhurdur, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddid defalar mağlup eden Celâleddîn-i Harzemşâh harbe giderken, vüzerası ve etabı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmekle vazîfedârım. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek, onun vazifesidir.” İşte o zât, bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, çok defalar harika bir surette muzaffer olmuştur.” İşte, zor olanı kolaylaştıran ve fethin/zaferin şifrelerini açan, anlaşılmış bir mesele ve idrak edilmiş bir konu. Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahikasında bu meseleye atıf yaparak şöyle der: “Ve ci­hâd-ı manevinin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenâb-ı Hakk’a aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükel­lefiz. Ben de Celâleddîn-i Hâr­zemşâh gibi, ‘Benim vazifem hizmet-i imaniyedir. Muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir’ deyip, ihlâs ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım.”5 Evet, bu sırrı anlayanlar için fetih yolu açıktır. Umulur ki Allah muvaffakıyet verir. İstanbul’un Fethinin Şifreleri Fethi hadisle müjdelenen İstanbul, aradan yüzyıllar geçtikten sonra genç sultan Mehmed’e nasip olmuştur. Bunda da iki yön vardır. Birincisi, toplumda yerleşen güzel ahlak ve dini bütün bir kitlenin varlığı ve oluşması ve devletin buna yönelik ciddi gayret ortaya koyması, diğeri ise fiili dua anlamında, fethin gerçekleşmesine katkı sağlayacak, dönemin en kudretli surlarında gedikler açacak en modern silahların/topların üretilmesidir. Yani Sultan Mehmed hem maddi olarak hem de manevi olarak fethin ve zaferin kendisine bakan kısmında gayret etmiş, kendine bakan yönünü ikmal etmiştir. Bir yıl süren hazırlıkla beraber, pek çok ihtimal düşünülmüş, ona göre tedbirler alınmıştır. 29 Mayıs sabahı, sabah namazıyla beraber son hamle yapılmış ve fetih müyesser olmuştur. Buradaki şifreler de fiili, kavli ve hali duaların yapılmasındadır. Ne sadece manevi ne de maddi bakılmaması, ikisine de riayetin şart olduğunun bilinmesidir. Dönemin en büyük topu döktürülmekle birlikte, ateşleyenin “Allahu Ekber” diyebilmesindedir. Bütün hazırlıklarla birlikte, son hücumun, cemaatle kılınan namaz ve ardından zaferin sahibine dua edilebilmesinde ve yardım istenilebilmesindedir. Sultan Mehmed’in, kendisinin anahtar, kapıyı açanın Allah olduğunu bilmesindedir. Sefer bizden, zafer Allah’tan diyebilmektir… Yeni Fetihler İçin Navigasyonlar hayatımızda cid­­di yer işgal ettiğinden beri unut­muş olabiliriz belki ama tra­fik sıkıştığı zamanlarda  (‎اَللّٰهُمَّ يَا مُفَتِّحَ الْاَبْوَابِ اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ) duasını yapar, yolumuzu kolaylaştıracak bir imkân talep ederdik. O sıkışıklığı duanın vakti bilir, vesileyle Rabbimize iltica ederdik. Şimdi herkes her şeyi biliyor, bilmiyorsa da internette farklı araçlarla bilgiye kolayca ulaşıp alternatifler üretip selamet yolu bulabiliyor gözüküyor. Ve bu durum kendimize güvenle beraber, iltica halimizi bozuyor, yok ediyor. İşte bu, tehlikeli bir durum! Yukarıya aldığım “O halde sabır ve namaz ile (Allah’tan) yardım isteyin!” ayetinin devamında “Hâlbuki şüphesiz o, (Allah’a) gönülden bağlı olanlardan başkasına elbette ağır gelir.” denilmektedir. Bu hale düşmekten Allah’a sığınırız. İnsanı tepetaklak edecek olan ancak kibirdir. Her zaman olduğu gibi bugün de hayır kapılarını açacak ise ancak Allah’tır. Bize zor ve uzak gözüken nice fetihler, Allah’ın yardımı ile kolay ve yakındır. Bunu böyle bilmeli ve ona göre hareket etmeliyiz. Ta ki baharla beraber nice güzellikler bizimle buluşur da hep beraber Allah’a hamd ederiz, inşallah… 1- Buhârî, Büyû, 98; İcâre, 12; Müslim, Zikir, 1002- Talak, 2-33- Bakara, 45 ve 1534- Mesnevi-i Nuriye, 162; Lemalar, 1375- Emirdağ Lahikası 4, 552

Metin UÇAR 01 Mayıs
Konu resmiBir Tebessüm İçin Niyaz: İftah Lenâ Hayra’l-Bab
İbadet

Ahmet Hamdi Tanpınar, Bursa’da Zaman şiirine “Bursa’da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su; Orhan zamanından kalma bir duvar...” mısralarıyla başlar. Aynı şiirin devamında, Bursa’da zaman Yeşil Türbeyi gösterdiğinde ise zamanı şu mısralarda durdurur. “Yeşil türbesini gezdik dün akşam, Duyduk bir musikî gibi zamandan Çinilere sinmiş Kur’an sesini. Fetih günlerinin saf neşesini Aydınlanmış buldum tebessümünle.” Yine Bursa’da zamanın bir başka boyutta durduğu mehabetli mekânlardan birisi de hiç şüphesiz Ulu Camii’dir. Orhan Camii gibi eski bir duvara, ancak avlusundan ziyade içinde şakırdayan bir su ayrıcalığına sahip olan bu camide, şairin Yeşil Türbe için tasvir ettiği “Fetih günlerinin saf neşesi” her an gözlerden gönüllere ve kalplere iletilir. Nasıl mı?  Camiinin bir duvarında “Allahümme ya müfettiha’l-ebvâb / İftah lenâ hayra’l-bab (Ey kapıları açan Allah’ım, bizlere hayırlı kapılar aç)” duası nakşedilmiştir. Bu dua Sultanahmet Camii’nin Cümle Kapısı olarak bilinen girişindeki kapı kanatları üzerlerinde de yer almaktadır. Henüz camiye bir adım kala, bir adım sonra camiye dahil olacak olanları karşılar bu dua. Avam olsun-sultan olsun kapıdan girecek herkese, bir niyazı, müracaat mercii mutlak kudret sahibi olan Zatı Zülcelal’i (cc) ve insanın acziyetini hatırlatmaktadır. Yine bu dua Topkapı Sarayı’ndaki bazı kapılar üzerinde de yer almaktadır. Kapılar açan anlamına gelen ve Allah’ın isimlerinden olan “Ya Fettah” ismi de bir dua ve niyaz, bir acziyeti itiraf ihsasıyla tarih boyunca pek çok yerlerde hem hayırlı olmasının umulduğu işlerde söylenmiş hem de yazılmıştır. ………….. Bu dua; gizli ve aşikâr, dil ile ve kalp ile, göz ve gönül ile, sükunetle ve cerh ile cezb ile, ferdi veya cemi cümle olarak yüce Allah’a dua, niyaz ve yakarışlarda ziyadesiyle yer alan, hali arz eden ifadelerden birisidir. İnsanın hem ızdırar veya hem de iktidar hallerinde müracaat edebileceği ve insanın her halini ihata edebilecek bir niyazdır. Her kulun her anına hitap edebilen bu niyaz, herhangi bir ahval ile herhangi bir anda yolu Bursa Ulu Camiine ya da Sultan Ahmed Camiine düşen her kulu, her vakit ve her an karşılayarak, her zaman duasında yer vereceği bir niyazı hatırlatır. Ulu Camii Duvarından Sultanahmet Camii kapısına, Topkapı Sarayından Ayasofya kütüphanelerinin kapı tokmaklarına, vatandaş hayatından, devlet ricaline herkesin her derdini ihata eden bir niyazdır.  Bu dua; devlet ve milletlerin rüesalarının bütün milleti için yapmayı arzu ettiği hayırlı icraatlarının husule gelebilmesi için hem şahsının, hem milletin, hem memleketin muvaffakiyeti için her şeyin anahtarını elinde bulunduran Yüce Yaratıcı’ya bir müracaat ve münacaatlarıdır. Bu dua bir ızdırar halini de içermektedir. Derdine şifa bekleyen, borcuna eda isteyen, maksadına hayırla vasıl olmak arzu eden, mazlum olan, mağdur olan, mahzun olan, hasılı insanın kendi dar dairesinde, kendi hayatında, esbabın sukut ettiğini hissettiği anlarda ızdırar lisanıyla, kimin gönlünde ne arzusu varsa, yani milyarlarca insanın, her birinin muhtelif ayrı ayrı arzularını yüklenen, ifade edebilen müstesna niyazlardan, ifadelerden birisidir. Kişinin uzun hayatının ve yekûn dertlerinin bir cümleyle ifade edebildiği, kalbindekinin üstünden gizli perdeyi kaldırmadan, sabır duvarını yıkmadan, isyan eşiğini açmadan, halini arz edebildiği müstesna ve mümtaz ifadelerden birisidir. İsmet Özel’in Münacaat şiirinin son bölümünde; “Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana Ya Rabbi taşınacak suyu göster, kırılacak odunu” mısraları yer alır. “İftah lenâ hayra’l-bab” sırrınca açılmış kapılar, ne yapacağını bilemeyen, ızdırar halindeki insana ne yapacağının ihsan edilmiş halidir. Velev ki bu taşınacak su ve kırılacak odun da olsa. Bu duanın kabulü, açılan kapıların ardı; muntazır kalınan her ne ise ona mukabil, birey hayatından toplum hayatına kadar uzanan bir zeminde Tanpınar’ın dediği gibi “saf bir neşe, aydınlanmış bir tebessümdür.” Velev ki yüzyıllar sonra bile olsa etkisi devam eden. Zira “iftah lenâ hayra’l-bab” sırrına mazhar olmuş olmak, yüzyıllar önce bir Ulu Cami duvarına bu duayı yazabilmek, yüzyıllar sonra bu yazıyı okuyabilmek, yüzyıllar önce bir Yeşil Türbe inşa edebilmek, yüzyıllar sonra bir yeşil Türbe gezebilmek, yüzyıllar önce bir Bursa fethedebilmek, yüzyıllar sonra bunların varisi olan bir Bursa olabilmek, yüzyıllar önce kapısından girilecek bir Sultan Ahmed Camii inşa edebilmek, yüzyıllar sonra bu kapıdaki yazıyı okuyabilmek, Sultan Ahmed inşa edebilecek bir Devlet-i Aliyye geçmişine sahip olmak ve bugün için ise hepsinin oluşturduğu bir Türkiye olarak var olmaktır. ………………. Kendi şahsi, hususi dertlerimiz, kendi özel mahzunluklarımızla malul milyonlarca insanız. Bunların yanı sıra, bu günlerde yüzyılın felaketi olarak nitelendirilen afet ve felaketleri milletçe yaşadık, sonuçlarıyla da hem bireysel hem toplumsal hem devlet olarak karşı karşıyayız. Tam da “Türkiye Yüzyılı Başlıyor” olarak ifade ettiğimiz, ifade edilen; ülkemiz, milletimiz ve âlem-i İslam’ı da ihata edecek parlak bir gelecek inşası gayreti, niyeti, ümidi arifesinde yaşanan bu felaketler, kuvve-i maneviyeyi etkileyebilecektir. O halde tam da içinde bulunduğumuz hal üzere gerek şahsi hususi ve gerekse toplumsal külli pek çok mahzunluk içeren ahvalimizi dua ile arz, şahsi dertlerimizden, musibetlerden, afetlerin etkilerinden en kısa zamanda çıkış ve Türkiye Yüzyılının inşası için inayet beklentimizi niyaz vakti. Ey kapıları açan Allah’ım, bizlere hayırlı kapılar aç!

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Mayıs
Konu resmiNefisle Savaş ve Fetih
İnsan

 “Erteleyen helâk oldu.” Hadis-i Şerif Bir Müslümanın dünya hayatında Allah ve ahiret namına muvaffak olması, onun için hakiki fetihtir ve hayat gayesini yerine getirmiş sayılır. Bu muvaffakiyet, kolay elde edilebilen bir süreç değildir. Çünkü insanı hiç bırakmayan nefsi, şeytandan aldığı dersle, daima kötülüğü emreder. Yusuf (as) bir peygamber olduğu halde, nefsin şerrinden Allaha sığınmıştır ki; bunu bize Kur’an anlatıyor. Öyleyse, bizler de daha hassas olmak mecburiyetindeyiz, diyebiliriz. Şeytanın en büyük hilelerinden birisi de nefse vesvese vererek, hayırlı işlerimizi erteletmeye çalışmasıdır. Onun için “Hayırlı işlerin muzır manisi çok olur” der, Üstad Bediüzzaman. Yani şeytan bu usulüyle, insanı yavaş yavaş usandırmak, hatta gayesini unutturmak ve nihayet, o hayırlı niyetinin neticesinden alıkoymak ister. Elbette bundan kurtulmanın yolları da olmalıdır, vardır. Bu­nu, hayatta farklı alanlarda ba­şarılı olmuş insanlardan göre­biliyoruz. Onların hayat tarzlarını inceleyip tavsiyelerine baktığımızda ise planlı, kararlı ve sabırla yaşamayı kendilerine rehber ettiklerine şahit oluruz. Yani, istikamet sahibi kimseler olduklarını görürüz. Evet, ertelemeden, düzenli, gayretle çalışmak başarının en mühim anahtarıdır. Bunun başında gelen ise inanmaktır! İnanmak ve programlı olmak. Tembellik ve rahatına düşkünlük, erteleme hastalığının mühim sebeplerindendir. Öbür taraftan, çok zeki olmak, maddi imkanlara sahip olmak, hayattan memnun kalmak için kendi başına yeterli değildir. Elimizde ne kadar hazır imkân olursa olsun, inanç ve kararlılık olmazsa, gayret ve fedakârlık bulunmazsa, sadra şifa olmuyor, maalesef. Nice kabiliyetli ve imkân sahibi insanlar vardır ki, tembellikten veya plansızlıktan dolayı hayatları verimsiz geçmekte ve kendileri de huzur bulamamaktan şikayetçi olmaktadırlar. Madem insan rahatlık ve tembelliklerle değil de günün sonunda muvaffak olmakla, faydalı işler yapmış olmakla huzur buluyor ve hayatından memnun kalıyor; öyleyse, kişinin en büyük cihadı, nefsin oyalamalarından, şeytanın basit oyun ve oyuncaklarından uzak durmak ve kendini sık sık hesaba çekmek olmalıdır. Nice alimler vardır ki kısa deni­le­bilecek hayatlarına, kayda de­­ğer mühim ve faydalı eserler sığ­dırmışlardır. Hayatlarını te­ker teker okumak ve ibret almak gerek. Ertelemeden elbette :) Ve bu zatların ortak özellikleri, uykuyu ve boşa geçen zamanı asgariye indirmiş olmaları, geçen günün bir daha geri gelmeyeceği şuuru içerisinde hayatlarını sürdürmeleridir. İmam Azam, İmam Şafii, İmam Rabbani, günümüzde Bediüzzaman ve Ahmet Hüsrev Efendiler, bir insanın hayatına sığması mümkün olamayan sayıda eserler ve talebeler bırakmışlardır. Çünkü, günde bir veya iki saat uyudukları aktarılmaktadır. Yıllar önce, yabancı bir işletme uzmanının seminerini dinlemiştim. Diyordu ki: “Siz doğu insanları, zamanı bir daire gibi düşünüyorsunuz. Yani, bugün olmazsa yarın yaparım. Bu hafta olmazsa, gelecek hafta da olur. Bu ay bitiremezsem, gelecek ay, vs. Biz batılılar ise, zamanı düz bir çizgi gibi görürüz. Yani geçen zaman, asla geri gelmeyeceği için, bugünü en iyi bir şekilde değerlendirmeye çalışırız.” İşte, bizim büyüklerimizin ve alimlerimizin anlayışına onlar sahip çıktıkları için olsa gerektir ki; dünya hakimiyeti son birkaç asırdır, bizden onlara geçmiş. Öbür taraftan her bir insan, içinde çok kıymetli cevherler barındırır. Mühim olan bu cevherlerin işlenebilmesidir. En verimli tohum, uygun toprağa değil de kıraç araziye ekilse, elbette ki beklenen neticeyi vermeyecektir. Öyleyse, kendimizin veya sorumlu olduğumuz kimselerin hayatlarının verimli geçmesini istiyorsak, üşenmeden ve ertelemeden en uygun şartları keşfetmeye çalışmayı kendimize ehemmiyetli bir vazife telakki etmek mecburiyetindeyiz. Buradan, dünyevi veya uhrevi işlerimizi planlı, düzenli ve vaktinde bitirebilmek için çaba içerisinde olmanın günlük hayatımızın en mühim parçası olması gerektiği, anlaşılmaktadır. Aslen işlerimizi, dünyevi-uhrevi diye ayırmak bile hata olduğu kanaatindeyim. Çünkü, zaten Müslümanın her işi ahirete uygun ve oraya yönelik olmak mecburiyetindedir. Dünya hayatı, ahireti kazandıracak tek sermayemizdir. Dolayısıyla, şu anki hayatımız, ebedi olacak ahi­ret hayatımızın hem tarlası hem de başlangıcı olması yanında, mühim bir parçası da sayılmalıdır. Yani, ikisini beraber tutacak olursak, başlangıcı nasıl yaşarsak, arkası da öylece şekil almış olacaktır. Hâsılı, Resul-i Ekrem’in (asm) “Erteleyenler helak oldu” hadisi kulağımızda küpe, başımızda levha olmalıdır. Çünkü, herkes kendi hayatında, yapmak isteyip de bir türlü başlayamadığı, başlayıp da neticelendiremediği çok planları, projeleri olduğunu görebilir. Namazın ehemmiyetini çok iyi bildiği halde hep sonraya tehir edenler; Kur’an öğrenmeyi çok istediği halde bir türlü başlayamayanlar, kendini değişik alanlarda geliştirmek isteyip de başlamayanalar, hep plansızlığın ve ertelemenin kurbanıdırlar. Hal­bu­ki bunun sonu, hüsran ve helakte kadar götürebilmektedir. Çünkü zamanımız, yani ömrümüz, son derece mahduttur. Evet, en mühim varlığımız ve tek sermayemiz olan hayatımız, dakika dakika sahip çıkmamız gereken ömrümüzdür. Hoyratça harcamaya gelmez. Son pişmanlık da fayda vermez. Rabbimiz, hayatını dolu dolu yaşamayı, isteyen her Müslümana nasip etsin!

İsmail ERDOĞAN 01 Mayıs
Konu resmiEn Büyük Fetih Bir Gönüle Girmektir
İnsan

Batılı dillerde karşılığı olmadığı söylenen bir kelimedir gönül. Bizde ise duygularımızın kaynağı ve maneviyatın merkezidir. Güzel dilimiz Türkçede de onlarca deyim ve atasözü vardır gönülle ilgili: Gönülden iman ederiz edince. Gönül meselesi de olur gönül sofrası da… Alçak gönüllü olmak ve hatır gönül bilmek önemlidir mesela. Gönül dolusu sevgiler göndeririz uzaklara. Gönül coğrafyamız vardır gönüllerimizde yer eden.  Gönül gönüle değince yollar bile dayanmaz. Ve bu liste böyle uzar gider.  Tamir etmenin, yapmanın zor; yıkmanın, tahrip etmenin kolay olduğu hakikati ortadayken gönül ehli olmak, gönül alan olmak önemlidir. Zora talip olanlar gönül erleridir. Modern dünyada sayıları azalsa da geçmişte her memlekette, tekkelerde, medreselerde yetişen dervişler İslam’ın yayılmasına hizmet için dört bir yana dağılırdı. Kılıç kuşanmış ordular kıtaları fethetmeden önce gönülleri fethederdi erenler. Çünkü kalpleri fethetmek kaleleri fethetmekten daha önemliydi. Hz. Pir Ahmet Yesevi’nin ocağında pişen, onun hikmetleriyle yoğrulan dervişler Malazgirt’ten önce fethe müyesser olmuşlardı. Yeri geldiğinde de Sarı Saltuk, Geyikli Baba, Şeyh Abdal Murad gibi erenler manevi cihadı bir tarafa bırakıp, kılıç kuşanıp orduyla birlikte seferlere katılarak “alp eren” oluvermişlerdir. Gönül erlerinden bahsedip de Yunus Emre’yi anmamak olur mu hiç? Yaratandan ötürü yaratılanı sevmeyi bize öğretendir Hz. Yunus. Her şiirinde ya hak kelamı ya peygamber buyruğu vardır. Efendimizden (sav) aldığı derstir söylediği deyişler: “Yunus Emre der kocaGerekse var bin haccaHepisinden iyiceBir gönüle girmektedir” *** “Gönül Çalabın tahtıÇalab gönüle baktı.İki cihan bedbahtıKim gönül yıktı ise” Gönül almayı, gönlü kırmamayı Hz. Peygamber’den (sav) öğrenmiştir Yunus. Efendimiz (sav) bir gün sırtını Kabe’ye dayayıp dinlenirken şöyle demişti: “Ne büyüksün, ne iyisin; ancak Allah’a yemin ederim ki mümin kulun kalbi Allah katında senden daha büyüktür.” Molla Cami’de aynı hakikat başka bir şekle bürünür: “Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Âzerest, dil nazargâh-ı Celîl-i ekberest”. Ya­ni Kâbe Âzer’in oğlu Hz. İb­ra­him’in inşa ettiği taş bir yapıdır. Gönül ise ululuk ve celâl sahibi Allah’ın nazargâhıdır. Her ikisi de muhteremdir ancak gönlün mimarı Rahman’ın bizzat kendisidir. Kudsi hadiste geçen “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım.” ifadesi ise bu hakikatin kaynağıdır. Yine bir gün Efendimiz (sav) torunu Hz. Hasan’ın (ra) yanağından şefkatle öper. O esnada yanında Akra bin Hâbis oturmaktadır. Akra, “Benim on tane çocuğum var, bugüne kadar hiçbirini öpmüş değilim!” deyince Efendimiz (sav) ona şöyle bir bakar ve “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!” buyurur. Yine bir başka gün bir bedevî gelir ve “Siz çocukları öper misiniz, biz hiç öpmeyiz!” der. Allah Resulü (sav) “Allah senin kalbinden merhamet ve şefkat duygusunu çekip aldıysa ben sana ne yapabilirim ki?” buyurur.1 Başkalarının gönüllerini yapmak kadar kendi gönlümüzü fethetmek de bu mevzuda önemlidir. Belki de işe merkezden, kendinden başlamalı insan. Kişi dostlarının, anne babasının, eşinin, çocuklarının gönüllerini fethederken kendini de ihmal etmemelidir. Çünkü en büyük vazife en dar daire olan kalp dairesindedir. Gerçek fatih aynı zamanda kendi gönlünü, kalbini de fethedebilendir. Gönlümüzü fethetmek yani ayine-i Samed olan kalbimizi keşfetmek, tanımak ve güzelliklere açmak… Kalpten rabbe giden yolda tefekkür ve tezekkürle ilerlemek... Nefisle savaşarak imanın da merkezi olan kalbi her daim temiz tutmak… İman hakikatleri ile onu parlatmak... Merhamet, şefkat, tebessüm ve yardımlaşma ile onu yeşertmek, öldürmemek… Uzun emellerden, boş temennilerden, malayani olan ne varsa her şeyden uzaklaşarak kalbin katılaşmasına mâni olmak... Zikir ve tesbih ile onu cilalamak, paslanmasını önlemek ve tenvir etmek… Hz. Mevlânâ “Beden bu dünyaya aittir ruh ise öteki âlemden gelmiş bu âlemde gariptir, gariplere sahip çıkmak ise Kur’an emridir. O nedenle ruhuna sahip çık!” diye buyurur. Ruhumuza sahip çıkmanın birinci şartı az yemektir. Az yemek, az uyumaya, az uyumak az konuşmaya, az konuşma da dinlemeye vesile olur. Nefis karşısında güçlü bir ruha sahip olmak için az yemek değişmez kuraldır. “Sen bedenini yağlı ballı yemeklerle besledikçe, asıl varlığın olan, seni diri tutan ruhunu asla güçlü bulamazsın.” derken başka bir Mesnevi beytinde “Sen Cenâb-ı Hak’tan ilâhî aşk iste, ruhunu besleyecek gıda iste, ekmek isteme. Ekmek bu bedenimizin gıdasıdır. Hayvani ruhumuzu, nefsimizi besler. İlahi aşk ise can rızkıdır ruhu besler. Allah’tan ten rızkı istemektense ruhumuzu besleyecek can rızkı istemek elbette çok daha hayırlıdır.” buyurmuştur.2 1- (Buhârî, Edeb, 18)2- Hz. Mevlânâ: Mes.clt.1.265.

Tarık ÇELİK 01 Mayıs
Konu resmiFethedilen Gönüller
İnsan

Gönüllerindeki en sevgili insanın Hz. Muhammed (sav) olmasını temin edebilen insanların en büyük umudu da hiç kuşkusuz Hz. Muhammed’in (sav) gönlünde yer alabilmektir. Tarih, onu sevme yarışı içindeki Müslümanların destansı hayat hikayeleri ile doludur.  Genellikle en geniş ve görünen anlamına tâlibizdir kelimelerin. Bundan dolayı söz sanatları gelişmiştir. Cinas, redif ve mecaz gibi birçok üslup tarzı ve söz sanatı, insanın daha iyi anlama, daha derin hissedebilme, daha geniş görebilme ve en mükemmel şekilde ifade edebilme arzusundan doğmuştur. İnsan paha biçilmez bir kıymette yaratıldığı için, bu kıymetli halini hemen her eyleminde ve her eserinde ve hatta kendini ifade ettiği anda göstermeye meyyaldir. Fıtrata nakşedilmiş olan bu derinlik ve hassasiyet, aslında insandan beklenen o yüksek şuurun temsilcisi olabilmesine matuftur. İnsan, kıymetinin, liyakatinin, istidadının ve nihayetsiz potansiyelinin bilinmesini ister. Zira yine fıtrî bir kanundur ki, her kemal ve cemal sahibi, kemal ve cemalini görmek ve göstermek ister. Ve bu gayretlerin son ucu rıza-i Bâri’nin kazanılmasıdır. Her ne kadar kişinin kendini göstermek ile ilgili arzusu nefsin birtakım vartalarına düşülmesine neden olabilse de bizim bugün anlatmaya çalışacağımız konu ve odağımız, bir rızanın kazanılması ve o kazancın anlamı. Mesela Peygamberimizi (sav) sevmenin anatomisine göz atalım. Neden koskoca bir ümmet sevgili Peygamberimizi (sav) sevme yarışı içinde? Ve gerek muasırları gerekse daha sonraki takipçileri neden Ona (sav) olan sevgilerini göstermek için “Anam, babam ve tatlı canım sana feda olsun ya Resulallah” demişlerdir. Kimse bu sevgi ve bağlılık biçiminin bir zorunluluktan kaynaklandığını düşünmesin. Çünkü akla gelen bir hadis böyle bir bağlayıcılığı işmam edebilir: “Sizden biriniz beni annesinden-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” [Buhari, Sahih, İman, 2/8 (I;9)] Her sözünde birbirinden şirin nice hikmetlerin saklı olduğu Peygamberimiz (sav), aslında bu mübarek sözü ile de çok kıymetli bir rehberlik yapmaktadır. Zira sevgi, kalp ve gönül işidir. Ve o gönlün fıtrî olarak ilk sakinleri anne, baba ve kardeş gibi en yakınlarımızdır. Yani doğduğumuzda ve bir zaman sonra buluğa erdiğimizde, kalbimizde sözünü ettiğimiz yakınlarımızı ve onların sevgilerini hazır buluruz. Bu sevgiler (anne, baba, kardeş) bizim bir emek harcamadığımız tabiri caizse ucuz bir şekilde kendimizi içinde ve sevgilerini içimizde bulduğumuz türden sevgilerdir. Oysa peygamber sevgisi öyle mi? Tanımadan, inanmadan, adanmadan ve belki uzunca bir ömür (zaman, mesai) harcamadan elde edilebilecek bir sevgi değildir, peygamber sevgisi. Çünkü bu sevginin makbul olanı, Allah (cc) katında geçerli olanı, kalbinizde hazır bulduğunuz sevgi ve sevgililerin üzerine konulması ile mümkün olabilmektedir. Burada bir sevgi ve sevgili hiyerarşisinden bahsetmek durumundayız. Yani sizin nasıl bir insan olduğunuzun göstergesi ya da Hak katındaki makbuliyetinize bir emare sayılabilecek olan nokta, sevgili Peygamberimizin (sav) her faniden daha çok sevilip sevilemediğidir. Bu, ne çetin bir imtihan. Ezberlediğimiz sevgilerden geçmek ve hece hece yeniden Peygamberi­mizi (sav) sevmek. İşte bu durum, aslında Rabbimizin bizi tâbi tuttuğu imtihanın seyir defterinin, gönlümüz ve gönlümüzün içeriği olduğunu gösteriyor. Gönlünde neler var, gönlündeki bir numara kim, gönül yangının kimin/ne için. Evet işin gerçeği belki de mahşer günü Rabbimiz, bizim gönüllerimizi tıpkı bir USB cihazı (flash disk) gibi bir bilgisayara taktığında, o cihazın içeriğinin dev ekranda yansıyacak olması, amel defterimizin özeti kabilinden olacak. Ya Bâki Ente’l-Bâki sırrınca kalbin ilk sakini gönlümüzün ilk konuğu mahbub-u la-yezal olan (kaybolmayacak, yok olmayacak, fani olmayan) Rabbimiz olmalıdır. Onun yeri kimsenin yerine, hiçbir faninin yerine benzemez. “Yere ve göğe sığmadım, mümin kulumun kabine sığdım” kudsi hadisi mucibince bir gönlü Hak katında geçer akçe yapacak olan tek pozisyon, orada yani insanın arşı olan gönlünde/kalbinde Allah’ın (cc) olmasıdır. Bu muhabbetin tabii bir neticesi ise; Rabbimizin en çok sevdiği ve Hak katında birçok rütbe iltifata mazhar olan sevgili Peygamberimizin (sav) sevgisinin en sevgili fani olarak o kalpteki ilk yeri almasıdır. Gönüllerindeki en sevgili insanın Hz. Muhammed (sav) olmasını temin edebilen insanların en büyük umudu da hiç kuşkusuz Hz. Muhammed’in (sav) gönlünde yer alabilmektir. Tarih, onu sevme yarışı içindeki Müslümanların destansı hayat hikayeleri ile doludur. Mesela Üveys el-Karanî (ks) hazretlerinin, aynı zamanda yaşamasına rağmen sevgili Peygamberimizi (sav) bir kez bile göremeden ortaya koyduğu o sevgi, o aşk asırların azametli dalgaları üzerinden bu günlere kadar nasıl ulaştı? O, Peygamberimizi (sav) o kadar çok sevdi o kadar güzel sevdi ki; gönlüne padişah kıldığı fani, Allah Resulü (sav) idi. Öyle ki, sevgili Peygamberimiz (sav) vefatından sonra kendisine teslim edilmek üzere göndermiş olduğu hırka-i şerifiyle beraber, Üveys el-Karanî’den ümmeti için dua talep etmiştir. Peygamberin (sav) gönlündeki Üveys’e (ks) bakar mısınız? Peki ya Hz. Hubeyb (ra) nasıl sevdi Peygamberimizi (sav), ne kadar sevdi? Bir komplo ve tuzak neticesinde müşriklerin eline düşen Hubeyb’e (ra) günlerce işkence yapan müşriklerden en şedit olanı, “Şimdi sen burada bizim mızraklarımızın ucunda acı çekerken, Muhammed (sav) rahat içinde, hiç zoruna gitmiyor mu, şimdi senin yerinde onun olmasını istemez miydin?” diyordu. Hubeyb (ra), “Sen ne di­yorsun be adam, değil O’nun (sav) benim yerimde olmasını, ben O’nun saçının bir teli ve canının selameti için bin canım olsun ve her gün birini feda edeyim isterim” şeklinde iman ve aşk dolu bir karşılık vermişti. Bu cevap -emin olun- öyle büyük bir tebliğ ve tevhidin öyle bir delilidir ki, o gün Hubeyb’i (ra) şehit edenlerin hiç birisi bu katliam ile ne rahat edebilmişler ne de intikamlarının tatminini yaşayabilmişleridir. Çünkü hepsi şunu çok iyi biliyordu: Bir insan bir şeyi canından aziz biliyorsa ne ona ne de davasına galip gelebilirsiniz. Peygamberin (sav) gönlünde yer alabilmek ve iltifatına mazhar olabilmek ve asırlarca uzaktan O’na olan sevgisini göstermek için büyük bir ihtiramla selam çakmak niyeti ile İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed Han (ks) nasıl unutulabilir. Allah Resulü’nün (sav), İstanbul’un fethi ile ilgili hadisini bir emir telakki ederek belki de hayatının en büyük gayesi seviyesinde gören Sultan 2. Mehmed Han (ks), gönlündeki sevgililer sevgilisine sevgisini göstermek için yaşadığı asrı aşmış, yaşadığı zamana sığmayacak bir gayret ve ciddiyetle dünyanın başkentini fethetmiştir. Bu fetih, bir Peygambere (as) duyulan sevgi, hayranlık ve inkıyaddan başka bir sebeple gerçekleştirilmiş değildir. Üstelik fetih sonrası tutumları ile sergilemiş olduğu ahlak ve ortaya koymuş olduğu adalet, buram buram Muhammed (sav) kokuyordu. Allah’ım onlardan razı olsun. Âmin. İşte bundan dolayı izin vermeliyiz. Peygamberimizin (asm) gö­nül­lerimizi fethetmesine izin ver­meliyiz. Zira o öylesine kutlu bir fetihtir ki, fethettiği gönülleri fatih yapmış, ârif yapmış, alim yapmış, zâhid yapmış. Yazımızın en başında dediğimiz gibi, kelimelerin en geniş ve görünen anlamına talibiz. Fetih dendiğinde de çok daha büyük şeyler anlamalıyız, öyle değil mi? Es’selam Men’ittebea’l Hüda

Ahmet EFENDİ 01 Mayıs
Konu resmiFetih ve Fetih
Tarih

Fetih deyince akla ilk gelen şüphesiz ki Fatih namıyla meşhur,  Sultan 2. Mehmet’tir. Sadece bizim değil, dünyada tarih okumuş veya meraklısı olan herkesin, araştırmalarında rastlayacağı isim, Fatih Sultan Mehmed Han’dır. Çünkü Sultan Mehmed, müyesser kılınan İstanbul’un fethi ile hem İslam dünyasının hem batı aleminin şehadeti ve tasdikiyle çağ açıp çağ kapamış ve bununla şöhret bulmuş, tanınmıştır. İstanbul gerek tarihi gerek coğrafyası gerek jeopolitik konumuyla; bin yıllardır devletlerin savaş stratejilerini belirlemiştir. Perslerden Romalılara, Bizans’tan Osmanlıya kadar hep, gözde şehir olmuştur. Uğruna şiirler, şarkılar, türküler yakılmıştır… Peki, Fatih’in henüz yirmi bir yaşında genç bir delikanlıyken gözünü karartan ve “Ya ben İstanbul’u alacağım ya İstanbul beni” dedirten neydi? Elbette öncelikle, Peygamber Efendimizin müjdesine nail olmak! “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan; o ordu ne güzel ordudur!..” hedefini gerçekleştirmek. İslam ve Hak namına önemi olduğu peygamberin işaretiyle tayin edilen o kutlu gayeye ulaşabilmek… Babası dahil, pek çok kimsenin arzu ettiği bu hedefe ulaşmak Sultan Mehmed’e nail olmuştu. Kaderin tayini böyle olmakla beraber, Sultan Mehmed de kendine düşen vazifeyi bihakkın yerine getirmiştir. Devrin en güçlü ve eşsiz topları Şahi’leri döktürmüş, kendisinden önceki kuşatmaları işinin ehli bir heyetle detaylı şekilde incelemiş, askerlerini her türlü ihtimale karşı hazır tutmuş ve donatmıştı. Bunlar işin teknik ve maddi yönüydü. Bir Müslüman için hem maddi hem de manevi hazırlık şarttır. Maneviyatı ihmal ederek asla gerçek başarıya ulaşılamazdı. Sultan Mehmed de bu maddi hazırlıkların yansıra, sürekli Fetih Suresi okuyup Rabbinden yardım dileyecek bir ekip oluşturmuştu. Kaldı ki hedefi koyan Allah Resulü olmak hasebiyle, halkı da ordusu da kendisi de o manevi rehberin rehberliğinde bir hayat yaşıyor, ahlaken Kur’an’ın gösterdiği hali ortaya koyuyordu. Tarih şuna defalarca şahit olmuştur ki, gerçek zafer, insanın kendisini tanıyıp zararlılarından kurtulmakla gerçekleşir. Hakiki mücadele, insanın kendisiyle olan mücadelesidir. Her şey insanın kendisinde başlar. Fetih ve fatih denince evet ilk akla gelen İstanbul’un fethi ve fatihi Sultan Mehmet’tir. Her sene-i devriyesinde hatırlar ve Allah’a hamd ederiz. Peki, hepsi bundan mı ibaret olmalı? Mesele tarihimizle gurur duymak mı? Yoksa fethin temelindeki, nefsi olan sıkıntılardan kurtulup Allah ve Resulünün istediği bir kul olabilmek mi? İstanbul’un fethi, kendimizi fethimiz yani nefisle olan mücadelemize kapı açarak daha bir insan olma gayretine katkı vermeli değil mi? Alemlerin Rabbi olan Allah Kur’an-ı Azimüşşanda, “(Ki) onu (o nefsini, günahlardan) temizleyen muhakkak kurtul­muştur!”1 buyurmaktadır.  Pey­gam­berimiz (sav) Uhud Savaşı’ ndan dönerken sahabelerine en büyük cihadın nefis ile yapılan cihad olduğunu işaret ederek “Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz”2 buyurmuştur. Öyleyse bizim İstanbul’umuz kendi nefsimiz olmalı. Onu fethedip felaha kavuşmak için hem maddi hem manevi yapılması gereken her ihtimal için çalışmalıyız. Fatihin savaş için yaptığı hazırlıklara bedel biz de kendi mücadelemiz için hazırlıklı ve donanımlı olmalıyız. O İstanbul surlarını yıkmak için nasıl şahi toplarını döktürdüyse; biz de nefsin kalınlaşmış gurur ve kibir duvarlarını istiğfar ile öyle parçalamalıyız. O nasıl askerlere eğitimle savaş terbiyesi verdiyse; biz de Kur’an-ı Kerimi okuyup, ezberleyip nefsimizi öyle terbiye etmeliyiz. O nasıl ordusunun güçlü kalması için yeme-içmesini hazır ettiyse; biz de iman hakikatleriyle kalbimizi doyurarak zaafa düşmesini öyle engellemeliyiz. Yusuf (as)’ın dediği gibi; “Muhakkak ki nefis, daima kötülüğü emredicidir”3 demeliyiz. Nefs-i emmareye itimat edilmez, sürekli teyakkuzda olmalıyız. 1- Şems Suresi, 92- Tirmizi/ Cihad- Razi, XXIII, 72; Beydavi, II, 973- Yusuf Suresi, 53

Yusuf YAYLACI 01 Mayıs
Konu resmi“Değer”lere mif  t  âh, yâ Fettâh!
İtikad

Dil… Hayatının aynasında temessül eden Şems-i Ezeli’nin nurlarından aldığı his/se ve muhabbetle, şevki kendinden geçercesine diline vuran Şems-i Sivasi mealen şu hakikati dil/lendirir: “Gönlünden gayrıları sür çıkar ki, orada Hakk’ın isim ve sıfatları tecelli etsin. Gönül sarayını mamur etmeden âlemlerin sultanını oraya nasıl beklersin?” Tam da “kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirme ma­kamı”. Öyle bir makam ki, Zişuur olan ve kendini tanıması gerektiği gibi, bilen insan için Rabbimizin, “Ben göklere ve yere sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” hadis-i kudsisinden koku var. Öyle ya yaradılıştaki hikmetlerden birisi de güzel isimlerine ayna olmak değil mi? Kalb-i insan, nam-ı diğer dil-hanesi de bu cihetten tecelligâh-ı ilahi değil midir? İşte böyle bir dilde ism-i Fettâh tecelli etse!.. “Gel” çağrısı mucibince Mes­ne­vi’den alınan ders ile “Allah’ı anarak, salih ameller işleyerek parlatılmış, cilalanmış olan renkten ve kokudan kurtulmuş bir gönle…” Perdeyi kaldıran Rum ressamın cilalanmış duvarına akseden resim ve nakışların aksi gibi… Tecelli etse… ve böylelikle, Feth olsa… Elbette o vakit önce, Büyük kâinatta, hususen zemin sahifesinde müşahede ettiğimiz her şeye layık bir şekil açmak ve suret vermek olan tecellisini göreceğiz. Başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden açılan pek çok manidar suretlerini ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerine açtırılan çok cazibedar simalarını birer numune birer şahit yazacağız. Afak’a açılan bu tevhid penceresinin beraberinde sonra… Küçük kâinattaki… Enfüsi dairedeki… Kilid-i genc…’lerin nicesinin kırılması şeklindeki tecellisini göreceğiz. Hem de “فَاسْتَقِمْ      ” sırrı muktezasınca hüsn-i ahlak ve adab-ı muaşeret ihatasınca… Asrın idrakine münasib tarzda… Beşerin sadece ferdine değil, nev’ine de münhasır olaraktan… Rab ismi burcunda; Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyan ile mehasin-i ahlakiyenin bütün efradını terbiye-i ahlakiye ile ders vererekten, ahlak-ı seyyienin membalarını kurutaraktan, Bütün ahlâk-ı hamidede en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye malik olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın, ki -her bir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak etmiştir- ictima etmiş ahlak-ı aliyesine rabt ederekten… Miftâh, miftâh, miftahlarca… Evet, vakit: Fasl-ı güldür bab-ı bağ-ı bağlama ey bağban / Ta ki sana feth ide Fettah ebvâb-ı na’îm On dört asırdır süren biricik fasl-ı gül (yer yer bahar içinde hazan dokunsa da)… Bül bağının kapısını bağlamamalı! Anne bahçıvan, baba bahçıvan: hoca bahçıvan… Naim Cennetlerinin yolu, asrı, asr-ı saadet eyleyen gül sandığının kilidinin anahtarında giz’li… Dilinde (asm): Yâ Fettâh * * * یَا مُفَتِّحَ الْأَبْوَابِ اِفْتَحْ لَنَا بَابَ الْمُغَلَّقَاتِ یَا مُحَوِّلَ الْاَحْوَالِ حَوِّلْ حَالَنَا اِلٰي رِضَاكَ Ey kapıları açan Allah’ım, kapalı kapıları bize aç. Ey hâlleri değiştiren Allah’ım, hâlimizi rızana çevir.

İbrahim SARITAŞ 01 Mayıs
Konu resmiBediüzzaman Hazretleri ve Sırat-ı Müstakim
Risale-i Nur

“Sırat-ı müstakim, şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hulâsasından hâsıl olan adl ve adâlete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür ve inkılap ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviye; ikincisi, zararlı şeyleri def’ için kuvve-i gadabiye; üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliyedir. Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihâyet tayin edilmiş ise de fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.  Sırat-ı müstakim “apaçık, dosdoğru ve hak yol” demektir.1 Rabbimiz Fatiha suresinde  اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَۙ “Bizi sırat-ı müstakime hidayet eyle!” ayetiyle bize nasıl dua edeceğimizi öğretmiştir. Sırat-ı müstakim konusunu Üstad Bediüzzaman Hazretleri İşârâtü’l-İ’câz isimli eserinde2 şöyle ele almıştır: “Sırat-ı müstakim, şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hu­lâ­sa­sından hâsıl olan adl ve adâlete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür ve inkılap ve fe­lâ­ket­lere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviye; ikincisi, zararlı şeyleri def’ için kuvve-i gadabiye; üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliyedir. Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihâyet tayin edilmiş ise de fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrît mertebesi humûddur ki ne helâle ve ne harama şehveti, bir iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pây-i mâl etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur. Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi cebânettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki ne maddî ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdâdlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u dinîye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz. Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabâvet­tir (ahmaklıktır) ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde göstermeye kadar hileli ve aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder. Bâtılı bâtıl bilir, ictinâb eder.” İnsana verilen kuvveler ile ifrat, tefrit ve vasat mertebelerini tab­lo halinde şöyle gösterebiliriz: “Hulasa şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adâlettir. Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir.”3 Bediüzzaman Hazretlerinin ha­yatından sırat-ı müstakimin va­sat mertebesine ait bazı örnekler şu şekildedir: Kuvve-i şeheviyenin vasat mertebesi olan iffeti Bitlis Valisi Ömer Paşa, Hazreti Üstadı genç yaşlarında iken konağında misafir eder. Valinin hanımı vefat etmiş olup altı tane kızı vardır.4 Üstad Hazretleri Ömer Paşa’nın kızlarına karşı takındığı muttaki ve iffetli tavrını daha sonra şöyle anlatmıştır: “Elli beş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te Vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı; üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip (ayırıp) tanımıyordum.  O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hatta bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes ve ben de bu hale hayret ederdik. Bana sordular: “Neden bakmıyorsun?” Derdim: “İlmin izzetini muhafaza etmek beni baktırmıyor.”5 Kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesi olan şecaati Bediüzzaman Hazretleri 31 Mart hadisesinde Volkan, Ser­bestî ve Mizan gibi gazetelerde yazmış olduğu makalelerle isyan eden askerleri itaate davet etmiştir. Hatta Bab-ı Seraskeri’ye giderek isyan eden sekiz tabur askere hitap etmiş ve bu konuşması üzerine askerler isyandan vazgeçmiştir. Bir hafta boyunca İstanbul’da yatıştırıcı faaliyetlerde bulun­ması, asayişi muhafaza ve fitnenin önüne geçme çabalarına rağmen Üstad Hazretleri Divan-ı Harb-i Örfi namındaki mahkemece tutuklanmıştır. Bir ay tutuklu kaldıktan sonra 23 Mayıs 1909’da yapılan ilk duruşmadaki cesur ve ateşli müdafaasının ardından tahliye edilmiştir. Mahkeme esnasında, idam edilmiş on beş mahkûm pencereden görünür bir vaziyette iken mahkeme reisi Hurşid Paşanın: “Sen de şeriat istemişsin?” diye sormasına karşılık Üstad Bediüzzaman: “Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!” cevabını verir.6 Yıllar sonra Hazreti Üstad Afyon Mahkemesi müdafaâtında bir kez daha şecaatini ortaya koyan şu satırları kaleme alır: “Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’aniye’ye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.”7 Kuvve-i akliyenin vasat mertebesi olan hikmeti Bediüzzaman Hazretleri hak ke­lamullah olan Kur’ân-ı Ha­kîm’i kendisine yegâne üstad kabul edip Kur’an’dan istifadeyle hikmetli Sözler’i, Nur Risalelerini telif etmiştir. Risale-i Nur’un mümtaz vasıflarından biri İslam dininin günümüze kadar kapalı kalmış, tam olarak izahı yapılamamış bazı tılsımlarını keşfetmiş olmasıdır. Bunlar içerisinde kader ile insan iradesinin neden çelişmediğinin izahını, öldükten sonra dirilmenin akıl yoluyla ispatını ve Allah Teâlâ’nın her şeye her şeyden daha yakın olduğu halde, her şeyin ondan nihayetsiz uzak olmasının sırrını sayabiliriz. Daha önce kapalı kalmış bu meselelerin asrımızda açılmış olmasının büyük bir önemi vardır. Önceki asırlarda, toplumda iman kuvvetli ve umumi olduğundan bunların izahları bilinmese de bir şüphe vermiyordu, insanlar teslimiyet gösteriyordu. Teslimiyet duygusu kırılmış günümüzde ise İslamiyet aleyhinde çalışan dinsizlik cereyanları bu gibi meseleleri kaşıyarak insanların imanlarını tehlikeye sokmaktadır. Risale-i Nur bunlar gibi yüzden fazla din tılsımını keşfederek ehl-i imanın eline gayet kuvvetli deliller vermiş, onları bu büyük tehlikeden kurtarmıştır. Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un bu hususiyetini şöyle anlatır: “Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’âniye muammalarını hal ve keşfetmiştir ki, her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükuka dü­şü­yorlardı. Tereddütlerde ka­lıp bazen de imanlarını kay­be­­di­yorlardı. Şim­di bütün dinsiz­ler toplansa­lar, o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler.”8 Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere Üstad Bediüzzaman Haz­retleri hayatı boyunca sı­rat-ı müstakim üzere yaşamış, kuvve-i akliyede hikmeti, kuv­ve-i gadabiyede şecaati ve kuv­ve-i şeheviyede ise iffeti esas alarak hareket etmiştir. Biz de Hazreti Üstad’ın lisanıyla Rabbimize şöyle dua edelim: Yâ Rab! Habib-i Ekrem Aley­his­salâtü Vesselâm hürmeti­ne ve İsm-i A‘zam hakkına, kalp­le­rimizi envâr-ı îmâniyeye maz­­­har ve kalemlerimizi esrâr-ı Kur’âniyeye nâşir eyle. Ve bize sırat-ı müstakimde istikamet ver. Âmin.9 1- https://islamansiklopedisi.org.tr/sirat-i-mustakim2- Birinci Cihan Harbi sırasında yazılan ve bir şaheser olan İşârâtü’l İ’câz isimli bu tefsir, Risale-i Nur’un bir fihristesi, bir listesi ve o Nur bahçesinin bir fidanlığı unvanını almıştır.3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 19.4- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 79.5- Emirdağ Lahikası, c. 3, s. 404.6- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 121.7- Şua’lar, c. 2, s. 424.8- Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 194.9- Mektubât, s. 137.

Ali CİRİT 01 Mayıs
Konu resmiTevbe ve İstiğfar
İbadet

“Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, affa müstahak olur.” Tevbe ve İstiğfar Ne Demektir? Arasındaki Farklar Nelerdir? Tevbe kelimesi Arapçada, geri dönmek ve yönelmek anlamlarına gelir. Günahından pişman olup ondan vazgeçmek, bir daha yapmamaya niyet etmek, temiz olan aslına geri dönmek demektir. Tevbe, Allah’a itaate yönelmenin ifadesidir. Allah’ın (cc) razı olduğu kulluğun en belirgin vasfıdır. Tevbenin zıttı inat, kibir ve hatada bile bile ısrardır ve bunlar şeytanın ve şeytanın yolunda giden insanların özelliğidir. Hz. Âdem (as) hata etmiş ve tevbe etmiştir. Allah da (cc) onun tevbesini kabul etmiştir. Şeytan ise isyan etmiş ve kibirlenerek isyanında ısrar etmiştir. Allah da (cc) onu ebediyen ateşte bırakacağını söylemiştir. İstiğfar ise; af dilemek, niyaz etmek, yalvarmak demektir. İşlenmiş olan günahlardan bağışlama dilemektir. Tevbeyle beraber mağfiret (af) talebiyle yapılan duadır. Tevbe, kalp ile olur, kalbi günah kirlerinden temizler. İstiğfar ise dil ile olur. Amel defterini günahlardan temizler. Tevbe, insanın yalnız kendi nefsi içindir. İstiğfar hem kendisinin hem de başkasının nefsi için olur. Tevbe, geçmişte olan günahından pişman olup, gelecekte olacaktan sakınmaya azmetmektir. İstiğfar, işlenmiş olan günahlardan bağışlama dilemektir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri tüm bu söylediklerimizi çok veciz bir şeklide şöyle izah etmektedir: “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, affa müstahak olur.”1 Konuyu açmaya fayda sağlayacak bir örnek noktasında, mesela bir öğretmen öğrencilerini imtihan ederken bir öğrencinin kopya çektiğini görüyor. Öğrenciyi yanına çağırıp dese; “Neden kopya çekiyorsun?” O öğrenci mahcup olup özür dilese, bir daha yapmayacağını edeple söylese, yanlış yaptığını itiraf etse, öğretmen o öğrenciye insaf nazarıyla bakabilir ve affedebilir. Yine bir çocuk annesine karşı bir yanlış yapsa annesini üzse, annesi de ona kızsa, çocuk bir müddet gözden kaybolur, ama gidecek yeri olmadığından yine annesinin şefkatli sinesine sığınır, özür dileyip kendisini affettirmek ister. Annesi de annelik şefkatiyle o evladını affeder. İşte biz kullar da hata ve günah işlediğimizde başka sığınacağımız bir kapı olmadığından, Rabbimize pişmanlıkla yönelmemiz ve tevbe etmemiz gerekir. İstiğfar ile dua etmemiz gerekir. Rabbimiz de tevbe ve istiğfar edenlere rahmetiyle ve şefkatiyle muamele edeceğini ayetlerde müjde vermektedir. Sevgili Peygamberimiz (sav) Tevbe Etmiş midir? Hadis-i Şeriflerde Tevbe Konusu Nasıl Anlatılır? Peygamber Efendimiz (sav) bütün güzel hasletlerde olduğu gibi tevbe ve istiğfar etmekte de en önde olup ümmetine rehber olmuştur. Hiç günahı olmadığı halde günde yüz defa hatta daha fazla istiğfar edermiş. Bir hadis-i şerifte; “Ey insanlar! Allah’a tevbe edin ve ona istiğfar edin! Muhakkak ki ben her gün yüz defa, hatta yüzden daha fazla, Allah’a tevbe ediyor ve ona istiğfar ediyorum.” (Müslim, Zikir, 42) Ebu Hureyre (ra) diyor ki: “Hz. Peygamberden daha çok istiğfar edeni görmedim.” (Nesâî, Kübrâ, IX, 171) Sevgili Peygam­berimiz (sav) üm­metini de teşvik etmiş. “Bütün insan­lar hatalıdır; hatalı insanların Allah (cc) katında en makbul olanları tevbe edenleridir.” buyur­muştur. (Tirmizî, Kıyâme, 49) “Günahlarınız semaya ulaşacak kadar bile olsa, arkadan tevbe etmişseniz, günahınız mutlaka affedilir. Günahından tam olarak dönüp tövbe eden, onu hiç işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd 30) “Allah’ın kulunun tevbesinden duyduğu sevinç, birinizin çölde kaybetmiş olduğu devesini bulmasından dolayı duyduğu sevinçten daha fazladır.” (Bu­hârî, Daavât 4) “Kul bir hata işleyince kalbine siyah nokta düşer. Günah işlemekten vazgeçer, tevbe ve istiğfar ederse kalbi temizlenir. Günah işlemekte devam ederse nokta çoğalır, tamamen kalbini kaplar.” (Tirmizî, Tefsîr, 83) Bediüzzaman Hazretlerinin 2. Lem’a’da bu hadisi teyit eden şu izahları konumuz ile mutabıktır. “Günah kalbe işleyip, kalbi si­yah­­landıra siyahlandıra, ta nur-u imanı kalbden çıkarıncaya kadar kalbi katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük manevi bir yılan olarak ısırır. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve rûhâniyâtın vücudu ona çok ağır gelir. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu eder. Hem meselâ, cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, cehennemin tahdidatını işittikçe, istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare veya şüphe, cehennemi inkâr ettirmeye cesaret verir.”2 “Bir kimse istiğfarı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir 26) “Kul tevbe ettiğinde Allah onun günahlarını hafaza melekleri­ne unutturur. Aynı şekilde onun organlarına unutturur. İş­le­­diği yerdeki izlerini de yok eder. Ta ki Allah’ın huzuruna var­dığında günah işlediğine dair aleyhinde şahitlik edecek bir şey bulunmasın.” (Suyuti, Câ­miü’s-Sağir, 1/168) Başkasının Günahına İstiğfar Etmek Müslüman, başkasının günahı için acımak nazarıyla bakmalıdır, kin ve düşmanlık mümine karşı olmaz. İslam alimlerinden Mutarrif Bin Abdullah şöyle demiştir: “Günahkârlara karşı nefsinde merhamet duymayan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) istiğfar ile dua etsin. Zira yeryüzündekilere Allah’tan (cc) mağfiret dilemek meleklerin ahlakındandır.” Üstad Bediüzzaman Hazretleri de Eskişehir’de başına gelen bir hadiseyi şöyle anlatır: “Bir zaman Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Karşısında bulunan lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ederken onları o dünya cennetinde cehennem hurileri hükmünde gördüm. Fakat birden elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Onların gülmeleri elim ağlamaları suretini aldı. Ondan bu gelen hakikat inkişaf etti. Yani elli sene sonraki hâllerini manevi ve hayalî bir sinema ile gördüm ki, o gülen altmış kızdan ellisi, kabirde azab çekiyorlar, toprak olmuşlar. Ve on tanesi, yetmiş yaşında çirkinleşmiş, herkesin nazar-ı nefretini celb ediyorlar. Ben de onlara ağladım.”3 Başkasının günahı için ağlamak, ona dua etmek, istiğfar etmek, kin ve düşmanlık beslememek toplamsal huzur ve düzen için de olmazsa olmazdır. Tevbe ve istiğfar konusunu iyi anlayan ve hayatında tatbik eden bir mümin asla huzursuz olmaz. Topluma huzur dağıtır. En beğenmediğimiz kişi bir dakika sonra tevbe edip bizden daha temiz olabilir. Bediüzzaman Hazretleri Mesnevi-i Nuriye isimli eserinde hastalıkları sayarken; “Dördüncü Hastalık: Sû’-i zandır. Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir.” der. Mümine yakışan her daim güzel düşünmektir; kötü düşünmek, insanın kendisini üstün görmesi manasına gelir. İnsan herkesi kendisinden üstün bilirse hem kendisi huzurlu olur hem de toplum yaşanabilir bir huzura kavuşmuş olur. Kur’an-ı Kerimde Tevbe Edenlere Ne Gibi Müjdeler Var? Kur’an-ı Kerim’de “tevbe” ve ondan türeyen kelimeler 86 defa geçmektedir. Bu da Allah’ ın (cc) tevbeye verdiği önemin bir göstergesidir. “… tevbe eden­ler, ibadet edenler, hamd edenler; oruç tutanlar, rükû’ edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten menedenler ve Allah’ın hududunu (ona riayet ederek) muhafaza edenlerdir. (Ey Habibim!) O müminleri (cennetle) müjdele!” (Tevbe, 112) “Ancak tevbe edip iman ederek Salih amel işleyenler müstesna: işte onlar hiçbir zulme uğratılmadan cennete gi­re­ceklerdir.” (Meryem, 60) “…. tevbe edip iman eden ve salih bir amel ile amel eden müstesna. İşte onlar var ya, Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Çünkü Allah, Gafûr (çok bağışlayan) dır, Rahîm (çok merhamet eden) dir.” (Fur­kan, 68–70) “Hâlbuki sen onların içinde iken Allah onlara azab edecek değildi. Onlar is­tiğ­far ederken de Allah onlara azab edici değildi.” (Enfal, 33) Günah Tekrarla İşlendiğinde Tevbenin Makbuliyetine Engel Olur mu? Tevbe edilen bir günahın tekrar işlenmesi, yapılan tevbelerin kabulüne mâni değildir. Allah’ın (cc) rahmetinden ümit kesmemek gerekir. Allah’ın (cc) insana merhametinin bir eseri olarak ona tevbenin kapısını her an açık tutmuştur. İnsan, unutup tekrar hatırladığında, ayağı kayıp tekrar ayağa kalktığında, tekrar tevbe ettiğinde... Kapının kendisi için açık olduğunu görecektir. Allah onun tevbesini kabul eder. Allah (cc) tevbeleri kabul edeceğine dair söz vermiştir. “Âdem (as) tevbe ettiği zaman melekler onu, tevbesinin kabulünden ötürü tebrik ettiler. Cebrail ve Mikail (as) onun yanına inip şöyle dediler: Ey Âdem Allah’ın senin tevbeni kabul etmesinden ötürü gözün aydın olsun!’ Hz. Âdem (as) Cebrail’e (as): ‘Eğer bu tevbemden sonra yine sorgu sual var ise, benim makamım neresi olur?’ dedi. Bunun üzerine Allah Teala vahiy göndererek şöyle buyurdu: Ey Âdem! Sen zürriyetine yorgunluk ve çok çalışmayı miras olarak bıraktın. Ben onlara tevbe kapısını açtım. Bu hakkımdan onlardan kim beni çağırırsa, sana cevap verdiğim gibi, ona da cevap vereceğim. Benden kim mağfiret isterse, ona mağfiret edeceğim. Çünkü ben yakınım. Çağırana cevap veririm. Ey Âdem! Tevbe edenleri kabirlerinden, sevinçli bir durumda haşr ederim. Onların duaları kabul edilmiştir.” (İhya’u Ulum’id-Din) Hz. Mevlana’nın meşhur sözlerinde bu hakikati çok güzel ifade eder: “Gel, gel, gel ne olursan ol yine gel! Bizim dergâhımız... ümitsizlik dergâhı değildir.  Yüz bin kere tevbeni bozmuş olsan da Yine gel!” Tevbe Ertelenmez Nefis günahta ısrar etse de biz, tövbe ve istiğfara devam edelim. Tevbe ertelenmemelidir. Tevbe etmenin, Allah’a yönelip rahmet ve mağfiretini dilemenin tam zamanı, hemen şimdidir. Yarın değildir. Yarına çıkacağımızın senedi yok. Kusurlarımızı itiraf edip Allah’ın rahmetine sığınacağımız zaman, evet şimdidir. “Nasıl olsa daha genciz!” demeyelim. Yarına çıkabileceğine kimin garantisi var? Geçen sene aramızda olup da bu seneye ömrü vefa etmeyen nice kardeşlerimiz var. Bir gün her nefis ölümü tadacak. Rabbimizin bir günü daha ikram edip etmeyeceğini kimse temin edemez. Bediüzzaman Hazretleri bu me­­­­seleye dair şöyle der: “Bil ki, dün­kü gün senin elinden çık­tı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona maliksin. Öyle ise, ha­kikî ömrünü, bulunduğun gün bil!”4 Bizler her günü sanki son günmüş gibi bilip, günlük kuran okuyarak, tövbe ve istiğfar ederek, namazlarımızdan sonra bol dua ederek, camilere ve ilim meclislerine giderek değerlendirelim. Her nefes alıp verişimizde Allah’ın rızasını gözetelim. Ömrümüzü Kur’an ve sünnet ölçülerine göre yaşayalım. Her şeyde olduğu gibi, kulluk kalitemizi de sorgulamamız gerekiyor. Ne ile meşgulüm, hangi uğurda yaşıyorum, niyetlerim ve amellerim beni nereye götürüyor?... Rabbimiz “Ömrünü nerede geçirdin? Gençliğini nasıl harcadın?” derse ne diyeceğimizi yarın ya da öldükten sonra değil, şimdi kendimize sormalıyız. Ertelememeliyiz. Makbul Tevbe ve İstiğfar  Duası Nasıl Olmalıdır? Tevbenin en makbul olanı, Nasuh Tevbesidir. Günahtan kesin dönüş yapılarak, Allah’tan bağışlanma istenmesidir. Nasuh tevbesi, halisen, Allah (cc) için yapılan tevbe demektir. Günahtan kalbi temizleme, günahın kalpte açtığı yarayı tedavi etme, iman ve amelde meydana getirdiği açığı kapama demektir. Nasuh tevbesi bir daha günaha dönmemek üzere yapılan tevbedir. Müminin niyeti ve amelleri de dilini doğrulamalıdır. Allah’tan başka kimsenin günahları bağışlayamayacağını bilmek gerekir. “Acaba Allah bağışlar mı?” denmemelidir. Nasuh tevbesinden önce az ya da çok sadaka vermek tevbenin makbuliyetine sebeptir. Müminin, işlediği günahı bir daha işlemeyeceğine kat’i olarak karar vermesi gerekir. Bir diğer önemli mesele, insanı günah işlemeye sevk eden kötü arkadaşlardan uzaklaşmak gerekir. Rabbimizin rızası tüm arkadaşların rızasından üstündür. Eğer tevbe edilen günah, bir insanın hukukuna karşı işlenmiş ise, bu hak sahibi ile helalleşmek gerekir. Vefat etmiş ise arkasından bol mağfiret duası etmek uygun olacaktır. Tevbe-i Nasuh Yapan Kişi, “Altlarından Irmaklar Akan Cennete” Girer “Ey iman edenler! (Samimi bir tevbe olan) Tevbe-i Nasuh ile Allah’a tevbe edin! Olur ki Rab­biniz, sizin kötülüklerinizi ör­ter ve Allah, peygamberi ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı bir günde, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar!” (Tahrim, 8)  Sevgili Peygamberimizin (sav) öğrettiği istiğfar dualarını yapmak da affa müstahak olmaya vesiledir. “Ya Rabbi! Senin affediciliğin benim günahlarımdan çok da­ha geniştir. Amelimden çok senin rahmetine güveniyorum!”5 1- Osmanlıca Lemalar, s. 902- Osmanlıca Lemalar, 2. Lema, s. 5-63- Asa-yı Musa, s. 94- Osmanlıca Sözler, s. 975- Hâkim, Müstedrek, c. 1, s. 543

Yasin UZUN 01 Mayıs
Konu resmiVaktimiz Çok Az Kaldı
İnsan

Zamanımız ve ömrümüz, hızla akıp giden sınırlı sermayemiz. Gençlerin, etrafları malayani şeylerle örüldüğünden, çoğu zaman kıymetini bilemediği, ihtiyarların ise elden çıkmışlıkla iç çektikleri bir kavram. Elimizde bulunan en kıymetli hazinemiz, veriliş amacı dışında hiçbir şey ile takas edilemeyecek kıymetlimiz… Zaman ile ilgili yazılacak, konuşulacak çok konu var. Fakat benim üzerinde durmak istediğim, akıp giden bu zaman selinde, fani olan ömrümüzü baki dakikalara çevirmenin çareleri üzerine olacak. Dünya ve içindekilerin en bariz özelliği fani olmaları. Bunun yanında fark edilirse baki alemler için kârlı bir ticarethane ve kendisiyle beraber içindekilerin sahibini tanıttıracak işaretlerle dolu bir kitaptır. Dünyanın fani olan yönü kalbin alakasını hak etmemekle birlikte, buradaki imtihanımız. Yani insan bu fani hayatta dünyanın fani olan yüzüne değil de baki olan kısımlarına itibar etmeli ve hayatını ona göre düzenlemelidir. Ta ki kendisine verilen sınırlı ömürde kârlı bir ticaret yapsın ve Rabbinin huzuruna imtihanı kazanarak gitsin. Değilse ömrünü fani şeylerle heba edecek ve iflas edenlerden olacaktır. Elbette bunun cezasını da görecektir. Durduğumuz yerden ileriye baktığımızda sakinlik ve yavaşlık görürüz. Yapılacak çok işlerin var olduğunu söyler, sanki zamanın hiç bitmeyecek olduğu vehmine kapılırız. Bununla birlikte zaman o kadar hızlı geçmiştir ki geriye baktığımızda, bulunduğumuz yere ve yaşa nasıl geldiğimizi neredeyse hatırlamayız. Bize “Hayattan ne anladın?” deseler, ağzımızdan ancak bir “Hiç” çıkar. Bunun için durup sakinleşmemiz, henüz hayatta olduğumuz için şükretmekle birlikte zamanı daha iyi verimli nasıl kullanacağımızı düşünmemiz ve planlamamız gerekir. Etrafınıza dikkat ederseniz, herkesi bir koşuşturma içinde ve gelecek için gayret etmekte olduğunu görürsünüz.  Başını sokacak bir ev, rahat bir emeklilik, çoluk çocuğu hayırlısıyla baş göz etmek vs. vs.… Halbuki mezarlıklar işleri yarım kalan insanlarla dolu. Her şeyi dört dörtlük olsa hastalıklar, musibetler peşini bırakmıyor insanın. Dünya, her şeyiyle buranın rahat ve huzur yeri olmadığını, geçici bir menzilden ibaret olduğunu, dolayısıyla ömür sermayesinin daha kalıcı ve huzurlu şeylere harcanması gereğini ikaz edip ders veriyor. Gözümüzün önünde cereyan eden bu ders ve ikazlara kulak vermek ve sermayemizi ebed alemlerine ait ticaret yapmak anlamına gelen kulluk ve ibadetlere ve Rabbimizin rızasını kazanmaya harcamamız gerekmektedir. Bunun yolunu bize gösteren, Efendimiz (sav)’in hayatı ve hayat rehberi olarak gönderilen Kur’an-ı Kerimdir. Bu iki kaynağa müracaat edip uymakla istikameti bulur, maddi-manevi hayat kalitemizi artırabiliriz. Bize verilen ömür sermayesini de doğru kullanmış oluruz. Öyleyse, geliniz, hep birlikte hayatımızı gözden geçirelim. Malayani, boş geçen vakitlerimizin yerlerine Rabbimizin rızasını kazandıracak ameller, işler koymaya gayret edelim. Şunu aklınızdan çıkarmayalım ki ömür sermayesi tükeniyor ve vaktimiz çok az kaldı. Bunu anlamak için sadece durup geriye bakmak yeterli olur zannederim… Rabbim muvaffak olan kullarından eylesin. Âmin.

İsmail Efe 01 Mayıs
Konu resmiYönlendiriliyor muyuz?
İnsan

Günümüzde, özellikle sosyal medya aracılığıyla yayılan ve kimi zaman bir olayı gösteren kısa videolar, kimi zaman da arkadan geçen hareketli veya hareketsiz görüntüler üzerine anlatı şeklinde hazırlanan videolar ile insanlar, istenilen tarafa çok rahat bir şekilde yönlendirilebilmektedirler. Bu kısa videolar bazen kurgu bir tiyatro olabilirken, bazen de yapay zekâ ile oluşturulabiliyorlar. Yolda yürürken birkaç kişinin kafalarını kaldırarak belli bir noktaya baktığını gördüğümüzde, gayr-ı ihtiyârî olarak biz de o yöne doğru bakmaya meylederiz. Arkasına acıklı bir fon müziği konulmuş sıradan bir videoya baktığımızda ister istemez duygusallaşırız. Kahkaha atan birini gördüğümüzde, bir müddet sonra bizde de gülme isteği uyanır. Bir konuyu bize ciddî bir şekilde anlatan bir tanıdığımıza -genelde- ilk aşamada araştırmadan inanırız. Fıtratımızda olan bu hususiyetleri Bedîüzzaman Hazretleri Mektûbât isimli eserinde; “Nev’i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkîk değildir.” ifadesiyle gözler önüne sermiştir. Yani insan, duyduğu, dinlediği, kendisine anlatılan veya bazen gördüğü bir hadiseyi ve bir meseleyi iyice araştırmaz. Büyük oranda kendisine ulaştığı şekliyle inanır. Hatta söylediği sözlerin doğruluğundan emin olduğu kişilerin anlattıklarını, hiç tetkik etmeden kabul eder. Günümüzde, özellikle sosyal medya aracılığıyla yayılan ve kimi zaman bir olayı gösteren kısa videolar, kimi zaman da arkadan geçen hareketli veya hareketsiz görüntüler üzerine anlatı şeklinde hazırlanan videolar ile insanlar, istenilen tarafa çok rahat bir şekilde yönlendirilebilmektedirler. Bu kısa videolar bazen kurgu bir tiyatro olabilirken, bazen de yapay zekâ ile oluşturulabiliyorlar. Yapay zekâ ile oluşturulanlar, gittikçe gerçeğine yakın bir görüntü arz edecek kadar gelişmiş durumda. Sosyal medya aracılığıyla yapılan yönlendirme, sadece videolar ile olmaz. Falanca şunu dedi, filanca bunu yaptı gibi ifadelerin yer aldığı mesajlar, küçük resimler (caps) veya ses kayıtları da yönlendirme için gayet uygun araçlar konumundadır. Kimi zaman uydurulmuş bir sözün altına Hz. Ali veya Hz. Mevlana gibi mübarek zatların isimleri yazılarak, insanların bu sözlerden etkilenmeleri ve kabullenmeleri sağlanmaya çalışılıyor. Bu sayede, uydurulmuş söze geçerlilik kazandırılmak isteniyor. Belli amaçlar hedeflenerek toplumun istenilen yöne yönlendirilebilmesi için gerek sosyal medya gerekse diğer iletişim araçlarıyla yapılan propagandalara karşı çok dikkatli olunması gerekmektedir. Karşımıza çıkan sözlerin veya görüntülerin doğruluğunu tetkik etmeden inanmak, bazen Peygamber Efendimiz’e (asm) ait olmayan bir sözü Hadis zannetmeye, bazen de bir kişi hakkında atılan bir iftirayı gerçek zannetmeye sebep olabilir. Yeri geldiğinde tarihî bir hakikat çarpıtılıp, olduğundan farklı şekilde anlatılabilir. Tarihî şahsiyetler olduklarından farklı şekilde anlatılıp tasvir edilebilirler. Özellikle bu konularda yeni nesiller açısından devamlı teyakkuzda olunması elzemdir. Yalan üzerine kurgulanmış propagandalarla belli amaçları elde etmeye çalışanlar da bilmelidirler ki; bir kişinin söylemediği bir sözün ona atfedilmesi ya da bir kişinin yapmadığı bir işi yapmış gibi gösterilmesi iftira kategorisine girmektedir. İftira edenlerin dinen karşılaşacağı cezalar ise -İslâm tarihinde yaşanmış olaylardan da anlaşılacağı üzere- bellidir. Namuslu bir kadına zina iftirası atan birine uygulanan seksen sopa cezası ve ömür boyu bir daha şahitliğinin kabul edilmemesi, iftiranın ne büyük bir günah olduğunu göstermesi açısından yeterlidir. İnsanları yönlendirmek için kullanılan bir diğer yöntem ise görülmemiş rüyalardır. Sadık rüyalar, doğru tevil edilebilirlerse insanlara yol göstermesi ve manevî motivasyon sağlaması açısından kıymetlidirler. Ancak kimi zaman insanları kendi amaçları doğrultusunda ikna etmek isteyenler, sadık rüyalara benzer sahte rüyalar uydurabilmektedirler. İbn-i Ömer’den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “En büyük iftira, kişinin görmediği rüyayı gördüğünü söylemesidir. (Buhârî, Ta’bîr, 45)” Bu Hadis-i Şerif’ten, uydurma rüyanın iftiranın bir çeşidi olduğunu anlayabiliyoruz. Konu, yanlışa yönlendirme olunca ehl-i dalaletin yöntemleri bitmek bilmiyor. Bu yöntemlerden biri de önce insanlara hep doğruları ve güzeli anlatarak onların güvenini kazanmak, ardından da yavaş yavaş yanlış bilgilerle onların zihinlerini bulandırmaktır. Aslında bu yöntemi ilk olarak oryantalistler de denilen Batılı şarkiyatçılar, uygulamışlardır. İslam dünyasının önemli şehirlerini dolaşıp, İslamiyet’i öğrendikten sonra ilk etapta doğru bilgilerle konuşmuşlardır. İhtidâ edip Müslüman olduklarını iddia etmişlerdir. Ancak zamanla hem yazdıkları kitaplara İslamiyet’e aykırı bilgiler koymaya hem de konuşma aralarında İslamiyet’e aykırı sözler söylemeye başlamışlardır. Konuyu iyice araştırmayan Müslümanlar, onları okumuş-yazmış âlimler zannederek, söyledikleri sözlere inanmışlardır. Günümüzde de böyle tiplerle karşılaşabiliyoruz. Sahneye ilk çıktıklarında her şeyi Ehl-i Sünnet’e uygun yaparken, zamanla istikametten saptıklarını ve kendilerine güvenen takipçilerini de istikametten saptırdıklarını gözlemleyebiliyoruz. İşte bu tür durumlarda Müslüman, ehl-i tahkîk olmalı ve iyice araştırmalıdır. Son yıllarda kullanılan gri propaganda yöntemleriyle, doğru ve yanlış bilgiler bir araya getirilerek neyin yanlış, neyin doğru olduğunun anlaşılamaz bir duruma getirilmesi de bir diğer yönlendirme çeşididir. Müslümanlar, yanlışa, sahteye, uydurmaya ve yalana karşı her an teyakkuzda olmalı. Bunları görünce uzaklaşmalı ve aynı hatayı iki defa yapmamalıdırlar.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiBediüzzaman Hazretleri Bir Deniz Gibidir
Risale-i Nur

Risale-i Nur’dan istifade eden yüzlerce alim içerisinden, Bediüzzaman Hazretleri ve eserlerine dair “Nursi: İnsanlığın Edîbi” adlı kitabı kaleme alan Dr. Hasan Al-Amrani’in1 Üstadımız ve Risaleler hakkındaki görüşlerini sizlere arz ediyoruz. Üstad Bediüzzaman tecrübeler ve hadiselerle dolu çok zengin bir hayat yaşamıştır. Bu sebeple ilmen ve tecrübe olarak çok ferit bir şahsiyet sahibidir. Bütün bu tecrübelerini Kur’an-ı Kerim okumaları ile elde etmiştir. Tecrübesinin en önemli özeti konumunda olan Risale-i Nur eserlerinin başı da sonu da Kur’an’dandır ve Kur’an’dan iktibas edilmiştir. Bu eserlerin eşi benzeri yoktur. Risale-i Nur’u ayırt eden en önemli özelliklerden birisi şumüliyeti yani kapsayıcılığıdır. Şüphesiz eserlerdeki bu şumüliyet, Üstad Bediüzzaman’ın fikrindeki kapsayıcılık özelliğinden gelmektedir. Üstad Bediüzzaman fikirlerini Kur’an’ın câmiiyetinden almıştır. Hatta şunu bütün açıklıkla ifade edebiliriz ki: Risale-i Nurlar fuyuzat-ı Kur’aniye’den başka bir şey değildir. Bu sebeple Üstad Bediüzzaman hazretleri, kendine atfedilen hiçbir sıfatı kabul etmeyip kendisini sadece Kur’an’ın Hâdimi olarak vasfetmiştir. İmam Nursi, risalelerinin birçok yerinde nazmı kullanmadığını ifade etse de kendisinin eşsiz bir üslubu, şiirsel bir ruhu vardır. Büyük bir canlılık ve heyecanı içine alan bu şiirsel üslubu, mensur eserlerinde gö­re­biliyoruz. Aynı zamanda du­rub-u emsal, temsil ve hikaye­leri kullanarak bu üslubunu süslendirmiştir. Fikirlerinde eşsizlik olduğu gibi, tabir ve üslubunda dahi bir benzeri yoktur. Buna en güzel örnek Arabi olarak telif ettiği Mesnevi-i Nuriye eseridir. Risale-i Nur’un ayırt edici bir özelliği olan kapsayıcılık, Ri­sa­le-i Nur’a cihanşümul ol­ma özelliğini vermiştir. Yine Bediüzzaman Hazretleri­nin fikrinin kıymetini, üslubu­nun eşsizliğini arttıran bir başka özellik, kâinat ile insan arasında irtibat kurup insanı mebde’ ve müntehaa ile birleştirmesidir. Evet, Bediüzzaman Hazretleri bir deniz gibidir. Hüzünlü aşık ona gelip teselli arar ve arzu ettiğini bulur. Kaybetmek ile firak eleminin farkını onda öğrenir. Dikkatli ve sakin hüzün ile yıkıcı ve ağır hüznün farkını onda görür. Mütefekkir bir âlim o denize geldiğinde yine arzu ettiğini bulur. Andelib kuşunun ötüşünden hikmet nağmeleri çıkarmayı onda öğrenir. Deniz ile köpüğünün sessizliğini, denizin katrelerinde tecelli eden güneş parıltılarının hikmetlerini ondan öğrenir. Yanından deniz incileri ile ayrılır gider. İşte Bediüzzaman, bu şekilde ki­taplarını okuyanın elinden tu­tar onları denizin derinlikleri­ne kadar götürüp tekrar selamet limanına, iman sahiline ve Kur’ an’ın hazinelerine teslim eder. Bediüzzaman Hazretlerinin kul­­­landığı eşsiz beyan üslubu, onun şiirde ve beyanda bir ben­­zeri olmadığının delilidir. Ne­den olmasın ki zaten kendisini Kur’an-ı Kerim’in ve muci­ze­le­rinin hâdimi olarak kabul etmişti. Risale-i Nur’un edebi hususiyetlerinden biri de müellif, eleştiri ile tetkik olgularını büyük bir ustalıkla birleştirmiştir. Doğu ve batının edebiyat diline hâkim bir eda ve basiret ile edebiyatta da tecdide davet etmiştir. Edipleri, edeb-i şeriat ile edeplenmeye davet etmiştir. Üstat Bediüzzaman, edebiyatı bulunduğu asırda bilinen edebiyat mezheplerinin zıddına, var olan geleneği kopyalamamıştır. Hususen Batı edebiyatını eleştirmiş ve şark edebiyatı için de Kur’an’dan istifade edilen yeni bir bakış açısı tesisinden bahsetmiştir. Bu şekilde Kur’an’dan istifade edilen üslupla emsal olarak eserlerinde sahih bir yol ortaya koymuştur. Bundan dolayı eserlerinde teşbihat, örneklemeler ve tekrar gibi Kur’anî üslup edatlarının çokça kullanıldığı görülmektedir. Üstad Bediüzzaman Arabi olarak telif ettiği Mesnevi-i Nuriye eserini, şüphesiz ilhamen yazmıştır. Şiirin zaruret ve vezinleri ile kayıt altında kalmadan güzel bir nesir örneği ortaya koymuştur. Hatta Arap dilini bir yerden bir yere taşınmıştır diyebiliriz. Umulur ki o incelikleri anlayan edebiyatçılar bu eserden istifade ederler. İşte bu şekilde Üstad Bediüzzaman edebiyatın İslamî tasavvurunu eşsiz bir şekilde yazmış olduğu eserlerle kâinat ile insanı birçok noktada birleştirerek bizlere sunmuştur. Fakat şunu iyi bilelim ki Üstad Hazretleri edebiyatın zevklerine dalmış bir edebiyatçı değil, belki hakikatlerin zevklerine dalmış bunu güzel bir üslup bile ortaya koyan bir âlim idi. Meşhur Türk milli şâiri Mehmet Akif’in (ra) Üstad hakkındaki şehadeti bizim için önemli bir referanstır: “Victor Hugolar, Shakspeareler, Descarteslar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.” Bediüzzaman Hazretlerinin hic­­­ri 14. asrın müceddidi oldu­­ğu ile alakalı hiçbir şek ve şüphe­­miz yoktur. Bütün himmetini imanın kurtulması ve halasına veren böyle bir zat, elbette bu asrın müceddididir. Mesleği şevâibten/kusur­lardan uzak safi ve Kur’anî bir meslektir. En büyük şeref ve rütbe olarak Kur’an’a hâdim olmuştur. Allah rahmet eylesin. 1- 1949 yılında Fas’ta dünyaya gel­di. Uluslararası İslami Ede­bi­yat Birliği Genel Sekreteri ve Fas Mu­ham­medi’l-Evvel Üni­ver­si­te­si’nde öğretim görevlisi olarak vazife yaptı.

Rıdvan ABUD 01 Mayıs
Konu resmiCihad ve Gaziliğin Fezaili*
İtikad

Ey İslamlar, ehadis-i mezkure ile cihad ve gazilik hakkında beyan buyrulan makamat-ı aliyeye, mesubat-ı kesireye nail olmak isterseniz a’danın kuvvet ve kesretini asla nazar-ı itibara almayıp bu bapta ancak Cenab-ı Hakk’ın kudret ve kuvvetine dayanarak ve maksadın husule gelmesi uğrunda ölümü hiç mertebesinde sayarak dönmez ve çevrilmez kati bir azimle a’daya karşı aslanlar gibi saldırarak cihat ediniz. Eğer böyle yaparsanız avn-i Hak ile hem düşmana galip gelerek dünya maksadına ve hem de ahiret nimetlerine ve cihat ve gazilik için va’d buyrulan bunca ecir ve sevaba nail olursunuz. Bu hususta sahabe-i kiramın o hakiki ve âli Müslümanları meslek-i mukaddeslerine süluk ediniz. Onlar gibi gayet muhkem bir kuvve-i maneviye ve son derece metin bir azimle arkanıza bakmayarak ve çoluk ve çocuklarınızı ve mal-i menalinizi ve sair umurunuzu hep Cenab-ı Hakk’a ısmarlayıp onları asla düşünmeyerek ve maksada vuslattan başka hiçbir şey hatır ve hayale getirmeyerek hemen ileri yürüyünüz. Bu bapta misal olmak üzere Hazret-i İbade bin es-Samıt’ın Mısır valisi Mukavkıs’a söylemiş olduğu sözleri nakledeyim de ondan ibret alınız: Mısır valisi Mukavkıs Hazret-i İbade’yi Rum askerinin çokluğu ile korkuttuğu ve onlara akşam galebe etmek mümkün olmadığını söylediği zaman Hazret-i İbade Mukavkıs’a cevaben demiştir ki: Bu sözler ile kendini, arkadaşlarını iğfal etme. Rumların kuvvet ve kesreti ile bizi korkutmak ve onlara karşı gelemeyeceğimizi söylemek bizi korkutamaz ve azmimizden çeviremez. Eğer şu dediğin doğru ise yani onlar öyle kuvvetli ve çok iseler bu hal bizi muharebeye daha ziyade terğib ve iştiyakımızı tezyid eder. Çünkü onlar ile muharebede bir ferdin biz kalmayıncaya kadar hepimiz şehit olursak cenabı hakkın huzuruna daha ziyade mazur bir halde çıkarız ve onun nimet-i rıdvanına daha ziyade müstahak oluruz. Bu ise arzu ettiğimiz münteha saadettir. Bizim için bundan daha kıymettar bir şey olamaz. Sizinle muharebe etmekte iki nimetten birini bekleriz: Ya size galip gelerek dünya nimetine mazhar oluruz yahut size mağlup olarak nimet-i ahirete nail oluruz. Elimizden gelen cehd ve gayreti sarf ettikten sonra bu ikinci nimet bizce öbüründen daha ziyade arzu olunur. Cenab-ı Hak Kur'an-ı Azimüşşan'da adeda kalil nice cemaatlerin adeda kesir cemaatlere galip geldiklerini ve Allah Teala sabredenlerin yardımcısı bulunduğunu tebliğ buyurmuştur. İçinizden hiçbir kimse yoktur ki şeref-i şahadet ile haber müşerref olarak kendi memleketine dönmemeyi, çoluk çocuğuna kavuşmayı her gün sabah ve akşam Cenab-ı Hak’tan temenni etmesin. Bizden herkes arkasında bıraktığı şeyleri düşünmez. Herkes çoluk çocuğunu, evlad u ıyalini vesairesini Allah'a tevdi etmiştir. Arkamıza bakmayız. Hep öne bakarız. Maişetçe zaruret ve ihtiyaç içinde bulunduğunuza dair olan sözlerine gelince biz kendimizi bu halimiz ile cihanda en ziyade vüsat-i ok hale malik, en ziyade bahtiyar insanlardan addediyoruz. Cihan hep bizim olsa şu fani dünyadan kendi nefsimiz için şimdiki haiz olduğumuz miktardan ziyade bir şeye rağbet etmeyiz. (فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ) “Ey basiret sahipleri! İbret alın!”2 *İskilipli Atıf 1- Beyanü’l-Hak, 17 Zilkade 1330, s. 31652- Haşr, 2

İrfan MEKTEBİ 01 Mayıs
Konu resmiGeçmişten Günümüze Savunma Sanayiimiz
Kültür ve Medeniyet

Düşmanı bertaraf etmekten mülhemle “savunma sanayi” diye tesmiye ettiğimiz yapının içerisinde nelerin olduğuna bir bakmamız gerekir: (Sezgin, 2004, s.6) Havacılık ve uzay sanayi, tanklar, zırhlı araçlar ve aksamı üretim sanayi, gemi inşa sanayi,  askeri elektronik ve mekatronik sanayi, optik ve elektro-optik sanayi, motorlu araç sanayi, hafif ve ağır silah sanayi, roket ve füze sistemleri üretim sanayi, mühimmat, patlayıcı maddeler ve kimya sanayi.”  Epey zamandan beridir kılıç-kalkan savaşları yerini gelişmiş mitralyözlere bırakmış görünüyor. Kemiyetin keyfiyet kadar önemli olmadığı bir çağda yaşıyoruz. Savaşlarda yüz bin askerin yapamadığını, nitelikli bir kişinin geliştirmiş olduğu nitelikli bir silah pekâlâ yapılabilmektedir. Devletlerin varlıklarını devam ettirebilmeleri için askerî açıdan güçlü olmaları gerekir. Bu nedenle her devlet AR-GE (Araştırma ve geliştirme) birimlerine gelirlerinden yüksek meblağ ayırmışlardır. Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde karşılığını bulan piramidin temel ihtiyaçlardan sonra en önemlisi güvenliktir. İnsanı tehlikelerden koruyacak bir mesken, huzurla içilen sıcak bir çorba, minarelerden günde beş vakit okunan ezan, kaldırım taşlarında oturan yaşlı teyzeler, amcalar, dışarıda özgürce oynayan çocuklar, kaygı duymayan gençler, “domates, biber” diye bağıran pazarcılar, hayatın akışı içerisinde yapılan etkinlikler ve daha fazlası, güvenlik ihtiyacının bir tezahürü olarak çıkar karşımıza. Güvenlik ihtiyacı karşılanmamış birey ya da toplumların hür iradesinden, insanlık onurundan söz edemeyiz. Nitekim paramparça olmuş devletlerde ya da devletçiklerde yaşanan vahim hadiseler, güvenlik metaforuyla, insanlık onurunun kaderini birbirine zorunlu kılar. Ülkelerin savunma gücü arttığı nispette diplomatik gücü de bir o kadar artacaktır. Masaya yumruğunuzu vurmanın yolu, sahaya yumruğunuzu vurabilmekten geçer. Özellikle de jeopolitik ve jeostratejik açıdan özel bir konumda bulunan ülkeyseniz… “Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh / Hazır ol cenge eğer istersen sulh u selah” Savunma sanayiinin amacının sadece güvenlik olmadığı, başta ekonomi olmak üzere birçok bileşenin olduğunu da unutmamak gerekir. Silah ve askeri teçhizatla ilgili teknolojinin ileri düzeyde yapılması, domino etkisiyle, diğer teknoloji araçlarının özellikle de katma değerli ürünlerin üretimine de uzun vadede katkı sunacaktır. Ülkemiz açısından güvenliğe ayrılan ekonomik kaynağın fazla oluşu bazı eleştirilere sebep olsa da Türkiye’nin içinde bulunduğu durum, sınırlarımızın güvenli olmaması, kırk yıldan fazladır terörle yapılan mücadele, bu noktada yapılan eleştirilerin yersiz olduğunu ortaya koymaktadır. 2007 Dünya Bankası verilerine göre Türkiye, ABD’nin ve Çin’in başı çektiği ülkeler içerisinde, silaha ayırdığı kaynak açısından 17. sırada yer almaktadır. Ülkelerin gayri safi milli hasılasına göre ölçülen bu değerlendirme, bugün artık neredeyse yüzde seksen yerli üretime geçen ülkemiz için silah alımı daha az masrafa mal olduğu gibi, ürettiğimiz bazı savunma sistemleri sayesinde ekonomimize olumlu katkı da sunmaktadır. Silah ithalatında alım gücü paritesi yüksek olan ülkelerin daha az etkilenmesinin sebebi, gayrisafi milli hasıladan aldıkları payın fazla oluşuyla ilgili bir durumdur. Düşmanı bertaraf etmekten mül­hemle “savunma sanayi” di­ye tesmiye ettiğimiz yapının içe­­ri­­sinde nelerin olduğuna bir bak­­mamız gerekir:1 (Sezgin, 2004, s.6) Havacılık ve uzay sa­nayi, tanklar, zırhlı araçlar ve aksamı üretim sanayi, gemi inşa sanayi,  askeri elektronik ve mekatronik sanayi, optik ve elektro-optik sanayi, motorlu araç sanayi, hafif ve ağır silah sanayi, roket ve füze sistemleri üretim sanayi, mühimmat, patlayıcı maddeler ve kimya sanayi.” Geçmişten günümüze baktı­ğı­­mızda; Osmanlının yüksel­me döneminde tamamen yerli im­kânlarla üretilmiş top ve sa­vaş gemileri (Tophane-i Hümayun) silah sanayiinin teme­lini oluşturmuştur. Burada bir defada 1060 top döküm ve ayda 360 kg barut üretilmiştir. Tophane-i Hümayun 1921 yılında “Askeri Fabrikaları Umum Müdürlüğü” haline dönüştürülmüştür. Türk havacılık sanayii faaliyetleri 1926 yılında Tayyare ve Motor Türk A.Ş kuruluşu ile başlamıştır. 1930’lu yıllarda İstanbul’da Nuri Killigil tesisleri ilk özel firmalar arasında yer almıştır. 1940 yılında Nuri Demirağ uçak fabrikası tarafından NUD-36 eğitim uça­ğı 24 adet imal edilmiştir. 1944 yılında NUD-38 altı kişilik yolcu uçağı üretilmiştir. 1941 yılında Ankara’da kurulan uçak fabrikası ise havacılık sanayiinde ilk büyük girişim olarak kabul edilmiştir. 1944 yılında üretime başlayan fabrikada çok sayıda eğitim uçağı, nakliye uçağı ve planör üretimi gerçekleşmiştir. 1945 yılında ise Ankara’da ilk uçak motoru fabrikası kurulmuştur. Cumhuriyet döneminde milli bir savunma sanayiinin tesisi hedefine yönelik gerçekleştirilen girişimlere rağmen İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından sağlanan hibe ve yardımlarla henüz kuruluş aşamasında bulunan savunma sanayiimizin gelişmesi durmuştur.2 Burada aktardığımız bilgilerin detay ve geniş halini Savunma Sanayii Başkanlığının sitesinde bulabilirsiniz. Ancak Osmanlı İmparatorluğunun yükselme döneminde top ve savaş gemileri üreten “Tophane-i Hümayun”, daha sonraki süreçte devletin her alanda gerilemesiyle, istenen seviyeye ulaşılamadığını belirtmemiz gerekir. Osmanlıdan Cumhuriyete tevarüs eden kazanımlarımız arasında askeri-teknolojik birikimiz neredeyse yok gibidir. Cumhuriyet döneminin başlarında ise savaştan yeni çıkmış ve her türlü imkândan mahrum olmamıza rağmen kıt kanaat imkânlarla 1926 yılında Tayyare ve Motor Türk A.Ş’ni, 1941 de ise Ankara’da uçak fabrikası kurulabilmiştir. 1940’lı yıllarda özel teşebbüsle de eğitim ve yolcu uçağı üretebilmişiz. Ancak sonraları özellikle İngiltere ve ABD tarafından sağlanan hibe ve yardımlarla savunma sanayiimizin gelişmesi durmuştur. Yabancıların askeri stratejilerinin bir ürünü olan yardım ve hibe ile maalesef bizi yıllarca ataletin kucağına atmayı başarabilmişlerdir. Yardım ve hibe altında bu sinsi fikirleri ne yazık ki sadece askeri alanda kalmamış tarım, sağlık, eğitim gibi tüm sektörlerde de devam etmiştir. Üretim yapmanın çok maliyetli olduğunu, bu yüzden pekâlâ istediğimizi verebilecekleri söylemişlerdir. Akıbet, atalet… Bir vesile ile gittiğim Suudi Ara­bistan’da Mekke ve Medine ara­sında geniş boş sahraları görün­ce yıllardır orada yaşayan birine sormuştum: “Bu kadar geniş araziler neden ekili değil?”        Arkadaşımın verdiği cevap ilginç: “Hocam buralar 1950’li yıllarda tahıl ambarıydı. Ancak daha sonra yabancılar burada yaşayanlara tahıl ekiminin pahalıya mal olduğunu, bizden aldıkları takdirde mazota, gübreye para harcamayacakları için daha ucuza alacaklarını, ayrıca da hiçbir zahmete de katlanmayacaklarını” söylediler. Dostum kendi düşüncesini de eklemeyi unutmadı. “Bu telkinler kabul görmüş ki bugün bu topraklarda iğneden ipliğe her şey dışarıdan geliyor.” Çarşı pazarda bir tek yerli ürüne rastlamadığımı ifade etmeliyim. Cumhuriyet döneminin başlarında savunma sanayiinde başlayan iyi niyetli çalışmaların inkıtaa uğramasını sadece bize verilen yardımlara bağlamanın da doğru olmadığı, arkasında daha başka nedenlerin de olduğu kanaatindeyim. Aşağıdaki satırlarda savunma sanayiinde öncülerimiz olan bazı şahısların başına gelenleri okudukça eminim sizlerde bana hak vereceksiniz. 29 Eylül 1930 tarihli Milliyet Gazetesi… Vecihi Hürkuş (1896-1969): Vecihi Hürkuş’un zihnimizde kalan önemli özelliklerinden birisi 1917 yılında, Kafkas Cephesi’nde bulunduğu sırada bir Rus uçağını düşürerek tarihe düşman uçağını düşüren ilk Türk pilot olarak geçmesidir. Savaşta esir düşmesine rağmen kaçmayı başarabilmiştir. Vecihi’nin uçak düşürmesi ilk değildi. Kurtuluş Savaşı’nda da bir Yunan uçağını düşürmüştür. Vecihi’nin asıl ünü 28 Ocak 1925’te Türk yapımı Vecihi K VI’ı imal etmesiydi. 21 Nisan 1932 tarihinde Sivil Tayyare Mektebi’ni kurdu. 1933 yılında Nuri Demirağ tarafından finanse edilen Vecihi K XVI uçağını tasarladı. 1954 THY’nin elden çıkardığı uçakları alıp onararak filosunu kurdu. Fakat uçaklarına düzenlenen sabotajlar, uçuşlarının gereksiz yere iptali gibi sebeplerden dolayı bu projesi akim kaldı.3 Baş üstünde tutulması gereken biri olan Vecihi Hürkuş, maalesef hayatının son dönemlerini maddi sıkıntılar içerisinde geçirdi. Nuri Demirağ (1886-1957): İş insanı ve siyasetçi olan Demirağ, demiryolları inşaatının ilk müteahhitlerin biri ol­­duğun­dan dolayı bizzat dev­rin cumhurbaşkanı tarafından ken­disine “Demirağ” soy ismi ve­ril­miştir. İstanbul boğazı üze­ri­ne köprü, Keban’a baraj yapılma düşüncesi ilk onun fikriydi. Ancak dönemin şartları içerisinde gerçekleştirilemedi. Döneminin en zengin iş adamlarından biri olan Demirağ, 1936 yılında uçak fabrikası kurma girişimine başladı. Bu girişime başlamasının hikâyesi ilginçtir. Kendisinden uçak satın almak için başlatılan bir bağış kampanyasına katılması istendiğinde, “Benden bu millet için bir şey istiyorsanız, en mükemmelini istemelisiniz. Mademki bir millet tayyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama vasıtasını başkalarının lütfundan beklememeliyiz. Ben bu uçakların fabrikasını kurmaya talibim.” diyerek karşılık verir.  Uçak fabrikası için İstanbul’da Barbaros Hayrettin Paşa İskele­si’nin yanında atölye inşa eder. Uçuşları yapabilmesi için Yeşilköy’deki Elmas Paşa Çiftliği’ni satın alır ve üzerinde büyük bir uçuş sahası, hangarlar ve uçak tamir atölyesini yaptırır. Uçuş sahası, Avrupa’nın en büyük havalimanı olan Amsterdam Havalimanı büyüklüğündedir. Bu alan günümüzde Uluslararası İstanbul Atatürk Havalimanı olarak kullanılmaktadır. 1936’da ilk tek motorlu uçak üretildi. Uçağa Nu. D-36 adı verildi. 1938’de ise Nu. D-38 adlı çift motorlu altı kişilik yolcu uçağı üretildi. 1944 yılında Dünya havacılığı yolcu uçakları A sınıfına alındı. İlk uçak siparişini 1938 yılında Türk Hava Kurumu verdi. Nuri Demirağ, havacılık alanında çalışmalarına 1939’da Türkiye’nin ilk yerli paraşüt üretimini gerçekleştirerek devam etti. 1941’de tamamen Türk yapımı ilk uçak İstanbul’dan Divriği’ye uçtu. Nuri Demirağ’ın oğlu ve Gök Okulu’nun ilk mezunlarından olan Galip Demirağ, bu uçuşta pilot idi.4 Nuri Demirağ’ın o günün şartlarda uçak üretmesi, pilot yetiştirmesi için okul açması, paraşüt eğitimi verdirmesi gibi bir sürü hizmetlerine mukabil bir takım suni gerekçelerle uçak fabrikası kapatılmıştır. Uçak fabrikasının kapanış hikâyesine bir bakalım. THK’nın siparişi olan ve son olarak İstanbul’dan Eskişehir’e uçan uçakların teslimi için Eskişehir’de bir kez daha test uçuşu yapılması talep edilmiştir. Selahattin Reşit Alan, 1938’de Nu. D-36 uçağıyla iniş yaparken, çevredeki hayvanlar hava alanına girmesin diye pistte açılan hendeği görmez ve hendeğe düşer. Reşit Alan bu kazada vefat eder. Bu kazadan sonra THK siparişi iptal eder. Nuri Demirağ, mahkemeye verdiği THK ile yıllar süren bir mahkeme sürecine girer. Mahkeme THK lehine sonuçlanır. Ayrıca uçakların yurt dışına satılamaması için bir de kanun çıkartılır. Bu yüzden sipa­riş alamayan fabrika 1950’li yıllarda kapanır. Beşiktaş’ta üre­tilen uçakların uçuş deneme testleri ve gök okulu için yapılan pistler, hangarlar, üzerlerindeki bütün yapılı binalar o yıllarda dünyanın en büyük havalimanı Amsterdam Havalimanı büyüklüğündeki bütün kurulu tesisler istimlak edilir. İspanya, İran ve Irak’tan alınan siparişler engellenir; elde kalan uçaklar hurdacıya satılır. Nuri Demirağ, davayı kaybettikten sonra hükûmet üyeleri ve cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye mektuplar yazarak yanlışlığın düzeltilmesini ister yalnız yaptığı girişimler başarısız olur ve fabrika tekrar açılamaz.5 Görülüyor ki yine bir kaza bahane edilerek koca yatırımlar akamete uğratılmıştır. Her kazayla uçak fabrikaları kapatılsaydı, bugün hiçbir uçağı gökyüzünde uçarken göremezdik. Ayrıca yurt dışına uçağın satılmasını engellemek için kanun bile çıkarılmasını iyi niyetli bir yaklaşım olarak değerlendirmemiz mümkün değil. Nuri Killigil (1889-1949): Enver Paşanın kardeşi olan Killigil, “Bakü Fatihi” ismiyle anılır. 1. Dünya Savaşı sonunda Rus ve Ermeni birliklerinin Azerbaycan’da katliam yapmaları üzerine, Kafkas İslam Ordusu adında Osmanlı, Azeri ve Dağıstan askerlerinden oluşan bir ordu ile yapılanlara karşı mukavemet göstermiştir. Killigil ve ordusunun karşısında tutunamayan Rus birlikleri Bakü’den çekilmek zorunda kalır. Osmanlı müfrezesi Dağıstan’a geçerek orayı da Rus işgalinden kurtarır. Daha sonraki dönemde Mondros Mütarekesinden dolayı Azerbaycan ve Osmanlı’nın elinde olan diğer yerler de bırakılır. Almanya’da yaşayan Killigil, 1938 yılında Türkiye’ye döner. Zeytinburnu’nda kok kömürü satan bir şirketi satın alıp burayı bir madeni eşya fabrikasına dönüştürür. Bu fabrikada tabanca, matara, demir çubuk, gaz maskesi ve mermi üretmeye başlar. Killigil daha sonra fabrikasını genişleterek 1946’da Sütlüce’ye taşır. Burada yeni motor ve makinelerle havan ve havan mermisi üretimine başlar. 2 Mart 1949’da Sütlüce’deki fabrikasında peş peşe üç büyük patlama meydana gelir. Aralarında Nuri Killigil’in de bulunduğu 27 kişi bu patlamada hayatlarını kaybeder. Killigil’in cesedi bulunamadığından boş tabutla defnedilir.6 Denilebilir ki ilk girişimcimiz olan Killigil’in kendi silahımızı, havan mermimizi üretmek için çıktığı yolda fabrikasının peş peşe patlaması ve kendisinin de bu olayda ölmesinin arkasındaki sis perdesi ne yazık ki kalkmış değil. Zira fabrikadaki silah üretiminin her geçen gün artışı, Suriye, Pakistan gibi ülkelerden sipariş alması, İsrail’in kurulmasına karşı tavırları, Filistinlilere ve Araplara silah satması, vefat ettiği dönemlerde Mısır’da iki silah fabrikası kurma teşebbüsleri, patlamayla ilgili itfaiye ve adli tıp raporlarının kayıp olması gibi sebepler patlamada sabotaj ihtimalini güçlendiriyor.  Öyle ya da böyle savunma sanayimiz bugün artık hayal bile edemeyeceğimiz bir seviyeye ulaşmıştır. Savunma sistemin dört ayağından biri olan nükleer silah hariç havacılık, roket bilimi ve elektronik harp alanında emin adımlarla ilerliyoruz. 2020 yılından sonra bir çıkış yakalayan özellikle de Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki savaşta kullanılan ve dünyada ilk üçün içinde olan ve otuzdan fazla ülkeye ihraç edilen İHA ve SİHA’larımızın başka müşterileri de şimdiden sırada beklemekteler. Bunların dışında Türk Silahlı Kuvvetlerimizin envanterinde bulunan Milli Muharip Uçağımız, insansız hava uçağı Kızılelma’mız, Hürjet’imiz, uzun menzilli hava savunma ve füze sistemi Siper ve Tayfun’umuz, yerli firkateynlerimiz, denizaltılarımız, Gökbey helikopterimiz, Eralp radar sistemimiz, Kılıçsat uydu sistemimiz, Amazon zırhlı araçlarımız, muharebe tankı Altay’ımız ve daha nice katma değerleri ürünlerimiz yakın bir gelecekte dostlarına gökyüzünden rahmet, düşmanlarına azap yağdıracaklardır. Kuşkusuz bu baş döndürücü projelerin arkasında mühendislerimiz ve onları sonuna kadar destekleyen siyasi iradenin olduğunu göz ardı edemeyiz. Askerî açıdan küresel bir güç olmaya yolunda ilerleyen ülkemizin çıkarları doğrultusunda hiçbir siyasi hesap yapmadan yerli ve milli olan tüm katma değer ürünlerin istihsali her zaman için desteklenmelidir. 1- Güneş Engin, Savunma Sanayiinin Millileştirilmesinin Önemi,2- https://www.ssb.gov.tr3- https://tr.wikipedia.org/wiki/Vecihi_Hürkuş4- “Hayallerden Gerçekler Yapan Adam: Nuri Demirağ,” Çelebice Dergisi, Aralık 2009, Sayı 205- “Yusuf Demir, “72 yıl önce yaptık ama...,” Gazete Vatan, 30.05.2010” 6- https://tr.wikipedia.org/wiki/Nuri_Killigil

Necati İLMEN 01 Mayıs
Konu resmiKeşke’leri Hayatımızdan Çıkarmanın Bir Yolu Var mı?
İnsan

İnsanoğlunun hayatında keşkeler önemli bir alan kaplar: değerlendirilmeyen fırsatlar, yapılmayan, ertelenen, hakkı verilmeyen işler ve sonucunda gelen tatminsizlikler, pişmanlıklar ve hakeza... Peki, keşkeleri hayatımızdan çıkarmanın ve pişmanlıkları azaltmanın bir yolu var mı? Evet, var: zaman yönetimi.  İbn-i Haldun’a “Zaman nedir?” diye sormuşlar; o da: “Bekleyince yavaşlar, gecikince hızlanır, üzülünce can yakar, mutlu olunca kısalır, acı çekince bitmek bilmez, sıkılınca uzar.” demiş. Bütün bu görecelikle beraber, zaman herkese eşit verilmiştir. Herkes için bir gün, yirmi dört saattir. Yıllar önce Erdal Demirkıran’ın “Aptallar Sekiz Saat Uyur” isimli bir kitabını okumuştum. Kitapta hayatlarından alıntı yapılan meşhur insanların sekiz saatten az uyudukları yazıyordu. Neden? Çünkü bu insanlar hayatlarında hedefler koymuş, bu hedeflere ulaşmak için de çok çalışıyorlar. Doğal olarak da az uyuyorlar. Az uyumak hedef değil, sonuç. Mesele, bir gaye üzere olmak. Hedefe kitlenen insan, çalışma zamanını -zamanı doğru kullanmakla- elden geldiğince genişletir, gayesine hizmet etmeyen malayani işlerden de uzak durur. “Dünyanın neye ihtiyacı olduğunu buluyorum. Sonra devam edip onu icat etmeye çalışıyorum.” diyen Edison’u hepimiz ampulü bulmasıyla tanırız. Tarihler henüz 1912’yi gösterdiğinde kendi elektriğini karşılayan bir ev tasarlamış olan bu adam, bir gün asistanına, “Yarım saat uyuduktan sonra beni kaldır.” der. Asistanı kıyamayıp uyandırmaz ve Edison yarım saat fazla uyur. Uyandığında, “Nasıl benim yarım saatimi çalarsın?” diyerek asistanını azarlar. Zira zaman, herkes için aynı olsa da hedefi olanlar için, ancak başka şeylerden feragatle genişler ve en değerli şeydir. Yapılacak işler açısından zamanın ve doğru kullanımının hayati olduğunu, örneklerini verdiğimiz insanlar ve hayatlarından anlıyoruz. Ömrün de belirli bir süresi olduğu ve bir gün gelip elimizden alınacağı ise binler şahitlerle net. Dolayısıyla elimizdeki ömür sermayesinin farkında olmak ve nerede nasıl harcayacağımıza dikkat etmek daha hayati ve önemlidir. Konuyla ilgili olarak, bir gün talebeleri, devam eden ikinci dünya harbi hakkında Bediüzzaman Hazretlerine şöyle bir sual sorarlar: “Niçin merak etmiyorsunuz, bundan daha büyük bir hadise mi var yahut merak etmenin bir zararı mı var?”1 Bediüzzaman Hazretleri de “Ömür sermayesi azdır, lüzumlu vazifeler çoktur” diyerek hem zamanın geçiciliğine hem de bu süre içinde asıl yapılması gerekenin önemine dikkat çekmiştir. Hatırlarsınız belki, kavanoz ve çakıl taşları hikayesi üzerinden yapılan zaman değerlendirmesinde, önce büyükçe taşlar konulur kavanoza ve öğrencilere dolup dolmadığı sorulur. Herkes “Evet” der. Fakat masanın altından çakıl taşları çıkarılır ve onlar da eklenir. Sonra kum ve en son su koyulur. Nihayet, kavanoz dolmuştur. Hoca öğrencilere bunun amacını sorduğunda öğrenciler, “İnsanın zamanı ne kadar dolu olsa da yeni şeyler için de zaman bulabilir” derler. Hoca ise, “Hayır, hayatınızda sizin için önemli ve öncelikli olanları koymazsanız hiçbir zaman koyamazsınız” der. Evet, bir gün herkes için yirmi dört saattir ama o yirmi dört saatin nelerle doldurulduğu herkese göre değişir. Ki zaman yönetimi de burada devreye girer. Öyleyse kendimize soralım: Ha­­yatımızdaki lüzumlu vazife­ler ve öncelikler nelerdir? Bu, herkesin dünya görüşüne, aileden, çevreden aldığı telkinlere, hedeflerine göre değişebilir. Fakat hayat rehberimiz Kur’an’ın zamana yemin ettiği Asr Suresinde, “Şüphesiz ki insan, ger­çekten hüsrandadır! Ancak iman edip sâlih ameller işleyen­ler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tav­siye edenler müstesnadır.” de­nilmiş, hedef tayin edilmiştir. Peygamberimiz Efendimiz (sav) de “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.”2 diyerek dikkatimizi, zamanın nimet oluşuna ve doğru değerlendirilmezse aldananlardan olacağımıza dikkat çekmiştir. İnşirah Suresinde geçen, “O halde boş kaldığın zaman, hemen (başka bir işe giriş) yorul. Ve artık ancak Rabbini arzula.” (İnşirah 7-8) ayeti, dinlenmenin başka bir uğraşıya geçmekle olduğunu ve insanın durağan değil, hareketli bir varlık olduğuna vurgu yapmakta ve bu işlerin hedefinin de Allah’ın rızası olduğunu göstermektedir. Evet, ömür bir sermayedir ve zaman bir daha geri gelmeyecek şekilde elimizden akıp gidiyor. Ne mutlu bu sermayenin önemini bilip, onunla ömrünü kıymetlendirenlere. 1- Kastamonu Lahikası, 722- Buhârî, Rikak 1. Ayrıca bk. Tir­mizî, Zühd 1; İbni Mâce, Zühd 15

Enes KARA 01 Mayıs
Konu resmiErteleme!
İnsan

Adamın biri yol kenarına diken ekmiş. Önceleri zararsız gibi görünen bu dikenler, zamanla gelip geçenleri rahatsız etmeye başlayınca, şikâyetler çoğalmış. Fakat adam bu şikâyetleri duymazlıktan gelmiş. Derken, Allah Teala`nın bir veli kulu gelip adama dikenleri sökmesini söylemiş. Adam: - Bir hayli gün var babacığım. Bugün olmazsa yarın; bir gün mutlaka o dikenleri sökeceğim. Bunun üzerine Allah dostu, adama şöyle demiş: - Hep yarın diyerek bu işi erteliyorsun. Fakat, bil ki günler geçtikçe o dikenler büyüyüp güçleniyor, sense güç kaybediyorsun. Dikenler gençleşiyor, sense giderek ihtiyarlıyorsun... *** Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız, sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın! Kim bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir! Birinize ölüm gelip de: “Rabbim! Beni (ecelimi) yakın bir vakte (kadar) erteleseydin de sadaka verip sâlih kimselerden olsaydım!” demesinden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) sarf edin! Çünkü Allah, bir kimseyi eceli geldiği zaman asla ertelemez. Ve Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdar olandır. (Münafikun 9-11) *** “Acaba ibadetteki füturun (gevşekliğin) ve namazdaki kusurun, meşâgil-i dünyeviyenin (dünya meşguliyetlerinin) kesretinden midir (çokluğundan mıdır)? Veyahut derd-i maişetin (geçim derdinin) meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarf ediyorsun! Sen istidat (kabiliyet) cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde (üstünde) olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını (gereklerini) tedarikte (elde etmede) iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı daime (ebedî hayat) için sa‘y etmektir (çalışmaktır). Bununla beraber meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli (lüzumsuz) bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani (faydasız) meşgalelerdir. En elzemini (lüzumlusunu) bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malumat ile vakit geçiriyorsun.” (Sözler, 21. Söz, 93-94)

İrfan MEKTEBİ 01 Mayıs
Konu resmiRisale- i Nur Hizmetinde İhlastan Sonra En Büyük Esas Sebat ve Metanettir (2)
Risale-i Nur

“Ey ahiret kardeşlerim! Ve ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz! Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefâatçi, en metîn bir nokta-i istinâd, en kısa bir tarik-i hakikat, en makbul bir duâ-yı manevi, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet, ihlâstır.”  Ölçü: Sabır, Sadakat, Sebat ve Metanet Timsali Hüsn-ü Misaller Olmalıyız Risale-i Nurun ve talebelerinin meşgul olduğu hakikatler, kainattaki en kıymettar meseleler olduğu için, umur-u hayriyenin muzır manileri işlerinde hiçbir zaman eksik olmaz. İnsi ve cinni şeytanlar, her daim o nurlu hizmetlere ve hadimlerine mâni olmaya çalışırlar. Bu manilere ve şeytanlara karşı yegâne dayanağımız ihlas, sebat, metanet ve sadakat kuvvetleridir. İttihad, ittifak ve tesanüd ile dahili ve harici muarızların hücumlarına karşı durabiliriz. Böyle zamanlarda zayıfların kuvve-i maneviyesi için sadakat, sebat, metanet timsali insanların varlığı çok önemlidir. Onlardan aldıkları cesaret ve gayretle zayıflar da zamanla kavîleşir, kuvve-i maneviyeleri sarsılmaz hale gelir. Böyle kahraman, fedakâr, gözü kara, sebatkâr, sadık nur fedaileri oldukça iman davası asla sahipsiz kalmaz.  Şahs-ı manevi de bu emsal kahramanlardan aldıkları kuvvetle iman kalesinin sarsılmaz ve yıkılmaz olduğunu tüm cihana ilan ve ispat eder. Risale-i Nurun sadık, sebatkâr ve metanet timsali saff-ı evvelîn kahramanları bu hakikatin örnek şahsiyetleri ve canlı birer şahitleridir. Öyleyse bize düşen bu hasletleri kendimizde ve umum nur talebelerinde yerleştirmeye ve kuvvetlendirmeye çalışmalıyız. Ölçü: İhlâs, Sadakat, Sebat ve Metanet Gibi Hasletler İnayet-i İlahiyeyi Celbeder Risale-i Nurun tarihçesine dikkatle baktığımızda nur talebelerinin başlangıçta hadsiz müşkilat içinde zındıkların taarruz ve tasallutlarına maruz kaldıklarını görürüz. Hazret-i Üstadın ihlas risalesinde dediği: “Ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyîkat karşısında ve savletli bid‘alar ve dalâletler içerisinde, bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumi ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye, omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuştur.”1 gibi durumlarla nur talebeleri karşı karşıya kaldılar. Fakat bütün bu zorluklar ve sıkıntılara rağmen ilerleyen zamanlarda nur talebelerinin harika bir şekilde o zorlukları aştıklarını görüyoruz. Tabii ki bu muvaffakiyetin en mühim sebebi ihsan-ı İlahî, inayet ve tevfik-i Rabbanidir. Hizmet-i imaniye ve Kur’aniyenin kör gözlerin de görebileceği zahir bir kerametidir. Peki bu inayet, tevfik ve ikramı celbeden neydi? Tevfik ve inayet-i İlahiyenin celbine medar sebeplerden en birincisi, şüphesiz ki ihlastır. Sevgili Üstadımız, ihlası şu özelliklerle tarif ediyor: “Ey ahiret kardeşlerim! Ve ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz! Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefâatçi, en metîn bir nokta-i istinâd, en kısa bir tarik-i hakikat, en makbul bir duâ-yı manevi, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet, ihlâstır.” Bu hasiyetlere sahip ihlas kime nasip olursa inayet-i İlahiye onun refiki olur. Dünyevi ve uhrevi işlerinde muvaffak olur. İnayet-i ilahiyeyi celbeden sebeplerden birisi de sabır ve sebattır. Evamir-i tekviniye tabir edilen kainattaki ilahi kanunların dünya hayatındaki neticelerini anlatırken Sevgili Üstadımız şöyle der: “Meselâ nasıl, sabrın mükâfatı zaferdir. Ataletin mücâzâtı sefalet. Öyle de sa‘yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikābı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.”2 Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere sabır, sebat, sadakat ve metanet gibi hasletler muvaffakiyet ve zaferin celbine sebeptir. Ölçü: İhlâs, Sadakat, Sebat ve Metanet Sahibi Zatlar İstikbale Dair Müjdelerdir Mübarek Üstadımız sebatkâr, metanetli, fedakâr, kahraman nur talebelerini etrafında gördükçe ahirete kemal-i rahat ve sürur ile gitmeye hazır olduğunu ifade ediyordu.3 Çünkü sadık, sebatkâr, metîn, halis ve muhlis talebeleriniz varsa bu dava mağlup olmaz. Kıyamete kadar devam eder. Onlar bu hakikatlerin tüm cihana neşir ve intişarının müjdecileri ve mübeşşirleridir. Hakaik-i imaniyeyi ve esrar-ı Kur’aniyeyi kâinat üzerinde dalgalandıracak nesl-i cedid onlardır. Cenab-ı Hak bu emsal sadık, sebatkâr, metin, sadık mücahid ve mücahideleri kesretle ihsan eylesin. İstikbalimizi bu hasletlere sahip kahramanlarla parlak ve nurlu eylesin. Âmin ya Muin. 1- Lemalar, 166. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Sözler, 350. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Kastamonu Lahikası, 35.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Mayıs
Konu resmiEbu’l-Fetih Fâtih Sultan Mehmed Han
Kültür ve Medeniyet

Tarihler 30 Mart 1432’yi gösteriyordu. Sultan Murad, Muhammed Suresini bitirmiş, Fetih Suresine başlamıştı. Bu sırada kutlu bir müjde aldı. Humâ Hatun’dan bir oğlunun dünyayı teşrif ettiğini öğrendi. Bunun heyecanıyla “Ravza-i Murad’da Gül-i Muhammedî açtı” ifadesi gayr-ı ihtiyâri dudaklarından döküldü. Okuduğu sureye nisbetle oğlunun adını “Muhammed” koydu. Çocukluğunun ilk zamanları çok hareketliydi. Yerinde duramayan Mehmed hocalarına zor anlar yaşatıyordu. Ta ki âlim, mürebbi ve disiplinli hocası olan Molla Gürâni karşısına çıkana kadar… Molla Gürâni, Sultan Murad Han’dan tam yetki alarak işe koyuldu. Zâhirî ilimler konusunda âdeta bir eğitim koçu olarak hareket edip dönemin önemli sîmâlarından ders aldırdı. Dinî, fennî ilimlerin yanında Arapça, Farsça dilini öğrenmekle kalmadı. Bunlara Latince, Yunanca, İbranice’yi de ekledi. Teorik eğitimde önemli bir mesafe kat etti. Ardından bunu Hacı Bayram Veli Hazretlerinin ocağında pişen Akşemseddin’in bâtıni, manevî eğitimi tamamlayacaktı. Siyasi olarak da gerek Amasya gerekse Manisa sancaklarındaki şehzâdeliği idarî tecrübeye bir ön adım olacaktı. Sancak yönetiminden sonra 1444’de Sultan Murad tahtı on iki yaşındaki oğlu Mehmed’e bıraktı. Bunda şüphesiz Hacı Bayram Velî gibi zatların İstanbul’a dâir müjde barındıran ifadelerinin etkisi önem arz etmektedir. Dünya gözüyle fethi görmeyi arzulayan Sultan Murad Osmanlı tarihinde başka örneği bulunmayacak bir tarzda tac-ı tahtı terk etmişti. Edirne’de sürecek olan bu iki yıllık saltanat devresi Sultan Mehmed’e önemli deneyimler, tecrübeler kazandıracaktır. Zira başta, baş vezir Çandarlı Halil Paşa’nın muhalefetiyle karşılaşacak. İçerden ve dışardan pek çok kalkışmaya mâruz kalacak. Bazı toprak kayıplarına uğrayacak. En son bu otorite zâfiyetinden yararlanmak isteyen Hristiyan dünyasının hedefi olacaktır. Nitekim haçlı tehdidinden dolayı Çandarlı Halil Paşa’nın daveti üzerine Sultan Murad tekrar ordunun başına geçecektir. İşte Sultan Mehmed’i Fâtih olma yoluna götüren o dirayet ve duruş buradaki yaşananlarda aranmalıdır. Nitekim “zor zamanlar güçlü liderler çıkarır” derler. Öyle de olmuştur. 1451’de Sultan Murad’ın vefatı üzerine Sultan Mehmed ikinci kez tahta oturmuştur. İlk iş olarak baş vezir Çandarlı’nın karşı çıkmasına rağmen İstanbul’un fethi hazırlıklarına başlamıştır. Bunun için; İstanbul’un alınmasını zorlaştıran surları etkisiz hâle getirmek amacıyla Macar Urban, Saruca Sekban gibi mühendislere büyük toplar döktürttü. Havan topunun bizzat mühendisliğini üslendi. Tekerlekli okçu kulelerini yaptırdı. Balkanlara ordu sevk ederek, Ru­meli Hisarı’nı yaptırarak, Mar­mara Denizi’ne dört yüz par­çalık bir donanma yerleştire­rek İstanbul’un coğrafi konumundan kaynaklanan avantajını ortadan kaldırdı. Ayrıca mevcut barış anlaşmalarını yeniledi ve yeni anlaşmalar yaptı. Böylece kuşatma sırasında muhtemel bir saldırının önüne geçmeye çalıştı. Yapılan tüm hazırlıklardan son­ra Bizans İmparatoru Kons­tan­tin’e son kez şehri teslim etmesi için çağrı yapıldı. Çağrının reddedilmesi üzerine 6 Nisan sabahı saldırı başladı. 20 Nisan’da Papa’nın gönderdiği üç gemiyi Osmanlı donanmasının Marmara Denizi’nde engelleyememesi ve bu gemilerin Haliç’e girmesi Sultan Mehmed’i hiddetlendirdi. Bunun üzerine Dolmabahçe – Kasımpaşa güzerâhından yetmiş kadar gemi kızaklarla Haliç’e indirilerek üç gemi orada yakıldı. Böylece psikolojik üstünlük yeniden Osmanlı tarafına geçti. 53 gün süren kuşatmanın ardından Zağanos Paşa’nın başlattığı saldırı neticesinde fetih müyesser oldu. Sultan Mehmed artık “Fâtih”di. Bin yıllık Roma devletini yıkmıştı. Böylece Anadolu ve Avrupa’yı birbirine bağlayarak toprak bütünlüğünü sağladı. Bizans oyunları tarihe karıştı. Dünya için yeni bir çağ başladı. Avrupa’da meydana gelecek olan Coğrafi keşifler, Rönesans, reform gibi olayların tetikleyicisi oldu. İslâm dünyasında Osmanlı Devleti büyük bir itibara kavuştu. Müjde-i Rasûlullah’a (sav) mazhar oldu. Bu büyük fetihten sonra; Sırbistan, Arnavutluk, Mora (Yunanistan), Bosna-Hersek, Eflak-Boğdan (Romanya), Amasra, Trabzon fethedildi. Konya alındı ve Anadolu’da birlik ve beraberliği sağlamak için önemli adımlar atıldı. Ege Denizi’nde pek çok ada alınarak denizlerdeki hakimiyet güçlendirildi. Böylece Fatih Sultan Mehmed ecdadı Sultan Alparslan gibi “Ebu’l-Feth/Fetihlerin babası” unvanına mazhar oldu. Fetihlerin yanında Örfî kanunları düzenleyen kanunnâme hazırlattı. Başta Sahn-ı Semân Medresesi olmak üzere pek çok medrese yaptırdı. Bilimi teşvik ederek bilim adamlarına sahip çıktı. Sanatı ve sanatçıyı koruyup onlara imkanlar sundu. Ali kuşçu, Gentile Bellini gibi pek çok âlim ve sanatçıyı İstanbul’a getirterek eğitim ve kültür hayatını canlandırdı. Tâcirleri İstanbul’a davet ederek ticareti teşvik etti. Büyük fetihlere imza atan bu İslâm kahramanı, Anadolu’ya doğ­ru yeni bir sefere çıktığı sı­rada Gebze yakınlarındaki Hün­karçayırı’nda vefat etti. (3 Mayıs 1481) Rabbim bizleri; Kur’ân, iman davasında mücâdele ve mü­câ­he­de eden ecdadımızın yolundan ayırmasın. Başta Ayasofya olmak üzere bize emanet bıraktıkları şeâire sahip çıkmayı nasib etsin. Fetih şuurunu bizlere ve nesillerimize ihsan eylesin.

Ali SEMERCİ 01 Mayıs